Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

suamol

Üye
  • Content Count

    12
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by suamol


  1. GECE EVDEN NİÇİN AYRILDILAR?

     

    Seyyid Fehim "kuddise sirruh" hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.

     

    Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.

     

    www.huzurpinari.com


  2. İstanbul'da, Kağıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası Abdülvehhâb Efendi 1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki: "Erzurum'da medrese tahsîlini bitirmiştim. Daha okumak istedim. Aradığım büyük âlimin Bitlis'te Abdülcelîl Efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim. Kendisini aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle dediler. Sabredemedim, Van'a gittim. Sorduğumda; "Müks şeyhi Seyyid Fehim hazretleri Van'a geldi. ŞâbâniyeCâmiinde, onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük âlim Abdülcelîl Efendi, kürsüye çıkmış, herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye düşünüyordum. Câmiye girdim. Herkes başını eğmiş, edeple oturuyordu. Karşıda nûr gibi, tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes buna karşı saygı ile dönmüştü. Abdülcelîl Efendi, her hâlde karşıdaki heybetli, tesirli zâttır, diyordum. Fakat, soracak kimse yoktu. Herkes, boynunu bükmüş önüne bakıyordu. Ansızın, önüme bir genç geldi. "Ne arıyorsunuz?" dedi. "Abdülcelîl Efendi hazretlerini arıyorum." dedim. "İşte budur." diyerek, en geri sırada boynunu bükmüş edeple oturan birini gösterdi. "İstersen sen de otur." dedi. "Karşıda oturan kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu gencin, Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu anladım. Biraz sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehim hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbir getirirken, bütün cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye başladık. Şimdi altmış sene oluyor. İmâmın o tekbir sesi hâtırıma geldikçe, titriyorum. Kalbimde, o gün olduğu gibi, bir hal oluyor."

     

    www.huzurpinari.com


  3. Seyyid Fehim Arvasi Kuddise sirruh

     

    Hazret-i Şeyh cemâate çok önem verir, Ezan-ı Muhammedi okunmadan mescide gelir ve gece namazlarını asla kaçırmaz. Talebelerinden Molla Abdülhakîm veya Molla Şâbân varsa onlara uyar, yoksa kendileri imâm olurlar. Ramazân-ı şerîfte teravih namazını hatimle kılar, ne zaman ki duâ bitti sahur sofrasına otururlar. Sabah namazından sonra, zikir ve murâkabe ile meşgûl olur, sadece kaylûle vaktinde (iki saat kadar) uyurlar.

    Seyyid Abdülhakîm Efendinin ifadesiyle O, her ilimde okyanustur. Derinliğine kimse inemez, ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin “biraz” anlar.

    Seyyid Fehim hazretleri cinlere de İslam’ı anlatır. O taifeden dört binden fazla talebesi vardır, onlar dahi manevi makamlara kavuşurlar.

     

    Zarafete bak!..

    Bir gece muhteşem bir sohbet yaparlar. Seyyid Abdülhakim Efendi aşk ile dolup taşar. Yüreğinde âdeta alacağını almış olmanın huzurunu duyar. Ertesi sabah üstadı elma ağacının altında kollarını sıyırırken koşturup ibrik yetiştirir, su dökmeyi arzular. Hazret-i Şeyh yerdeki delik elmayı göstererek “Ne dersin Abdülhakim” diye sorar, “şimdi bunun içinde çekirdekle uğraşan kurtcağız elmayı, hatta ağacı yediğini sansa?”

    - Hata yapar.

    - Ama sen yapma.

    “Dün gece az bir şey tattın, daha alacağın çok şey var” demenin kibar yolu. Zarafete bak!

    Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyâsında Resûlullah’ı görür. Efendimiz ona; “Abdülhakîm’in terbiyesini sana ısmarladım” buyururlar. Bu emir üzerine mümtaz talebesine daha çok ihtimâm gösterir, onu vilâyet-i Ahmediyye derecesine ulaştırırlar.

    Vilayeti Ahmediyye...

    İşte bu yüzden oğullarının adlarını Ahmed Enver, Ahmed Mekki, Ahmed Münir koyarlar ya...

    Seyyid Abdülhakîm Efendiye 1882 (H.1300) senesinde zâhirî ilimlerde icâzet verir, beş sene sonra da Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve Kübreviyye yollarında halife yaparlar.

    Seyyid Fehim hazretleri vefâtından altı ay önce sefer hazırlığına başlar, artık ölümden daha sık bahis açar. Şimdi medfûn bulundukları yere bakarak, Arvas Kabristanına defnedilenlerin kavuşacağı müjdeleri anlatırlar.

    Bir cuma günü hasta hasta cemaate katılırlar. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazîn bir hutbe okur. Câminin arkasındaki çeşmeye kadar saf bağlayan kalabalık mahzûn olup, ağlamaya başlar. Hazret-i Şeyh namazdan sonra Seyyid Abdülhakîm Efendi, Seyyid Muhammed Emîn Efendi, Halîfe Derviş ve Halîfe Ali adlı dört halîfesini huzûruna dâvet eder, vasiyetlerini açıklar:

    “Yerime Muhammed Emin geçsin, lakin o ince kalplidir. Bize karşı sevgisi çok kuvvetlidir, ardımdan fazla yaşayacağını sanmam. Ondan sonra Seyyid Abdülhakîm ‘mutlak olarak’ yerime ikâme olunmuştur. Arvas’ta olsun, Başkale’de olsun, İstanbul’da olsun ona itâat ediniz. Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir.

    Kitaplarımı Arvas Kütüphânesine vakfettim. Bildiğim kadarıyla kimseye borcum yoktur, ihtiyâten ilân edin. Şâyet alacaklılar çıkarsa ve ne kadar olduğunu söylüyorlarsa oğlum Muhammed Emin ödesin. İlmin ve Nakşibendiyye yolunun yayılmasına ihtimâm gösterin. Seyyidim ve senedim Şeyh Büzürk (Tâhâ-yı Hakkârî hazretleri) bu fakire her sene asgarî bir defâ Van’a gidip halkı irşâd etmemi emir buyurmuşlardı, artık onu siz yerine getirin...”

    O sırada on yaşında olan Hüseyin Efendi’ye bakarak “Bu çocuk sâlihtir” buyurur ve vasiyetlerine devâm ederler: “Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkacak, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir. (Seyyid Abdülhakîm Efendiye dönerek) Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza edecek, nasıl ki İbrâhim Aleyhisselâmı ateşte yakmadıysa... Nakşibendiyye yolunun yayılması için elimden geldiğince hizmet ettim, büyüklerin yolundan kıl kadar ayrılmadım. İnşâallah mes’ûl değilim. Siz dahi tam tedkîk etmeden fetvâ vermeyin. Ruhsatlarla yetinmeyin. İmkân oldukça azîmetleri esas alın” buyurur ve o saatten sonra sadece zikir ve ibâdetle meşgûl olurlar.

     

    Kurt kuş ağlar

    Fehim-i Arvâsî hazretleri son anlarında mübârek başlarını secdeden kaldıramayacak kadar güçsüz kalırlar. Arvas civarını anlatılmaz bir hüzün kaplar, yüzlerce talebesi kapının önünde bekler, bir haber sorarlar. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar gelir, sıra sıra havada dururlar. Öyle ki Arvas üzerine şemsiye olurlar. Seyyid Fehim hazretleri secdeden başlarını kaldırıp “Er-Refîku’l-a’lâ” der ve Kelime-i tevhid söyleyip nurlu gözlerini yumar. Ne zaman ki gaybdan gelen bir ses; “Yâ eyyetühennefsü’l-mutmeinneh...” âyet-i kerîmesini okur, hocalarını kaybettiklerini anlarlar. (H.1313, Şevval 15)

    Sevenleri günümüzde de kabrini ziyaret eder, feyiz alırlar. Büyük velîyi vesile ederek Allahü teâlâdan ister. Umduklarına kavuşur, korktuklarından emin olurlar.

     

    Öyle bir Şeyhin var ki...

    Van Gürpınar, Pîrân aşîretinden Ali isminde bir genci hasımları sıkıştırır, üzerine namlu doğrulturlar. Ali “n’olur vurmayın” diye yalvarır, “ben Hazret-i Şeyhe talebe olmuşam. Dünyâ işlerinden sıyrılmışam.”

    Hasmı ikna olmaz, haznede beş fişeği vardır, hepsini sıkar. Ama ne bir ses çıkar, ne de duman. Sanki gizli bir el fişekleri toplar. Çaresiz kalan saldırgan “kalk git” der, “öyle bir Şeyhin var ki sana kimse dokunamaz.”

    Gürpınarlı Ali bir zaman sonra Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret eder, Hazret-i Şeyh oturdukları postun altından beş fişeği uzatır, “al bunları sahibine ver” der, “kul hakkıdır. Üzerimizde kalmaya!”

    Hasmıyla barıştıklarını ve adamcağızın Arvas’a gelip talebe olduğunu bilmem gerek var mı anlatmaya...

     

    Ahmet Sırrı Arvas


  4. Necip Fazıl’ın suçu neydi?

     

    Üstad ta­rih­çi Yıl­maz Öz­tu­na­’nın cu­mar­te­si gün­le­ri Tür­ki­ye ga­ze­te­sin­de çok is­ti­fa­de­li soh­bet­le­ri çık­mak­ta. Öz­tu­na Ho­ca, ye­di gö­bek­ten İs­tan­bul­lu­dur, İs­tan­bul Türk­çe­’si­ni fev­ka­la­de gü­zel­lik­te ya­zıp ko­nu­şan bir im­za­dır. Eli­ne ka­le­mi er­ken yaş­ta al­mış, er­ken yaş­ta eser ver­miş­tir. Mu­ha­fa­za­kâr kit­le dı­şın­da mü­te­has­sıs ta­rih­çi sı­fa­tıy­la II. Ab­dül­ha­mid Han hak­kın­da en na­mus­lu ya­zan in­san­dır. Bu hu­su­si­yet­le­ri­ne bi­na­en şu gün­ler­de fark­lı bi­çim­de tar­tı­şıl­mak­ta olan Ata­tür­k’­e da­ir söy­le­ye­cek­le­ri me­rak mev­zu­uy­du. Cu­mar­te­si bu­nu ifa et­ti. O soh­bet­le­rin­de iki hu­sus na­za­rı dik­ka­ti­mi­zi celp et­ti.

    Bi­ri “Mus­ta­fa Ke­mal Be­y”­in rüt­be­ler­de­ki çok hız­lı iler­le­me sey­riy­di. Kay­ma­kam/Yar­bay­lık­tan, Mi­ra­lay/Al­bay­lı­ğa, Al­bay­lık­tan Mir­li­va/Tuğ­ge­ne­ral­li­ğe, ora­dan Pa­şa/Or­ge­ne­ral­li­ğe ve Mü­şir/Ma­re­şal­li­ğe çık­mış­tı. Bu ta­raf, bu sı­ray­la her­hal­de ilk de­fa or­ta­ya kon­du. Sa­de­ce En­ver Pa­şa böy­le bi­li­nir­di.

    Di­ğe­ri de Yar­bay Mus­ta­fa Ke­mal Be­yin, biz­zat Ha­kan Ha­li­fe ta­ra­fın­dan Sam­su­n’­a gön­de­ril­di­ği ger­çe­ğiy­di. Ar­tık bu­nu her­kes söy­le­yip ya­zı­yor. “Ban­dır­ma is­min­de­ki kı­rık bir ge­miy­le İs­tan­bu­l’­dan giz­li­ce uzak­laş­tı­” gi­bi laf­la­rın pa­lav­ra ol­du­ğu şim­di her­kes ta­ra­fın­dan ba­ğı­ra-ça­ğı­ra söy­len­mek­te. Muh­te­rem Yıl­maz Öz­tu­na da bu­nu di­le ge­tir­miş, fa­kat da­ha baş­ka bir şey de söy­le­miş­ti ki ay­nı za­man­da man­şet­ti. “Mus­ta­fa Ke­mal, Pa­di­şa­hın du­ası­nı ala­rak Sam­su­n’­a git­ti­” de­ni­yor­du.

    Bu man­şe­ti gö­rün­ce gay­ri ih­ti­ya­ri şu­nu dü­şün­dük:

    -Ne­cip Fa­zı­l’­ın su­çu ney­di?

    1970’le­rin son­la­rı­na doğ­ru, Ne­cip Fa­zıl Kı­sa­kü­re­k’­in bir ga­ze­te­de bir dos­ya­sı tef­ri­ka/di­zi ya­zı ya­pıl­ma­ya baş­lan­dı, “Va­hi­düd­din:Va­tan Hai­ni De­ğil, Bü­yük Va­tan Dos­tu­”. Dos­ya son­ra da ki­tap­laş­tı. Pi­ya­sa­ya çık­tı. Ki­tap­ta bir şey yok­tu. Şu bil­dik­le­ri­miz tek­rar­lan­mak­tay­dı. Ama o gün­ler, evin­de -me­se­la- Karl Marx ve­ya Dr. Rı­za Nur ki­ta­bı bu­lu­nan­la­rın ka­ra­ko­lu boy­la­dı­ğı, fa­şiz­min kol gez­di­ği gün­ler­di. Mu­har­rir mah­ke­me­ye ve­ril­di. Ata­tür­k’­e ha­ka­ret­ten mu­ha­ke­me edil­di, mah­kum ol­du, ka­rar de­re­cat­tan ge­çe­rek ke­sin­leş­ti. Lüt­fen dik­kat bu­yu­ru­nuz, “Va­hi­ded­din kaç­ma­dı, ya­nın­da bir şey gö­tür­me­di, Mus­ta­fa Ke­ma­l’­i ken­di­si Sam­su­n’­a yol­la­dı­” de­mek Ata­tür­k’­e ha­ka­ret sa­yı­lı­yor­du. ‘50’ler­de Ti­ca­ni­ler onun için pi­ya­sa­ya sü­rü­lüp Ko­ru­ma Ka­nu­nu çı­kar­tıl­mış­tı. Hal­bu­ki, bu­gün bü­tün bun­la­rı, çok da­ha faz­la­sıy­la te­le­viz­yon­lar­da, sü­tun­lar­da her­kes ko­nuş­mak­ta.

    Öy­ley­se yi­ne so­ra­lım:

    -Ne­cip Fa­zı­l’­ın su­çu ney­di ki mah­kum ola­rak öl­dü?

    Bu ki­tap­tan do­la­yı bü­yük şa­ir, bü­yük mü­te­fek­kir, evet ce­za­evi­ne gir­me­di ama mah­kum­ken son ne­fe­si­ni ver­di. Yar­gı­tay da ce­za­yı tas­dik edin­ce içe­ri atıl­mak­tan baş­ka yol kal­ma­mış­tı. Tek yol var­dı, he­kim ra­po­ru. Ta­le­be­si ve üs­tad fo­toğ­raf­la­rı­nın bü­yük es­te­tik­çi­si Prof. Dr. Ay­han Son­gar üst üs­te ra­por­lar tan­zim ede­rek dün­ya ça­pın­da­ki şa­iri­mi­zin ha­pis­tey­ken öl­me­si­nin önü­ne geç­ti. Fa­kat mah­kum ola­rak öl­me­si­ni kim­se ön­le­ye­me­di.

    Doğ­ru­lar, bir va­kit ge­li­yor an­la­şı­lı­yor.

    Ne var ki o an­la­şı­la­na ka­dar da çok kıy­met­ler, çok Çi­le­’ler çe­ki­yor.

     

    Rahim Er

    Turkiye gazetesi


  5. Asagidan da sualinize cevap bulabilirsiniz.

     

    Mevlana Celaleddin Rumi

    Adı Muhammed, lakabı Celaleddin olup, Anadolu’ya gelip yerleştiği için, Rûmî diye anılmıştır. Mevlana diye meşhur olmuştur. Mevlana, efendimiz demektir. 1207 yılında Belh şehrinde doğdu, 1273 yılında Konya’da vefat etti. Kadiri tarikatında idi.

     

    Soyu baba tarafından Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddîk’a, anne tarafından İbrahim Edhem hazretlerine ulaşmaktadır. Babası sultan-ül-Ulema Muhammed Behaeddini Veled büyük âlim ve Veli idi. Daha çocuk iken babasının kalbindeki feyizlere kavuştu. Beş yaşında iken kiramen katibin meleklerini, Evliyanın ruhlarını ve sokaktaki cinleri görürdü. (Nefehat)

     

    Ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen cahiller uydurdu.

     

    Farsça olan Divanında 30 bin, Mesnevi’sinde 47 bin beyt vardır. Daha bir çok kıymetli eserleri de bulunmaktadır.

     

    Nakşibendi tarikatının büyüklerinden Abdullah-i Dehlevi hazretleri, (Mevlana Celaleddin, Evliyanın büyüklerinden ve Ehl-i sünnet âlimlerinden idi) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Buhari’yi şerif ve Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sidir.) [Mekatib-i şerife m.107]

     

    Yani, Evliyalık yolunun kemalatını bildiren kitapların en üstünü Mesnevi’dir. Evliyalık ve nübüvvet yollarının kemalatını ve inceliklerini bildirmekte ise, İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ının eşi yoktur. (S. Ebediyye)

     

    Onun, çeşitli din, mezhep, meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu İslam dininin yüksek ahlak telakkîsinden bazı örnekleridir. Onda bunlardan başka İslam ahlakının diğer hususları da kemal derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslamiyet’i tam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlana’yı yalnız bir mütefekkir, şair, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlana’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim Hazret-i Mevlana’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi şöyle dile getirmektedir:

    Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ânın kölesiyim.

    Ben Muhammed muhtârın yolunun tozuyum.

    Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;

    Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.

     

    Tasavvuf deryasına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasihatleri bu deryadan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibadet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, dümbelek, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, Hazret-i Mevlana’nın vefatından 3-4 asır sonra meydana çıkmıştır. Halbuki o, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu. 24 binden ziyade beytiyle dünyaya nûr saçan Mesnevî’sine, her ülkede, birçok dillerde şerhler yapılmıştır. En kıymetlisi Mevlana Câmi’nin kitabı olup, bunun da şerhleri vardır. Türkçe şerhlerinden, Ankara vâlisi Âbidin Paşanın şerhi çok kıymetlidir. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu ispat etmektedir.

     

    Mevlevîlik, cahillerin eline düştüğünden, bunlar ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbadete, İslam dininin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlardır. Hazret-i Mevlana, bırakın ney çalmayı, oynayıp dönmeyi, yüksek sesle zikir bile yapmadı. Nitekim Mesnevî’sinde diyor ki:

    Pes zî cân kün, vasl-ı Canan-râ taleb

    Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab.

     

    Manası şudur:

    O halde, Canana kavuşmayı, cân-u gönülden iste

    Dudağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle.

     

    Bugün, bu tasavvuf üstadının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini görenler, işin gerçeğini bilmeyenler, bu mübarek zatın çalgı çaldığını, bu aletlerin onun olduğunu zannetmektedirler. O hakikat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara elbette itibar etmez. Zaten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardır.

     

    www.dinimizislam.com


  6. Nebi, Sıddîk ve Selman, Kasım, Cafer, Bistami,

    irfan kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkani.

     

    Ebu Ali Farmedi geldi sonra bu meydana,

    çok Veli yetiştirdi, hem Yusüf-i Hemedani.

     

    Abdülhalık Goncdüvani, marifetler semasında,

    dünyayı aydınlattı, hem Arif-i Rivegeri.

     

    Mavera-ün-nehr ili, Tur-i Sina gibi oldu,

    nurlandıranlardan biri, Mahmud-i İncirfagnevi.

     

    Ali Ramitenidir Azizan ve piri Nessac,

    çok keramet gösterdi, Muhammed Baba Semmasi.

     

    Seyyid Emir Gilal de, ilim deryasında sadef,

    andan meydana geldi, Behaüddin-i Buhari.

     

    Alaüddin-i Attar, zamanının kutbu idi,

    Yakub-ı Çerhide oldu zahir, envar-ı rahmani.

     

    Ubeydüllahi Ahrar ve kadi Muhammed Zahid,

    Derviş Muhammed geldi ve Hacegi Muhammed Emkenegi.

     

    Baki billahdan gelen, nurlara kendi de katıp,

    binlerce kalb temizledi, İmam-ı Ahmed Rabbani.

     

    Urvet-ül-vüska Masum ve Seyfeddinle seyyid Nur,

    ve Mazherle Abdüllah, sonra Halidi Bağdadi.

     

    Feyiz verdiler bunlar da, sonra bu nuru Abdüllah,

    Anadolu’ya yaydı, hem de Taha-yı Hakkari.

     

    Hem seyyid-i Salih de, kardeşin yerini tutup,

    fena-fillaha kavuştu Sıbgatullah-i Hizani.

     

    Bu üç Velinin sohbetlerinde yükselip,

    Mürşid-i kâmil oldu, seyyid Fehim-i Arvasi.

     

    Bu otuzdört Velinin kalbleri, bir ayna gibi,

    yaydılar hep cihana, envâr-ı Resulillahi.

     

    Bütün bu nurlar en son, toplandı bir hazinede,

    ismi bu hazinenin: Abdülhakim-i Arvasi.

     

    Dua edeceğin zaman, Silsileyi oku heman!

    Salihleri söyleyince, yağar rahmeti Rahman!

     

    Selam olsun, dua olsun, bu yazardan daima,

    Silsile-i aliyyenin ervahına ya Sübhan!


  7. Peygamber efendimiz "aleyhissaletivesselam" Miracda iken Musa aleyhisselam ile görüşür. Hz. Musa, "Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir" buyuruyorsunuz. Bir âlim nasıl olur da peygamber gibi olur diyor. Peygamber efendimiz, bir âlim çağırır.

    Hz. Musa gelen âlime sorar:

    - Senin adın ne?

    - Muhammed bin Muhammed bin Muhammed Gazali

     

    Hz. Musa sorar:

    - Ben sana adın ne dedim, sen tâ dedelerinin adını bile söyledin? Böyle söylemek uygun mu? Sadece sorulana cevap vermek gerekmez miydi?

    - Efendim Allahü teâlâ, (Ya Musa elindeki ne) diye sorduğunda siz, Asa deyip bırakmadınız. (Bu elimdekini yere vurunca su çıkar, bununla düşmanların oyunlarını bozarım, gerektiğinde bu ejderha olur, sihirbazların sihirlerini yok ederim, yürürken dayanırım. Bu Asanın bana çok faydaları vardır) demiştiniz. Öyle değil mi?

    - Evet öyle demiştim.

    - Maksadınız Allahü teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?

    - Evet.

    - Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de ismini söyledim.

     

    Hz. Musa, Peygamber efendimiz aleyhisselama der ki:

    - Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş. (Ruhulbeyan c.2, s. 568)


  8.  Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!..

    Seni, Bağlum köyündeki, namsız, nişansız çukurunda,  bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum.

     

    Benim güzel Efendim!

    Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde,

    ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.

     

    Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur;

    bu suyun eğer bulanık bir tarafı varsa nefsime, nurani özü de O'na aittir. 

    Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu arayan ceylan gençligi o pınara koşsun!

     

     

     

    Vesselam...

×
×
  • Create New...