Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

yer-gök

Editor
  • Content Count

    74
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by yer-gök


  1. Yokluğumda konu hayli dağılmış. Ne zamandır siteye gelemedim de. Bu yüzden sohbetleri eklemekte ara baya açılmış oldu. Bundan ötürü ilgilnenen arkadaşlar kusuruma bakmasın. Yine M.Esad Coşan Hazretlerinin iki sohbetini daha içeren yeni linkini veriyorum, toplam 36 mg civarında:

     

    M.E.Coşan-Sohbet

     

    Her fırsat bulduğumda yeni sohbetler eklemeye devam edeceğim.


  2. M.Esad Coşan hz. Sohbetleri

    Selamun Aleyküm

     

    Gönül insanı prof M.Esad Coşan hocaefendinin zamanında yapmış olduğu sohbetleri sizlere de ulaştırmak istedim. Akra fm'in 2003 yılında yayınladığı cuma sohbetlerini inşallah bu başlık altında sizlere sunmaya çalışacağım.

     

    8-8-2003 yılında yayınlanan ve kalb, kalbin paslanması ve kalbin temizlenmesi üzerine yaptığı sohbeti indirebilirsiniz.

     

    sohbet

     

    İnşallah ilginizi çekecektir ve böylece bu değerli sohbetlerden ziyadesiyle istifade edeceğizdir.

     

    Sohbetler düzenli olarak yüklenecektir.


  3. Yer ile Göğün her tarafını kuşatan ilahi nizamın yolunu açmakta olan "Büyük Doğu fikriyatının" temeli üzerinde toplu hareket etme cehdindeki bu ulvi harekete Allah kolaylıklar versin. Ben de başvuranlarlardan olayım, sınıfa alınmak veya alınmamak değil o şerefe bile nail olmak bana yeter. Bu bile küçümsenmeyecek payedir.


  4. Büyük şair Necip Fazıl Kısakürek'in tüm eserlerinde görülen mistik hava ve ruh penceresinden bakış, aynı zamanda Onun şiirlerindeki en belirgin özelliklerden birisidir. Asra imzasını atan, şiire yeni bir kimlik kazandıran ve şiire kazandırdığı bu yeni kimlikle madde ötesi anlayışını, sonsuzluk davasını ve aklın kat kat üstündeki mücerret zemini pırlanta yüklü kolyeler misali kelimelere namütenahi bir ahenkle dizmiştir Üstad. Ruhu şiire yansıtan ve bu noktanın devrimizdeki mucidi diye kabul edebileceğimiz büyük şair, bu işin mucidi olduğu gibi aynı zamanda en iyi temsilcilerinden olup, şiir-ruh ilişkisini varabileceği en uç noktaya taşımış ve şahikasına götürmüştür.

     

    Aklın kifayetsiz kalıp kelimelerle sayfalara sığdıramadığı halleri, büyük şair, eşsiz ve muhteşem idraki ile iki mısraya bile sığdırmasını bilmiştir. İnsanın "sır" diye kabul edip ancak hisleri ile kavrayabildiği hallerin, "benden içeri"nin, ruhun, kısacası sonsuzluk kelimesinin gayet ustaca tabir edilmesi, Üstadın en yakıcı ve etkileyici özelliklerinden biri olarak kabul edilebilir. Hislerle anlaşılan ve ancak o zaman düşünmeye bizleri sevk eden "sonsuzluk" kavramına Üstadın ifadelerinden bakacak olursak; sonsuzluğu ihata edici, kavratıcı şekilde anlatılmasından dolayı Üstadın şiirlerini de ikinci his veya organ hükmünde telakki edebiliriz. Zira nasıl ki soğuğu-sıcağı, uzağı-yakını duyularımızla algılayabiliyorsak ve bu algılar da bizim beş duyumuzun marifeti ise; beş duyumuzu topyekûn tek bir organ gibi düşünürsek; aynı şekilde Üstadın dili de mücerreti, namütehaniyi, mânayı, mâverâyı kavrayabilmek açısından bizler için ikinci organ gibi. O’nun şiirleri, üslubu, iki mısraya sığan sonsuzluk tabirleri anlayamadıklarımızı ve kavrayamadıklarımızı bizlere anlatmakta ve kavratmakta. İşte ikinci his hassesi veya organı olması buna binaen... Başımıza harikulade bir olayın gelmesi ile ve bunu hissetmemizin sonrasında gerçekleşen düşünme faaliyeti; Üstadın gayet intizamlı, güzel ve hoş üsluplu; kıvılcımı yangına çevirici, volkanı patlatıcı, hiçbir tefekkür faaliyeti göstermeyen kafalarda bile ilk düşünme temelini, tohumunu atıcı keyfiyetteki şiirlerinde kendisini göstermekte ve harikulade olayları yaşamadan da hissetmek ve hadiseler, mefhumlar, ruhî ve fikrî hesaplar üzerinde düşünmek mümkün olmaktadır.

     

    *************

     

    Tevekkülü, teslimi, temsili ve bunların hepsini bünyesinde barındıran, inancımızı çok güzel özetleyen Yük beytini 1983 yılında yazan büyük şair, ifade etmeye çalıştıklarımızın hepsini bu beytinde göstermektedir.

     

    YÜK

     

    Bu yük senden Allah'ım, çekeceğim, naçarım

    Senden sana sığınır, senden sana kaçarım

     

    (1983)

     

    Üstadın çıkabildiği, son merhaleye vardığı noktada(mana âleminde) kalbine inen ilham ile dökülen yukarıdaki sözlerin on dörtlü hece veznine uyduğunu görüyoruz. Bu kemiyet hesabını çoğu şairimizde görmekte iken, bu hesabın yanında Üstadın şiirine yüklemiş olduğu manayı eşsiz ve namütenahi bir zenginlik olarak nitelendirebiliriz.

     

    "Bu yük senden Allah'ım, çekeceğim, naçarım." İlk mısrada yer alan bu cümleye bakarak şunları söyleyelim. Tam manasıyla ilahi söze (O'nun sözüne) bağlılığı gösteren ahenk dolu bir cümle. Ancak kaldırabileceğimiz yükle muhatap olduğumuzu gösteren, bu inanış ve anlayışla bu yükü kaldıracağını bildiren iman yüklü dimağdan çıkan kelimeler. "Naçarım" diyerek de nazik bir mecburiyetin dile getirildiğini görüyoruz. İlk mısra, bize yüklenen hiçbir yüke arkamızı dönmeyeceğimizi ve yükü taşıma mecburiyetimizi, kaldırabileceğimiz yükü hal edip sonsuzluğa doğru adımları atmaya devam edeceğimizi belirtmektedir.

     

    Devamında gelen "Senden sana sığınır, senden sana kaçarım" mısrası ise aynı hüviyete sahip. Yine ilahi söze dayalı bir özü temsil ediyor. Rahmetim gazabımı geçti buyurmuştur kâinatın rabbi. Buradaki ince çizgiyi anlayıp da sonraki kerteye kavuşturan ve bunu nizamlaştıran islamın inanışını bu mısrada iki ucu da gözükmeyen sonsuzluk kulvarından sesler olarak niteleyebiliriz.

    Yukarıda ana hatları ile anlatmaya çalıştığımız “bu yük” diyerek kastedilen ifadeyi özel manada düşündüğümüzde; Üstadın "çile" diye bahsettiği ve uğruna tüm hayatını ortaya koyduğu davasını remzlendirdiğini de görebilmek ve hissedebilmek muhtemeldir. Ve yaratanın lütfuyla, Üstad, tohumlarını attığı estetik ve diyalektik bakışı İslam potasında bizlere sunmuş ve bu yolda gelebilecek her türlü derde göğüs gereceğini, bunu inanışının sağlam olmasından kaynaklanan ulvi bir karakter yapısıyla taşıdığını; dini mefhumları en ince çizgide seyreden, sevgiyi korkunun merkezine yerleştiren İslam nizamının aynen rahmet ve gazap meselesinde de muvazeneyi koruma prensibini Üstadın tüm ruhuyla yaşamaya çalıştığını çok rahat anlayabiliyoruz.

     

     

    **********************

     

    1934 yılında efendi hazretleri ile tanışan ve nefsiyle tam manasıyla büyük cihat yapmaya başlayan Üstadın, yaratılışımızın en hassas ölçüsünü üzerinde barındıran insan ve nefs meselesi mihverinde yazmış olduğu Hep O şiirini ele alalım:

     

    HEP O

     

    Hep nefs çıkar karşıma, ölüp ölüp dirilsem;

    İnsandan kaçmak kolay, kendimden kaçabilsem...

     

    (1973)

     

    beyiti ise, Allah resullerinin buyurdukları büyük cihattan küçük cihada gitme mevzusuyla ne kadar da uyumlu.

     

    Burada da hayatın manasını bulmada karşıya çıkacak değişmez en büyük engelin nefs olduğunu farkediyoruz. Ona karşı verilen mücadele ise manaların manasına ermenin tek yolu. Bu yüzdendir ki büyük cihat onunla mücadeledir; karşımıza çıkan da hep odur.

     

    Üstad nefsin hakikatini gözler önüne sererken “anlayana” da ipucu bırakmıştır. Bu ipucu çözümün, meseleyi kavrayıp neticeye varmanın ipucudur. Nasıl ki problemi çözmenin ilk yolu problemi kavramaktan geçiyorsa, nefsin kendisine dair şekillendirmeleri ve onun sathi teşhisi, varlığını çözüme ermek niyeti ile ortaya koymak da aynı şekilde ilk ve önemli adımdır. Problemin kavranması sağlanmıştır. Bu ise çözümün ön şartı, ipucunun kendisidir.

     

    Yukarıdaki beyitte Üstad, nefsin her taşın altında, her köşenin başında, uyanık olunan her anda, canlılığın devam ettiği her demde karşımıza çıktığını ve kötüye dair bütün işlerin baş âmili olduğunu belirtmiştir.

     

    Üstadın nefs mücadelesinde ne kadar çalkantılı, zaman zaman derbeder anlar yaşadığını anlayabiliyoruz. Derbederlik kastımızsa üstadın varacağı kıymetin, ereceği esenliğin çileli yolundan geçmesine bağlıdır. Ve ulvi bir yola bağlı olmanın esrarında düşünmek lazımdır.

     

    Tolstoy’un aklı parçalayacak hale gelip beyni yırtarcasına bir çılgınlığa varması sanki avcıdan kaçan av misali ölümden kaçmış gibi, aklın ulaştığı noktadaki yüksekliğini üstatta da nefs muhasebesi halinde görüyoruz. Ne muazzam çile…

     

    Büyük zatlardan birisinin Allah’a yalvarıp nefsini kendisinden ayırmasını istemesi büyük sırdır. O zatın bu dereceye varıp yaratanına niyazda bulunması, nefsinin azad edilmesini istemesi çekilen ızdırabların, geçilen dikenli yolların perdesini aralatması sonrasında Yaratandan gelen cevapla insanın nefsiyle kaim olduğu anlayışını düstur edinmesi ne kadar nazik ölçüler. Belki de bu nazik ölçülere tamamen bağlı ve bu ölçüleri incitmemek gayesiyle üstad beytini yazmıştır. Nefsinden kaçabilmeyi dilerken onun yok olmasını, kendisinden ayrılmasını istememiştir.

     

    Şiirde şu noktayı da fark etmeliyiz. Görünen hayatta gerçekleşen olaylar ve somut varlıklar bazı kereler kemiyet(nicelik) hesabına intikal eder vaziyette. Görünenin ötesindekiler yani mana boyutunun varlıkları ise bazı kereler keyfiyet(nitelik) hesabına varmakta. Bu bağlamda beyitten şunu çıkarırız: Keyfiyetin kemiyete (niteliğin niceliğe) üstün olduğunu ve keyfiyetin de kemiyetin de birbirine bağlı olduğunu anlıyoruz. Zira yine üstadın şu sözü bunu ne kadar da net olarak ortaya koymakta: Radyum gibi miligram miligram tartılan keyfiyetin bile kemiyete istinadı şarttır. Ve “İnsandan kaçmak kolay, kendimden kaçabilsem…” de anlattığımızı ifadelendiren bir örnek. İnsan maddesiyle kemiyeti, ruhu ve nefsiyle de yani şiirde zamir olarak geçen “kendimden” kelimesiyle de keyfiyeti belirtiyor.

     

    Yukarıda anlattığımız soyutun mana planına, somutun da madde planına varması hususunu biraz daha açalım:

    İnsandan kaçmak; madde zemininde maddeden maddeye geçişi, kaçışı belirtir. Mana planında (bazı meselelerde kaçış mümkün değilken, ölümden kaçmak gibi, kaçıştan ziyade itidal ile kendimizi muhafaza edeceğimiz durumlar olabilir. Neftsen kaçamayabiliriz ama kendimizi onun her türlü hilesine karşı korumaya çalışırız. İtidal ve itina ile bu korunma çabamızı sürdürmeye çalışırız.) kaçış ise uçsuz bucaksız, boyutsuz- buutsuz alemde gerçekleştiği için mana planında hem maddeyi hem manayı bünyesine alarak mana dolu gidişi ve kaçışı belirtebilir. Anlattığımızın ilki sathı, ikincisi ise satıh üstünü kuşatıyor.

     

    *******************

     

    Kısaca yorumlamaya çalıştığımız Yük şiirinde, kâinat çapındaki davayı yüklenen vazife aşığının, hayatı aksiyon cihetiyle değerlendirmesini, teslim ve tevekkülün ilahi ölçülerle uygunluğunu (zira tevekkül eden zaten ilahi ölçüye tabiidir.) görüyoruz. Hep O şiirinde de türlü hilelerin, oyunların ve desiselerin kurucusu, bizlerin en zayıf anlarını gözeten “nefs”in bize ne kadar yabancı olduğunu anlıyoruz. Meselemizin; nefsin biteviye isteklerine, bize tahakküm etme anlayışına karşı duruş sergilemek ve bilumum tavırlarını mukavemetimizle reddetmek olduğunu çıkarıyoruz.

     

     

     

     

    Üstad Sınıfı/yer-gök


  5. Bâb-ı Âli mi, Bab-ı Âdi mi?

     

    Biz Babıâli'yi lisede edebiyat kitaplarından Öğrenmiştik, -ı Ali hayalimizde bir cennet kapısı gibi büyük, cazip yerdi. Hayatını ezberlediğimiz adamların cümlesi oradan yetişmişti. Gel zaman, git zaman, İstanbul'a bizim de yolumuz düştü. Tabi ilk iş olarak şu Babıâli'yi görelim, dedik... Bu Babıâli kitaplardakine hiç benzemiyordu. Küçük, daracık dükkânlar, yokuş v.s. neyse, burasıymış, dedik, geçtik.

    Bu sefer Babıâli'ye bizim de işimiz düştü, Serdengeçti'nin 6. sayısını orada bastıralım demiştik. Bir hayli nefes tükettikten sonra matbaalarla anlaştık. Bir yerde dizilip, diğer bir yerde basılacaktı. Dizen dizdi; fakat mecmua tam basılacağı sırada yukarıdan bir emir: Basma! Düşüverdik Babıâli'ye! Kime bastırsak yarabbi kime? Hamalların sırtında, dizilmiş, bağlanmış sayfalar. Ağır mı ağır... Kurşun gibi... Gibisi var mı ya... Zaten kurşun... Güç belâ bir yerle anlaştık. Kâğıt aldık Babıâli'den... Bir de ne görelim... Kâğıtlar da noksan. Her toptan 30-40 tane aşırılmış.

    Kâğıtları, kâğıtçı hamallardan almıştık. Babıâli'nin hamalları bile insanı dolandırıyor.

    Diğer bir hâdise: Mecmuaların ilk sayıları, Vilâyet karşısında Kâmil isminde bir bayie verilmişti. Tam 2200 mecmua... Hapishaneye düştüğümüz için takip edememiştik. Adama gittik, mecmuaların hesabını istedik. Güldü: "İki - üç sene sonra bana hesap mı soruyorsun" demesin mi? Biz ısrar edince herif sertleşti. Ben, dedi, onu bayi Remzi'ye vermiştim! Yahu biz sana verdik, biz Remzi, memzi dinlemeyiz! dedik, fakat ne fayda; söktüremedik... Aslı astarı yok ya, hele bir de Remzi'ye soralım dedik... Remzi öleli çok olmuş. Hesaplar vereselerine intikal etmiş. El Fatiha... Naçar elimiz boş döndük. Böylece 2200 mecmua güme gitti.

     

     

    Bâb-ı Âli'de Bir Adilik Daha

     

    Sabahaddin Ali mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a gitmiştik. Gelmişken dedik Serdengeçti'nin 8. sayısını burada bastıralım... Mecmuanın eski sayıları da şiddetle aranıyordu. (4 - 5) sayıları bir arada tek kapak altında tekrar bastırmaya karar verdik. EGE Matbaası denilen bir matbaanın sahibi ile pazarlığa giriştik... Bu zat aynı zamanda Demokratmış.. "Ali Dayı" ve "Kelepçe" gazetelerini çıkarıyor. Neyse sözü uzatmayalım. Her iki sayıyı 8. sayı ile (4-5) basacak ve bize Kurban Bayramından 3-4 gün evvel teslim edecek... Paranın yarısını da peşin verdik. Herif bir gün sonra caymasın mı? Şaşırdık kaldık... Sağdan soldan, "o para canlısıdır, bir kere bağlanmışsınız; biraz para verin de yapsın" dediler. Biraz daha para verdik. Razı oldu. Derdi para imiş adamın. Bayramdan 4 gün evvel teslim edeceği mecmuaları 1 gün evvel teslim etti. O da 4-5. sayının ikinci baskısını... 8. sayıyı basamam, dedi, çıktı...

    Kâğıtlar matbaaya getirilmiş, bekliyor. Biz mecmua bekliyoruz...

    Bayram geldi. Paranın yarısı verildi. İtirazı da şu: Vay efendim, böyle mecmua görmemiş... Tıklım tıklım yazı imiş-. Bir santim yer yokmuş... Tahta kurusu girecek kadar dahi... Satırları saymış... Şu kadarmış... Herif, satır matır derken attı bize satırı... Be adam... Sen bunun numunesini gördün. Paranın yarısını aldın. Kâğıtları buraya getirttin. Dinlemedi ki bizim sayın Demokratımız?! Haydi kâğıtları bir başka matbaaya taşı... Kurbanlar kesilmeden bizim mecmua Babıâli'de kurban oldu gitti.


  6. HASRET SANA BU GÖZLER, GÖNLÜM YOLUNU GÖZLER,

    HUZURA ERSEM BİR KEZ, BAHARA DÖNER GÜZLER..

     

    ERSE PAYİNE BAŞIM, HEP ÇAĞLASA GÖZYAŞIM,

    "SEN SEN" DEYİP AĞLASAM, KALKAR BÜTÜN PÜRÜZLER...

     

    KÖYÜNÜN PEMBE RENGİ, BULUNMAZ ASLA DENGİ;

    TEMİZLENİP GİDERLER, GÜNAHLA GELEN YÜZLER

     

    GELENLER ERER NURA, HERBİRİ BİR SÜRURA,

    RAHMET YAĞAR HER YANA,KALIR MAHRUM GÖZSÜZLER...

     

    TOPRAĞINDAN TOZUNDAN, O MÜBAREK İZİNDEN

    ZULMETLİ DÜNYALARA AKAR GELİR GÜNDÜZLER...

     

    ÖLGÜN NE DESEM SANA, MEDHİN DÜŞMEZDİ BANA;

    BİRŞEY DİYEYİM DEDİM, VEFA ETMEDİ SÖZLER.

     

    O DERİN ŞEFKATİNDEN, ÇOK ENGİN HİMMETİNDEN,

    DÖNÜP BİR TEVECCÜH KIL; RUHUM LÜTFUNU ÖZLER!


  7. Küffar Sanur Hüccet Almış

     

    Küffar sanur hüccet almış eğriye

    Hali benzer nefes çekmiş bengiye

    Bire sorun nemçelüyle lehliye

    Ne de çabuk unuttular muhaç zigetvarı

    Temişvarı uyvarı

     

    Yağız atın dikelince yelesi

    Başımızdan esti gaza nefesi

    Bre sorun nerde nemçe kalesi

    Dayanır mı zülfikare kellesi


  8. Tüm yüce manaları üzerinde toplayan ve zamanı ve mekanı kendisine emanet bilen, bu anlayışla büyük doğunun büyük oluşa gebe olduğunu muhakeme ve murakabe sonunda kavrayan her akl-ı selim şahsın Büyük Doğu ekolünü ve idealini kalbinin en derininden benimsemesi ve bu anlayışla hayatını devam ettirmesi hem cemiyet hem de ferdiyet planında kişinin kendisine kendi tarafından bir görev olarak addedilmesi gerekir.


  9. Babıali'den ;

     

    "Tohum"... Millî Kurtuluş Hareketini ilk defa ve hususî plânda başlatan Maraş, aile kökünün bağlı olduğu bu som ve sâf Müslümanlık ve Türklük yatağına ait bir kahramanlık destanı... Avrupa'da okumuş ve Avrupayı bütün dış tesellileri ve iç bunalımlariyle aydın bir Batılıdan daha iyi tanımış soylu bir Maraşlının ruhçuluk aksiyonu ve maddeye ruhla karşı çıkma hamlesi... Ve Millî Kurtuluş Hareketi ve bu hareketi yürütenlerden ne bir iz, ne bir isim... Her türlü pohpohlayıcılıktan uzak, tam hasbî ve samimî eser...

    Eseri Muhsin'e okudu. Göz yaşları içinde bir çift kelime:

    - Çok güzel!

    Komünist olduğu söylenen, hattâ birtakım vesikalarla tespit edilmeye kadar gidilen Ertuğrul Muhsin, hiç de zannedildiği gibi değildir. Onun (ideolojik) plânda komünizma ile hiçbir alâkası yoktur. O, "güzel"i ve "çarpıcı"yı gördüğü her yerde kendisini teslim eder. Yalnız bu bakımdandır ki, ihtilâl sonrası Rusya, onu, sapık gayesine eklediği birtakım cesur, açıkgöz ve çene düşürücü sanat buluşlariyle mestetmiştir. Yoksa Ertuğrul Muhsin'in komünizma fikriyatiyle en küçük alâkası bulunsaydı, Mistik Şair'in ruhçu, maddeciliğe hücumcu ve Allah gayesine perçinleyici eserini kabul eder ve bizzat oynar mıydı? Hele ondan sonraki, doğrudan doğruya İlâhî tevhid gayeli ikinci eseri "Bir Adam Yaratmak"...

    Mistik Şair, Sabık Şair devrinde ve Büyük Doğu'nun günlük gazete devresinde kendisine getirilen, onun komünist olduğuna dair vesikayı değerlendirdiği için, Muhsin'in hatırı bakımından değil, hakikat noktasından bugün üzgündür.

    "Tohum" tutmadı. Sahneye konulmadan Sedat Simavi'nin "7 Gün" dergisinde ve birçok gazetede bazı parçaları hararetli takdimlerle neşredilen, tiyatro münekkitliğine hevesli Selâmi İzzet'in evinde birtakım Babıâli esnafına okunan ve hayranlıklarını kazanan eseri halk beğenmedi. Piyes başkasının olsaydı da Mistik Şair seyirciler arasında bulunsaydı o da beğenmezdi ve derdi ki:

    - Bu piyes dinamik hayat akışına ters, küçük hareket bahaneleri etrafında, hep mücerret fikirlerle örülü (diyalog) manzumelerinden ibarettir ve tiyatro eseri değildir. İçindeki fikirlere gelince, onlar makalelik şeylerdir ve kıymetleri ayrı bir mevzu...

    O zamanlar, Peyami Safa'nın, çalıştığı günlük gazetede habire medih yazılarına ve "işte, gerçek eser budur!" diye çığlık koparmalarına, Ahmed Hamdi Tanpınar'ın da "mücerret fikri sahnede dondurabilmek sanatı"nı, (elit - seçkin ve üstün) zümreye mahsus olarak ön plânda savunmasına rağmen halk bu işten hiçbir şey anlamadı. Başta nisbeten (elit) bir zümrenin doldurduğu ve Mistik Şair'i defalarla sahneye davet ettiği tiyatro birkaç gece sonra fena halde tenhalaştı. Sırf kemmiyet ölçüsiyle benzetelim ve aradaki keyfiyet farkını tenzih ederek belirtelim ki, piyesin her bitişinde tiyatrodan çıkan halk, cemaati birkaç kişilik bir mescit boşalıyormuş hissini veriyordu insana... Ve Mistik Şair, bir köşede, acıklı gözlerle bakıyordu bu manzaraya...

    Eseri nazariyede "şaheser" kabul etmiş olan Selâmi İzzet, ameliyedeki bu iflâsı görünce, kulu kölesi olduğu Ertuğrul Muhsin hesabına, bir temsil gecesi, Mistik Şair'in kulağına eğilip fısıldadı:

    - Yaktın adamı... Yazık oldu Muhsin'e!..

    Bu söz Mistik Şair'in ciğerine işledi. O, halkın ne demek olduğunu ve olta balıkları gibi hangi yeme koştuğunu pekâlâ bildiği halde suçu topyekûn ona yüklemedi, üzerine aldı; ve Çin (mandaren)leri kadar nadir bir topluluğu tatmin etmenin keyfiyet cevheri içinde halkı da doğuracak hamur terkibini sanat sırlarının başında görmeye başladı. Efendi Hazretlerini tanıdıktan sonra ruhunda zuhura gelen büyük inkılâp, ona, içinde çöreklendiği fildişi kuleyi yıkıp yerle bir etmeyi ilham etmişti. Balının gölünde ölüp giden ve peteğinin bir hücresinde kıvrılıp kalan bir arı olmak sefaletti artık onca...

    O da kim oluyordu?.. Peygamberlerin bile, en üstün idraklerin, sırrına erişmekten âciz olduğu mucizeleri halk için değil miydi?..

    Elveda fildişi kule!.. İşte, o nurdan üzerine ilk akis düşer düşmez vardığı ilk merhale bu olmuştu. Yerle gök arası köprüyü kurmak; ne bulutlar üstünde bir gök şamandrasına oturup muallâkta pineklemek, ne de yerde, bataklıklara saplı, sürüngen hayatı yaşamak... "Tohum" bu dâvanın, iyi ayarlanamamış ilk verimi oldu. Bu ayarlayamayışın üzüntüsü de Mistik Şair'e öyle işledi ki, adetâ hınç haline geldi. Seyirciyi (fizik) acıya boğacak bir (metafizik) örgü içinde aksiyon şartlarının en dinamikleriyle bir arada bir piyes yazmayı düşündü. Öyle bir piyes ki, kendi buhranının mücerret plânda hemen yırtınıcı fikir irtifaına çıkacak, hem de müşahhas kadroda saik ve sebeplerin en hak vericileriyle su sızmaz bir mantık ve görülmemiş bir entrika değerini kendinde toplayacak... Kısacası, hem vaka, hem fikir, birbiriyle tam barışık ve kıvamlı, (elit) zümreyle aşağı tabakayı bir arada kucaklayacak... Yazılış, oynanış, topladığı alâka ve taşıdığı mâna şekli ileride gösterilecek olan bu eser, "Bir Adam Yaratmak", dâvayı halletti ve Mistik Şair'in "Tohum" piyesinde öldürdüğünden bahsedilen Muhsin'i diriltmeyi, halktan ve münekkit geçinenlerden de hıncını almayı bildi. Bu defa da daha garip bir tecelli... Halk piyesi öylesine tuttu ki, tiyatroca her esere konulan temsil süresi içinde kalabalık mahşerî bir kesafet bağladı. Harbiyeliler yerleri numarasız (pulâye) veya (paradi) denilen yere çıkabilmek için, biri öbürünün omuzunda, uzun bir kaputa bürülü, tek adam görüntüsü içinde içeriye dalmaktan başka çare bulamadılar. Böylece, meselâ 200 kişi alan (paradi)ye 300 -400 kişi çıkmış oluyordu.

    Mistik Şair, (metafizik) düşüncelerinin vakaya nakşiyle elde etmek istediği fizik tesiri öyle sağlamıştı ki, piyesin İstanbul temsillerinde ruhî hafakanlar geçiren ve perdelerin kapanmasını bekleyemeden çıkıp gidenler olmuş, Ankara temsillerinde de Falih Rıfkı Atay'ın yeni zevcesi Mehruba Hanım fenalık geçirerek bayılmıştı.

    Mistik Şairle beraber hıncını alan Ertuğrul Muhsin de bu defa başka bir (kompleks)e düşecek, piyes belki bütün bir yıl sahnede kalacağı halde, onu en imrenildiği safhada, resmî süresini tamamlayıp sahneden kaldıracak, bir daha tekrarlamayacak, (röpriz - tekrar ele alma) ya asla yanaşmayacak, Mistik Şair'in başka hiçbir piyesinde rol kabul etmeyecek; böylelikle bir defa nasılsa "Tohum"a inanmış olmayı telâfi etmek zannına düşecektir.

    "Bir Adam Yaratmak" piyesi etrafındaki bazı hikâyeleri ileriye ve 1937 devresine ısmarlarken kaydedelim ki, bu defa da, akliyle olmasa bile sezişiyle bazı sırları çözen orta aydınların büyük tutkunluğuna rağmen, üstün aydın rolündekiler, ondan, bir sürü yağcılık sözlerine rağmen hiç bir şey anlayamamışlardır.

    Meselâ güya tiyatro münekkidi Selâmi İzzet'in "Akşam" gazetesindeki yazasında hüküm şudur:

    "- Bu eser bir kafa ıstırabının hikâyesidir?"

    A benim efendim; ne ıstırabı, neden, nasıl, ne sebeple ve ne uğurda... Hiç bahsi yok...

    Peyami Safa ise, "Tohum"u şiddetle tuttuğu halde herkesçe tutulmadığını görüp bu defa herkesin tuttuğunu gördüğü esere zerrece iltifat etmeyecek ve hakkında tek kelime yazmayacaktır.

    Ah, Babıâli; sen öyle bir yokuşsun ki, mayanı tutturmaya başladığın 1875'den 1975'e kadar gazete (tiraj -baskı)sını 600'den 600 bine yükseltecek, fakat hakikatsizlik ve samimiyetsizlik tirajını yine 600'den ele alıp sıfır altı 600 milyona indirmeyi ihmâl etmeyeceksin!

     

     

    (NFK)


  10. Şair Necip Fazıl'ın Şehir Tiyatrosunda oynanan "Tohum" adlı piyesi, edebiyat sahasında uzun zamandan beri süren durgunluğu bir an için giderdi. Gazeteler ve mecmualar, türlü bakımdan eseri tahlil ederek kıymet hükümlerini vermeye çalıştılar.

    .................................

    .......... Bir ruh adamı olan şair, bu eserinde nasıl bize ruhunu açmış, zaptedemediği heyecanlarını göndermişse, seyreden de, duyuşundaki ve anlayışındaki yakınlığa denk olarak, ondan bir teessür hissi almıştır. Ruh adamı olanlar için, maddenin ezici üstünlüğünün hüküm sürdüğü, iç alemin nasıl bir kudret sakladığının unutulduğu bir devirde, ruh kuvvetinin sırlarını birer birer çözüp gösteren bu eser karşısında zevk duymamak kabil mi? Hatta madde adamı için de böyledir. Fikir ne kadar aykırı olursa olsun, güzel ifade edilen müdafaa karşısında takdir duymamak mümkün mü? Buraya kadar sanatkarlarla seyirci, karşılıklı bir serbestlik içindedir. Hatta anlayışlı ve iyi bir seyirci vaziyetinde olan münekkit içinde böyledir.

    -----------------

    Esas fikri, asıl üçüncü perdeyi dolduran uzun tiratta buluyoruz. Ruh, maddenin esiri olamaz. O bir cevherdir. İçinde asıl hakikatleri saklayan bir tohumdur. Bir harika yaratan Anadolu, bu tohumun kendisidir. O, bir kaynaktır. Asıl ruh orada. O, yoksul köyleri, bakımsız insanları ve çıplak topraklarıyla, dışından gördüğün Anadolu değildir; onu anlayamazsın; o kudretlerin sırrıdır.

    İşte asıl eser bu. Fikir buraya vardıktan sonra eser gözümüzde canlanıyor. O zaman bu esas fikrin, bir kahramanlığın hikayesi gibi görünen mevzu ile alakasını duyuyoruz. Maddeyi ruhla dolduran, ateşi kanla söndüren Anadolu'yu, İstiklal Savaşının sırrını o zaman anlıyoruz. Milli mücadelenin ruhunu bu kadar kuvvetle bize duyuran bir eserin henüz yazılmadığını itiraf etmek, en doğru hak tanımak olur.

     

    Agah Sırrı Levend (Eserler ve Şahsiyetler,1935) *(1)

     

     

    Osman Cemal'den:

     

    «— Necip Fazıl çok zeki bir adamdır! Necip Fazıl'ın bugünkü eserleri –ben küçük manzumeden bir şey anlamam– lâkin onun makale şeklindeki yazıları, büyük tiyatroları, şimdilik yaşından umulmayacak kadar kuvvetli ve insanî, bir bakıma tatmin edici şeylerdir. Meselâ Hâmit hakkındaki bir etüdü, pek yaman bir şeydir. İlk tiyatrosu olan Tohum müdafaa ettiği tez ne olursa olsun, çok kuvvetli bir eserdir.»

     

     

    Eserle alakalı bazı linkler

     

    tıklayınız (n-f-k.com)

     

    tıklayınız (n-f-k.com)

     

    tıklayınız (n-f-k.com)

     

    tıklayınız (n-f-k.com)

     

    tıklayınız (n-f-k.com)

     

    tıklayınız (n-f-k.com)

     

    http://arsiv.zaman.com.tr/2001/12/06/kultu...rsanatdevam.htm

     

    ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    dipnot:

     

    1-Kaynak: Kültür Bakanlığı Tiyatro Eserleri cilt 3, eserler: 9-13, baskı 1'den.

    ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------


  11. Tohum

     

    Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi...

    Tohum, Necip Fazıl Kısakürek'in ilk tiyatro eseri olup 1935 yılında kaleme alınmıştır. O tarihlerde 30'lu yaşlara yeni ayak basan ve Abdulhakim efendiyle de henüz tanışan Necip Fazıl, hafakanlarının ve çilesinin doruğa çıkmaya başladığı; arayışının ise Abdulhakim efendiyle görüşmesinden sonra encamına erdiği ve şiir-ruh ilişkisinde de zirvede olduğu bir anda eserini telif etmiştir. Eser, maddeye verilen sahte gücün madde ötesiyle istirkabını(rekabetini), işin ukubete vardırılmasının iptalini ve ruhun zaferini anlatmaktadır.

    Sinema ve tiyatro yönetmeni, aynı zamanda oyuncu olan ve ilk renkli Türk filmini çeken Muhsin Ertuğrul, sanatının zirvesinde olan Üstad Necip Fazıl'a tiyatro alanında da eser vermesi yönünde teklifte ve telkinde bulunmuştur. Kendisi hakkında komünist diyenlerin ve bunu da belgelerle ispatlamaya çalışanların aksine Muhsin Ertuğrul Üstadın deyişiyle "hiç de zannedildiği gibi değildir. Ve komünizma ile alakası olmayan birisidir. Muhsin Ertuğrul, "güzel"i ve "çarpıcı"yı gördüğü her yerde kendisini teslim eder."

    Kararını verip eserini bir haftada telif eden Üstad Necip Fazıl, başrolünü yani "Ferhad Bey"i canlandıran Muhsin Ertuğrul’un oynadığı "Tohum"u İstanbul Şehir Tiyatrosunda sahneye sunmuştur. Bu, sanatseverlerce ilgiyle karşılanmıştır. Fakat piyes, genel anlamıyla değerlendirildiğinde eserin kalitesine yakışan alakayı bulamamıştır. O tarihlerde de tiyatroya karşı ilginin az oluşu, alışılmışın dışında ve olağanın ötesinde olan "Tohum"un karşılaştığı mey'usu(yeisi), Üstadın bundan sonraki tiyatro eseri olan "Bir Adam Yaratmak" ile kırmıştır.

    Eserdeki olaylar Maraş'ın Fransızlar tarafından hunharca işgali sırasında Maraş'ta geçmektedir. Başkahramanımız Maraş'ın soylu ailelerinden birisine mensup olan, okumuş, bilgili "ey münevverler" olarak bilinen kuru Batı taklitçisi ve öz benliğini yitirmiş mahut güruhtan uzak olan, ercüment kişilikli 39 yaşındaki Ferhat Bey'dir. Kendisi kuru aklın, düz mantığın mantıksızlık olduğunun, işin ruhta ve keyfiyette hayat bulduğunun örneklerini gösteren birisidir. Ve Anadolu'nun ruhunu yansıtmaktadır. Bizler için önemli ama oldukça geride seyrettiğimiz "düşünme ve ruh" mevzusunda milli şahlanışımız --Maraş-Anadolu; ruh-madde-- ilişkilerinde düşünme ve aksiyon buutlu pırıltılar, farklı enstantaneler sergilemektedir. İşe madde ötesinden bakabilmesi ile de eserin mesajını muhatabına verebilmektedir. Eserden bazı diyalogları aşağıya iktibas ederek değerlendirmelerimize devam edelim.

    .

    .

    .

    -------------------------------------------------------

    FERHAD BEY - ... Biz çoktan beri kaybettik aklımızı. Onu çoktan beri rüzgâra savurduk (Ayağının ucundaki iskemleyi çizmesinin ucuyla çeker, üstüne basar) Bir avuç Maraş'lı memleketinizi yabancıya teslim etmemeye karar verdiğiniz zaman, yaptığınız hareket bundan daha mı akla yakındı? Hiç kendinizi düşmanınızla karşı karşıya koydunuz mu? Kaç kişisiniz, kaçınızın eli ayağı tutar, kaç kurşununuz ve kaç bıçağınız var? Karşınızdaki kimdir? Top, mitralyöz, tank nedir? (Sesi yükselir) Siz hâlâ dedelerinizden kalma baltalarla kılıçları başucunuza asa durun! Sizin gibi insanların binini, milyonunu fare öldürür gibi ilâçla, dumanla öldürüyorlar, farkında mısınız? (Sesi alçalır) Onlara, biz Allah'a inanmış insanlarız, ölüm korktuğumuz şey değildir, dediniz. İşte söyleyebileceğiniz biricik söz buydu.

    BİRİNCİ AĞA - Evet amma, akıl dedikleri...

    FERHAD BEY - (Gene keser) Size bunları aklınız mı yaptırdı. Sizin akıl diye bellediğiniz şey parmak hesabı gibi birkaç sayıdan başka ne bilir? Gözüne gösterilen, ayağına getirilen şeyleri ölçüp biçmekten başka neye yarar? Akıl ne kendi başına birşey görebilir, ne de kendi başına bir iş başarabilir. Onlar akıllarıyle top yaptılar. Biz yapamadık. Şimdi, biz aklımızdan başka bir tarafımızla bir iş yapabilirsek yapacağız.

     

    -----------------------------------------------------

    FERHAD BEY - Biz burada muharebe etmiyoruz. Muharebe dediğimiz, tüfeği olana karşı tüfekle, mızraklıya karşı mızrakla ve tırnakla döğüşene karşı tırnakla yapılan şeydir. Onun için her hayvan, kendi cinsindeki hayvanla en güzel boğuşur. Onlar üzerimize hortumla ateş sıkıyor. Bizim sırtımızda gömleğimiz bile yok. Ateş geldiği zaman sırtımızda bir patiskanın bile mukavemetini bulamıyor. Biz burada muharebe etmiyoruz. Bir sivrisinekle bir ejderhayı dövüştürmek gibi sihirbaz işine benzer bir tecrübe yapıyoruz. Ateşi kanla söndürmek, çeliği etle körletmek ve maddeyi ruhla durdurmak gayretindeyiz. Bırakın, içimizden kim ne dilerse yapsın! Bırakın ruh tecrübesini yapsın! Yaptığımız doğru mu, eğri mi bilmiyoruz. Hangi iş doğru, hangisi eğri bilmiyoruz. Bütün doğruların bir anda eğri, bütün eğrilerin bir anda doğru çıktığını gösteren fevkalâde anlar yaşadık... Bu anların kitapta ve hesapta yeri yok. Bu anlar ruhundur. Bu anlarda hâdiseler her kanun ve her hesabın üstünde, aklın uzanamayacağı bir yerden idare edilir. Biz burada muharebe etmiyoruz. Biz, ruhun tarafı, sivrisineğin tarafı; madde aklının tarafına, ejderhanın tarafına son imtihanımızı veriyoruz. Bırakın, isteyen istediğini yapsın! Madem ki, akıldan imdat yok. Madem ki, akıl bir maşrapa su gibi alacağı kadar alıyor, yerin dibine geçsin o bir maşrapa su! Bırakın ruh tecrübesini yapsın! (Ferhad Bey, karşısında, kendisini dinleyen Ağaya yaklaşır, iki kolundan yakalar. Sesi tatlılaşır)

    ----------------------------------

    FERHAD BEY - ...Onlar için bütün sır maddenin kabuğundadır ve onu görmekle nihayete erer. Onların ağaç diye anlayacakları şey, toprak üstündeki çıplak gövdedir. Kök, onlar için karanlık ve içinden çıkılmaz bir düğüm, tohuma gelince...

    -----------------------------------

    FERHAD BEY - Biz bu ruhu tanımıyoruz. Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. En derin ve en gizli hakikatlerdendir. Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi.

    YOLCU - Bir tohum gibi mi?

    FERHAD BEY - Madde açık, ruh gizlidir. Bütün hakikatler ruhundur.

    .

    .

    .

     

    Herşeyi görünenden ibaret sayan, gerçek ancak görünendir telakkisini savunan ruhsuz rönesans kafasının, "sır ancak ağacın gövdesindedir" diyen kör gözleri hakikatten uzaktadır.

    Kara deliklerin varlığı, sonsuz kütleden ve ölçülemeyecek derecede küçüklükten müteşekkil hacimden ibarettir. Kara delikler kendilerinden hacimce büyük olan birçok cisimden daha büyük bir kuvvete sahiptirler. Ve varlıkları, sırrını ifşa etmemiştir... Hakikatleri kesif ve küçük, o nispette de gizli. Aynen tohum gibi. İşte, bu da eserin(Tohum'un) doğrular manzumesi olduğunun ispatıdır.

    Tohum, hikmeti maddenin ötesinde göremeyenlerin, çile çek(e)meyenlerin, inhirafa uğramışların(yoldan sapmışların), asırlardır kaygısını çekmediğimiz fikirsizliğin ve yine asırlardır elini bırakıp kaygısını çekmediğimiz için bu hallere gelişin ters istikametteki muştusu olan fikirsizliğimizin, insanın maddeye değil maddenin insana hükmetmesinin, elhasıl sonsuzluğa talipsizliğin ve sonsuzluk kaygısı çekmeden sonsuzluğa talipliğin, aklı ruhun eline vererek berhava edilişidir.

    Tohum, Anadolu'nun yani bizim ruhumuzun yansıtılmasıdır. Ne olduğumuzun değil, nasıl olmamız gerektiğinin ipucudur.

    Dünyanın öteki ucundan Anadolu'ya gelip makinelerine Anadolu'nun fotoğraflarını yerleştiren ama bir şeyini, ruhunu, yani aslında hiçbir şeyini makinelerine yerleştirmeyen maddeci Batı aklı, bizi yansıtmaktan ne kadar da uzak.

    Türkülerinden velilerine, bakışından ağlayışına, kilimlere dokunan hasretten aşkına, maşukundan bayramlarda şeker toplamaya gelen çocuklara kadar ve sadece bunlar değil, aynı zamanda Erzurum’daki Çifte Minare'sinden İstanbul’daki Ayasofya'sına, Sümela Manastırı'ndan Selimiye Camii'ne kadar her şey Anadolu'dur ve Anadolu işte bunlara yüklenen ama görünmeyen manalarla hakikatini bulur. Ve bunları anlayan birisinde şu sır tecelli eder: Madde açık, ruh gizlidir.

    Bütün hakikatler ruhundur...

    İşgalin sürdüğü esnada gerçekleşen hakikat tasvirlerinin, madde-ruh ilişkisinin Ferhat Bey'in dilinden çarpıcı şekilde anlatılması, bunların yanında işbirlikçi diye bildiğimiz toprağına mukallit suyu dökülmüş içerdeki sefiller, eserde sair fikirlerin hengamesinde kendilerini Ferhat Bey'in karşında temsil ettirmişlerdir.

    Eğer yokluk varsa bu varlık niye? diye inanan ama bunu tefekkür edemeyenlerin çoğunluğu oluşturduğu eserde, tefekkür sahneleri kendisini göstermiş ve karanlıkta denizde yansıyan ay ışığı misali yakamozlar saçan ama hiçbir yakamozun elle tutulamadığı gibi sadece ilham ve işaretçi diye algılandığı sahneler oldukça güçlü, etkileyici ve düşünme anlamında beyni zonklatıcı ölçüdedir.

    Üstadın bu eserinde rol alan diğer kişileri genel anlamıyla tefekkür etmeden inananlar ve komitacılar diye belirtmiş bulunduk.

     

    Üstad’ın tiyatro alanındaki eşsiz ve otoriter konumunu daha ilk tiyatro eserinde (Tohum) fark ediyoruz. Adı şiirde Fuzulî'lerle, Şeyh Galip'lerle birlikte anılan Üstad, tiyatro alanında da hiç şüphesiz Shakespeare'ler ile birlikte anılmaktadır. Bu, kendisinin hakkını teslim etme adına atılan bir adım olsa da yetersizdir. Tiyatro, edebiyat türleri arasında entelektüel kesimin ilgisini daha fazla çekmesine rağmen bizim edebiyat sahamızda bu ilgi yerini bulabilmiş değildir. Buna bağlı olarak Üstad’ın tiyatro eserleri de olması gereken yerde yani sahnede hakkı olan yeri alabilmiş değildir. (Bu hususta, üzerinde orak-çekiç bayrağı dalgalanan tiyatro sahnesinin, Üstad’ın İslam davasını her yönüyle anlatan ve savunan eserlerine rest çekmesinin de önemli bir amil olduğu unutulmamalıdır.)

    Genel hatlarıyla değerlendirdiğimiz ve şiirlerinde olduğu gibi içimizdeki oluşların dışarıya tam anlamıyla yansıtılıp anlatılabildiği "Tohum", Üstad'ın şaheserleri arasında yerini almıştır.

     

     

     

    Üstad Sınıfı kapsamında yapılan şahsi çalışmalardandır.


  12. aslında emine şenlikoğlu ahmet günbay gibi yazarlar ancak standartlar seviyesindedir ve üst bir kalite sergilemez.Ve kitaplarını okuyup gördüğümüzde dar bir çerçevede izlediklerini ve tüm kitaplarının üç aşağı beş yükarı aynı konular olduğunu görüyoruz. O yüzden bahsettiğimiz yazarların lise seviyesinden önceki dönem için yararlı olduğu söyleyebiliriz.


  13. Oldukça güzel bir çalışma. Bu sisteme hayat veren ve vazifelerini en iyi şekilde yapan site yönetimini kutlarım. Artık sitemizin "fark" yapan çalışmalarına bir çalışma daha eklenmiş bulunmakta.Üstadın mezarı başında birliği ve beraberliği site dışına taşıyan yönetimimiz şimdi de bu beraberliği ve aynı zamanda "fikri" ,site bünyesinde daha da belirgin hale getirmeye çalışmaktadır...

     

    Site müdavimlerinden olan arkadaşlarımızın bu çalışmaya destek vermesi site içerisindeki en önemli görevlerdendir diye düşünmekteyim...

     

    saygılarımla...

×
×
  • Create New...