Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kemterani

Üye
  • Content Count

    103
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by kemterani


  1. NECİP FAZIL'A DAİR

     

    Selim Adım

     

    Bir millet düşünün içinde Necip olan,

    Fazileti ilim,ilimi Çin'den alan,

     

    Onu anlamak,yaşadığını bilmektir,

    Yazdıklarını anlamak,onu görmektir.

     

    Kaldırımlarda ararken,Çile'de buldum,

    Çileyle geçti ömrüm,kaldırımlarda öldüm.

     

    Kelimeler onda tamamına ermişti,

    Ne var ne yoksa da önümüze sermişti,

     

    Sakarya Türküsünü yıllarca söyledik,

    'Özyurdum da garibiz'bunu geç öğrendik.

     

    Yüce rabbim makamını cennet eylesin,

    Gençler seni okusun,sözlerin söylensin,

     

    Garip Selim'im yolunda, tozum üstad,

    Seni anlatmaya yetmez, sözüm üstad.


  2. Görüntü Adım: [c=0][a=4] C· [/a=#A80004][/c][c=0][a=4] T Ü R K İ Y E [/a=#A80004][/c][c=0][a=4] C· [/a=#A80004][/c]

     

     

    Bunun Osmalı için olanıda varmı dervish kardeş :) Varsa ve burya atarbilirsen cok sevinirim. Gerçi bu yazıya okumak için bakarmısın bilmiyorum :(


  3. Üsdad bedüüzzamanı tartışmaya, onun alimliğinin hangi safhalarda olduğunu anlatmaya hiç lüzum görmüyorum. Zira o, söylenecek bir iki kelimeyle anlatılacak bir insan değildir. Birinin, hele bir de Müslüman'sa bu 'biri' , O'nu anlayabilmesi, O'nun alimliğini sorgulayabilmesi için, evvela O'nun risalelerini okuması gerekli. Aksi halde konuşmaya çalışması yanlış olur.

     

    /düzeltme: Yazının bundan sonraki bölümü yasak sınırına girdiği için silinmiştir. /reyhan


  4. Necip Fazıl'ın Metafizik Evlâdı Hilmi Oflaz

     

    Dursun Gürlek

     

     

    Şairler sultanı Necip Fazıl’ın şiirde, edebiyatta ve düşünce dünyamızda ne büyük bir dahi olduğunu bugün herkes kabul ediyor.

    Kendisine ve eserlerine duyulan ilgi gittikçe artıyor. Ama unutmayalım ki, üstad hayranlarının arasında ilk sırayı Hilmi Oflaz alıyor. Onun Necip Fazıl’a duyduğu alakayı, gösterdiği saygıyı, sergilediği fedakârlık örneklerini birer birer anlatmak için ayrıca bir kitap yazmak gerekir. Tasavvuf düşüncesinde bir “Fena fişşeyh” kuralı vardır. Buna göre müridin mürşidinde, dervişin şeyhinde fena bulması, yani yok olması icap ediyor. İşte merhum Hilmi Oflaz’ın üstadına olan bağlılığı böyle bir tablo oluşturuyordu. Biz bu manzarayı her görüşümüzde Mevlânâ ile Şems-i Tebrizi ilişkisini hatırlıyorduk.

     

    Zahiren hırpani bir kıyafet içinde görünen, sıradan ve basit bir insan olarak göze çarpan Hilmi Oflaz aslında kültür dünyamızın meçhul meşhurlarından biriydi. Mahmut Paşa’da işportacılık yapan nev-i şahsına münhasır bu adam, kazandığı bütün parayı kitaba ve hayır işlerine harcıyordu. Oturduğu gecekondu ev tıka basa kitap doluydu. Hatta evin oda duvarları bile kitaplarla, dergilerle örülmüştü, tuğla yerine kitap kullanılmıştı. Belirtmeye gerek yok ki, bunların başında Necip Fazıl’ın kitaplarıyla Büyük Doğu dergileri geliyordu. Üstadın adıyla özdeş hale gelen Büyük Doğu’nun yaşaması için en büyük gayreti gösteriyor, bazen de akla, hayale gelmedik yöntemlere başvuruyordu. Mesela evinde bulunan herkesi, hatta çeşitli isimler takarak tavukları ve horozları bile abone ediyor, postacı eve her hafta bir tomar Büyük Doğu getiriyordu.

     

    Hilmi Oflaz’a göre dünyada Necip Fazıl’dan daha “necip”, daha “fazıl” başka hiçbir kimse yoktu. En büyük şair, en büyük mütefekkir, en büyük tiyatro yazarı; hikâyeci, romancı, aksiyon adamı sadece ve sadece Necip Fazıl’dı. Bu bağlılığın, bu olağanüstü hayranlık duygusunun verdiği hazla ve hızla ömür boyu üstadının peşini bırakmadı. Onunla “hemhâl” oldu bir daha ayrılması “muhal” oldu. Necip Fazıl hapse düşünce o da peşine düştü. Mahmut Paşa’daki tezgâhlarını bırakıp pılısını pırtısını Toptaşı Cezaevi’nin kapısına taşıdı. Hem geçimini sağlamak hem de bu arada üstadın ihtiyacını karşılamak, arandığı zaman “Ben buradayım!” demek için tam bir buçuk yıl cezaevinin önünde zarf kağıt vesaire satmakla meşgul oldu. Gece gündüz buradan ayrılmadığına göre, bari üstadı görebiliyor musun diye soranlara, “Bulutların arkasından güneşin görünmesi gibi, camın önünden geçerken, parmaklıkların arasından görüyorum!” cevabını vermişti.

     

    Necip Fazıl Bey, Hilmi Oflaz’ı hiçbir zaman yanından ayırmıyordu. Bursa’ya gittikleri bir gün, üstad Hilmi Ağabey’i, şehrin en lüks oteli olan Çelik Palas’a çay içmeye götürüyor. Orada bulunan bazı milletvekillerine kendisini şöyle takdim ediyor. “Fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas, kralları önünde eğdirecek kadar irade sahibi, arslanların önüne çırıl çıplak atlayacak kadar cesur, aziz dostum işportacı Hilmi Oflaz!..”

     

    Hilmi Ağabey, 15 Mayıs 1998’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hastanesinde vefat etti. 17 Mayıs Pazar günü, Eyüp Sultan Camii’nde kılınan cenaze namazında sonra Eyüp Mezarlığı’na, Necip Fazıl’ın hemen ayak ucundaki kabrine defnedildi. Aralarında o zamanki Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu büyük kalabalık, Hilmi Oflaz’ı işte böyle muhteşem bir merasimle ebediyete uğurladı.

     

    Tercüman, 28.5.2006


  5. Tarih boyunca terörün ve anarşinin şiddetlendiği dönemler olmuş ve tüm insanlığı tehdit eden bu soruna çözüm bulabilmek için çeşitli öneriler ortaya atılmıştır. Terör ve anarşi belaları ile topyekün bir mücadele başlatılması konusunun en çok üzerinde duran kişilerden biri de büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi'dir. Bediüzzaman bunun için öncelikle yapılması gereken şeyin din ahlakının insanlar arasında yaygınlaşması için çaba gösterilmesi olduğunu anlatmış ve çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur.

     

    Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatı dünya tarihinin köklü değişiklikler yaşadığı bir döneme rastlar. I. Dünya Savaşı Bediüzzaman'ın hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Üstad, Osmanlı'nın çöküşüne ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş aşamasına çok yakından şahit olmuştur. O, Rusya'da komünizmin bir ihtilalle başa geçişine, dünya devletlerinin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın içine sürüklenişine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu süre zarfında yaşadığı zor dönemlere tanıklık etmiştir. Bediüzzaman yaşadığı dönemde gerçekleşen tüm olayları çok detaylı olarak tahlil etmiş ve siyaset sahnesinde gelişen her olayı Kuran ayetleri doğrultusunda değerlendirmiştir. Onun bu özelliğini tüm eserlerinde ve her sözünde görmek mümkündür. Din ahlakından uzaklaşmanın bir toplumu ne kadar büyük bir tahribata uğratacağına, Müslümanların birlik olurlarsa dinsiz ideolojilere karşı büyük bir başarı elde edeceklerine hemen her sözünde değinmiştir.

     

    Bediüzzaman hem kendi yaşadığı dönemde hem de kendinden sonra terör ve anarşinin insanların karşısına büyük bir bela olarak çıkacağını biliyordu. Bu nedenle de terörle mücadele ile ilgili çeşitli çözüm yolları sunuyor, insanları bu konuda bilinçlendirmeye çalışıyordu. O, "Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık ahlakını ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar ahlakına çevirir…"1 sözüyle İslam dininin terör ve şiddete bakış açısını en güzel şekilde ifade etmişti. Bütün hayatını da bu bakış açısını insanlara anlatmakla geçirmişti. Üstad bir sözünde "Madem iman hizmetinde tam ihlasla, anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerekir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helal ediyorum."2 demiş, anarşi ve terörle mücadelenin iman edenlerin üzerine yüklenen önemli bir sorumluluk olduğunu, bu mücadelenin sabır ve tahammül gerektirdiğini ifade etmiştir.

     

    Bizler için Bediüzzaman'ın tecrübeleri ve birer rehber niteliğindeki sözleri çok değerlidir. Bu nedenle tüm hayatı boyunca, Kuran ahlakındaki sevgi, barış ve huzur dolu dünyayı tesis etmek için çaba göstermiş olan bu kıymetli insanın her açıklaması üzerinde dikkatle düşünmemiz gerekir.

     

    Bediüzzaman Terörün Ancak Sevgi İle Çözülebileceğini Söylüyordu

     

    Bediüzzaman'ın açıklamalarında öncelikli olarak dikkat çeken yön, insan sevgisi ve insan hayatına verilen önemdir. Bu, Kuran ahlakının insana kazandırdığı bir güzelliktir. Bediüzzaman da bir sözünde bunu şu şekilde ifade etmiştir:

     

    Kuran-ı Hakim'den aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde, yahut bir gemide, bir masum, on cani bulunsa, Kuran'ın adaleti, o masumun hakkına zarar vermemek için, o evi, o gemiyi yakmayı men ettiği halde, on masumu bir tek cani yüzünden mahv için, o ev, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Bu sebeple, güvenliği ihlal yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı ilahi adalet ve Kuran gerçeği şiddetle men ettiği için, biz bütün kuvvetimizle bu Kuran dersine uyarak güvenliği korumaya kendimizi dinen mecbur biliriz…3

     

    Üstad yukarıdaki sözünde insan hayatının ne kadar önemli olduğunu, tek bir insanın hayatı korumak için her türlü fedakarlığı yapmak gerektiğini, aksinin çok büyük bir zulüm olacağını bildirmiştir. Müslüman dünya üzerindeki tüm insanların güvenliğini, huzurunu sağlamayı, hoşgörülü ve sevgi dolu bir dünyada yaşamalarını ister. Bu, ona yükletilen bir sorumluluk, Allah'ın bildirdiği bir emirdir. Bunun için de din ahlakının yayılması için tüm imkanlarıyla gayret eder, insanların güvenliğini bozacak her türlü zorbalığa engel olmak için ellerinden geleni yaparlar. Anarşi ve terör insanı adeta bir canavara dönüştürürken, İslam ahlakının yaşandığı ortam cennet benzeri olur. Bediüzzaman bunu bazı sözlerinde şu şekilde belirtir:

     

    ... Bir Müslüman İslamiyet dairesinden çıksa, İslam dininden döner ve anarşist olur, sosyal hayat için zehir hükmüne geçer. Çünki anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet güzel huylarını canavar hayvanların ahlakına çevirir.4

     

    Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü'min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık güzel huylarını ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar ahlakına çevirir.5

     

    Bediüzzaman din ahlakının anlatılması ile insan sevgisini bilmeyen, hoşgörüsüz, uzlaşmaz ve saldırgan kimselerin dahi kalplerinde büyük bir aşk ve muhabbet oluşacağını, bu Allah sevgisinin ise insanları her türlü zorbalıktan uzak tutacağını bildirmiştir. Müslümanın görevinin de, insanlarda bu sevgiyi oluşturmak için dinin güzelliklerini ve Kuran hakikatlerini anlatmak olduğunu vurgulamıştır. Üstad bir sözünde, yazdığı Nur Risaleleri'nin bu görevi yerine getirdiğini şöyle vurgular:

     

    Evet, Risale-i Nur hak ve hakikata dayanan, delil ve ispata dayanan iman ve Kur'an hakikatlarını, zamanın anlayışına uygun, cem'iyetin kabul etme tarzına uygun, çekici bir üslûb ve kolay açıklamasıyla isbat ve izah eylemesi ile milyonlarca insanın iman ve inancını tahkiki yaparak, ruhlarda İslami aşk ve muhabbeti uyandırmak suretiyle anarşizmin belirtisi olan dinsizlik ve ahlaksızlığa karşı manevi bir sed tesis eylemiştir. Evet ruhlarda, akıl ve kalblerde tesis edilen mukaddes ideal ve gaye birliği, iman aşk ve muhabbeti, yıkılmaz bir kuvvet, aşılmaz bir sed hükmünde manevi bir etki meydana getirmektedir.6

     

     

    Kuran Ahlakının Yaşanması Terörle Mücadelede En Önemli Noktadır

     

    Bediüzzaman terör ve anarşi ile mücadelede en önemli noktanın din ahlakının yaygınlaşması olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Bu sözlerinden birinde şunları ifade eder:

     

    Hem her bir şehir kendi halkına geniş bir hanedir. Eğer ahiret inancı o büyük aile fertlerinde hükmetmezse; güzel ahlakın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakarlık, Allah'ın rızası, ahiret sevabı yerine kötü niyet, menfaat, sahtekarlık, kendini beğenmişlik, yapmacık hareket, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahiri güvenlik ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o şehir hayatı zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, güçlüler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar. 7

     

    Bediüzzaman'ın da vurguladığı gibi, din ahlakının yaşanmasıyla pek çok güzel ahlak özelliği ortaya çıkarken, dinden uzak bir toplumda her türlü sahtekarlık, zorbalık, anarşi, vahşet ve terör gelişir. Yardımlaşma, fedakarlık, dürüstlük gibi meziyetler ortadan kalkar. İnsanlar sadece kendi çıkarlarını düşünür, sadece kendi rahatlarını kollar, sadece kendi menfaatleri için çalışır hale gelirler. Ancak dinin yaşanması toplumda çok büyük bir dayanışma, kardeşlik ve dostluk oluşmasına vesile olur. Bediüzzaman aynı sözünün devamında, din ahlakının bir topluma ve aile hayatına kazandırdığı güzellikleri şu şekilde örneklendirir:

     

    Buna kıyas olarak, memleket dahi bir evdir ve vatan dahi bir milli ailenin evidir. Eğer ahiret inancı bu geniş evlerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve yardımlaşma ve hilesiz hizmet ve birlikte yaşanılanlar ve riyasız ihsan ve fazilet ve benlik verilmeyen büyüklük ve meziyet o hayatta gelişmeye başlarlar. Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle vakar verir. Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak." Aklı başlarına getirir. Zalime der: "Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimi bir ahirete dair saadet ve taze, ebedi bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasla, bir bölüm ve bir bütün olarak her kavimde güzel etkisini gösterir, ışıklandırır. İnsanların sosyal hayatıyla ilgili olan sosyologların ve ahlak ilmiyle uğraşanların kulakları çınlasın! İşte ahiret inancının birlerce faydasından işaret ettiğimiz beş-altı örneklerine diğerleri kıyas edilse kesinlikle anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın saadete sebep olan yolu yalnız imandır.8

     

    Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi din ahlakı yaşandığında insanlara öğüt vermek, onları kötülüklerden menedip ve doğru yola sevk etmek son derece kolay olur. Bediüzzaman terörün ve anarşinin ancak sevgiyi, hoşgörüyü, barışı, affediciliği, şefkati ve merhameti emreden, insanı her türlü kötülük ve bozgunculuktan meneden Kuran ahlakının yaşanmasıyla yok olacağını sık sık belirtmiştir. Aşağıdaki sözlerinde de Müslümanlara Kuran'ın hakikatlerine sarılmayı tavsiye etmekte ve anarşinin ancak yeryüzünde dinin hakim olmasıyla son bulacağını tekrar vurgulamaktadır:

     

    İnsanlığı dehşetli musibetlere uğratan, tehdid eden anarşiliğin bozma ve tahribin tek çaresi ancak ve ancak İlahi, semavi bir dinin ezeli ve ebedi gerçekleridir, gerçek İslam'dır.9

     

    Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan münafıklık ve dinsizlik ve anarşilik ve maddecilere karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kuran'ın hakikatlarına sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i, az bir zamanda komünistliğe çeviren insanlık musibeti; siyasi, maddi kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan Kuran gerçeğidir.10

     

    Bediüzzaman terör ve anarşinin yok olmasında Kuran ahlakının ve Kuran'ın bir tefsiri hükmündeki Risale'lerin çok büyük bir görev üstlendiğine ve gelecekte de bu görevine devam edeceğine sıklıkla dikkat çeker. Dolayısıyla Kuran ahlakının anlatıldığı, insanların gerçek İslam'a davet edildiği her türlü çalışma da bu görevi layıkıyla görecek ve terörle mücadelede etkin bir rol üstlenecektir. Bediüzzaman "Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alakası yoktur; fakat kesin küfrü kırdığı için, kesin küfrün altı olan anarşiliği (ve) üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder."11 sözleriyle bu öneme dikkat çekmektedir. Bediüzzaman bir diğer açıklamasında ise anarşizmden kurtulmak için 5 esastan bahsetmiştir. Bunlar Üstad'ın ifadesiyle "... Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir."12 Bediüzzaman aynı sözünün devamında Risale-i Nur'ların üstlendiği görevi nasıl yerine getirdiğini şu şekilde vurgular:

     

    Risale-i Nur sosyal hayata baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kutsal bir surette tespit ederek ve sağlamlaştırarak, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer faydalı uzuv haline getirmesidir.13

     

     

    Sanat, Marifet ve İttifak Gücü ile Mücadele Etmek

     

    Bediüzzaman Said Nursi eserlerinde dinsizlikle, terör ve anarşi ile nasıl mücadele edileceğini de detaylı olarak tarif etmiştir. Bunu da "... Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silahıyla mücadele edeceğiz..."14 sözleriyle belirtmiştir. Said Nursi'nin bu sözleri insanların dinsizliğe karşı mücadelesinin ne şekilde olacağını anlamak açısından çok önemlidir. Bediüzzaman yukarıdaki sözünde üç tehlikeye dikkat çekmektedir: Cehalet, zaruret ve ihtilaf...

     

    İlk tehlikeye karşı, yani cehalete karşı halkın bilinçlendirilmesi son derece önemlidir. Yaşadığımız toplumda insanların büyük çoğunluğu dini bilgiye sahiptir, Allah'a ve dine inanır. Ancak yine büyük çoğunluğu dinin ve manevi değerlerin derinliğine inmez, sadece yüzeysel ve dahası kulaktan dolma bilgilere sahiptir. Dolayısıyla dinin getirdiği güzel ahlakı gerçek manada hayata geçirmesi mümkün olmaz. Bu sebeple cehaletin, yani bilgi eksikliğinin hızla ortadan kaldırılması şarttır. Bediüzzaman'ın dikkat çektiği ikinci tehlike ise zarurettir. İnsanlara, iman dışındaki düşünce ve yaşam tarzları birer "zaruret" gibi sunulmaktadır. Hayatın gerçeklerinden vazgeçilemeyeceği, dini yaşamanın buna engel olacağı öğretilmektedir. Said-i Nursi'nin son olarak dikkat çektiği ihtilaf tehlikesi de bugün mevcuttur. Bugün dünyada insanlar arasında birçok konu ihtilaflıdır. Çoğu zaman fikir birliğine varılamamakta ve pek çok konu tartışmalara, çatışmalara dönüşmektedir. Bu ihtilaf insanların en büyük odak noktası haline gelmekte, güzel ahlak, din ve ahiret tamamen unutulmaktadır. Oysa yapıcı bir yaklaşım ihtilafları kolayca çözer. Aklın ve vicdanın yolu birdir. Bu nedenle bu ihtilafın getireceği kargaşa ve kaos tehlikesine karşı doğrular çok açık bir şekilde ortaya konmalıdır.

     

    Bediüzzaman, bu üç tehlikeye karşı önlem alırken göz önünde bulundurulması gereken konuları da sözlerinde vurgulamaktadır. Bu konuların ilki sanattır. İnsanların terör ve anarşiyle yapacakları mücadelede sanat çok önemli bir yer tutmaktadır. Burada "sanat" kelimesiyle pek çok şey kastedilmiştir. Biri, insanların genel olarak Allah'ın bir nimeti ve ayeti olan güzelliğe ve estetiğe düşkün hale gelmesidir ki, bu insan ruhunun kabalıktan ve şiddetten uzaklaşmasını sağlar. Bir diğeri de, sanatın Allah'ın bir nimeti olduğunu bilmek ve buna şükretmektir ki, insanın manevi derinliğini artırır. Bu nedenle Allah'ın çevremizdeki sanatının tüm güzelliğiyle anlatılması çok önemli bir konudur. Sanatçılar bu bilinçle hareket etmeli, dindar insanlar bu bilinçle sanatı sahiplenmelidir. Din ahlakını anlatmak için yapılan her çalışmanın da sanatsal değerlere sahip olması gerekir. Örneğin her türlü yazılı eserde, kullanılan resimlerle, dildeki açıklık ve sadelikle, baskı kalitesiyle dindar insanların üstün sanat anlayışını ortaya koymak son derece önemlidir. Bunun yanında sözlü anlatımdaki hikmet de sanatın bir türüdür. Seçilen kelimeler, kullanılan örnekler, anlatımdaki çarpıcılık ve etkileyicilik karşıda bırakılacak etki açısından çok önemlidir. Dinin güzelliklerini anlatırken anlaşılmaz, karmaşık, kalıpçı ve zor yolu benimseyen yöntemlerin aksine, anlatımdaki sadelik, insanların gerçekleri anlamasına çok büyük bir kolaylık sağlayacaktır.

     

    Üstad'ın dikkat çektiği marifet ise "bilgi sahibi olmak" anlamına gelir ve Müslümanların yaşadıkları devrin tüm bilgilerine hakim olmaları gerektiğini ifade eder. Müslüman, Allah'ın insanlar için seçtiği dinin yeryüzündeki temsilcisidir, dolayısıyla yaşadığı devrin bilim, kültür, düşünce, teknoloji gibi farklı alanlarına hakim olmalı, bunları bilmeli ve en iyi şekilde kullanabilecek yeteneğe sahip olmalıdır.

     

    Üstad'ın gösterdiği son yöntem olan ittifak ise, tüm insanlığın refahını ve güvenliğini isteyen herkesin yerine getirmesi gereken bir vazifedir. İnananların tüm insanları tehdit eden terör ve anarşi belasıyla mücadele ederken birbirlerine destek olmaları son derece önemlidir. Bu birliği bozmak için yapılacak her türlü girişim de etkinin azalmasına neden olacaktır.


  6. Tesadüf Mümkün mü ve Varlığı İzah Edebilir mi?

     

    Evrim teorisini ilmî bir hakikatmiş gibi sürekli gündemde tutmaya çalışanlar, Miller'in denemelerine dayanarak, bir dönem yeryüzü şartlarında deniz dibinde protein yığılmaları meydana geldiğini ve ortaya çıkan kimyevî reaksiyonlar neticesinde aminoasitlerin teşekkül ettiğini, bütün bunların hem de kendiliğinden olduğunu iddia edebilmekte, fakat, Rusya'da Oparin'in, 20 yıl süreyle yeterince mükemmel kimya lâboratuvarlarında canlı hücre meydana getirmek için yaptığı çalışmaların sonunda, "Dünyanın en mükemmel kimya lâboratuvarlarında dahi saf kimyevî elementlerden canlı hücre yapmak mümkün değildir." itirafında bulunduğunu hesaba katmamaktadırlar. Kaldı ki, sadece bir aminoasitin veya protein molekülünün bile tesadüfen oluşması için, dünyanın şu andaki yaşını kat kat aşan seneler gerektiği hesaplanmaktadır. Dünyanın şu ana kadarki ömrü, ihtimal hesapları içinde bir aminoasit veya protein molekülünün tesadüflerle oluşması için yeterli değilse, bir canlı hücrenin oluşması için nasıl yeterli olabilir?

     

    Esasen, yeryüzünde hayatın varlığı pek çok dengelere ve şartlara bağlıdır. Bir defa, üzerinde yaşadığımız yerküre, şu anda sahip bulunduğu bütün şartları haiz olmalıdır. Biz, güneşimizden 149,5 milyon kilometre uzaklıkta bulunan bir kürenin üzerinde yaşıyoruz. Sadece bu mesafe bile, kat'iyen tesadüflere verilemez. Küremiz, 23,5 derecelik bir meyil göstermektedir. Mevsimlerin teşekkülünde en önemli sebep olan bu meyil de asla tesadüfe verilemez. Yine, küremizi çepeçevre saran atmosferi oluşturan gazların % 21'inin oksijen olması da tesadüflerle izah edilemez. Tesadüf hesaplarıyla biliyoruz ki, bir görme özürlü yere bir iğne atsa, ardından atacağı bir ikinci iğnenin öncekinin deliğine girmesine % 1 ihtimal versek, peşi peşine atacağı 1000 tane iğnenin birbirlerinin deliklerine girme ihtimalindeki nispeti ifade için gerekli olan rakamı matematik, herhalde henüz keşfetmiş değildir. Halbuki, kâinatın ve yeryüzünün tesadüflerle halihazır vaziyetini alması, bunun kat kat ötesinde bir nispet ve rakam gerektirir ki, buna ihtimal vermek, bırakın ilmî bir tavır olmayı, kat'iyen akıl kârı olamaz. James Jeans, bu konuda şöyle der:

     

    "Sadece küre-i arzın, (tesadüflerle) şu andaki şeklini alması için, yeryüzündeki kumların tamamını elinize alın ve bunları saçın. Bunların birinin güneş, diğerinin yeryüzü, bunun gibi, her birinin yeryüzünü teşkil eden nesnelerden biri olarak yerli yerine gidip oturması hangi nispette mümkünse, yeryüzünün şu andaki şeklini alması da, ihtimal hesapları dahilinde o nispette mümkündür."

     

    Yeryüzünde hayat, sadece yeryüzünün, güneşe 149.5 milyon km mesafede ve şu andaki şekli içinde var olmasıyla bitmiyor. Atmosferin yoğunluğu, güneş şualarını süzmesi, meteorları eritmesi bir mesele; üzerindeki gazların yutulması bakımından toprağın birkaç kademe aşağıda veya yukarıda olması bir başka mesele ve denizlerin zehirli gazları yutması da ayrı bir meseledir. Bitkiler ve hayvanlar arasındaki münasebetler, bitkilerin gece karbondioksit verip gündüz alması, meyveler için gerekli fotosentez hâdisesi, bir elma çekirdeğinden elma olabilmesi için, çekirdekte çimlenme, büyüme, ağaç olma, yapraklanıp çiçek açma ve meyve verme özelliklerinin varlığıyla birlikte, bu çekirdeğin güneş, su, hava ve toprakla tam bir yardımlaşma içinde bulunması.. kısaca, yeryüzü ve ondaki hayatın varlığı öylesine muhteşem ve çözülmez bir mekanizmayı, öyle bir ilim, irade, şuur ve kudreti gerektirmektedir ki, bunları tesadüfe, kör, sağır, hayatsız, şuursuz, bilgisiz maddeye veya varlıkların kendine vermek, ancak akıldan ve insanlıktan istifa ile mümkün olabilir.

     

    Bir başka misal olarak: Bir eczaneye veya ilaç fabrikasına girelim. Bir ilaç elde etmek istiyoruz ve bakıyoruz ki raflarda, elde etmek istediğimiz ilaç dahil, her türlü ilaç için gerekli maddeler, şişeler içinde bulunuyor. Acaba aklı olan bir insan, içlerinde elde etmek istediğimiz ilacı oluşturan maddelerin bulunduğu şişelerin rüzgâr gibi hâricî bir tesirle veya kendiliklerinden devrilip, içlerindeki maddelerin ilaç için gerekli dozda bir araya gelerek, o ilacı oluşturabileceğine ihtimal verir mi? Kaldı ki, misalimizde ilacı oluşturacak maddeler hazır, şişelere konulmuş. Burada, bu şişelerle veya içlerindeki maddelerle tesadüflere düşen, sadece hangi ilacı istediğimizi bilmeleri ya da söylediğimizi anlamaları, sonra da onların yere düşüp boşalarak ve uygun dozda bir araya gelerek, ihtiyacımız olan ilacı meydana getirmeleridir.

     

    Halbuki, varlık tesadüflere verildiğinde veya kendi kendine oldu dediğimizde ya da tabiata veya maddeye havale edildiğinde, bu ilacı oluşturacak çeşitli maddelerin de kendiliklerinden veya tesadüflerle ya da tabiat veya maddenin yönlendirmesiyle meydana gelmeleri, bunun da ötesinde, onları şişelere koyacak, sonra şişeleri raflara dizecek, fabrikayı yapacak insanın da, hayatdar, şuur, bilgi, irade ve kuvvet sahibi olarak yine tabiat veya madde veya tesadüfler tarafından ya da kendiliğinden hayat sahnesine çıkmış olması gerekmektedir. Bütün bunları hangi akıl kabul edebilir? Ama ne yazık ki, varlığı sadece Allah'ı inkâr adına, güya ilmîlik perdesi altında evrime, tabiata, tesadüflere veya maddeye verenler, böyle bir hurafeye inanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

     

    Burada, şöyle bir itiraz gelebilir: Bilim, inanç üzerinde yürümez. O, kâinatta olup-bitenleri izah ve buradan çıkacak sonuçlarla geleceği kestirmek ve teknoloji üretebilmek için, objektif mu'talara (veri) dayanır. Biz de deriz ki: Pekalâ, varlık, apaçık bir şuur, irade, plan, ilim, inayet ve kudret ortaya koyarken, bu sebeple de, Allah'ın varlığını gösteren apaçık deliller ortada iken, varlığın menşeini madde, tabiat, tesadüf, kendi kendine olma gibi hurafelerle izaha çalışmanın bilime kazandırdığı, buna karşılık, Allah'ı kabul edip, bundan sonra çalışmalara devam etmenin bilime kaybettireceği nedir?

     

    Aslında, bırakın bütünüyle kâinatı, bir zerre, atom, hücre bile tek başına mutlak kudret, ilim ve irade sahibi Allah'ın varlığına yeter delildir. Çünkü kâinat, insan vücudu gibi, öylesine iç içe ve bütün parçaları birbiriyle, ayrıca kâinatın tamamıyla bütünlük içinde bir birlik, bir münasebet arz etmektedir ki, kâinatı yaratamayan bir atomu yaratamaz. Gerçek ilim ehli, bunu görecek ve itiraf edecektir. Nitekim, kendisini çok takdir ettiğim Sir James Jeans'le ilgili bir hatırayı, Pakistanlı İn'âmullah anlatıyor:

     

    "Amerika'da bulunuyordum. Sık sık Sir James Jeans'le görüşürdüm. Bir gün sokakta giderken baktım, şiddetli yağmur yağıyor. Üstad, şemsiyesi koltuğunun altında süratle kiliseye doğru gidiyor. Sessizce hemen yanına sızıverdim ve "Üstad" dedim, "dalgınsın galiba, yağmur yağıyor!.. Şemsiyen de koltuğunun altında!" Uykudan uyandırmışım gibi kendine geldi. Nazarları çok ileriye, bizim ufkumuzun çok ötesine müteveccih, bakışları çok derindi. İkazım üzerine şemsiyesini açtı. Beraber yürümeye başladık. Kiliseye gittiğini öğrenince, "Kiliseye nasıl gidebiliyorsunuz; çok kimseler, ilim yaptıkça dinden ve kiliseden uzaklaşıyorlar?" dedim. O anda çok doluydu, çok duygulanmıştı. Soruma cevap vermedi ve "İn'âmullah" dedi, "yarın evime gel; bir çayımı içersin ve bu arada konuşuruz."

     

    Ertesi gün evine varıp, ziline bastığımda, beni nur yüzlü bir çocuk karşıladı ve babasının, kendi odasında çayını yapmış, beni beklediğini söyledi. Onun iç dünyasına girdiğim zaman, gözümde şefkatten damlacıklar, bir bulut gibi dökülmek için bir sâik bekliyordu. Yanına oturdum, o konuşmaya başladı. Yerin yaratılışını, hayata müsait hâle getirilişini anlattı. Allah'ın tasarruflarından söz ederken coşuyor, kendinden geçiyordu. Nebülozlardan bahsetti; bu geniş âlemde nasıl bir iradeye râm olduklarını, mekânın genişlemesini, Allah'ın bütün bu olup bitenlerdeki tasarruflarını izah etti. Bu şekilde kâh büyük âlemdeki (makrokosmos), kâh küçük âlemdeki (mikrokosmos) hakikatleri anlatırken, sanki, "İleride onlara dış âlemde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi peyderpey göstereceğiz. O zaman hak ve hakikatin ne demek olduğunu anlayacaklar." (Fussılet sûresi, 41/53) âyetinin mânâsı tecelli ediyordu. Bir aralık öylesine doldu ki, "İn'âmullah, hayret ediyorum" dedi ve ekledi: "İnsan ilim yapar, şu feza-i ıtlakı öğrenir, derinlemesine insanın içine girer, şu teşrihata vâkıf olur da, nasıl Allah'a inanmaz, hayret ediyorum!" Taşı tam gediğine koyacağım anı yakalamıştım. "Üstad (dedim) müsaade eder misin?" "Buyur" dedi ve şunu söyledim:

     

    "Kur'ân'da bir âyet var. Rasûlüllah'a Allah şöyle diyor: "Allah karşısında, kulları içinde ancak hakkıyla âlim olanlar saygıyla ürperir." (Fâtır sûresi, 35/28). O zaman ayaklarının bağı çözülüverdi. "Bunu Muhammed mi söylüyor?" dedi ve ilâve etti: "Eğer bunu O diyorsa, sen şahit ol İn'âmullah, Muhammed, Allah'ın Rasûlü'dür."

     

    Rica ederim, bir kere düşünün! İnsan gibi, varlıkların en akıllısı ve en kabiliyetlisi, en gelişmişi bir varlık, tahtaya çizdiği bir karenin aynı ebatta tıpatıp aynısını, bırakın bir kareyi, bir doğru parçasının bile ikizini (aletsiz) çizemezken, bir aminoasit dizisi, bir protein, bir hücre, bir organizma ve iç içe organizmalar gergefinde çok komplike olan sıra ve tertiplerin kendiliğinden veya tesadüflerle gözetilmiş ve meydana getirilmiş olmasına ihtimal verilebilir mi? Ve hele, bu mütedahil (iç içe) olmazlar halkasında hayâlen oluşturduğumuz bir aminoasit dizisini veya minik bir canlı organizmayı evrim potasında kaynata kaynata mükemmel organizmalar elde etme iddiası..!

     

    Bu mevzuda en iyimser kimseler dahi, sırf zaman bakımından, bir aminoasit dizisinin meydana gelebilmesi için dünyanın ömrünün yetmeyeceği kanaatinde oldukları düşüncesinde ise, işte o zaman insanın sorası geliyor: Acaba evrim, öbür âlemde başlayıp olgunlaştıktan sonra, burada mı gelip meyvesini verdi!? Değilse, başka hangi yollarla şu muhteşem varlık, arkada kaoslar bırakarak hâlihazırdaki göz kamaştırıcı güzellik ve ihtişamı kazandı? Hayat, nasıl kendiliğinden entropiye karşı koyarak varlığa erme başarısını elde etti? Şu anda mevcut olan milyonlarca canlı kendi kendine nasıl meydana çıktı? Termodinamiğin ikinci kanununa rağmen, her şey yok olma tümseklerini aşarak nasıl basitten mürekkep ve mükemmele, sanatsızlıktan sanat harikası olmaya ulaştı? Bütün bunlara, ilimlerin ruhuna uygun cevap verebilecek miyiz? Yoksa, bir kısım kimseler gibi ilmî gerçeklerden kaçarak "Evrim bir kere nasıl olmuşsa olmuş; artık onu ispat etmeye gerek yok!" mu diyeceğiz? Sorarım size; o zaman her biri başlı başına birer sanat harikası olan bütün canlıların, o aşılmaz şâhikalarını tesadüf balonlarıyla mı aşacağız?!

     

    Neyin nasıl olacağının, en büyük canlıdan en küçük canlıya kadar daha baştan şifrelenmiş bulunmasını; bir baş döndürücü program içinde (DNA) ve (RNA)'ya en akıl almaz vazifelerin gördürülmesini; en küçük ve basit üniteden en komplikesine kadar her canlı bünyede fevkalâde mükemmel işleyen bir hiyerarşiyle her şeye en düzenli şekilde hizmet ettirilmesini rastlantılarla mı izah edeceğiz? Yoksa olup biten bunca işi, kafa kafaya vererek anlaşmış atom parça ve parçacıklarına mı vereceğiz? Bir bilgisayar dahi, önceden kendisine şifre edilen bir programla çalışırken, bu minik parçacıkların bu kadar harika işleri kendi kendilerinin yaptığına imkân ve ihtimal verilebilir mi? Böyle bir ihtimali mevcut ilimlerle telifimiz nasıl mümkün olacaktır? Muhalfarz, madde platformunda böyle bir şeye "evet" dense bile, çok komplike olan canlıların yapısındaki aşılmazlar nasıl aşılacaktır?

     

    İlim, aslında imanın kapılarını açar ve insanı Allah'a götürür. Fakat, terkibi yapılmayan, künhüne erilmeyen ilim ise, eğer bir de gurur, kendini beğenmişlik, yanlış bakış açısı ve zulümle birleşirse, bu defa dalâlete, küfre götürür. İlim adına piste ortadan giren ve ilmin mahiyetini kavrayamamış kimseler, yarışı kazandıkları zannıyla ve zafer sarhoşluğu içinde gururdan birer heykel halinde ortada gezinirlerken, aslında, Ziya Gökalp'e ait, bilmediğini de bilmeme, fakat biliyorum zannı taşıma mânâsında nasıl bir cehl-i mük'ab (katmerli cehalet) içinde olduklarının farkında değillerdir.

     

     

    M.F.Gülen


  7. Dinler arası diyalog söylemini güdenlerin ne gibi bir yanlışlık içerisinde olduklarının halen anlayabilmiş değilim. Hatta bunu icra edenler ne yapıyorlar ki dinden çıkma faciasıyla karşı karsıya kalıyorlar? Yukarıda bahsi geçtiği gibi: “3 hak din vardır” diye bir söylem içerisinde de değildirler. Ben hiç duymadım. Bu koca bir yalandır! Evet, TEK HAK DİN İSLAMDIR, buna bütün Müslümanların bilakaydüşart iman etmesi iktiza etmektedir. Aksi halde dinden dahi çıkabilir. Ama bunun böyle olması ,İslam dışı inanışlarının olmadığı anlamına gelmez. Mesela Hıristiyanlık, Yahudilik gibi inanışlar vardır; yok diyemeyiz. Hatta bu, “onlara” göre dindir. Kabul etsek de, etmesek de bu böyledir.Buradaki hoşgörüden kasıt, onların iman ettikleri bu inanca hoşgörü ile bakmaktır. Öyle bir dinin “hak” olduğunu kabul etmek, yada o dine iman etmek değildir. Ve onlara yanlış dine inandıklarını ancak hoşgörü ve diyalog çerçevesinde anlatabiliriz hak din mensubu Mü’minler olarak. Öncelikle onlara Müslümanlığın güzelliklerini, hak dinin İslam olduğunu, diyalog kurarak,onları incitmeyerek, hoşgörüyle anlatmak gerekir. Sonralıkla onların Müslüman olmalarını beklememiz gerekir. Müslümanlığı onlara dikte mi edelim?

     

    Hocalar, Hahamlar, papazlar aynı sofrada iftar ediyorlar. Bunun neresi kötü Allah aşkına? Ben gerçekten anlamıyorum. Bir gayri Müslim iftar sofrasına bir Müslüman’la oturup iftar edemez mi? Böyle bir sakınca dinimizce var mı? Ha eğer ki, bunun karşılığında, “hoşgörü” adı altında, onlarla, onların inanışları gereği -mesela şarap ekmek yemek gibi- tuhaf bir eylem içerisine girilirse, o vakit kabul edilemez bir yanlış yapılmış demektir. Ama böyle bir şey şükürler olsun ki bu Müslümanlar tarafından yapılmamıştır!

     

    Bugün dünyanın her yerinde Müslümanların tebliğ yapabilmesi, öyle oturulduğu yerden konuşmak kadar kolay bir hadise değildir. Benim ağabeyim yaklaşık olarak 5 yıldır Amerika’da kalıyor. Ve ağabeyimle konuşmalarımızda, ordaki insanların bizlere, yani tüm Müslümanlara terörist gözüyle baktığını söylüyordu. Müslümanlık artık o insanların gözünde terörisliktir. Bir Müslüman denilince akıllarına gelen profil: elinde kalaşnikofu, başında sarığı, her an dinine söveni katledecek pozisyonda bir insan geliyor. Bu ortamdayken evvela bu insanların gözünde beliren bu yanlış Müslüman profilini değiştirmek gerekmektedir. Bu da, ancak hoşgörü ve diyalogla olur. Tabiî ki bu, orda burada saçmalanarak anlatıldığı şekilde değil. Belli ölçüler dahilinde, dinimizin biçtiği ölçüler dahilinde. Bu hoşgörü ve diyalog çerçevesinde tebliğ yapan cemaatin bu sınırın dışına çıktığını düşünmüyorum.

     

    Bir cepheye ,bu cemaatin şeriatı getirmeye çalıştığını, hatta hükümetinde bu cemaat ekseninde hareket ettiğini, aşırı dinci olduğunu(aşırı dinci ne demekse), hatta bir dönem daha ileri giderek Hizbullah benzeri terör faaliyetleri yaptığı söylendi. Bir cepheyede(bu cephede biz Müslümanlar oluyoruz) dini yumoşlaştırmaya ,dinin temel kurallarını çarpıtarak doğru gibi göstermeye çalıştıkları vs. vs. gibi bir yığın asılsız iftiralar atılarak söylendi. Bir kısım Müslüman da, bunu mantıklı bulup inanmakdı/inanmakta. Olabilir… Üzücü olsa da olabilir. O onun doğrusudur; saygı duyarım. Müslüman olduğunu söyleyen birine/birilerine, söylemlerinde neyi amaçladığını, ve amacı doğrultusunda ne yaptığını bilmeden, tam olarak anlamadan, “dinden çıkıyor “ diyebilecek kadar ileriye gitmek, bir Müslüman için ne derece doğru bir yaklaşımdır/davranıştır, o da tartışılır doğrusu.

     

    Sonuç olarak, dinler arası diyalog ve hoşgörü, diğer dinlerin hak olduğuna inanmak, iman etmek değil, senin dinin sana benim dinim bana ekseninde (lekum dinikum velyedin) bir harekettir. Ve dinler arası diyalogun 3 hak ibrahimi din inanışının kabul görülmesini amaçladığını söylemek, büyük bir safsata ve yalandır!

     

    Allahın selamı üzerimize olsun…


  8. Mürid kardeşimin zihninde muallakta kalan, ve bundan mütevellit bana yöneltmiş olduğu soruya, yine ben tarafından kendisine şimdi vereceğim cevapta olacağı gibi; vazgeçmişlik asla ve kat'a söz konusu olmamıştır . Olamaz efendim,ne münasebet yani bi yerde. Zira ben sonuna kadar mücadele edeceğimi, yılmayacağımı, yıkılmayacağımı, aynı zamanda dertlerimle baş başa kalarak mücadelemi sürdüreceğimi, 'hatta' sına varana kadar terennüm etmiştim. Sonradan vazgeçip yılmak olur mu efendim? (olmaz dediğinizi duyar gibiyim :) ) Olamaz tabii. Sonra ne derler bana? Mürid kardeşim bilhassa sana soruyorum

     

    Neyse...

     

    Ve işte bugün!... evet evet bugün,gözleriniz yanlış okumadı! Allahın bizlere bahşettiği bir Çarşamba gününde, beni derinden sevinçle havalara uçuracak, ve aynı zamanda her şeyden önce mücadelemin selameti anlamına da gelecek olan, Üstad'ın o güzide eserlerini, sevimsiz kuryenin elinden almış bulunuyorum :)

     

     

    Hayalini kesintisiz her gün yastığa başımı koyduğumda kurduğum bir cumartesi günü değildi belki ama, bu da Allah'ın bi günüydü nihayetinde . Hem de benim için namütenahi güzel nihayetle biten ulvi bi gündü bugün. Şükürler olsun!

     

     

    Tabii daha öncede belirttiğim gibi mücadeleme müsebbip, beni derinden etkilemiş olan, büyüklerimizin sözlerini hatırlatması vesilesiyle Mürid'e buradan bir kez daha şükranlarımı sunuyor, bu defa Allah'ın ondan razı olması dileklerimi, 'sesli' olarak dile getiriyorum. ( geçen sefer içimden etmiştim çünkü :D)

     

     

    Zafer bila-kayd-uşart benimdir! Buna kimsenin ihtirazı yoktur sanırım? Olsa da, tarafımca hiçbir ehemmiyet teşkil etmeyecektir. Ona göre yani :)

     

    "Yuuuuppbiiiii" narasıyla sevinç ünlemi koyuyor,ve noktalıyorum. ;)

     

    Allahın selamı üzerinize olsun. Mücadeleyle kalın efendim :D


  9. Necip Fazıl KISAKÜREK (1901)

     

    In his own words, he was born in "a huge mansion at Çemberlitaş, in one of the streets descending towards Sultanahmet" (1904). He was educated at various schools, meanwhile at American College, and received his secondary education at Naval School (1922). He received religious courses from Aksekili Ahmed Hamdi and history courses from Yahya Kemal in this military school but he was actually influenced by İbrahim Aşkî, who he defines to have "penetrated into deep and private areas in many inner and outer sciences from literature and philosophy to mathematics and physics". İbrahim Aşkî provided his first contact with Sufism even at a "plan of skin over skin". "After completing candidate and combat classes" of Naval School, Kısakürek entered the Philosophy Department of Darülfünûn and graduated from there (1921-1924). One of his closest friends in philosophy is Hasan Ali Yücel. He was educated in Paris for one year with the scholarship provided by the Ministry of National Education (1924-1925). He worked at the posts of official and inspector at Holland, Osmanlı and İş Banks after returning home (1926-1939), and gave lectures at the Faculty of Linguistics and History and Geography and the State Conservatoire in Ankara and the Academy of Fine Arts in İstanbul (1939-1942). Having established a relation with the press in his youth, Kısakürek quitted being an official after that time and started to earn his living from writing and magazines.

     

    Nacip Fazıl Kısakürek died in his house at Erenköy after an illness that "lasted long but did not affect his intellectual activity and writing" (25 May 1983) and was buried in the graveyard on the ridge of Eyüp after an eventful funeral.

     

    Necip Fazıl was awarded the First Prize of C.H.P. Play Contest in 1947 with his play Sabır Taşı. Kısakürek was awarded the titles of "Great Cultural Gift" by the Ministry of Culture (25 May 1980) and "Greatest Living Poet of Turkish" by the Foundation of Turkish Literature upon the 75th anniversary of his birth.

     

    His Literature Life

     

    In his own words, having "learned to read and to write from his grandfather in very young ages", Kısakürek became "crazy about limitless, trivia reading" until the age of twelve starting from "groups of sentences belonging to lower class writers of the French". He writes as follows: "My interest climbing up to the works such as (Pol ve Virjini), (Graziyella), (La-dam-d-kamelya), (Zavallı Necdet) claiming to be sensational and literary, eventually transformed into an illness and surrounded my nights and days as a net". Having been involved in literature with such a reading passion, Necip Fazıl states that his "poetry started at the age of twelve" and that his mother said "how much I would like you to be a poet" by showing the "poetry notebook of a girl with tuberculosis" lying on the bed next to his mother's bed when he went to visit her staying at the hospital, and adds: "My mother's wish appeared to me as something that I fed inside but I was not aware of until twelve. The motive of existence itself. I decided inside with my eyes on the snow hurling on the window of the hospital room and the wind howling; I will be a poet! And I became".

     

    The first published poem of Necip Fazıl is "Kitabe" poem that he later included in his book Örümcek Ağı with the title "Bir Mezar Taşı" and it was published in the Yeni Mecmua dated 1 July 1923.

     

    After this date Kısakürek expanded his reputation until 1939 with his poems and articles published in magazines such as Yeni Mecmua, Milhi Mecmua, Anadolu, Hayat and Varlık and Cumhuriyet newspaper.

     

    After returning home from Paris in 1925, Necip Fazıl stayed in Ankara intermittently but during long periods and in his third visit he published a magazine called Ağaç on 14 March 1936 by providing the support of some banks. Ağaç, the writers of which included Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer and Mustafa Şekip Tunç, decided to follow a spiritualist and idealist line on the contrary to the materialist and Marxian ideas supported by the writers such as Burhan Belge, Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir and İsmail Husrev Tökin of closed Kadro magazine owned by Yakup Kadri and which influenced the intellectuals of the time greatly. Kısakürek later transferred Ağaç magazine published during six volumes in Ankara to İstanbul, however, not finding much readers, the magazine was closed at the 17th volume.

     

    Necip Fazıl this time published the magazine called Büyük Doğu in 1943 which also had religious and political identity, fronted the rulers with Büyük Doğu that he published intermittently as weekly, daily and monthly until 1978, he was prosecuted because of his articles and publications and the magazine was closed several times. Particularly objecting to secularism and supporting Sultan Abdülhamit, Necip Fazıl gradually became one of the leaders of the Islamist section. It should be stated that as in Ağaç, the writers' cadre is quite cosmopolitan in the first volumes of Büyük Doğu as well. From Bedri Rahmi to Sait Faik, many signatures of the new literature are seen on the pages of the magazine.

     

    However, as Necip Fazıl transferred Büyük Doğu into an organ of particularly religious quarrel, these writers have withdrawn from the pages one after another. Upon the collection of Büyük Doğu in 1947, Necip Fazıl also published a political humor magazine called Borazan, which he could publish only three volumes between November-December.

     

    His Works

     

    Poetry:

     

    Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Şiirlerim (1969), Esselâm (1973), Çile (1974), Bu Yağmur.

     

    Plays:

     

    Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (1938), Künye (1940), Sabır Taşı (1940), Para (1942), Namı Diğer Parmaksız Salih (1949), Reis Bey (1964), Ahşap Konak (1964), Siyah Pelerinli Adam (1964), Ulu Hakan Abdülhamit (1965), Yunus Emre (1969).

     

    Novels:

     

    Aynadaki Yalan (1980), Kafa Kağıdı (1984-Published as a series in Milliyet newspaper).

     

    Stories:

     

    Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil (1932), Ruh Burkuntularından Hikayeler (1964), Hikayelerim (1970).

     

    Memories:

     

    Cinnet Mustatili (1955), Hac (1973), O ve Ben (1974), Bâbıâli (1975).Piri Reis.

     

     

    Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı

×
×
  • Create New...