Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

tertemiz

Üye
  • Content Count

    29
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by tertemiz


  1. İŞ BİLMEKTE VE TATBİKTE

     

    Tefecilere ve tefeciliğe göre bir fark belirtmesi gereken ve iktisadî nâzım rollerini inkâr mümkün olmıyan bankaların aldığı faiz için:

     

    «Bu namla almamak, ücret ve masraf karşılığı diye almak lâzım...»

     

    Buyurmuşlardı.

     

    Bankada çalışan bir memurun aldığı aylık da, kâr yekûnunda faiz ifade eden şeylerle ifade etmeyen şeylerin birbirine karışması ve neyin nereden geldiğinin bilinmemesi yüzünden kendini kurtarıyordu.

     

    Her işde kurtuluş ve rahmet yolu bu kadar açıkken, Tanzimattan beri işlerin ve hele baş iş dinin aslını görebilen çıkmamıştı. Yâni, ya lâfta iman, ya gerçekte küfür yobazı elinde haraplık, perişanlık...

     

    Yekpare, bölünmez, fedakârlık ve pazarlık kabul etmez mukaddes vâhidleri, zaman ve mekâna tatbik liyakatinde insandan, dört yüz yıldır eser yok...

     

     

    O VE BEN...


  2. Çok gülmek

     

    Sual: Gülmek uygun mudur?

    CEVAP

    Tebessüm etmek, güler yüzlü olmak çok iyidir. Peygamber efendimiz kahkaha ile gülmezdi. Fakat herkese güler yüz gösterir, tebessüm ederdi. Kahkaha ile gülmek mekruhtur.

    Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

    (Hayrı, iyiliği güzel yüzlü olanların yanında arayınız!) [Dare Kutni]

     

    (Mümin kardeşinin yanında suratı asık durana, melekler lanet eder.) [Hatib]

     

    (İyiliği, güzel yüzlü kimselerden talep ediniz.) [beyhekî]

     

    İmam-ı Gazali hazretleri, İhya’da, Allah korkusundan ağlamanın faziletini anlatırken, (Az gülüp, çok ağlasınlar) mealindeki âyet-i kerimeyi bildirmektedir. Bir bayan okuyucu, imam-ı Gazali hazretlerini tenkit ediyor, (O âyet kâfirler için inmiştir. Müslümanın ağlaması doğru değildir) diyor. İmam-ı Gazali hazretleri o âyetin kim için indiğini bilmez mi? Demek ki müslümanların da az gülüp çok ağlaması gerekiyor ki, o âyeti bildirmiştir. Âyeti en iyi anlayan Peygamber efendimiz, bu konuda şunları buyurmaktadır:

    (Eğer Cennet ve Cehennemi görseydiniz, az güler çok ağlardınız.) [Müslim]

     

    (Gülerek günah işleyen, ağlayarak Cehenneme gider.) [Ebu Nuaym]

     

    (Çok gülmek kalbi öldürür ve müminin değerini düşürür.) [Tirmizi]

     

    (Allahü teâlânın kendinden razı olup olmadığını bilmeden kahkaha ile gülene şaşılır.) [E. Nuaym]

     

    (Mescitte gülmek, kabirde karanlıktır.) [Deylemi]

     

    Peygamber efendimiz, Hazret-i Mikail’in gülmeyişinin sebebini Hazret-i Cebrail’e sual eder. O da, (Cehennem yaratıldığından beri hiç gülmemiştir) cevabını verir. (İ. Ahmed)

     

    Bezzar ve Buhari’de bildiriliyor ki, Peygamber efendimiz de, rastgele gülenleri görünce, (Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız) ve (Kur'an-ı kerim, Cennet ve Cehennemin halini bildirirken nasıl böyle gülersiniz) buyurdu. Sonra şu mealdeki âyet-i kerimeler nazil oldu:

    (Kullarıma haber ver ki, çok bağışlayıcı ve pek merhametli olduğum gibi, azabım da çok şiddetlidir.) [Hicr 49, 50]

     

    Enbiya ve ulema buyurdu ki:

    Ey havariler, sizde iki cahillik alameti vardır. Hayret veren bir şey olmadan gülüyor ve sabaha kadar hiç kalkmadan uyuyorsunuz. (Hazret-i İsa)

     

    Güler yüzlü ol, hiddetlenme! Hep faydalı iş yap, az da olsa zararlı iş yapma! Boş yere gülme, lüzumsuz dolaşma, hiç kimseyi kusurundan dolayı ayıplama, husumette kötü konuşmaktan kaçın! Bir işin olmadan bir yere gitme, günahların için ağla! (Hazret-i Hızır)

     

    Çok gülenin heybeti azalır, çok şaka yapan hafife alınır. (Hazret-i Ömer)

     

    Ömrümde bir defa güldüm, ona da pişmanım. (İmam-ı a'zam)

     

    Cennette ağlamak ve Cehennemde gülmek çok tuhaftır. Fakat Cennete mi, Cehenneme mi gideceğini bilmeden gülmek daha çok tuhaftır. (Muhammed bin Vasi)

     

    Dört şey, mümini gülmekten alıkoymalıdır: Ahiret işleri, geçim derdi, günahların verdiği sıkıntı, musibetlerden gelen elem. (Yahya bin Muaz)

     

    Hasan-ı Basri hazretleri de, kahkaha ile gülen bir gence, (Oğlum, Sıratı mı geçtin veya Cennete gideceğine dair bir garantin mi var da böyle gülüyorsun?) buyurmuş, O gencin de bir daha boş yere güldüğü görülmemiştir.

     

    Üç şey kalbi katılaştırır:

    1- Şaşılacak bir şey olmadan gülmek,

    2- Acıkmadan yemek,

    3- Lüzumsuz konuşmak.

     

    Şu beş şeyi de düşünen kahkaha ile gülemez:

    1- İşlediği günahları düşündükçe, endişe içinde olur, gülemez.

    2- Yaptığı iyi amellerin kabul olduğunu bilmeden, gülmesi doğru olmaz.

    3- Acaba gelecekte neler yapar, akıbeti nasıl olur diye düşünen kimse, endişe içinde olur.

    4- Cennet ve Cehennemden hangisine gideceğini bilmeyenin üzülmesi gerekir.

    5- Acaba, Allahü teâlâ kendisinden razı mı, yoksa kendisine dargın mı? Bunları düşünen, kahkaha ile nasıl gülebilir? (Tenbih-ül-gafilin)

     

    Lüzumsuz yere çok gülmek, devamlı mide ile meşgul olmak iyi değildir. Ramazan-ı şerif haricinde de ara sıra oruç tutmalıdır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

    (Aç ve susuz kalarak üzüntülü olmaya çalışın) [Taberani]

     

    Gülerek küfre düşmek

    Sual: Bazı cahiller, şaka ile (Ben hocaların bulunduğu Cennete değil, artistlerin, dansözlerin şarkı çalıp oynadığı Cehenneme gitmeyi isterim) diyerek gülüyorlar. Böyle söyleyenlere gülen de kâfir olur mu?

    CEVAP

    Cehennem gülüp oynama yeri değil, şiddetli azap çekme yeridir. Dinin bir emrini böyle alaya almak küfrü gerektirir. İsteyerek buna gülen de küfre girer. Yani kâfir olur. İradesi dışında gülerse küfür olmaz. Din ile alay edenler, gülerek günah işleyenler cezalarını elbette ahirette görürler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

    (Gülerek günah işleyen, ağlayarak Cehenneme gider.) [Ebu Nuaym]

     

    İnanmayanların alay ettikleri gibi, Cehennem gülüp oynama yeri değil, zalimlerin, hainlerin şiddetli azap görecekleri bir ceza yeridir. Cehennem o kadar korkunç bir yerdir ki günahsız olan melekler bile, onun dehşetinden korkarlar. Peygamber efendimiz, Cebrail aleyhisselamı çok üzgün görünce sebebini sorar. O da, (Cehennemin öyle kızgın bir alevini gördüm ki, onun tesirinden hâlâ kendime gelemedim) diye cevap verir. (Taberani)


  3. Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi

     

    Devlet-i Âli Osmaniye’nin son devir Şeyhülislamlarından olan Mustafa Sabri Efendi 1869 yılında Tokat’ta doğmuştur. Aynı zamanda siyasetle de ilgilenen Sabri Efendi’nin babası Ahmet Efendi’dir.

     

    Tokat’ta başladığı öğrenimini Kayseri ve İstanbul’da tamamlayarak müderris oldu. Fatih camiinde ders verdi. 16 yıl boyunca sarayda padişahın huzurunda verilen huzur derslerine katıldı. II. Abdülhamid’in kütüphaneciliğini yaptı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra Tokat mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girdi.

     

    O zamanki meşhur Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin yayın organı olan Beyanü’l Hak dergisinin başyazarlığını üstlendi. İttihat ve Terakki Cemiyetini kıyasıya eleştirirken bir taraftan da boş durmayarak muhtelif etkinliklerde bulunuyordu. Ahali Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Cemiyet-i İttihadiye-i İslamiye’nin bizzat kurucuları arasında yer aldı.

     

    İttihad ve Terakki’nin yönetimi ele geçirmesinden ve arkasından Babıali baskınının meydana gelmesinden mütevellit yurt dışına kaçarak Romanya’ya yerleşti. I. Dünya savaşı sırasında Osmanlı ordularının Romanya’ya girmesinin ardından Türkiye’ye getirilerek Bursa’da zorunlu ikamete tabi tutuldu.

     

    1918’den sonra yeniden siyasî hareketlerin ve fikir hayatının içine girdi. Daru’l Hikmeti’l İslamiye üyesi oldu. I. Damat Ferit Paşa kabinesinde şeyhülislamlığa getirildi. Sadrazam vekilliği de yapan Mustafa Sabri aynı yıl kabinenin düşmesi üzerine Âyan (senato) azalığına atandı. Cemiyet-i Müderrisîn’in birinci reisliğini yaptı. Buradaki mesai arkadaşları; Mustafa Saffet, İskilipli Mehmet Atıf ve Bediuzzaman Said Nursî idi.

     

    İkinci kez kurulan Damad Ferid Paşa kabinesinde tekrar Şeyhülislamlığa getirilen Sabri Efendi, sadrazam olmak için her ne kadar bazı teşebbüslerde bulundu ise de bu gerçekleşmedi.

     

    Sevr Anlaşmasının şartlarını görüşmek üzere Sultan Vahdeddin’in topladığı Şuray-ı Saltanata katıldı. Bu anlaşma konusunda Mustafa Sabri Efendi konjonktür gereği imzalanmasının gerekliliği konusunda müsbet kanaat belirttiği ifade edilmektedir. Ayrıca kabine toplantısında Anadolu’daki Milli harekete karşı sert tedbirler alınmasını savundu. Görüşleri benimsenmemesi üzerine görevinden istifa ederek; Mutedil Hürriyet ve İtilaf Fırkası kuruculuğunu yaptı.

     

    1922 yılında Türkiye’den 2. defa kaçmak zorunda kalan son şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, önce Romanya’ya giderek Şehzade Nizamettin Efendi’nin etrafında yer aldı. Burada “Yarın” isimli bir gazete çıkartarak Ankara Hükümeti aleyhine yazılar yazdı. Buradan Hicaz’a, oradan da Kahire’ye geçti. Yaşamının bundan sonraki bölümünü Kahire’deki El Ezher Üniversitesinde ders vererek ve yazı yazarak geçirdi. Bu arada oğlu İbrahim’le beraber “150”likler(*) arasına alındı.(1)

     

     

     

    DENEBİLECEKLER

     

    Görüldüğü gibi Mustafa Sabri Efendi’nin yaşadığı dönem, büyük bir çınarın, dallarının budanıp, suyunun kesilip, bahçıvanın yetersiz bırakılıp, sahibinin iktidarsızlaştırıldığı bir döneme rastlamakta. Böylesine kaos ortamında çok sağlıklı karar alması, isabetli yorumlar yapması müşkil olabilir. Belki Mustafa Sabri Efendi’de de bu görülebilir. Fakat şunu söylemek mümkün ki, ilmî vukûfiyeti ve sağlıklı bakış açısından olacak ki, yanında yer aldığı kimseler veya kuruluşlar hep halkın benimsediği kişi ve kurumlardan oluşuyordu.

     

    Nitekim yazdıkları bunun göstergesi. Yalnız Damat Ferit Kabinesinde yer alması biraz garip geliyor. Zira Damat Ferit Sultan Vahdeddin’in istememesine rağmen İngilizlerin desteği ile iktidarda kalmıştır.(2) Bu Damat Ferit’in hain olduğu anlamına gelmez, lakin basiretsiz idaresiyle yönetimi zaafa uğratmıştır. Dolayısıyla böyle bir yönetimde yer alan Mustafa Sabri Efendi’den daha faal bir vazife yapması beklenebilirdi.

     

    Bunları yazarken şu gerçeğin de farkındayım. Yapılan yorum ve değerlendirme, içinde yaşanılan hâle göre yapılmalı. Tabii ki geriden bakıldığında durum böyle.

     

    1924’ten vefat ettiği 1954’e kadar Kahire’de yaşayan Mustafa Sabri Efendi verdiği dersler, yaptığı sohbetler, yazdığı makaleler ve kitaplarla Mısırlıların olduğu kadar İslam dünyasının takdirle takip ettiği bir kişi olarak hayatını tamamladı. Hatta öyle ki, Mısır uleması Mustafa Sabri Efendi’nin yazdığını okumadan hayatına yön vermezmiş.

     

    Böylesine çalkantılı bir dönemde yaşayan, buna rağmen ilmî ve siyasî dirayetiyle, velûd kalemiyle büyük bir çığır açan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, 12 Mart 1954 tarihinde Miraç gecesinin sabahında Kahire’de ahirete irtihal etmiştir. Allah rahmet eylesin.

     

     

     

    ESERLERİ

     

    1. Yeni İslam Müçtehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi (Harbiyesi)

     

    2. Dinî Mücedditler – Reformcular

     

    3. İslam’da İmamet-i Kübra

     

    4. Savm (Ramazan-Oruç) Risalesi

     

    5. Din ve Milliyet

     

    6. Türkün Başına Gelen Şapka Meselesi

     

    7. Meseletü Tercümetü’l Kur’an

     

    8. Mevkıfu’l Beşer Tahte Sultanı’l Kader

     

    9. Mevkıfu’l Akl (4 Cilt) En hacimli ve en kıymetli eseri

     

    10. Meseleler Hakkında Cevaplar

     

     

     

    YAZILARINDAN İKTİBASLAR

     

    İçinde bulunduğu hali, yani olumsuzlukları İslam’a ve müslümanlara mâl eden bazı sözde İslam bilginlerine(!), Musa Carullah Bigiyef ve diğerleri gibilerine Mustafa Sabri Efendi şöyle cevap veriyor:

     

    “... Ben müslümanların maddeten ve ahlâken inhitatını –çöküşünü- ve belki kısmen iflasını inkar edenlerden ve buna çare olacak uyanış ve teceddüt –tazelenme, yenilenme- yollarının önüne set çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden İslam dininin tahrip veya tahrif edilmesine lüzum gösterilirse o zaman ben, müslümanların bu sefalet halinde kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm.

     

    ... Ben müslümanların mesut bir dünya yüzüne çıkmasını vicdanî samimiyetimle arzu ettiğim halde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyamıza lanet ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman İslamiyet de ona sımsıkı sarılan elimizle başımızın üstünde hürmetle bulunmalıdır. Hem bu şekilde hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımızdan muvaffakiyet daha ziyade kesindir.

     

    Aksini yaparsak daha yükselme hareketinde melezleşmiş olan bizler, çıkacağımız noktaya ulaşmadan kuvvetimizi kaybetmiş olacağımız gibi, olmaz ya, arzumuzun en üst mertebesine yükselmek mümkün olsa bile, o yükselenler artık biz değil, bizden (çıkmış) tenasuh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı olan o insanların dünyalık saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretteki mesuliyetlerine iştirak etmek de hiç işimize gelmez.

     

    ... Yeni yetişen müslüman çocukları, sürü sürü Avrupalı bilginlerin ve filozofların isimlerini, şöhret menkıbelerini hafızalarında taşıyorlar. Bu hal kâfi gelmiyormuş gibi üstelik bir de İslam âlimlerinin bazı hatıralarda kalan şöhret artıklarını kazıyıp çıkarmak için kötülenmelerini kendilerine âdeta meslek edinenler ve bunu da güya İslam dinine hizmet şeklinde gösterenler bulunuyor!”

     

    (Yeni İslam Müçtehitlerinin Kıymet-i İlmiyesi)

     

     

     

    DİN ve MİLLİYET

     

    Milliyetçiliğin alabildiğine yaygınlaştığı bir dönemde İslamî hassasiyetini muhafaza eden Şeyhülislam bununla ilgili kaleme aldığı “Din ve Milliyet” isimli makalesinde bu konuyu şöyle değerlendiriyor:

     

    “... Benim Arapça ve Araplığa temayülüm, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin dili olan Arapça sayesinde müslümanlığımın daha iyi muhafaza edileceğine kâni olduğumdandır. İslam’ın düşmanları Arap harflerini atmak vasıtasıyla Kuran-ı Kerim’i ortadan kaldırmak istedikleri gibi ben de İslamiyet’in istinat noktalarını sağlamlaştırmak için Arapça’yı dil edinmek derecesinde kendimize mâl edinmek isterim. Ama bundan Türklüğümüz zarar görürmüş... Biz faydalanırız ya... Dünyada da insanların mesaisi fayda ve zarar hesabı üzerine cereyan eder. Hayatını ve hayatının sonunu düşünmek ihtiyacında olan akıllı biri için dünya ve ahiret saadetini birleştirmekten büyük gaye olamaz. Aman milliyetimize halel gelmesin diyerek aklın tayin ve temyiz ettiği mühim faydaları elden kaçırmak olmaz...

     

    Hülasa milliyet, insanlardan ayrılmayan bir sıfattır. Onu kendilerine fıtratları temin etmiştir. Binaenaleyh onunla fazla meşgul olmak, hasılı tahsil ile uğraşmak kadar batıl ve beyhûde olur. Milliyet hadd-i zatında bir marifet ve kıymet ise bu herkeste vardır ve hiçbir kimsenin diğerine karşı milliyet gibi kendi kendine hasıl olan bir sıfatı, ayrıcalık ve övünme konusu yapmaya hakkı yoktur. İnsanlar kendi kazandıkları faziletlerle birbirlerinden ayrılırlar. İnsanların, faziletleri kendilerinin elde etme kabiliyetleri olmasa hayvanlara karşı bile imtiyazları kalmaz.” (Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi)

     

     

     

    * 150’likler: Belgelerle Atatürk Döneminde Muhalefet (1916-1926) adlı eserinde Nurşen Mazıcı’nın yazdığına göre, oluşturulan Ankara hükümeti karar alarak, muhalefeti susturma adına Osmanlı hanedanına yakın olan ve bunları destekleyen 150 kişiyi mal varlığına da el koyarak yurt dışında çıkartmışlardır.


  4. Foruma yazdığım konuyla ilgili;

    1-Ben "Bu adamla ilgili fitne fink atıyor dedim" "Vakıf Amet fink atıyor" yazmadım.Bu arkadaşımız doğru okuyabilirse verdiği cevap daha az gülünç olur.

    2-Mİ iligli biçok yazı okudum arama motorunu iyi kullanamıyor olmalı yine bu arkadaş.

    3-Zaten yöneticiler dahil herkese açıkca söyledim ve yine tek V.Ahmet cevap verdi.

    4-Mİ nun yazılarıyla ya da kendiyle iligli olumlu yazılardan behsetmiştim olumsuzlardan bahsetmedim ki

    "Bu adamın yazıları eklenince bazı başlıklarda 'ne mal' olduğu hakkında bilgiler, fikirler verilmiş. Böyle olunca yazılarının hiç eklenmemesi, eklenmesinden daha iyidir" denilmiş yine..

     

    Benim özenle üstünde durduğum bişey var ki itikadi ya da ameli konularda çok büyük yanlışları olan insanların (ki bundan çıkarır) Abdulhakim Arvasi Hazretleri nden öğrendiğim dusturla onlardan alacağmız zarar karını aşar diye düşünerek tek cümlelerini dahi okumamak.

    Kişisel bişey yazmamıştım bi arkadaşın sürekli üstüne alınıp alakasız cevaplar vermesi gereksiz olmuş.


  5. Bu adamla birlikte fitne fink atarken siteye eklenen yazılarıyla ilgili " Sapık bir fikir, dine mugayir bir cümle yok" diye de rahat olunabiliniyosa eklenir tabi..Benimki bundan rahatsız olmakla iligliydi zaten...

     

    Sitede yayınlanan yazılarında bi sorun yok ki dediği adam sahabelere dil uzatır bu güne kadar gelmiş geçmiş dinimizle ilgili hükümleri değiştirir (reyhan hanım ın linklerinden görülür) yani dinimizin içini oyar başka bişey yerleştirir biz de bu kadar serin kanlı oluruz inanamıyorum.Siz ailenize ya da kendinize zarar veren bi insanı evinizde misafir eder misiniz "bu sefer salonda oturup çayımızı içecek bişey yapmayacak" diye..


  6. Aşağıda yazanlar niçin elinin öpüldüğününün anlaşılmasına vesile olacaktır. Bu okunduktan sonra elinin öpülmesine veya elini öptürmesine kabahat bulmak, muhaldir.

    Şefkatin Doğrusu

     

    Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt Hocaefendinin tek erkek evlâdı vefat etmiş. Çok dertlenmiş, çok bunalmış, 'Bu mezar buradeyken ben bu memlekette duramam.'' demiş ve İstanbul'dan Mısır'a gitme kararı almış. Mısır'da bulunan ve hocası olan son Osmanlı şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendiye bu arzusunu duyurmuş.

     

    Bu arada göç hazırlığına başlamış. Can yoldaşı ve yaşayan tek evlâdı Hikmet Hanım, bu karara çok direnmiş, ama babasını vazgeçirememiş.

     

    Hem can yoldaşı, hem talebesi, hem de özel şoförü kızına bir gün diyor ki:

     

    ''Kızım, hazırlan, beni Bediüzzaman Hazretlerine götüreceksin.''

     

    ''Gerisini rahmetli manevî annem Hikmet Hanım şöyle anlatıyor:

     

    'Peki babacağım.' dedim. Hemen arabamızı hazırlayıp babamı Üstadın kaldığı otele götürdüm. Kaldığı kata çıktık. Odasının kapısını tıklattık. Genç bir adam kapıyı açtı. Babam kendisini tanıttı ve ziyaret için geldiğini söyledi.

     

    ''Üstadımıza sorayım' dedi kapıdaki genç adam.

     

    ''Hiç gecikmeden davet gelmişti. Babam sevinçle odaya dalarken, ben de peşindeydim. Ama bir anda hayal kırıklığına uğradım. Çünkü kapıdaki adam, 'Dur hanım, sen giremezsin.' dedi.

     

    ''Babam, 'Kızımdır, o da Üstadı görüp duasını alsın.' dediyse de nafile, ben içeriye alınmadım.

     

    ''Babama, 'Ben arabada bekliyorum.' dedim ve büyük bir üzüntüyle aşağıya indim. Hem üzüntülü, hem de kızgın idim. Çünkü babamın bu derece itibar ettiği değerli bir insanı ziyaret etmekten men edilmiştim.

     

    ''Bu duygularla dolu olarak arabaya geldim. Bir müddet oturduktan sonra, bir de baktım ki, biraz önce beni Üstadın odasına almayan adam, koşarak geliyor.

     

    ''Hayırdır inşallah' diye bakıyorum ona... Çok mahcup ve edepli bir şekilde ve duyulur duyulmaz bir sesle bana, 'Buyurun, Üstadımız sizi de çağırıyor.' dedi.

     

    ''Kızgınlığım, birden sevince döndü.

     

    ''Çok geçmeden ben de Üstadın huzurundaydım.

     

    ''Meğer babam benimle geldiğini söyleyince, 'Üstad 'Çağırın o da gelsin.' buyurmuş.

     

    ''Bediüzzaman Hazretleri, yatağının üzerinde, sırtına bir battaniye alarak oturmuş, babam da dizleri dibine çökmüş...

     

    ''Selâm verdim. Babam, beni iltifatlı bir takdimle Üstada tanıttı. O da bana dualar etti. Tabiî bu arada benim heyecanım da son haddine erişti. Eliyle işaret ettiği yerer oturdum.

     

    ''Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini, hem çok sessiz, hem de değişik bir şive olduğu için tam anlamıyordum. Buna rağmen hal ve tavrından çok etkikenmiştim. Huzurunda bulduğum huzur, onun bir Allah dostu olduğunu hissettirmişti bana... Babam da büyük bir dikkatle ve âdete nefes almadan dinliyordu.

     

    ''Sanki o anda İstanbul'un meşhur bir vaizi değil de, garip ve mahcup bir talebesiydi. Üstad, babama 'Cemal Efendi' diye hitap ediyordu.

     

    ''Ama bana yarım dakika gibi gelmişti.

     

    ''Nihayet babam müsaade istedi, vedalaştılar.

     

    ''Yorgun ve hasta görünmesine rağmen, babam eline uzanınca, kendisinden ummadığım bir çeviklikle elini çekiverdi. Babama elini öptürmemişti. Fakat ben de, Üstadın elini öpme iştiyakı doğdu. Ancak kendisine yöneldiğimde, elini alnına doğru kaldırarak, 'Hoş safa geldiniz.' dedi.

     

    ''Hazır Allah'ın veli kulunu bulmuşken, elini öpmeden çıkmayayım' diye düşündüm.

     

    ''Ve bunun için kendisinden müsaade buyurursanız, elinizi öpeceğim.' dedim.

     

    ''O mübarek masumiyetine bir masumiyet daha eklendi ve dedi ki:

     

    ''Öpmüş gibi kabul ediyorum evlâdım. Sana dua edeceğim.'

     

    'O sırada, kapıda bekleyen babama baktım.

     

    ''Bana ne müdahele ediyor, ne de çağırıyordu. Kendi kendime dedim ki: 'Demek yanlış bir istekte bulunmuyorum...'

     

    ''Bu sebeple, arzumu ikinci defa tekrarladım:

     

    ''Efendim, müsaade buyurun, eliniz öpeceğim.'

     

    ''Şefkatini hissettiren bir tarzda dedi ki:

     

    ''Evladım, ben Şafiiyim. Şimdi sen elimi öpersen, benim abdest tazelemem icap eder. Gördüğün gibi ben hem yaşlı, hem de hastatım. Bir abdest almam yarım saat sürüyor.'

     

    ''Üstad herhalde benim anlamam için, tane tane, ama şefkatinin derinliğini göstererek konuştukça, cesaretim arttı, iyice nazlandım.

     

    ''Efendim,' dedim, 'hakkınızı helâl edin ve müsaade buyurursanız, o mübarek elinizi öpeyim.'

     

    ''Allah dostu o güzel insan, benim böylesine çocuklaşmama dayanamadı. Sol eliyle cübbesinin kol ucunu sağ elinin üstüne çekti ve bana doğru uzattı. Ben de emsalini hiç yaşamadığım büyük bir heyecan ve mutluluk içinde öptüm.

     

    ''Teşekkür edip kapıya yönelmiştim ki, anî bir hareketle geriye döndüm. Bu el öpme biçimi beni tatmin etmemişti.

     

    Üstadın her iki dizini de eğilip seri bir şekilde öpüverdim. O mübarek veli, iki elini yanlarına doğru açıp, 'Fesübhanallah!' diye hâlime şaşırdığını belli ediyordu. Aslında ben de kendi hâlime şaşmıştım.

     

    ''Ancak yüzüne yayılan tebessüm, bana kızmadığının işaretiydi. Büyük bir sevinçle dışarı çıktım.

     

    ''Babam, 'İyi yaptın kızım, bu herkese nasip olmaz.' dedi.

     

    ''Aradan yarım asır geçtiği hâlde, hâlâ bu hareketi nasıl yapabildiğimi hayretle hatırlarım...

     

    ''Otelden çıktık. Aslında bu çıkış, bir huzur dünyasından, tekrar bizim huzursuz dünyamıza çıkış gibiydi. Bir yarım saate neler sığmış ve biz dertli âlemimizden ne çok uzaklaşmıştık!

     

    ''Bu cennet kokulu ziyaretin unutulmaz bir müjdesini de, yolda babamdan öğrenmiştim. O an, 'Bu güzel insanın dizlerini değil, ayaklarını da öpseydim keşke!' demekten kendimi alamadım.

     

    ''Babacığım, güller açan güzel yüzünü bana döndü ve müjdeyi verdi. Duyduklarıma inanamıyordum. Hiçbir dostunun, hiçbir şekilde ikna edemediği babam, sonun da Mısır'a gitmekten vazgeçmişti.

     

    ''Kızım Hikmet, hadi gözün aydın: Mısır'a gitmiyoruz!' dedi.

     

    ''Büyük bir sevinçle babamın boynuna sarıldım, ellerinden yanaklarından öptüm. Ama merakımı da yenemedim.

     

    ''Babacığım, bu müjdeyi neye borçluyum? Nasıl oldu da verdiğiniz hicret kararından vazgeçtiniz?' diye sordum.

     

    ''Babam, soruma şu cevabı verdi:

     

    ''Kızım, Bediüzzaman Hazretleri, kafama ve kalbime hitap ederek beni ikna etti. Büyüklerin sohbetinde bulunmak, insanın hüznünü giderir. Şimdi içim öyle bir hizmet aşkıyla doldu ki, oğlum Ali'yi bile unuttum. Artık onun mezarının bulunduğu bu şehirde, gönül huzuruyla yaşayabilirim.'

     

    ''Babacığım, Bediüzzaman Hazretleri, sizi bu kesin kararınızdan nasıl vazgeçirdi, öğrenebilir miyim?''

     

    Hocaefendi, kızının bu sorusu üzerine, Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözlerini nakletti:

     

    ''Cemal Efendi, kumandanlar cepheyi terketmez. Burası, iman hizmetinin ateş hattıdır. Mutlaka burada bulunmanız lâzımdır. Hatta değil Mısır'a, Mekke'ye Medine'ye de çağırılsanız, gene burada kalmanız ve hizmet etmeniz lâzımdır. Oğlun Ali maddeten öldü, fakat ruhen inşallah cennette yaşayacak. Amma milyonlarca Ali, ebedî azaba müstahak hâle getiriliyor, ruhen öldürülmek isteniyor. Şimdi en mühim iş, onların imanlarına hizmet etmektir. Bu hizmetin de asıl ve en mühim yeri, burasıdır. Çünkü buradaki tahribat çok ağırdır. Bu memleket, tamiratın da merkezi olacak; buranın intibahı, İslâm âleminin de uyanışına yol açacaktır inşallah...''

    .......

    Başkasının Günahına Ağlayan Adam, Vehbi Vakkasoğlu

     

     

     

    Yani Said Nursi şafii değil de diğer üç meshepten birine dahil olsaydı elini helali olayan bi bayana mendilsiz (bu da ayrı bi mevzu da) öptürecekti

    Bu yazıda elini neden öptürdüğü açıklanmamış neden mendilsiz öptürmediği söylenmiş..Bunların ikisi birbirinden farklı diye söylememe gerek yok herhalde.


  7. Ben Said Nursi nin elini bi bayana öptürmeden önce elinin üstünü örtmesi mevzuna takıldım,elini öptürmek zorunda mıdır ki üstünü örtsün de yaptırsın ya da Peygamber Efendimizin (S.A.V) elini öpmek isteyen bayanlar olmuş mu ve kendisinin tepkisi ne olmuş ya da gelmiş tüm ehl i sünnet alimleri bu tip bi olayla karşılaşmış mı onların tutumları ne olmuştur gibi şeyler...


  8. Benim bu konuyu açmamdaki amaç elbette sahabenin üstünlüğü hepimiz biliyoruz ama benim dikkat çekmek istediğim konu hadisle şereflenen bu büyük insanlara dil uzatan M.İslamoğlu densizinin bu sitede düşüncelerinin yayınlaması..Sahabe yi kirama sahip çıkmamız ve saygımız gereği bu adamın yazılarının burda yayınlanmasına izin vermemek olmalıdır.Bu çok büyük bi vebal çünkü...


  9. Sahabenin tamamı müctehiddir

    Sual: Sahabenin tamamı müctehid midir?

    CEVAP

    Evet tamamının müctehid olduğunu İslam âlimleri bildirmektedir.

    Mesela İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyurdu ki:

    Eshab-ı kiramın nail oldukları yüksek şerefe başka hiç kimse kavuşamaz. O şereften birisi, Resulullahın mübarek nazarları onlara işlemiş ve hepsine manevi imdat ile yardım etmiştir. Bu hassa, bunlardan başkasında bulunmuyor. Bunların kemalatına, geniş ilimlerine, Resulullahtan aldıkları hakikat mirasına, sonra gelenlerden hiç biri kavuşamadı. Hepsi adil, salih, veli, âlim ve müctehid idi. Kur'an-ı kerimde (Allah Onların hepsinden razıdır) buyuruldu. Onlardan birini kusurlu bilmek bu âyete inanmamak olur. (Savaik-ul-muhrika)

     

    İmam-ı Busayri hazretleri buyuruyor ki:

    (Eshab-ı kiramın hepsi de ictihad sahibiydi. Allahü teâlâ hepsinden razı idi, onlar da Allah’tan razı idi. Onlara hata isnat edilmez.) [Kaside-i hemziye]

     

    İmam-ı Şafii, Risale-i kadime’de, (Eshab ilim, ictihad ve akılca hepimizden üstündür) dedi. (Mizan)

     

    Sahabeyi kötülemek HARAMDIR. Çünkü hepsi müctehiddir. (M. Çihar yâri güzin)

     

    Sehl bin Abdullah Tüstüri hazretleri buyuruyor ki:

    Sahabenin hepsini büyük bilmeyen, Resulullaha iman etmiş olmaz. (Redd-i revafıd)

     

    Muhammed Masum Faruki hazretleri buyuruyor ki:

    Eshab-ı kiramın hepsi fena fillah [evliya] makamına yükselmiştir. Bu marifete [bu dereceye] kavuşanlara müjdeler olsun! (Mektubat 2/6)

     

    Akaid kitaplarında yazıyor ki:

    Eshab-ı kiramın hepsini salih ve adil bilmek ve hiç birini kötü bilmemek kesin delillerle her Müslümana vaciptir. (Mirat-i kâinat)

     

    İmam-ı Teftazani hazretleri buyurdu ki:

    Sahabeye dil uzatanın sözü Kur'an ve hadislere uygun değilse, kâfir olur. Uygun ise büyük günaha girer, bid’at sahibi olur. (Şerh-i akaid)

     

    İmam-ı a’zam, imam-ı Malik gibi din imamları, Sahabe-i kiramdan her birinin sözlerini, hareketlerini, işlerini hüccet ve senet olarak almıştır.

     

    Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

    (Eshabımdan herhangisine uyarsanız, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz.) [beyheki]

     

    (İnsanların en hayırlısı asrımdaki Müslümanlar [Eshab-ı kiram]dır.) [buhari]

     

    (Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.) [bezzar]

     

    (Eshabım gibi hiç kimse İslamiyet’e hizmet edemez.) [İ. Süyuti]

     

    (Eshabımı seven, beni sevdiği için sever, sevmeyen de, beni sevmediği için sevmez.) [buhari]

     

    (Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.) [Taberani, Beyheki, Hakim]

     

    Sual: Sahabenin hepsi mi müctehiddir?

    CEVAP

    Evet hepsi müctehiddir. Resulullahın vârisleri olan Ehl-i sünnet âlimleri onların hepsi müctehiddir diyorlar. Peygamber efendimiz de, (Onların herhangi birisine uyan hidayete kavuşur) buyuruyor. Müctehid olmayan insana uyulur mu? Yukarıda yazdık, işte iki hadis-i şerif meali:

    (Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz.) [Darimi, Beyheki, İbni Adiy, İ. Münavi]

     

    (Rabbim bana vahyetti ki: "Eshabın gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzeredir”) [Deylemi]

     


  10. MUSTAFA İSLAMOĞLU !

     

    1 "Cennet cehennem yok olacaktır" görüşü benim görüşüm değildir. Bir Kur'an talebesi olarak Kur'an’daki "huld" ves "ebed" kelimelerini tahlil ettim. Cennet ve Cehennemin ebediliğinin nasıl anlaşıldığını sahabenin olayı nasıl yorumladığını söyledim. Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'in, Hz. Abdullah b. Mes'ud başta olmak üzere birçok güzide sahabinin bu konudaki günümüz yaygın kanaatinin aksine olan görüşlerini serdettim. Cehennemin sonsuz olmadığını söylediklerini naklettim. Buna da İbn kayyım el-Cevziyyenin yazdığı Hadi'l-Ervah İla Biladi'l-Efrah adlı eserini kaynak gösterdim. Bu eser arapça olarak piyasada var. Her yerde satılıyor. Bakmak isteyen açıp bakar. İbn Kayyım'ın ilmi yetkinliğinin derecesini siz bilmezseniz bilen birine sorabilirsiniz.

     

    Siz yanlış adrese kızıyorsunuz. Hz. EBUBEKİR'E, Hz. ÖMER',E Hz. ABDULLAH B. MES'UD'A kızmanız, onlara hesap sormanız lazım. Onlara hesap sormanız gerekirken bana hesap sormanız adil değildir. Hak değildir. Zulümdür. Allah razı olmaz. :shiny:

     

     

     

    HZ.EBUBEKİR, HZ. ÖMER.... BUNLAR SAHABEYDİ.


  11. İmam-ı Rabbani kuddise sirruh, Mektubat, c.1, m.266 son kısmı:

     

    Tesavvuf, ehl-i sünnet i'tikâdından ve islâmiyyetin emrlerinden başka şeylere kavuşmak için değildir. Ehl-i sünnet i'tikâdının yakînî ve vicdânî olması, ya'nî sağlamlaşması, şübhe getiren te'sîrlerle sarsılmaması içindir. Akl ile, delîl ile kuvvetlendirilen îmân, böyle sağlam olamaz. Ra'd sûresi otuzuncu âyetinde meâlen, (Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur) buyuruldu. Tesavvufun ikinci gâyesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Şunu da iyi anlamalı ki, tesavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rü'yâlar görmek için değildir. Bunların hepsi, boş ve fâidesiz şeylerdir. Her zemân görülen zıyânın, çeşidli renklerin ve tabî'atdeki güzelliklerin ne kusûrları vardır ki, insan bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için, birçok sıkıntılara katlansın. Çünki bu zıyâ da, o nûrlar da, bu güzel şekller de, o şeyler de hepsi, Allahü teâlânın yaratdığı şeylerdir ve hepsi Onun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren şâhidlerdir.

     

    Tesavvuf yolu çokdur. Bunların içinde en lüzûmlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid'atlerden kaçan büyüklerimizin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, hâl, görüş ve bilişler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fekat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakda gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bunların yolunda simâ' ve raks, [ya'nî mûsikî ve dans gibi şeyler] yasakdır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişlerdir. Hattâ, yüksek sesle zikr etmeğe bid'at demişler. Bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. Birgün büyük üstâdımın huzûrunda, sofrada hizmet ediyordum. Kendilerini sevenlerden, şeyh Kemâl yemeğe başlarken, huzûrlarında yüksek sesle Besmele çekdi. Bu hâl, kendilerine çok tadsız gelip şiddetle men' etdiler ve (Bir dahâ, bizimle berâber yemekde bulunmamasını ona söyleyiniz!) dediler. Üstâdım hazretlerinden duymuşdum ki, hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî "kuddise sirruh", Buhârâ âlimlerini toplayıp, üstâdı, seyyid Emîr Gilâl hazretlerinin evine götürdü. Yüksek sesle zikr etmek bid'atdir, bundan vaz geçiniz dediler. Seyyid hazretleri de, doğru sözü, her nerede olursa olsun, anlayıp seve seve aldıkları için kabûl buyurup, artık yapmayız dediler. Bu yolun büyükleri, zikrin bile yüksek sesle yapılmasını bu derece men' edince, simâ' ve raks, coşmak, zıplamak, na'ra atmak gibi şeylere, bağırmağa ne demezler?

     

    Bu fakîre göre islâmiyyetin izn vermediği şeylerin, hâsıl edeceği bütün hâller, zevkler, hep istidrâcdır. Zîrâ, kâfirlerde ve fâsıklarda da böyle hâller hâsıl olmakda ve bu kâinât aynasında, onlar da, tevhîd, keşf gibi şeyler öğrenmekde, içlerine doğmakdadır. Eski Yunân felesoflarından ve Hindistândaki cûkiyye [berehmen dînindeki dervîş] ve Berehmen papaslarında da, bu hâller görülmekdedir. Hâllerin doğru olmasına alâmet, islâmiyyete uygun olmaları ve harâm şeylerden hâsıl olmamalarıdır. Simâ [mûsikî] ve raks [dans], lehv ve la’bdır, ya’nî oyundur. Lokmân sûresi altıncı âyetinde, (Lehv-el-hadîs) tegannî ile okumağı yasak etmek için indi. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” talebesinden olan, imâm-ı Mücâhid, Tâbi’înin büyüklerindendir. Bu âyet-i kerîmenin, tegannîyi yasak etdiğini bildirdi. (Medârik tefsîri)nde, [ve büyük âlim Senâullah-i Pânî Pûtî hazretlerinin on cild olan (Tefsîr-i Mazharî)sinde], (Lehv-el-hadîs) musikî demekdir diyor. Abdüllah ibni Abbâs ve Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhüm”, bu âyet-i kerîmenin, tegannîyi yasak etdiğine yemîn etmişdir. İmâm-ı Mücâhid, Furkan sûresi, yetmişikinci âyetinin meâl-i şerîfinin, (Günâhları afv ve magfiret edilecek olanlardan biri, tegannî, şarkı okunan yerlerde bulunmıyanlardır) olduğunu bildirdi. İ'tikâdda mezhebimizin imâmı olan, Ebû Mensûr-i Mâ-Türîdînin, (Zemânımızdaki, tegannî ile okuyan hâfızların, nağmelerini işiterek, Kur'ân-ı kerîmi ne güzel okudun diyen kimse, kâfir olur. Karısı boş olur. O zemâna kadar, yapdığı ibâdetlerinin sevâbı gider) dediğini, kitâblar yazmakdadır. Ebû Nasr-ı Debbûsî buyuruyor ki, kâdî Zahîreddîn-i Hârezmî buyurdu ki, (Bir şarkıcıdan veyâ başka bir yerden tegannî dinliyen veyâ başka, herhangi bir harâm işi gören kimse, harâm olduğuna inanarak veyâ inanmıyarak, bunlara, ne güzel dese, o anda îmânı gider. Çünki Allahü teâlânın emrine ehemmiyyet vermemiş olur. İslâmiyyete kıymet vermiyen kimsenin, kâfir olacağını, bütün müctehidler, sözbirliği ile bildirmişdir. Böyle kimselerin ibâdetleri kabûl olunmaz. Önce kazanmış olduğu sevâblar yok edilir. Böyle felâketden Allahü teâlâya sığınırız!).

    Mûsikînin harâm olduğunu bildiren, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ve fıkh âlimlerinin yazıları o kadar çokdur ki, saymak güçdür. Tegannînin câiz olduğunu gösteren, mensûh bir hadîs veyâ bir fetvâ görülürse, ehemmiyyet vermemelidir. Çünki hiçbir âlim, hiçbir zemânda, tegannînin mubâh olduğuna fetvâ vermemiş, raks [dans] etmeğe izn verilmemişdir. İmâm-ı Zıyâeddîn-i Şâmî "rahmetullahi aleyh", (Mültekıt) adındaki kitâbında böyle bildirmekdedir.

     

    Tesavvufcuların birşeyi yapıp yapmaması, halâl veyâ harâm olmasını göstermez. Onlara bakılmaz. Yapdıklarına da birşey demeyiz. Ma'zûr görürüz. Onların hâlini, Allahü teâlâ bilir ve bildiği gibi karşılar. Birşeyin halâl veyâ harâm olduğunu anlamak için, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin, imâm-ı Ebû Yûsüf Ensârînin ve imâm-ı Muhammed Şeybânînin sözlerine bakılır. Ebû Bekr-i Şiblî ve Ebül-Hüseyn-i Nûrî ve Cüneyd-i Bağdâdî "rahmetullahi aleyhim" gibi, tesavvuf büyüklerinin yapıp yapmadıklarına bakılmaz. [Fekat, bunların islâmiyyetden verdikleri haberler çok doğrudur. Bildirdiklerinin hepsine inanmak ve uymak lâzımdır.] İslâmiyyetden ve tarîkatden haberi olmıyan, ham sofular, pîrimiz böyle yapdı diye, behâne ederek, hayhuy etmeği, tegannî ve dans etmeği, din ve ibâdet hâline sokmuşlar. Bunlarla sevâb kazanıyoruz sanmışlar. En'âm sûresinin yetmişinci ve A'râf sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim "sallallahü aleyhi ve sellem"! Dinlerini, ibâdetlerini, [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir) buyurulmuşdur.

     

    Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, harâm olduğu kat'î olan işleri, beğenen kâfir olur. Müslimân değildir, mürted olmuşdur. [Hâlbuki harâmları, tatlı gelse dahî, çirkin bilerek, üzülerek yapanlar kâfir olmaz.] O hâlde, düşünmeli ki, harâmlara kıymet verenlerin ve bunları ibâdet bilenlerin hâli ne oluyor? Cenâb-ı Hakka sonsuz hamd ve şükr olsun ki, bizi yetişdiren büyüklerimiz, bu pisliğe bulaşmadı. Kendilerine uyarak, bu şenî' şeyleri yapmakdan bizleri kurtardılar. İşitdiğime göre, büyük üstâdımın kıymetli oğulları, tegannîye tutulmuş. Cum'a geceleri toplanıp, ilâhîler, kasîdeler okumağı âdet edinmiş. Orada bulunan tanıdıklarımızın çoğu da, bunlara uyup, geliyormuş. Bunu duyunca çok, hem de pekçok hayret etdim. Başkalarının talebesi, kendi üstâdlarının yapdığını behâne ederek, onlar da yapıyor. İslâmiyyetin yasak etdiğini, pîrlerinin yapması ile örtbas ediyorlar. Hakları olmamakla berâber, kendilerine pîrlerini siper ediyorlar. Hâlbuki, bizim arkadaşlarımız, bu kabâhatlerine acabâ neyi behâne edebilecekler? Hem islâmiyyet harâm etmiş, hem de büyüklerimiz kaçınmışdır. Bu işi, islâmiyyet de, tesavvuf da beğenmiyor. İslâmiyyet men' etmeseydi bile, yalnız büyüklerimizin yolunda bulunmıyan şeyleri yapmak, ne kadar çok şenî' olurdu? Ayrıca, islâmiyyet de harâm etdiğinden, şenâ'atin büyüklüğünü düşünmelidir. Hepinize selâm ederim.

     

    İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh hazretleri, 3.cildin 72.mektûbunda, hâce Hüsâmeddîn Ahmede buyuruyor ki:

     

    "Kur'ân-ı kerîmi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Harâm olan, nağme yapmak, ya'nî sesi mûsikî perdelerine uydurmakdır ki, harfler değişmekde, ma'nâ bozulmakdadır. Bunları, nağme yapmadan ve Allah rızâsı için okumak şartı ile, güzel sesle okumak câizdir. Fekat, dinlerini kayırmıyanlar, bu şartları gözetmiyeceklerinden, buna da müsâ'ade etmemek, bu fakîre dahâ uygun geliyor."

     

    3. Cilt, 34. mektubdan:

     

    "Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehrdir


  12. Sual: Bid’at ehli ile dostluk kurmakta mahzur var mı?

    CEVAP

    Bid’at ehli ile arkadaşlık yapmak, oturup onunla sohbet etmek caiz değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri (İyi biliniz ki, bid'at ehli ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekten, kat kat daha fenadır. Bid'at ehlinden yılandan, canavardan kaçar gibi kaçmak gerekir) buyurdu. (m.260)

     

    Bid'at ehlinden başka herkese, dosta ve düşmana, Müslümana ve kâfire, daima güler yüz, tatlı dil göstermelidir. Bid'at ehline ve münafıklara ve açıkça günah işleyenlere tatlı dil ve güler yüz caiz olmadığı için, zaruret olmadıkça, bunlarla karşılaşmamaya, görüşmemeye çalışmalı, görüşülürse, zaruret miktarını aşmamalıdır. (Nikaye)

     

    Bid'at ehli ile görüşmeyi yasaklayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:

    (Bid'at sahibine hürmet eden, İslamiyet’i yıkmaya yardım etmiş olur.) [Taberani]

     

    (Bid'at ehline sert davran! Allahü teâlâ, onlara düşmandır.) [İbni Asakir]

     

    (Onlardan kaçın! Sizi dalalete, fitneye düşürmesinler.) [Müslim]

     

    (Hasta olurlarsa, ziyaretlerine gitmeyin!) [Ebu Davud]

     

    (Karşılaşınca, onlara selam vermeyin!) [İbni Mace]

     

    (Onlarla birlikte bulunmayın, birlikte yiyip içmeyin!) [ukayli]

     

    (Onların cenazelerine gitmeyin, onlarla birlikte namaz kılmayın!) [İbni Hibban]

     

    (Onlar benden değil, ben de onlardan değilim. Onlarla cihad, kâfirlerle cihad gibidir.) [Deylemi]

     

    (Kim bid'at ehlinden buğz ederek yüz çevirirse, Allahü teâlâ onun kalbini korkulardan emin kılar ve imanla doldurur. Bid'at ehline sert muamele edeni de, en büyük korku gününde emin kılar. Bid'at ehlini hakir ve zelil göreni de, Cennette yüz derece yükseltir. Bid'at ehline selam veren veya onu sevindirici şeyle karşılayan, Kur’an-ı kerimi küçümsemiş olur.) [Hatib]

     

    (Bir bid'at ehli öldüğünde İslam’da bir fetih vuku bulmuş gibi olur.) [Hatib]

     

    (Bir bid'at çıkaran, ölmeden önce mutlaka onun kötülüğüne maruz kalır.) [Taberani]

     

    (Bid’at ehlinden ilim öğrenmeye çalışmak, kıyamet alametlerindendir.) [Taberani]

     

    (Bid'at çıkarana, bunu yapana şeytan çok ibadet yaptırır, onu çok ağlatır.) [Mekt. Masumiyye c.2, m. 110]

     

    Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri Gunye’de buyuruyor ki:

    Hadis-i şerifte (Bid'at ehline, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ imanla doldurur ve korkulardan emin kılar) buyurdu. Tasavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyad, “Bid'at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibadetlerini, Allahü teâlâ kabul etmez ve kalblerinden imanlarını çıkarır. Bid'at ehlini sevmeyenin ibadeti az olsa da, Allahü teâlânın bunu affetmesi umulur. Yolda bid'at sahibine karşı gelirsen, yolunu değiştir” buyurdu. Süfyan bin Uyeyne de, “Bid'at ehlinin cenazesinde bulunana cenazeden ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ gadab eder” buyurdu. (Mektubat-ı Masumiyye c.4, m.29)

     

    Bid’at ehlinden böyle uzak durmanın sebebi bid’atin çok kötü bir iş olduğu içindir. Çünkü bid’at çıkaran dine ilave yapıyor, Allah adına, Resulü adına hükümler koymuş oluyor. Allah’ın ve Resulünün koyduğu hükümleri beğenmemiş oluyor. Her günahtan daha büyüğünü işlemiş oluyor.

     

     

    Bid’at ehli ile niçin birleşilmiyor

    Sual: Peygamber efendimiz, (Allah’ın kulları, kardeş olun) buyurduğuna göre, birbirlerinin hatalarını görmeyip Ehl-i sünnet ile bid’at ehli niçin birleşmiyor?

    CEVAP

    Bu hadis-i şerifin manası, (Kardeş olmanızı sağlayacak şeyleri yapın) demektir. Buna göre, bid’at sahiplerinin, hak yolda bulunan Müslümanlarla kardeş olabilmeleri için, bid’ati terk etmeleri ve sünneti kabul etmeleri gerekir. Bid’ate devam edip de, Ehl-i sünnet olanları kendileri ile kardeş olmaya çağırmaları, açık sapıklık ve çirkin bir hiledir. (Umdet-ül-kari)

     

    Bid’at ehli ile görüşmeyi yasaklayan hadis-i şeriflerden bazılarını yukarıda bildirdik.

     

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

    Bugün kalbler kararmış olduğundan, bazı bid’atler güzel görünse de, hepsinden kaçınmak gerekir. Kıyamette hepsinin zararlı olduğu anlaşılacaktır. Hadis-i şerifte, (Her bid’at sapıklıktır) buyuruldu. [Kur’an-ı kerimde ise, (Bazı şeyleri faydalı sanıp seversiniz, halbuki sizin için zararlıdır) buyuruldu. (Bekara 216)]

     

    Bid’atin zararı büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

    (Bir bid’at çıkarınca, bir sünnet kaldırılmış, eksiltilmiş olur.) [İ. Ahmed]

     

    (Bid’atten sakının; her bid’at dalalettir ve her dalalet ehli de ateştedir.) [İbni Asakir]

     

     

    Bid’at ehlini hoş görme

    Sual: Bir yazar, (Mezhepsiz yazarların kitaplarında, yanlışlık ve bid'at de olsa, hoş görmek, yumuşak davranmak ve bir kardeş olarak onları sevmek gerekir! Mezhepsiz âlimlerin, kitaplarından uygun olanı alırız, yanlış olanı atarız) diyor. Bu caiz midir?

    CEVAP

    Yazar, (Bid’at ehline sevgi ile bakmalı, kardeş olmalıyız) diyor. Peygamber efendimiz de, (Bid’at ehline, selam vermeyin, sert davranın! Allah, onlara düşmandır. Onlardan kaçın! Sizi dalalete, fitneye düşürmesinler! Onlarla birlikte bulunmayın, onlarla namaz kılmayın, birlikte yiyip içmeyin, cenazelerine gitmeyin, kız alıp vermeyin! Ben onlardan değilim, onlar da benden değildir) buyuruyor. Resul-i ekrem efendimiz böyle buyururken, yazarın öyle davranması caiz olur mu?

     

    (Kitaptaki faydalı yeri alır, zararlısını atarım) demek çok yanlıştır. Bir kitapta, itikadı zedeleyen, insanı küfre düşürücü bir ifade bulunursa, elbette o kitap çok zararlıdır. Kitap bilgi öğrenmek için okunur. Bilmediği bir şey onu küfre düşürebilir, ebedi felaketine sebep olabilir. Bir şeyin hak veya bâtıl, faydalı veya zararlı, iyi veya kötü olduğunu bilen, o konudaki kitabı niçin okusun? Bilmiyorsa, bâtılı hak, kötüyü iyi, zararlıyı faydalı zannedebilir. Pisliğin içinde faydalı şey ararken, üstüne necaset bulaşmasa bile, en azından kokusundan zarar görür. Bunun için mezhepsizlerin kitaplarını okumak çok zararlıdır. Dinimiz noksan değil ki, bir mezhepsizin kitabına ihtiyaç duyulsun. İslam âlimleri her meseleyi halletmiştir. Yenilik, reform âdetlerde olur, ibadetlerde yenilik olmaz.

     

    Kötü âlim, mezhepsiz âlim olur. Fakat mezhepsizliği över gibi, (Mezhepsiz âlimlerin iyi yönlerini almalıyız) demek hoş değildir.

     

    Sivri akıllının biri, şeytanı görmek istermiş. Bir evliyaya yalvarmış. Evliya da, (Şeytandan insana fayda gelmez) demişse de, adam çok yalvarmış. Nihayet duası kabul olup şeytanı görmüş. Şeytan, bunu görünce, (Seni bir vuruşta öldürürdüm. Ancak ömrüne daha kırk yıl var) demiş. Adam ise, (Yirmi yıl günah işlerim. Sonra tevbe eder, kalan yirmi yılı da ibadetle geçiririm) demiş. Fakat, yirmi yıl yaşamadan günahlar içinde ölmüş. Şeytanın yoldaşlarının kitaplarını okuyanların, oradaki zehirlerden etkilenmemesi mümkün değildir. Zehirle şaka olmaz. Azıcık zehirden ne zarar gelir denmez. Yahut elimi bir defa yılanın veya aslanın ağzına koysam, acaba bir zararı olur mu demek ahmaklık olur. Aslan, insanın canını alır. Şeytan ve yoldaşları ise, insanın sonsuz felaketine sebep olurlar.

     

    Hayırlı işler ve ibadetler

    Sual: Kâfir veya sapıkların ibadeti bir işe yarar mı? (Kendileri sapık ama namazları çok güzeldir) veya (Doğru Mutezili olmak, sapık Sünni olmaktan iyi) demek caiz midir?

    CEVAP

    Hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği cami yapmaktır. Cami yapmak, çok sevaptır. Hadis-i şerifte, (Allah rızası için bir mescit yapana, Allahü teâlâ Cennette bir köşk ihsan eder) buyuruluyor. (Taberani)

     

    Hangi kâfir olursa olsun, hiçbir kâfirin yaptığı iyilikler ahirette bir işe yaramaz. Kâfir, iman etmediği için, bütün dünyaya büyük hizmeti dokunsa, Allah katında zerre kadar kıymeti yoktur.

     

    Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

    (Kâfirlerin cami yapmaları caiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların cami yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyamette boşa gidecek ve Cehennemde, sonsuz olarak cezalandırılacaktır.) [Tevbe 17]

     

    (İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da bâtıldır.) [Hud 16]

     

    Bu konudaki iki hadis-i şerif meali de şöyle:

    (Mümin olmayan Cennete giremez.) [Müslim]

     

    (Cennete sadece Müslüman olan girer.) [buhari]

     

    Kâfirlerin ibadetlerinin, yaptığı iyiliklerin boşa gittiğini bildirdikten sonra, şimdi de bid'at ehlinin, dalalet fırkalarının ibadetlerine gelelim:

     

    İyi işlere, ibadetlere sevap verilebilmesi için düzgün iman sahibi, yani Ehl-i sünnet olmak gerekir. (Kitab-üt-tevhid)

     

    Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:

    (Muhammed aleyhisselamın ümmeti 73 fırkaya ayrıldı. Bunlardan 72 fırkası, doğru yoldan ayrılmış, bid'at ehli olmuştur. Bunlar sapık inançlarının cezası olarak Cehenneme girecektir. Fakat, Müslüman oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmayacak, azap gördükten sonra, çıkarılacaktır. Bunlardan (fırka-i naciyye) denilen kurtuluş fırkasına da (Ehl-i sünnet) denir. (Hadika)

     

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

    [Tirmizi’deki] hadis-i şerifte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72’si dalalete düşer ve Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya (Ehl-i sünnet) denir. [c.2, m.67]

     

    Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:

    (Bugün için dört mezhepten birinde bulunmayan, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan da sapık veya kâfir olur.) [Dürr-ül-muhtar haşiyesi, Zebayıh kısmı]

     

    Ehl-i sünnet olmayanın, sapık veya kâfir olduğu, Bahr, Hindiyye ve El-Besair’de yazılıdır.

    Şüpheli delilleri yanlış tevil ederek, Ehl-i sünnet itikadından ayrılanlara, fıkıh âlimleri kâfir demediler, bagi, asi, bid'at ehli yani sapık dediler. Kesin [açık olarak] anlaşılan tek bir manası olan delillere inanmayan ise kâfir olur. Mesela, (Ali ilahtır, Cebrail vahiy getirirken yanıldı) diyen kâfir olur. Çünkü bu sözler, şüpheli delilleri yanlış tevil ederek, ictihad ile anlaşılan manalar değildir. Hazret-i Âişe’ye zaniye diye iftira eden ve babasının sahabi olduğuna inanmayan da kâfir olur. Çünkü ikisi de, Kur'an-ı kerimde açık olarak bildirilen delili inkârdır. (İbni Âbidin)

     

    Nisa suresinin, (Doğru yol gösterildikten sonra, Resule uymayan [iman ve amelde] müminlerden ayrılanı, o yolda [küfür ve irtidadda] bırakır ve Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerimesi, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.)

     

    Şu halde, (doğru Mutezili olmak, sapık Sünni olmaktan iyi) demek cahillik alametidir. Mutezili veya diğer bid'at fırkaları dalalet ehlidir, yani sapıktır. Peki, sapık bir fırka, sapık Sünniden iyi olur mu? İkisi de sapıktır. İslam âlimleri, (şu kâfir, öteki kâfirden iyi) demeyi küfür olarak bildirmişlerdir. Herhangi bir dalalet fırkasına iyi demek tehlikelidir. Sapık fırkaların hepsi bid'at ehlidir, hiç birinin ibadeti kabul olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

    (Bid'at ehlinin namazı, orucu, sadakası, haccı, umresi, cihadı, farzı, nafilesi kabul olmaz, yağdan kılın kolayca çıkması gibi İslamiyet’ten çıkması kolay olur.) [İbni Mace]

     

    Sapığın namazı kabul olmadığına göre, kabul olmayan bir ibadete, (Kendileri sapık ama namazları çok güzeldir) demek çok yanlıştır, cahilce bir sözdür.

     

     

    Kâfir ve bid’at sahibi

    Sual: Mektubat-ı Rabbani’de, (Bid’at sahibi ile arkadaşlık etmek, kâfirle arkadaşlık etmekten, daha fenadır) deniyor. Yani bid’at sahibi olmak, kâfir olmaktan daha mı kötüdür?

    CEVAP

    Kâfir denmiyor, kâfir olmaktan daha kötü de denmiyor. Kâfirlerle arkadaşlık etmekten daha kötü deniyor. Çünkü Müslüman, genelde kâfirin kötü olduğunu bilir, ona inanmaz. Fakat bid’at sahibinin namaz kıldığını, dine uygun yaşamaya çalıştığını görünce, ister istemez, kalbi ona meyledebilir. Bozuk sözlerinin, bozuk itikadının tesiri altında kalabilir. Bu ise, onu felakete götürür. Çünkü bid’at ehlinin namazı, orucu ve diğer ibadetleri kabul olmaz. Bid’at ehlinden yılandan, aslandan kaçar gibi kaçmak gerekir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

    (Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir, kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin.) [Hakim]

     

     

    Bid’at ehli Cennete girecek mi?

    Sual: Bid’at ehli Müslüman doğrudan Cennete giremez mi?

    CEVAP

    Bid’at ehli, imanındaki bozukluk sebebiyle mutlaka Cehenneme girecektir. Affedilmeleri mümkün değildir, yani affedilmeyecekleri bildirilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

    (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir.) [Tirmizi]

     

    Bid’at ehli, iman ile ölürse sonunda elbette Cennete gider; fakat bu zamanda Ehl-i sünnet itikadında olmayanın küfre düşmemesi, iman ile ölmesi imkansız denecek kadar zordur. Çeşitli haramları işlemekten çekinmeyen Ehl-i sünnet itikadındaki kimsenin de bid’at ehli gibi küfre düşmesi çok kolay olur. Namaz kılmayan içki içen bir kimsenin küfre düşmesi an meselesidir. Çünkü onda dini kaygı kalmamıştır. Rahatça küfre düşürücü söz ve harekette bulunabilir. Namaz kılmadığı, içki içtiği için değil, bu günahlar onu küfre düşürebileceği için Cehennemlik olabilir.

     

    Bir kimse, icma ile ve zaruri olarak bildirilmemiş olan inanılacak şeylerde manası açıkça anlaşılamayan nasslara [âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere] yanlış mana verirse buna bid’at ehli denir. Fakat dinde inanması zaruri lazım olan şeylere inanmayan, yani her Müslümanın işittiği, bildiği şeyleri tevilini bilmeden reddeden küfre girer.

     

     

    Değişiklik yok etmek demektir

    Sual: Bid’at sahiplerini sevmemek hatta buğdi fillah etmemiz lazım ama iç içeyiz ne yapmamız lazım?

    CEVAP

    Sevmemek başka iyi geçinmek başka. Herkes ile iyi geçinmek gerekir. Bid’at ehli, küfre düşmemişse Müslümandır. Din kitaplarımızda, kâfirlerin bile kendilerinin değil, itikatlarının pis, kötü, yanlış olduğu bildirilmektedir. Bid’at ehlinin hâli de buna benzer.

     

    İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

    (Bid’at ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bid'at çıkarıyor, bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [çağa uydurmaya, çeşitli bid’atler çıkarmaya] çalışmak, Maide suresinin, (Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) mealindeki 3. âyetine inanmamak olur. (m. 260)

     

    (Her bid’at sünneti ortadan kaldırır. Bid’atler, reformlar, herhangi bir bakımdan olsa bile, sünnetten fazla oluyorlar. Bu fazlalık, sünneti değiştirmek demektir. Değişiklik ise, yok etmek demektir.) (m. 186)

     

    Konunun herkes tarafından anlaşılması için basit bir örnek verelim:

     

    Mesela bir I harfi yazalım. I nın üstüne yatay olarak çok kısa bir çizgi daha çizersek T olur. Peki I harfi ne oldu? Çok küçük bir çizgi yüzünden kayboldu gitti, T oldu. Bu nedir diye sorulduğunda T denir. Halbuki az önce I idi.

     

    Peki T harfinin üzerindeki bu çok küçük yatay çizgiyi biraz aşağıya koyarsak ne olur? T kaybolup gider, yerine haç işareti gelir. Yani bambaşka şey oldu. Üstelik kâfirlerin saygı duyduğu, taptığı bir işaret oldu. Bu nedir diye sorulduğunda haç işareti denir.

     

    Bu çok küçük yatay çizgiyi tam ortaya koyarsak ne olur? T kaybolup gider, yerine + işareti gelir. Bu nedir diye sorulduğunda + işareti denir. Halbuki daha önce I idi.

     

    Bid’atler de buna benziyor. İmam-ı Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibi (değişiklik yok etmek demektir.) Bu yok etmek, mekruh olabilir, haram olabilir veya küfür olabilir. Bu yazılar iyi anlaşılırsa, bid’atin zararı, bid’at ehlinin hem dine, hem kendine hem de başkalarına zararı daha iyi anlaşılmış olur. Bu yüzden, bid’at ehliyle olsun, kâfirlerle olsun dostluk kurmanın, onların itikatlarını sevmenin zararına uğramamak için uzak durmak, görüşmemek lazımdır. Bu, kavga döğüş etmek, münakaşa etmek demek değildir. Onların itikatlarını sevmemek demektir. Bu yüzden herkes ile iyi geçinmelidir. Münakaşa etmemeli, kaba davranmamalıdır. Bir kâfir bile kelime-i şehadet getirip Müslüman olursa, tertemiz insan olur, din kardeşimiz olur.


  13. Endüstriyel gıda , ilaç ve kozmetik ürünlerin haramlık endişesini ortaya koyan en önemli katkı maddesi, hiç şüphesiz jelatindir. Gerçi haramlık endişemizin üzerinde toplandığı daha pek çok katkı maddesi bulunmaktadır. Ancak, şekerli ürünlerden, yoğurt, peynir, puding, krem şanti, margarine; dondurmadan, meşrubatlara; ilaçlardan, şampuan, parfüm, saç jölesi gibi kozmetik ürünlere kadar jelatin çok yaygın bir kullanım alanı bulmaktadır.Daha da kötüsü, jelatinin bir nevi protein olması sebebi ile Jelatin Üreticileri,günlük hayatın her safhasında kullanılabilmesi için yoğun bir kampanya başlatmış bulunmaktadırlar.

     

    Türkiye ne yazık ki jelatin üretmemektedir. Üretim yapması için, yıllar önce Kayseri’de bir firmaya Teşvik Belgesi verilmiş olmasına rağmen maalesef bu firma jelatin üretmek yerine kemik unu üretmeyi yeğlemiştir.

     

    Bu sebeple, ithal yolu ile ülkemize yılda 1500-2000 ton jelatin girmekte ve yaklaşık olarak 4.5-6 milyon ABD Doları döviz ödenmektedir. Bu bilgiler Dış Ticaret Müsteşarlığından alınmıştır.

     

    İthalatın yapıldığı ülkelere gelince, Almanya, İtalya,Fransa, Kolombia, Kore, Japonya, Kanada, ABD, Brezilya, Hindistan, Çin, Pakistan’ ın da içinde bulunduğu pek çok ülkeyi sayabiliyoruz.

     

    Üretici Firmalar arasında ise Gelita Lt., Gelco s.a., LeinerPak gelatine ltd., Reinert gruppe,Roussselat, Wershardt,Junka, NTP Gelatine,CHINA HENAN Ltd., Ewald Gelatine Gmbh, PB Leiner Gelatins, Rebiére,Ramagel Rama Industries lt., India Gelatineltd., Geltech CO,ltd., Resindion, Fenchem firmaları öne çıkmaktadır.

     

    İthalatçı Firmalardan bazıları ise, Yiğitoğlu Gıda ve Kimyevi Maddeler San. Ve Tic. Ltd, Yılmaz Kimya San.ve Tic. A.Ş., Marmara Endüstriyel Kimyevi Maddeler San.ve Tic. Ltd., Unitek-Kimya ve Kağıt San.ve Tic., Kapta Katkı Maddeleri Gıda San.ve Tic. Ltd., YENER Kimyevi Maddeler San.Tic. A.Ş., ve gıda üretimi yapan büyük firmalar.

     

    Dünyadaki jelatin üretiminin büyük bir payına sahip Avrupa Jelatin Üreticileri Birliği (G M E )’ nin üyesi 9 Firmanın 2003 yılındaki üretimi 117800 ton olmuş. Bu firmaların büyük bir kısmının Türkiye’de ya temsilcilikleri var veya Distribütörleri bulunmaktadır. Bu birliğin internet sitesinden aldığımız 2003 yılına ait dünya jelatin ile ilgili bilgiler aşağıdaki linkte görülmektedir.

     

    http://www.gelatine.org/en/gelatine/overview/127.htm

     

    Burada görüldüğü gibi, 2003 yılında toplam dünya jelatin üretimi 278300 ton olmuş. Bu üretimde kullanılan ham maddeler;

     

    Pig Skin = Domuz derisi.

     

    Bovine Hides = Sığır derisi (kesimi helal usulle olmayan)

     

    Bones = Kemikler ( her çeşit hayvan kemiği) .

     

    Other = diğer hayvan artıkları olarak açıkca görülmektedir.


  14. İngiliz Casusunun İtirafları

     

    Çalışmalarımdan gözle görülür bir netice alamayınca, ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istediğimde, Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri ve onların kitapları olmuştur. Bunları yok etmedikçe onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, fıkıh kitaplarını, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, “uydurmaydı, değildi” diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlatacağız… Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir.


  15. BBC

    “Türkiye İslam’ı yeniden yorumluyor…Diyanet’in hazırladığı bu yeni anlayış İslam’ın modernleşmesi için devrim niteliğinde bir girişim niteliği taşıyor. Chatham House adlı düşünce kuruluşundan Fadi Hakura’ya göre bu Hıristiyanların Reform hareketine benzeyen bir girişim.”

     

     

     

     

    “Hadislerin yeniden yorumlanması çalışması “devrim niteliğinde” bir çaba… NATO’nun tek Müslüman üyesi olan ve küresel terörizmle savaşın önemli bir ortağı durumunda bulunan Türkiye’de hadislerin günümüze uyarlanması, İslami radikalizmle mücadeleyi amaçlayan planın bir parçası olabilir.” (The Daily Telegraph)

     

     

    “Türkiye’deki dini yetkililer, Muhammed Peygamber’in yaptıkları ve söylediklerinin yeniden yorumlanması çalışmasını tamamlamaya yakınlar. Projenin amacı, İslam hukukundaki diğer unsurların yanı sıra, kadınlarla ile ilgili hadisleri yeniden yorumlamak. Çağa uygun hale getirmek.” (Financial Times)

     

    “Türkiye 21’inci yüzyılın İslam yorumunu arıyor… Diyanet’in çalışmasında İslam hukukunun temellerinin yeniden yazılması ve Kuran-ı Kerim’in modern çağa göre yeniden yorumlanması hedefleniyor. İslam inancının Batı değerleriyle bağdaştırılması da hedefler arasında. Son derece iddialı ve kapsamlı bir çalışma olan bu İslami reform projesi yıllar alabilir.” (The Guardian)

×
×
  • Create New...