Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

1stanbul

Üye
  • Content Count

    5
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by 1stanbul


  1. Akşam üstü… Güneş batmak üzere. İstanbul sokaklarında kendimi arıyorum. Ben Numan. 25 yaşındayım.

     

    Tecrübesizlik gençliğin zaafıdır ancak maddenin henüz bulaşmadığı iştiyakı onun lehine olabilir. Dün akşam saatlerinde arkadaşlarımla beraber “Yeryüzünde Halife: Hazret-i İnsan” temalı bir konferansta bulundum. Sabahtan beri zihnimde anlatılanları tasnif etmeye çalışıyorum. Artık yoruldum…

     

    Ülkesinin özeti olan İstanbul’u seyrederken yağmur çiselemeye başladı. Islanmayı umursamadan seyrime devam ediyorum. Her insan bir yöne doğru tedirgin bakışlarla ve hızla ilerliyor. Hayatın özü olan ve ‘Kâlu Belâ’ da ifade edilen gayemizi unutuşumuz… bu bir gizli hastalık.

     

    Bir anlık sükut. Gözlerim kapandı. Tefekkür... derinlere yolculuk. Yağmur damlaları düşerken toprağın kokusu yükseliyor. Ilık bir esinti… yüzümü okşuyor ve bu ahvâl-i yakaza. Gözlerimi açtığımda asırlardır düşünmüş ancak bir saniye düşünmemiş gibiydim. Fakat bazı değişiklikler var. Binalar, ağaçlar ve insanlar… şimdi insanlar dolu dolu bakıyorlar. Güneş bulutlardan uzak; gökyüzü, hava, su ve şehir. Kuşların uçuşu bile değişik. Nedir bu? İlerliyorum. Gözlerimi ovuşturuyorum… değişenler değişmiyorlar.

     

    Yepyeni bir imandan doğan yepyeni bir medeniyet; şer’i ahkâm ile dirilen, iman nuru ile aydınlanan ve orta yolu tutarak Allah’ın hizbinden olan bir millet. Güneşi iman nuru, gıdası tefekkür, gayesi tevhid, niyeti hayır, akıbeti hayır… bir Ülke. Dini din, imanı iman. Bahçelerde oyun oynayan çocuklar amerikan çizgi kahramanlarını taklit etmiyorlar. Bir çocuk oyuncak kılıcını tutarken “ben Ebu Dücâne’yim” diyor. Bir diğeri elindeki okuyla “İşte! Sa’d bin Ebi Vakkas” diye bağırıyor. Bir kız çocuğu elinde oyuncak bebeği ile “ben de Ümmü Eymen” diyor.

     

    Gözlerim ve kulaklarım… gördüklerime ve duyduklarıma inanmak için onları yokluyorum… ve ilerliyorum.

     

    Üst geçitten ilkokul çocukları geçiyorlar. İçlerinde koyu yeşil gözlü bir erkek çocuğu… elinde “Yalan Söylemeyen Çocuk: Abdülkadir” isimli bir kitap. Hemen yanındaki kız çocuğunun beslenme çantasının üstünde tesettürlü karakterler var. Hepsinin gözlerinin içi gülüyor. Neşe içinde şehrin sokaklarına dalıyorlar.

     

    Yayalara kırmızı yandı. Karşıya geçmek için bekliyorum. Bir otobüs durdu. Erkekler ve bayanlar farklı kapılardan giriyor ve çıkıyorlar. Ve otobüsün üzerinde köklü bir üniversitenin tanıtım sunusu: ‘Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve onu öğretendir.’ Şaşkınım… yüzümü gökyüzüne çeviriyorum. Bulutsuz, masmavi… nur üstüne nur. Sağanak nur yağmurlarına tutuldum ki iliklerime kadar nur içindeyim.

     

    Her yerden tevhid sedası yükseliyor. Zikri hatırlamak mı? Unutmak mümkün değil… bir saniye bir asır kadar değerli görülüyor. İslam önce gönüllerde yükseliyor. Ardından cetvel gibi gökdelenlerde, güçlü, modern ve hızlı araçlarda, çok şeritli yollarda, dizüstünde yazılan yazılarda yükseliyor. Gazete ve mecmualarda İslam’a muhalif hiç bir şey yer almıyor. Elektrik enerjisi İslami anlayışa uygun olmayan bir elektroniğe gitmiyor. Yıllardır görmeye alıştığımız sahte sevgi gösterilerine rastlamıyorum. Para kazanma hırsıyla değil helal kazanma endişesiyle mücadele ediliyor. İsraf etmeden ve kibirlenmeden yeniliyor, içiliyor, giyiliyor ve tasadduk ediliyor. Garezine israf yerini dar gelirliler için masrafa bırakmış. Kapı komşusunu tanımayan şuursuz gençlik yerine sokaktaki ihtiyarın koluna girip dakikalarca nasihat dinleyen bir gençlik… bu kadarı da fazla derken şaşkınlığım daha da ziyadeleşiyor; Cuma namazı için şehir meydanını hazırlamaya başlıyorlar.

     

    Bir konferans salonunun önünde astronomi ile ilgili tanıtım standlarına rastlıyorum. Broşürlerinde uzayın derinliklerinden bahsediliyor ve sonuna şu muhteşem ifade ekleniyor; Her şeyin bir sonu vardır. Uzayın da bir sonu var. Sonu olmayan tek şey Allah’ın kudretidir. İlerliyorum… saatime bakıyorum o da ilerliyor mu diye…

     

    Cadde ve sokak kenarları enfes gül kokuları yayan bahçelerle dolu. Onlara bakarak gözlerimi dinlendiriyorum. Tozdan, kirden uzak tertemiz kaldırımlarda yürüyorum. İşaret levhalarından biri dikkatimi çekiyor. Yemyeşil levhada “Zü’l-Cenaheyn Camisi’ne 25 m” yazıyor. Gülümsüyor ve ilerliyorum.

     

    Mağazaların tanıtım panolarında “dar gelirlilerin alt limitsiz ücretlerle ürünlerine sahip olabilecekleri” yazıyor. Köprülerde alışılagelmiş araç kuyrukları yok. Zira hızlı ve konforlu olan toplu taşımayla tasarruf ediliyor. Ufuk çizgisinde yükselen minareler adeta kalem gibi tevhidi yazıyor ezanlarla. Gökyüzünde süzülen ve Hicaz’a giden uçaklar Kubbet’ül-hadra renginde. Özel renkleriyle en müstesna mekânlara gidiyorlar. Boğazdan geçen gemilerde bulunan mescit kubbeleri uzak mesafelerden belli oluyor… ve bir kayıkta rükuya varan adam…

     

    Metroya iniyorum. Hemen hemen herkesin elinde birer kitap, gazete veya mecmua. Okumak mutat olmuş. İçlerinden birinin elindeki kitaba gözlerim takılıyor; O ve Ben.

     

    Caddelerde veya toplumsal hareketliliğin yoğun olduğu yerlerde görmeye alıştırılan “şehveti aşk zanneden biganeler” yok. Aşkın ilahi bir cezbe olduğunu bilenler var. Metrodaki reklâm panolarına bakıyorum. Banka tanıtımlarından birinde “faiz haramdır, ticaret helaldir” yazıyor. Okuduklarıma inanmak için kaç defa okuduğumu sayamıyorum. Yanımda konuşulanlara ister istemez kulak misafiriyim. Ve bugünün -yani Cuma’nın- hafta tatili olduğunu öğreniyorum. Şaşkın şaşkın bakınıyorum.

     

    Metrodan çıkıyorum. Büyük bir hastanenin kapısında yazılanlara takılıyor bu defa gözlerim. “Her hastalığın şifası vardır. İhtiyarlık hariç!” hadis-i şerif meali. Orada durup bakakaldığımı gören bir görevli bana gülümseyerek “Bu şerefli sözle klonlama ve diğer tekniklerle asla yapılamayacak bir tedaviye dikkat çekiliyor ve insanın ilahi kanunlara kulluk bilinci ile yaklaşması öğütleniyor. Ve bir taraftan da bütün hastalıklara karşı tertiplenen tıbbi mücadeleye yeise düşülmeksizin devam edilmesi teşvik ediliyor” diyor. Görevlinin yakasındaki Kelime-i Tevhid yazılı rozet dikkat çekici. Kekeleyerek “E, evet.. ta, tabi ki” diyebiliyorum.

     

    Görevliyle konuşunca üzerime buz gibi soğuk sular indi. Durakladım, rahatsızlığımın ifadesi olan buruşturduğum yüzümle gözlerimi hafifçe araladım. “İşte bu büyük rücu” kelimeleri gayri ihtiyari olarak döküldü dilimden. Çünkü o ilk seyre daldığım yere dönmüştüm. Güneş batmış. Yağmur iliklerime işlemiş. Gördüklerim, duyduklarım ve hissettiklerimin hepsi de bir yakaza imiş. Numan’a “bir atiyye olmak üzere” gösterilmiş.

     

    Güneş battı… inşallah doğduğunda yepyeni bir medeniyetle beraber doğacaktır. Ümitliyim… sıkıntı yüklü çağımızda; yeni bir medeniyete gebe olan eski medeniyette iç bulandırıcı sıkıntıların, felakete varan toplumsal dejenerasyonun ve taşları yerinden oynatan şuursuzluğun olması doğaldır. Hasretle beklenen güneş yakında doğacaktır. İslam güneşinin önündeki bulutlar çekilecektir. Zira gecenin sabaha en yakın olduğu vakti en karanlık olduğu anıdır. Allah’tan asla ümit kesilmez…

     

    Sabah yakın değil mi? [Hud, 81.]


  2. AŞİKÂR DOĞU GİZLİ BATI

     

    Âdem babamızla başlayan insanlık tarihine Arap Yarımadası’nın (Ceziret’ül-Arap) beşik olduğu rivayet edilmektedir. İlk devirde dünyanın (çok) ender görülen misafirlerinden olan insan, bugün yaklaşık 7 milyarlık nüfusuyla yeryüzündeki diğer canlı ve cansız mahlûkatı tahakkümü altına almıştır. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere paralel olarak âdemoğlunun zahiri anlamda zirvede olduğunu söyleyebiliriz. Peki, manevi anlamda nerelerdedir? Çoğu insan bu soruyu duymak bile istemez.

     

    Eşref-i mahlûkat olan âdemoğlunun yeryüzüne yayılmasının ve diğer varlıklara üstün olmasının sebepleri vardır. Bu sebepleri yaratan da bizim ve bizden öncekilerin Rabbi olan Allah-u Teala’dır. Yoksa insan bir sivrisineğin şerrini dahi def edemeyecek kadar biçare, bir mimikten müteessir olacak kadar zayıf hallere düşebilmektedir. Bu analizden de anlaşılabileceği gibi âdemoğlunun hakikatte sahip olduğu şey ancak “hiçbir şey”dir. Yönettiği ve yönlendirdiği dünya nimetlerinin tümü imtihan için –geçici bir süreyle– verilmiştir. Hâlbuki pek çok insan bunu hatırlamak dahi istemez.

     

    Bugün batı medeniyeti (western-civilization) diye adlandırılan bir uygarlık vardır. Buna zahirin zirvesi (ihya edilmesi) de denilebilir. Büyük ölçekli iktisadi teşekküller başta olmak üzere sosyo-kültürel zenginliğin ve parlak yaşantıların sunulduğu ülkelerin meydana getirdikleri bir medeniyet. 19.yy’da agresif bir ivmeyle dünyayı etkisi altına alan bir medeniyet. Son iki asırda doğu ülkelerinin hayran oldukları bir medeniyet.

     

    Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu uygarlığa da genel adıyla doğu, özel adıyla Ortadoğu (middle-east) denilmektedir. Doğu, batıyı takip eder ve bu takip hayranlığını hiç gizlemez. Doğu aşikârdır. Batı izlendiğinden memnundur ancak bunu hissettirmez. Gözünün ucuyla –takip edildiğini görmek için– gizlice doğuya bakar. Batının doğuya olan hayranlığı aslında doğunun iştiyakından ziyadedir. Lakin bunu gizlemesini iyi bilmektedir. Eğer gizlemezse, doğu kendi bağrındaki muhteşem hazinenin farkına varabilir. Bu ise batının istemeyeceği bir direnişin başlangıcı olabilir. Peki, bunun farkında olan hiç kimse yok muydu? Elbette vardı. Onlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’ti. Zaten bu nedenle doğuya “Büyük Doğu” demişti.

     

    Gizli batının gözlerine yansıyanlar, aşikâr doğunun o eşsiz manevi hazineleridir. (Buna ‘göz koymak’ da diyebilirsiniz.) Doğu kendi değerlerini batının gözlerine yansımasından görür ve onun batıya ait olduğunu zanneder. Hâlbuki o hazine kendisinindir, bilemez. Bu durumu korumak için batı, doğunun kendi iç güzelliklerine yönelmesini istemez. Doğunun gerçeği görmesini engellemek için lisanıyla zihin bulandıran hilelere başvurur. Tarihi yeniden yorumlar. Ahlak hudutlarını değiştirir. Film kareleriyle kültürel hegemonya kurmaya çalışır. “Güneş batmayan imparatorluk” kurma hedefiyle çıktığı bu yolda elleri boş durmaz; doğuda maddi ve manevi ne kadar değer varsa hepsini “batı uygarlığı” denilen deposunda rezerve eder. Bunu zorla da şerle de yapar. Bu süreçte doğu hep uyumaktadır.

     

    Doğuda hangi hazineler var? Hepsini saymak mümkün değil. Öz ifadelerle; Peygamberlerin (as.) hakkı ve hakikati tebliğ ettikleri mukaddes topraklardır, en büyük âlimlerin membasıdır, büyük doğal kaynaklara & kültürel miraslara sahiptir ve istikbalin yükselen değeri olacağı öngörülmektedir. Vs… Vs… Güneş doğudan doğdu, şimdi batıdan batmak üzere. Ve doğacağı yer yine doğu olacaktır.

     

    Gayemiz yönler arasında fazilet yarışına girmek değildir. Doğunun da, batının da Rabbi Allah-u Teala’dır. O dilediğine üstünlük ihsan eder. Dilediğini de esfel-i sâfilîn’e ilhak eyler. Makale, doğu ile batı medeniyetleri arasındaki tefekkür ve teamül ilişkilerini farklı bir açıdan değerlendiriyor.

     

    Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize zaman ve zemin perde olamazdı. Hadislerinde, ümmetine gelecekte olacak hadiseleri haber verirdi. Bir hadislerinde buyurdu ki; “Sizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın uyacaksınız. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler siz de onları takip edeceksiniz.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü! (Onlar) Ehl-i kitap mı? Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu: “Ya kim olacak?”

     

    Ahir zamandayız ve Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz tarafından bildirilen mühim hadiseler vuku bulmaktadır. Hayran hayran “batı serabı”nı seyretmek yerine kendi manevi ve ahlaki değerlerimize sahip çıkarak çalışmak; İslam bayrağını hak ettiği şahikaya taşımak zorundayız. Yapılan büyük veya küçük namütenahi hatalarla bugünlere gelindi. Müslümanlar olarak bidayette üstün olduğumuz konulara yabancılaştık. Artık çalışmak ve Hakk’a tevekkül etmek zamanıdır. İstikbal için batı bizim referansımız değil! Bizim referansımız ümmeti için “63 yıl didinen” ve “taşı yastık edinen” sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’dir. Çünkü O (s.a.v.) buyurdu ki;

     

    “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”

×
×
  • Create New...