Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Rönesans

Üye
  • Content Count

    75
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by Rönesans


  1. EFENDİM'E DİLEKÇE

     

    Güneş,yıldız semadadır,

    Karanlıklar var Efendim.

    Ümmet eza cefadadır,

    Dünya zindan dar Efendim.

     

    Fitne kapmış her bir yanı,

    Küfür olmuş halk sultanı.

    Kaldırdılar din imanı;

    İnkar,yağmur kar Efendim.

     

    Ağız söyler,gönül susar,

    Münafıklar nefret kusar.

    Mümin laldir,sesi kısar;

    Yemeğimiz nar Efendim.

     

    İlim sahte,amel riya,

    Lafta ukba, halde dünya.

    İhlas marka,takva rüya,

    İman,ince zar Efendim.

     

    İtimadım yok gölgeme,

    Nefis atım gelmez geme.

    Şefaatin esirgeme!

    Alemlere yar Efendim.

     

     

    İdris YILMAZ

    . ve eserleri hakkında detaylı bilgi için tıklayınız...


  2. Bu tabir, Câhiliyye dönemi Araplarının fakîr muhâcir ve ensâra yakıştırdığı bir sıfat değildir. Ebû Cehil ve Ebû Leheblerin; Ammar, Selman, Habbab, Suheyb ve Bilâl radıyallâhu anhümlere söylediği sözlere hiç benzemiyor. O câhil müşriklerin aşağılayıcı sözlerinde bile bu yakıştırmaya nisbetle bir asâlet vardı. Aşağılamanın asaleti olur mu diye söylenmeyin! Her şey diğerine/değerine nisbetle aşağı-yukarı, uzun-kısa, büyük-küçük diye sıfat kazanır. Beyaz siyaha nisbetle beyazdır. Siyahın olmadığı yerde beyazın anlamı olmaz.

     

    Arap yarımadasında, mîlâdî 6-7. yüzyılda hayat sürmüş küstah müşrikler, sahip oldukları dünyevî servet ve makamla, kölelik-efendilik gibi statülerin meşrû olduğu toplum yapısında îmân etmiş mü’minlerle bir arada bulunmaktan imtinâ etmişlerdi. Akla yatkın gerekçelerle “Onlarla bir arada bulunmak şerefimize dokunur.” demişlerdi. Zîrâ o zamanki toplum yapısının kölelik-efendilik gibi keskin hatları vardı. Servet ve makam sahibi bir efendinin kölesiyle yemek yemesi, aynı mecliste bulunup aynı haklara sahip olması imkânsızdı. Köleler, sırt ve kollarındaki damgayla belli olduğu için herhangi bir köle, herhangi bir şehirde, herhangi bir asilin karşısına oturup da sohbet edemez. Kölenin oğlu da köle olur. Kölelik ve câriyelik gibi statülerin câri olduğu bir toplum yapısında servet sahibi asiller ilk anda; İslâm’ın eşitlik, doğuştan hürlük haberlerini anlayamayabilirler! Nitekim, Ebû Süfyan radıyallâhu anh da böyle olmuştu. İlk Müslümanların fakîr ve kölelerden olduğu hatırlanırsa, küstah müşriklerin mazereti belki mazûr görülebilir. Allah’ın Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz de bu kanâate varmış, fakat, âyet-i kerîmenin haberiyle kanâatinden dönmüştür! Bilâl, Habbab, Suheyb radıyallâhu anhüm’ler köle, Ammar radıyallâhu anh’sa fakîrdi.

     

    Herhangi bir olay tahlîl edilirken hakkānî sonuca varmak için olayı zaman, yer ve şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Utbe, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi müşriklerin himayesinde yüzlerce köle, uhdesinde limitsiz sermaye bulunurken, fakîr ve kölelerle aynı havayı teneffüs etmek istemeyişlerini, aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz kendi reyiyle mazûr görmüş, fakat vahiy mazereti kaldırınca vahye tâbi olmuştur.

    “Göbeğini kaşıyan kıllı adamlar” tabiri, günümüz dünyasında Ebû Cehil’den daha sefîl bir adamın, bir veya birkaç şahsa değil, bir kitleye yakıştırdığı sıfattır. Milyonların üstünde oy alarak -% 47- hükûmet olan bir partinin seçmenine yakıştırılan bu tabirin sahibi Ebû Cehil’den daha sefîldir. Hangi zaman, yer ve şartlarda hayat sürdüğünü anlayamayacak kadar şaşkın olan bu adam, kendisini Ebû Cehil’in makam, yer, zaman ve servetinde görmekte; bu görüşle, ülke nüfusunun yarısına yakınını köle vehmetmektedir. Vehminde kurguladığı kölelerin hükûmet olmasını, âmir statüsünü kazanmasını hazmedemeyen sarhoş, tabîatiyle kusmuştur. Kusmuğunu elbette ki kendisi yalayacaktır!

     

    Mağrur küstahlara göre Müslüman, ilkel, bağnaz, zevksiz, “bidon kafalı” ve gereksizdir. Ne var ki onlar vergi verirken, ayakkabı boyarken, hamallık ve ev temizliği yaparken lâzımdır. Onlarla aynı sitenin apartmanında oturmak, aynı restoranda yemek yemek, aynı uçağın koltuğunda yan yana yolculuk yapmak, en kötüsü, onlarla aynı statüye sahip olmak mümkün olamazdı. Onlar, uygarlığın nimetinden faydalanacak insanlar değildiler. Onlar için lüks olan uygarlık, onların zıddı olan modern hayattır. Modern hayatın içinde “hamam böcekleri” kadar hayatiyet ve hakîkati olmamalıdır!

     

    Televizyon dizilerinde yıllarca seyrettirilen kapıcı ve temizlikçilerin âidiyetlerine dikkatle bakılırsa, “göbeğini kaşıyan kıllı adamlar” ve “efendiler” birbirinden rahatça ayrılır. İki yüz yıldan fazla bir zamandan beri, önce dîn, sonra dindarlar sistemli şekilde kapıcı ve hizmetçi rûhiyâtına büründürüldü. Evin sahipleri gerçekte kimlerdi acaba?

     

    İki yüz yılı aşkın bir çelişkinin, toplum ve ferd zihnini uyuşturduğu hengâmede, hegemonya kuran şaşkınların uykusunu kaçıran bir hakîkat var: İslâm, bir coğrafyanın, bir zamanın ve bir şartın anlayışı değil, bütün zaman, şart ve coğrafyaların üstünde vahiy şuurudur. Varoluş gâyesiyle tanışan Müslüman, vahiy şuuruyla, zihnindeki keşmekeşin, hâtırındaki zilletin farkına vardı. Mağrur küstahlar bu fark edişi gördüklerinden olsa gerek, paniklemekte, kölesi kaçmış efendi havasına girmektedir. Kaç nesildir “Sen busun” şartlandırmasıyla kimliğinden soğutulan, “Bu olamazsın!” tehdidiyle kişiliğinden uzaklaştırılan Müslüman, içinde bulunduğu girdâbın farkına vardı. Şimdi bu girdaptan çıkış yolunu aramakta.

    Bu arayış, efendileri öyle telâşlandırdı ki “medeniyetler çatışması” kehânetinin doğmasına vesile oldu. Efendiler, asırlardır dayattıkları muâsır medeniyet (!) “bâtıl Batı”nın tükenişini görüyorlar. Köleliğin lezzeti zihnini felç etmiş olan birileri, bu kehanete karşı “medeniyetler ittifakı, dinler arası diyalog” zilletini dile getiriyor. Tükenen bâtıl Batı’nın devamı için çırpınan köle ruhlular, Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri’nin şu haber-i şerîfini nasıl okuyorlar acaba? “Milletlerine tâbi olmadıkça, senden ne Yahudiler ne de Hristiyanlar aslâ râzı olmazlar.”[1]

     

    Âyet-i kerîmeden gelen “milletlerine” lafzatullahını müfessirler dîn olarak anlamışlardır. Böylelikle millet; bilgi, anlayış, yaşayış ve yönelişte bir olanların oluşturdukları topluluk olarak anlaşılmış olur. Bu anlayış da, milletin dîn ile aynîleşebileceğini haber verir. Milleti dînden, dîni milletten ayırmak, onları iki ayrı ses, soluk, kelime olarak tasavvur etmek, birçok müşkülü beraberinde getirir.

    Bâtıl Batı’nın -bu tabir Yahudi ve Hristiyan medeniyetini haber verir- bakışıyla görülen eşyâ ve olayların tanımının bâtıl olduğunu anlamadan, nerede olduğumuzu anlamak imkânsızdır. İki yüz yılı geçkin bir sürede görüşler bâtıl Batı’nın formatıyla şekillendi. Millet, ümmet ve medeniyet kelimelerinin içini dolduran bâtıl anlayışı aynı ile kabûllenmek gibi hatâlara düşüldü. “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.” dövizi, bir topluluğu şekillendiren zihnî anayasa oldu. Bugün ‘Türk’ denilince “Ergenekon, şamanizm, Tarkan, Orkun, şölen, ozan” gibi argümanlar hâtırlara geliyor. İslâm denilince Arap yarımadası, Arap örf ve âdetleri hatırlatılmaya çalışılıyor. Medeniyet sözü, hürriyet meşalesini havaya kaldırıp okyanusa ve oradan cümle âleme meydan okuyan Birleşik Amerika’dan başka bir şeyi hatırlatmıyor. Muâsır medeniyet, o heykelle aynîleşmiş ve o heykel, şaşkınların mihrâbı olmuş!

     

    Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, bir haber-i şerîfinde bu hakîkati haber veriyor: “İslâm garîb olarak başladı, yine ilk başladığı gibi garîb hâline dönecek ve yılanın deliğine çekildiği gibi, iki mescidin arasına çekilecektir.”[2] İki mescidden murad, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’dir.

    Millet, ümmet, medeniyet kelimelerinin hakîkati Mekke ile Medîne, Hira ile Sevr arasında şekillendi. Buradan bütün zaman ve coğrafyalara yayıldı. Tekrar yerine, nûrun inkişâf ettiği yere döndürülmek isteniyor. Bu istek bâtıl Batılılarca “medeniyetler çatışması” kehanetiyle formüle edilirken, mukallid kölelerce “medeniyetler ittifakı, dinler arası diyalog” kerâmetiyle (!) takviye edilmektedir. “Medîne Vesîkası” olarak adlandırılan mukaveleyi de tersinden okuyarak kerâmetlerine dayanak yapıyorlar. Hevâsını firâset, evhâmını ilim olarak gören zavallılara, ezel ve ebed arası en sâdık beşerin sözünü hatırlatmak gerekir. Muhtemel ki, garîblerin kimler olduğu sorusuna cevaben haber verdikleri hakîkat: “Garîbler, benden sonra insanların ifsâd ettikleri sünnetimi düzeltecek olan kimselerdir.[3]

     

    [1] Bakara Sûresi: 120.

    [2] Müslim, îmân: 117.

    [3] Tirmizî, îmân: 13.

     

     

    • Like 1

  3. Düşünüyorum O Halde; O Var...

     

     

    Ümeyyeoğulları, Abbasoğulları ve arkasından gelen cihanşümûl Osmanoğulları, dünya milletlerini kendilerine taklit ettirmişlerdi. Örf, âdet, giyim-kuşamla birlikte değer yargılarını öylesine etkilemişlerdi ki, müşrik batının kodaman takımı, aynı ile bugün olduğu gibi -tersinden- şarklı gibi duruyor, onun gibi düşünüyor, evini onun gibi tefrîş ediyordu. Yunanlıyı, Aristo mantığını Araplardan öğrenen batı, zamanla şiirini, edebiyatını ve topyekûn hayat tarzını benimsemeye başladı. Bunun büyük bir tehdit olduğunu anlayan misyonerler, gençleri şark edebiyatından uzaklaştırmaya başladı. Hâlâ şarkın câzip etkisi batılı zihinde yerini muhâfaza ediyor. Talan edilen şark yurtlarına bakıldığında petrol, doğalgazın dışında iştihâ kabartan şeylerin olduğu görülür.

     

    Bugün düşünce denilince hâtırlara gelen batılı metodların temelini, Lâle Devri olarak adlandırılan -bu ismi o döneme Yahya Kemal Beyatlı vermiştir- sefahat döneminde aramak gerekir. Hatırlattıklarından olsa gerek, Sultanahmed Meydanı her zaman bana zilleti yansıtmıştır. Sultan Ahmed Külliyesi, görünen mimarî ihtişamına rağmen, Fîrûz Ağa Câmii’nin yanında fasulye sırığı gibi duruyor. Aynı alanda yan yana duran iki mimarî arasındaki fark zirve farkı gibidir. Birinde yükseliş, diğerinde düşüşün işaretleri bulunan iki mimarî, Ayasofya Camii ile birleşince üçgen bir şekil oluşturuyor. Nereden bakılırsa bakılsın, hangi yapı çıkış noktası alınırsa alınsın, tam bir üçgen görünümünde olan Sultan Ahmed Meydanı içimi hüzünle doldurur. İstanbul denilince; medeniyet, yükseliş, gerileyiş, sanat, edebiyat, sefahet, sefalet ve her şeyden önemlisi duruş denilince, o meydan hâtırımda canlanır. Fasulye gibi bir nimet olan Fîrûz Ağa, Sultan Ahmed Külliyesine mihnet eder durumda! Neden öyle bir sırığa ihtiyaç duymuş ki Fîrûz Ağa?!

     

    Bâtıl, batılı metodlarla düşünce analizi -tahlîli- yapanlar, bâtıl sonuca ulaşacaklarına ihtimal vermiyorlar herhalde. Deri ile et arasındaki benzerlik ne ise, metod ile sonuç arasındaki benzerlik de öyledir. Deri ete, et sinirlere sirâyet ederek sinirleri harekete geçirir. Dokunma, nasıl ki eşyâ ve olayları tanıma ve tanımlama açısından en uç, en son nokta ise, deri ve sinir ilişkisi de öyledir. “Onu elimle koymuşçasına biliyorum.” veya “Ona dokundum, nasıl heyûla diyebilirsiniz?” gibi cümleleri sıkça duymuşuzdur. Dokunma duyusu, şehâdet açısından en yakın, en doğru duyudur.

     

     

    Düşünce yöntemleri, analiz metodları; neyi, nasıl düşüneceğine, nereden neye bakıp, neyi göreceğine karar veren mekanizmalardır. Bu mekanizmalar ithal ve yabancıysa, düşünce de yabancıdır. Dolayısıyla, düşünce yöntemini bulamayanlar, hakîkati düşünseler dahi yanlış sonuca -hükme- varırlar. Her düşünce kendi usûlünü belirler. Televizyon programlarında nice profların sayısız platformlarda yaptıkları analizlere dikkatle bakılınca, aynı yöntemle meseleye yaklaştıkları görülecektir. İtirâz ve itirâfların aynı zemîn içinde tezâhür ettiği görülecektir. Başka yöntemlerle düşünce beyân edenlerin, program sunucusu tarafından soruyla hizaya/zemîne çekildiği görülmektedir. “Buradan girersen şuradan çıkarsın.” gibi sinsi niyetle giriş yeri kapatılıp zemîn kaymasına engel olurlar. Böylece farklı haberler, farklı bilgiler aynı yöntemle münazara edilerek istenilen sonuca varırlar. Dikkat veya gafletle ekran karşısında oturanlar skoru merak ederler. Skor, program yönetiminin istediği sonuçtur! Sonucun getirdiği reklam gelirleri bir tarafa, reyting ve şöhret işin cabasıdır.

     

     

    Düşünceyi belirleyen kıyâsın unsurları kullanılmadan sağlam düşünce oluşmaz. Düşüncenin sağlamlığı kıyas unsurlarındadır. Her şey ve olay kendi cinsiyle, kendi şartlarında kıyaslanırsa hakîkat tahakkuk eder. Kıyas ya zıddıyla ya benzeriyle yapılır. Basit bir misalle, beyaz renginin beyaz olduğuna nasıl hükmedebiliriz? Elbette ki zıddı olan siyahla kıyaslayarak beyazlığa hükmederiz. Siyah diye bir renk olmamış olsaydı, beyazın hükmü olur muydu? Elbette olmazdı. Beyaz, beyazlığını siyahın varlığına borçludur. Gece ve gündüz, kısa ve uzun, doğru ve yanlış, zayıf ve şişman, zâlim ve âdil sözleri de zıddına nisbetledir. Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri zıddı, benzeri, dengi olmadığı için ilâhlığa müstehaktır. İhlâs Sûresi’ndeki kıyas nûrlarını hatırlayalım! Enes bin Mâlik radıyallâhu anh’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Yedi kat gök ve yedi kat yer İhlâs Sûresi üzerine kurulmuştur.”[1] İhlâs Sûresi’ndeki mükemmel kıyas unsurları, kâinatın düşünceyle tanınabileceğini haber veriyor. Bu söz, Peygambersiz ve Kitapsız inancın olabileceği anlamına gelmiyor. Düşünce ve îmân farklı şeylerdir. Îmânı düşünceyle anlayabileceklerini sananlar, kendilerine yazık ederler. Îmân, düşüncenin bittiği yerde başlayan teslîmiyettir. Düşünce, îmâna giden yolu gösteren zihnî sorgudur. Bir kalbde îmân varsa ona dair sorgu olmaz. Kalbde îmân yoksa soru vardır.

     

    Düşüncenin nasılını beyân eden şu âyet-i kerîme, aynı zamanda haddini de belirtmektedir: “O yeryüzünü yayan, orada oturaklı dağlar ve nehirler yaratan, meyvelerin hepsinden ikişer çift yapandır. Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Bunda düşünecek bir kavim için birçok ibretler vardır.”[2] Düşünen kavim, insan ve cin topluluğudur. Hayvan ve bitkiler düşünceden mahrûmdur. İnsan ve cin tâifesinden, düşünecek olanlara hitâp eden bu âyet-i kerîme, düşüncenin îmâna götüreceğini de haber vermektedir. Âyet-i Kerîme’nin geçtiği Ra‘d Sûresi’nin akabinde gelen İbrahim Sûresi, kâmil îmânı haber vermektedir. İbrahim aleyhisselâmın şahsında mücessemleşen îmân, Hanîf dîni olarak bütün mürsel peygamberlere örnek olmuştur. Bunun içindir ki, hem Hristiyanlar hem Yahudiler düşüncede -ki bâtıl düşüncedir- İbrahim aleyhisselâmı kendilerinden, kendi düşüncelerinde görürler. Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri, bu bâtıl münakaşayı şu âyet-i kerîmeyle iskāt ediyor: “Ey ehl-i kitâb! Niçin İbrahim hakkında münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Tevrât ve İncîl ancak ondan sonra indirildi. Bunu da mı akıl etmiyorsunuz?”[3]

     

    Düşünce-îmân ilişkisi anlaşılmadan ne sağlam düşünce, ne olgun îmân tanınabilir. Düşünce, hakîkatte insanı îmâna götürdüğü sürece düşüncedir. Sonu îmânla bitmeyen düşünce; kuruntu, vesvese bataklığından başka bir şey değildir. Son zamanlarda Hristiyan Alman şâiri Goethe’nin, Rus romancısı Tolstoy’un Müslüman olarak öldüklerine dair söylentiler yaygınlaştırılıyor. Hâşâ ki İslâm’ın bu tip insanlarla kuvvet kazanacağı ukdesinden kaynaklanan söylentileri dikkate almamak gerekir. Son elli yıldır, parmakla gösterilen bu tip müşrik, müsteşrik yazar, şâir ve entellektüellerin kitapları mukaddes kitap gibi okutulup tavsiye edildi.

     

     

    Hristiyan dünyasının Aydınlanma projektörleri olarak gördükleri düşünce adamları, hiçbir zaman kararmamış Müslüman zihnine takdîm edildi. Bu takdîm edilişle, karanlıkta olduğumuz yüzümüze vurulurken; diğer taraftan kurtuluş, aydınlığa çıkış olarak bu düşünürler zihinlerimize nakşedildi. Bu nasıl bir gaflet ki, iştihâyla sarılıp bunları okuduk!? Bu nasıl ihanettir ki, bunları bizlere aydınlatıcı olarak sundular? Kafa derilerimiz yüzülse, belki bundan daha fazla acı verilemezdi! Deriler yüzülmeden, deri değiştirilmeden, bunların beyin sinirlerine ulaştırılması imkânsızdı. Takdîm edenlerin hamâkati bu olsa gerek. Derimizi değiştirmeden saçımızı boyadılar!

     

     

    Romeo ve Jülyet’i Ferhad ile Şîrîn’le mukayese ettiğimde; birinden metal, diğerinden de sıvı temâsını hissettiğimi hatırlıyorum. Goriot Baba’nın bencilliğini Anadolu insanının en kaba, en bağnazında görmemiz mümkün değil. Emile Zola’nın Toprak’ında yaşayan Fransız halkının ne tahassüsü, ne tecessüsü Müslüman halkına benziyor. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, tamamen Hristiyan bir gencin tevbesiyle örülmüş. Çalıkuşu’nun Feride’si ile Harp ve Sulh’ün Nataşa’sının gülüşleri dahi mukayese edilemez.

     

     

    Bergson’un ‘sezgi’ diye tanıttığı cinnî söylemleri, ne için Müslüman düşünürler tarafından ayakta alkışlandı? Materyalist söylem ve iddiâlara muârız olduğu içinse, doğru bir gerekçe değil. Sartre’ın sürrealizmiyle ne için meşgûl edildi zihnim? Kafka’nın kafasındaki hakîkatlerle benim hakîkatlerimin kesişeceğini hiç düşünmedim. Marsilyalı Garaudy, materyal düşünceden İslâm’a döndüğünü duyurdu. Birileri, bu duyurudan, komünizmin nihaî noktasının İslâm olduğu düşüncesini çıkardı. Zıdların haddini aşınca zıddına inkılâb edeceği hakîkatinden haber verdi.

     

     

    Müşrik-Hristiyan dil ve zihninden bir kelime ithal edildi: Entellektüel. Okuyup yazanlara verilen bu isim, daha çok düşünce iklîmine hasredildi. Bizim neden entellektüelimizin olmadığı yıllarca tartışıldı. Yapay bir sınıf oluşturuldu bile! Top sakallı, gözlüklü, zarîf ve naif el hareketleriyle uzun uzun îzâhlar yapabilen bir sınıf. Kafe-bar veya başka (!) yerlerde zuhur eden bu sınıfı halk hiç tanımadı, takmadı da. Anlamsız donuk bakışlarla, bazen de acıyarak izledi bunları. İstihzâ kokan deyimler bile yerleşti zihinlere: “Entellik yapma!”

     

     

    Düşünce, ferdî olup hiçbir zaman taklîdi kabûl etmeyen zihnî vâkıadır. Bir başkasının düşüncesini dile getiren, onu söyleyen, kendi düşüncesiymiş gibi aktaran kişi, başkasının düşüncesinin esaretindedir. Halbuki düşünce, esaret kabûl etmez. Daha önce açıklandığı gibi tevbe, temkîn ve tedbîrle inanca yürüyen, inancı hayata yansıtan zihnî olaydır. Hayat, düşüncenin değil, inancın vizyonudur. Düşünce, bu vizyonu korumak, kollamak ve yaşatmak için vardır. Hayatı düşüncenin yansıması olarak görenler, düşünce ile inancı ayıramayanlardır. Ben, istediğim gibi düşünür, fakat inandığım gibi yaşarım.

     

     

    Düşünce; varlığın, varoluşun, ferdî duruşun ispatıdır. “Düşünüyorum, o hâlde varım.” diyen bâtıl düşünce, varlığını ilâh mesâbesine koymuştur. Düşüncenin mahdûd olduğunu göremeyen, onun ötesine ulaşamayan düşünce bâtıldır. “Ben varsam, cennet ve cehennem vardır.” sözümüzle “Düşünüyorum, o hâlde varım.” sözü mukayese edildiğinde, düşüncenin tanım ve tahdîdi görülür. İlkinde, hayat ötesi âhirete nisbet varken, ikincisinde yalnızca hayat vardır. Düşündüğünü yaşamaya çalışan zavallılara söylenecek çok söz var. Fakat hayatımı bu sözlerle karartmak, anlamsızlaştırmak istemiyorum. Hayatım, temkîn ve tedbîre dâvet ediyor beni! Tevbenin tehdîdi, temkînin tedirginliği ve tedbîrin tevekkülü olmasaydı hayatın heyecanı olmazdı. Heyecanı, uçuk zevkleri tatmak ve tanımakta arayanlara acıyorum!

     

     

    Düşüncesinin nihayetinde şu noktaya varamayanları, cehennem ehlini seyredercesine seyrediyorum! Seyrederken hangi duygular içindeyim, bilemiyorum! “Yeryüzünde olan her canlı yok olucudur. Yalnız Azamet ve İkrâm Sahibi Rabbinin zâtı kalıcıdır.”[4]

    Bu haberi doğrulayan zihin, eşyâ ve olaylara temkînle yaklaşır. Tedbîr, düşüncenin ispatı, ibâdetin -kulluğun- sebebidir. Temkînsiz düşünce tevbesiz, tevbesiz tedbîr tevekkülsüzdür. Tevekkül, tedbîrin bittiği noktada başlayan inançtır. Tevekkülsüz tedbîr, tedirginlik; tedbîrsiz tevekkül, temennîden ibârettir. Temennî, tembellerin âmentüsü, şeytân-ı racîmin tesellîsidir. Temennîden tesellî uman kalbler, cehennemi İrem bağları sanan şaşkınlardır. Namazsız, oruçsuz “kalb temizliği” iddiâsındaki şaşkınlar, temennînin tesellîsinde uyuyan gâfillerdir.[/color]

     


  4. Daha yaşarken çok şey yazıldı, söylendi hakkında. Şöhret denilen âfetin zehirli kıskacında bitirdi ömür sermayesini. Yapacakları, yapmak istediği yedi kartal ömrüne sığmazdı ama o, toz kanatlı bir kelebek olduğunu hatırlamak istemedi hiçbir zaman. Hep ateşe, hep ışığa doğru kanat çırptı. Ateş yalımları ciğerini yakarken, o ateş getirdi karanlık gönüllere. Gönüller, terk edilmiş bir şehir kadar ıssız, ışıksız ve harabe; yenik ordular gibi dağınık ve perişandı. Kamaşan gözlerle, yılgın ve ümitsiz bakışlarla baktı terk edilmiş şehrin sakinleri, yenik ordunun neferleri. Büyük adam dediler. Büyük şâir, büyük fikir adamı, büyük tiyatro yazarı, büyük muharrir. Bu büyük sıfatları küçülmüş, küçültülmüş insanların sinelerinden bir volkan misali taşan ümitlerdi aslında. Ama o, büyük sıfatların aciz taşıyıcısı, kendisine bir isim bulamamaktadır:

     

    Lugât, bir isim ver bana hâlimden,

    Herkesin bildiği dilden bir isim.

    Eski esvaplarım, tutun elimden!

    Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

     

    Hâlinin beyânını tarif edecek bir isim aramakta kelime mezarlığında. Büyük sıfatların oluşturduğu mahbes içinde kafası koparılmış bir kartal gibi çırpınıp durmaktadır. Artık istese de istemese de “Başını bir gâyeye satmış kahraman”dır. Etiyle, kemiğiyle gâyesinin malıdır. Gâyesine, gâyesiz, gâyesini yitirmiş şaşkın bir kitleyi çağırmaktadır. “Durun kalabalıklar”deyip “Kollarını makas gibi açarak” ciğeri sökülürcesine bağırır. Kimi tedirginlikle, kimi muhabbetle, kimi şüpheyle, kimi nefretle, kimi istihzayla bakar nâdiye. Nefret ve istihzayla bakanlar “Süper Mürşid” diye müstehzî bir isim takarlar ona, istihzalarıyla iktifa edemeyen bu güruh gerici, yobaz, devrim düşmanı gibi bir yığın kusmukvarî isim daha ekler. Önce istihza ettiler. İstihzaları kâr etmeyince egemenleri istilaya çağırdılar. Çünkü bu adam; “Ortasında dikilerek, her yolun” yolunu şaşıranlara, “Aman Müslüman olun, aman Müslüman olun” diye yol göstermektedir. Gösterilen yol kapatılmak isteniyordu. Belki de kapatılmıştı evhamlarınca. Belki güneş elle tutulabilir, belki deniz tutuşabilir, belki erkekler doğum yapabilir, belki horoz yumurtlayabilir, belki hacim ve kütle sahibi bir cisim gökyüzüne doğru çekilebilir, belki daldan kopan bir elma boşlukta kalabilir ama, o yol kapanmaz, kapatılamazdı. Evhâmına tâbi olmuş vehmîler, bu gerçeği kavrayabilselerdi “Allahu ekber” ile “Tanrı uludur” sözünün aynı olmadığını görürlerdi. Göremediler. Başkalarının da görmesini istemediler. Görmediklerini yok saydılar. Yok olan şeye yapılan davetiyenin istismar olduğunu zannetiler. Böylelikle davetçiyi mahkeme salonlarına, oradan da hapishaneye gönderdiler. Çağrılan yolun sonunun hapishane olduğunu göstermek istediler yolunu arayan kitleye. Ama o, “Yarın elbet bizimdir, elbet bizimdir” diyerek hapishanenin bir durak olduğunu hatırlattı. “Ana rahmi” dedi durağına. Günahlarına kefaret olarak algıladı çektiği ızdırabı. “Ana rahmi” olan hapishaneden bir kelebek masumiyetiyle doğacağını haber verdi. Doğar doğmaz şu sözü söyledi kulağı olanlara: “Zamanı kokutanlar, mürteci diyor bana / Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.”

     

    Mürteci diye dışladılar onu. Toplumun kendisine mahsus yaşanılır dinamiğinin dışına ittiler. Dışta azımsanmayacak bir kitleden habersizdi. Dışlanmışlığın ezikliğini bütün hücreleriyle yaşayan sesi kısık, benzi soluk, boynu bükük bir kitle, kucağına bastı onu. Önce tedirgindiler. Uzun zamandan beri egemen kitlenin kalemşörlerinin istihza torpidolarına maruz kalan dıştaki bu kitle, egemen kitleden birinin aralarına girmesini önce tedirginlikle karşıladı. Öyle ya, bu adam onların ağzıyla konuşuyordu. “Tanrı uludur” diyor, “Bir Adam Yaratmak” diyordu. Güzellik tanrıçası Venüs’ün bacaksız heykeline mersiyeler okuyordu. Frenkler gibi yaşıyor, Müslüman gibi düşünüyordu. Frenklerden kalma bazı memnû alışkanlıkları vardı ki, sessiz kitlenin nefesini kesecek mahiyetteydi. Bunlardan biri, tâbi olduğu bilgin, olgun, saygın zâta şöyle der: “Efendim, siz bu adama para veriyorsunuz, o gidip kumar âleminde harcıyor.” O merhum, muhterem zât: “Keşke hazinelerim olsa da ona hergün şu kadar altın versem, yeter ki o, hak ve hakîkatten bahsetse yazılarında”der. Bu referanslar gönüllere su serpti. Gittiği her yerde yanında olmaya başladılar. Kucaklarına bastılar, ellerine sarıldılar. Ama o: “Ellerime uzanan dudakları tepeyim / Allah diyen, gel seni topuğundan öpeyim.” diyerek hakka olan iştiyakını haykırdı. Bu haykırışın hakîkati, ne Celâleddîn-i Rûmî’de, ne Genceli Nizâmî’de, ne Şîrâzlı Sadî’de görülür. Hele çağdaşı millî şâir Mehmed Akif’te hiç görülmez. Kim ne derse desin, Akif, siyasî denklem içerisinde aklın dehlizinde söyler sözünü.

     

    Sessizlerin sesi, solgun benizlerin tebessümü, bükük boyunların vakarı, dışın makbûlü olunca, için mahkûmu oldu. Frenk ansiklopedilerinin takdimine göre, mahkûmiyeti tahsîl hayatını geçti. Mahkûmiyet gerekçesi; sessizliğin sesi olmak, şaşkınlara yol, yön göstermek ve Müslüman gibi yaşamaya çalışmak. Onu mahkûm eden egemenlerin yaklaşımına göre, bu gerekçeler değil mahpusluğu, idamını gerekli kılar. Çünkü o, onların yaşamını toptan reddediyor, başka bir yaşam tarzını öngörüyordu: “Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek / Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? / Sakarya, saf çocuğu masum Anadolunun / Dîvânesi ikimiz kaldık Allah yolunun…”

     

    Bu beyitler bastırılmış, susturulmuş, dışlanmış, toplum dinamiğinin defolu mal gibi dışına atılmış, yarı köleleştirilmiş pamuktan yüreğine bir volkan gibi düştü. Yürekler tutuştu, cesedin her yanından hararet yükseldi semaya. Kanacak, serinleyecek, teskin olcak pınarlar aranmaya başlandı.

     

    Bir şeyin ihtiyacı duyulursa, o şey aranmaya başlanır. Aranılan şeye ulaşılsın yahut ulaşılmasın, o şey teskîn eder insanı. Aramak, bulmanın yarısıdır. Aranmaya başlanmıştır mantığı doğmasın yüreklerde. Hayatın bütününü kapsar arayış. Arayışı olmayanın isteği de yoktur. İsteği olmayanın hayatiyeti yoktur. Hani, bitkisel hayat diye bir tabir vardır, işte bu tabir, tıp literatüründe hareket yeteneğini kaybetmiş insanlar için kullanılır. Duyup gören, fakat konuşup yürüyemeyen insanlara verilen sıfattır bitkisel hayat. Avâmî lisanda, halk arsında “Ot gibi adam” da denir. Fakat bu deyiş, bitkisel hayat deyişiyle aynı değildir. Bitkisel hayatın literatürüne girene, şefkat ve merhamet beslenir. Ama “Ot gibi adam” tabirine muhatab olana merhamet beslenmez. İlkine hasta, ikincisine ahmak gözüyle bakılır.

     

    Arayışı engellenmiş, arama yol ve yöntemleri kapatılmış insan, üstü kapatılmış ateş gibidir. En ufak bir çıtırtısını ve ışığını dışavurur. O insan, ot gibi insan değil, belki bitkisel hayata mahkum ettirilen insan tabirine uyar. İsteğini dışa vuran, isteği peşinde harekete geçen insan, insandır. Bir başka deyişle insan, istek ve ihtiyacını meşrû sebebler üzerinde arayandır. Bugün, evrensel hak ve medenî cesaret gibi tabirler kullanılmaktadır. Bu tabirler, bu tariften doğmuştur. Hakkını bilmeme ve bilmediği şeyi aramamadan doğmuş kelimelerdir. Evrensel hak ve medeni cesaret, sesi kısık, benzi soluk, boynu bükük insanlara yapılan hayat aşısıdır bu iki kelime. Sesini kıstıran, benzini solduran ve boyunlarını büktüren kimdi? Neden sesleri kısık, benizleri soluk, boyunları büküktü? İstek ve ihtiyaçları bastırılmış, ferdî hakları ellerinden alınmış bir insan için, evrensel hak ve medenî cesaret kavramları, hayal kadar değerlidir. Fakat bu iki kavram, yalnızca, toplumsal piramidin en üstünde, Buda’nın tunçtan heykeli gibi bağdaş kurup oturmuş belli bir zümreye hitab eder. Şimdi bu iki kavramı bahşediyorlar. Efendiler, kölelerine ulûfe dağıtıyor. Dağıtıyorlar ki, baş kaldırmasınlar. Toplumsal piramit, düşüncede veya yürürlükte olsun, her zaman ve her dönemde varlığını korumuş, kabul ettirmiştir. En belirgin şekliyle Hind toplumunda “Kast” adında şematize edilmiş ve tolumu biçimlendirmiştir. Zamanlara göre değişik isim almış bu piramit, toplumdaki yetişkinlik, doyumluk ve paylaşımı ifade eder. Toplumu teşkil ettiren ferdler semayelerine göre toplum içinde kariyer sahibi olurlar. Kariyeri “statüyü”belirleyen sermaye olur daha çok. Sermaye, beraberinde birçok şeyi getirir. Refah seviyesi, harcama, satınalma gibi, yaşam standartları sermayeye göre şekillenir. Sermaye düşük gelirli, orta gelirli ve yüksek gelirli diye, toplumu üç katmana ayırır. Bu ayırım kendinden zuhûrdur. Teorisyenler ve ekonomistler bu zuhûru teşhîs, tayîn ve tesbit ederler sadece. İdeologlar ve sosyologlar da bundan, oluşan bu durumdan fikir üretirler. Üretilen bu fikirler siyasîlerin söylemini belirler.

     

    Beşerî iki ideoloji olan sosyalizm ve kapitalizm sermayanin paylaşım biçimini tayin edip, toplumu bu tayine göre biçimlendirmeye çalışır. Son iki yüzyıl, bu çalışmanın çatışmasıyla geçti. Bunlardan ilki olan ve kapitalizme tepki olarak doğan sosyalizm, toplumsal sınıfı kaldırıp, sermayeyi eşit bir şekilde ferdlere dağıtmayı vaad etti. Herkes kazandığını devlete verecek, devlet bu kazancı âdil bir şekilde dağıtacak… Belki, görünüşte çok câzip olan bu fikir, hakîkatte kâziptir. Kâzip, yani yalancı.

     

    Ferdler hiçbir zamanda ve dönemde biyolojik, psikolojik olarak aynı değildir. Aynı olmadıkları için de üretimleri aynı seviyede olmayacaktır. Renk, zevk, şekil, desen, istek ve iştihâları farklı farklıdır. Bundandır ki, üretim ve tüketimde eşitliği kabul edemezler. Hâsılı, sosyalizm ve ileri seviyesi komünizm, cazibesi sayesinde tâbi toplayabilirdi. Fakat tâbileri, fikrin organiği gereği, gençken sosyalistliği kabul ettiler. İleri yaşlarda kapitalin gerçeğiyle tanışınca, kapitalist oldular. Sosyalizm, bir insan ömrü kadar yaşayamadı. Ömrüne ancak fuhşu, fesadı ve katli sığdırdı.

     

    Bu fikrin müdâfileri, zühd ve tevekkül örneği, Bilgi ve Anlayış Rehberi Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ashâbı Ebû Zer-i Gıfârî’yi ilk sosyalist olarak kabul ederler. Ebû Zer-i Gıfârî’nin sermaye ve servete bakışını Marks-Engels ile aynı görürler. Hatta, kaynak ve diyalektiğini Marksizmden alan Şiî devriminin kalemşörleri, Ebû Zer-i Gıfârî’yi bir sembol, bir bayrak yaparlar.

     

    Bilgi ve anlayışına uyamadıkları Aleyhissalâtü vesselâm Efendimizi ve mümtaz sahâbîsini romantik cazibelerine ortak edecek kadar arsız olan bu fikir, bir fesad manifestosu olarak tarihe geçti. Tarihe geçişi, isim ve amblem iledir. Aksine, bu müfsid manifesto, Kâbil’den Deccâl’e kadar varlığını sürdürecektir. Bazen Mezdekî, bazen Hayyâmî, bazen Haşhâşî, bazen Vâridâtî, bazen İştirâkî olarak ortaya çıkacaktır.

     

    Özünü, aslını Protestanlıktan alan kapitalizm, sermayeyi bir zümreye tahsis edip, kalan zümreyi husûsî zümreye tâbi etti. İşçi ve patron, işveren ve işalan şeklinde özetlenecek olan kapitalizmin ruhu, orta sınıf olarak tabir edilen vasatî hâli kaldırmaya yöneliktir. Piramidin %90’lık kısmı işalan, %10’luk kısmı ise işverendir. Başka bir ifadeyle halkın %90’ı, %10’luk kısmı memnun ve mesrûr etmek için çalışıp didinir. Asgarî geçimin alt sınırında olan çoğunluk, Buda’nın tunç heykeli gibi başında bağdaş kurup oturmuş kitlenin hüznüyle hüzünlenir, sevinciyle sevinir. Kendisine verilen bir aylık çalışmasının karşılığı olan parayı bir kuaföre bahşiş olarak verildiğini de bilir. Buna rağmen efendisini memnun etmek için çabalar. Belki maaşına zam yapar, belki terfi eder, hattâ belki patronun kızıyla evlenir!... Hele bir patronun gözüne girsin. Yeşilçam filmleri bu anlayışı yerleştirmek için çeyrek asırdır zengin kız-fakir oğlan, fabrikatör oğlan-işçi kız temalarını evlere sokmadı mı?

     

    Kapitalizm bütün gücüyle kölelik ruhunu yerleştirmeye çalışır. Köleler ne kadar uysal olurlarsa, efendiler o kadar memnun ve rahat olur. İşçinin on liralık zam isteğini isyan olarak telakkî eden kapitalist ruh, metres veya jigolosuna yüz liralık losyon hediye etmeyi az görür. İsraf ve insafsızlık üzerine kurulmuş bir ideoloji, bir sistem, îmân ve ihsân eksenli İslâm’ı elbette dize getiremeyecektir. Bunun içindir ki mahzun burjuva şöyle haykırır: “Her fikir ve inanış tek mevsimlik vesselâm / Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm.”

     

    Ona mahzun burjuva dedik, çünkü o, sermaye ve kültürün birikim yaptığı şehirlerde yaşadı. 20.yüzyılın riyakâr şehir görüntüsü onu kucağına almış bir bebe misali büyütmüştü. O, şehrin mağrur yapısı içinde tam bir şehirli-burjuva olarak yetişti. Benini boşverme adı altında, özgürlüğün dahi özünü çıkardı. Böylelikle toplumun elit tabakası içinde toplumun her kesimini, özellikle yöneliş ve yönlendirişleri uhdesinde tutan kesimi tanıdı. Toplumun üst tabakası daima yöneliş ve yönlendirişçilerin elindedir. Siyaset, sanat, ilim, sermaya ve idareyi bu kesim elinde bulundurur.

     

    O dönem toplumu Frenk kültürünün, İngliz sermayesinin ve Hıristiyan ahlâkının etkisi altındadır. Hatta, etki değil, tam ifadesiyle mahkûmudur. Fransız öğretmenler, İngiliz banka müderrisleri ve evlerde Hıristiyanları sembolize eden biblolar, tablolar, mahkumiyeti ilan eden vesikalardır. İşte mahzûn burjuva, bu kesimin içinde, alt kısımdan habersiz şöhret buldu. Bir yanda başkalaşmış, bir yanda dışlanmış toplumun iki kesiminden başkalaşmışlar havasında büyüdü. Bunu şu mısrayla duyurur: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” Dışlanmış alt kesimin değerlerini ifade eden “Gökyüzü”ile tanışmışlığını böyle haber verir. Bir pişmanlık, bir eyvâh, bir hayıflanma bildirgesi…

     

    Burjuva yollarında medeniyeti arar. Fakat burjuvalar bu medeniyet arayıcısının arayışını kabullenmezler. Medeniyet eskiydi, eski bir masaldı. Onlara göre medeniyet Binbir Gece Masalları’nda kalmış Kırk Hârâmiler’in işret sofralarında harcanmıştı. Ne varsa burjuvada vardı. Burjuvanın varlığı dışında bütün varlar eskiyi hatırlatan birer irticâydı. Güneş de çok eski, hatta Güneşin varlığı dünyanın varlığından çok önce başlar. Güneşe mürteci demek, onu kabullenmemek ne kadar komikse, Allah’ın varlığını kabullenmemek ve bu varlığa göre yaşamını düzenlememek de o kadar komiktir. “Güneşi cebinizde kaybettiniz, karanlıklardan ışık umuyorsunuz.” diye haykırdı dışlanmış soluk benizli mü’minlere. Bütün gerçeklerin doğuş mahali Doğudur ve Doğu, bütün doğumların beşiğidir, dedi kısık sesli Müslimlere. Keşiflerin, îcâdların menbaının İslâm olduğunu söyledi boynu büküklere. Talan edilmiş İslâm yurtları çapalanmaya, tırmıklanmaya başlandı. Cesaret geldi cesaretinden gafillere. Hakkını aradı hakkını gasp etmiş hârâmilerden. Allah’dan bahsetmenin yasak olduğu zamanlarda, Allah dedi yasakçıların karşısında. Sesi kısıkların sesi yükselmeye başladı. Boynu bükükler “Îmân dolu göğüs”lerini omuzlarının arasından çıkarır oldu. Benzi soluklara özgüven geldi. Dergiler, gazeteler, radyolar, televizyonlar kuruldu. Pek çok odalarda gammazlanma korkusuyla okunan Mushaf-ı Şerîf, Kelâm-ı Kadîm, Kur’ân-ı Kerîm, Furkânu’l-Azîm radyolardan okundu. Roma’ya giden yollar kapatılıp Medîne hurmalıklarına yöneliş başladı. Burjuva hayranlığı, medeniyet aşkına döndü. Harabeye çevrilen bir medeniyetin imarına, restorasyonuna girişildi. Zifirî karanlıkta ışıldayan mahyalara “Tek Yol İslâm” yazıldı.

     

    Âidiyetinden dolayı reform ve rönesans tabirlerini medeniyet mimarına yakıştırmak abes olur. Ama o, bir yerli yeniye yönelişi başlattı. Onun yeniliği, ne Martin Luther, ne Dante, ne Mikelanjelo’nunkine benzer. Bunların yaptığı, kokmuş, kokuşmuş anlayışı ambalajlayıp sunmaktan ibaretti!. Bugün, ambalajından dışarıya sızan kokunun kerâheti, kâinâtı kirletti.

     

    Medeniyet mimarının yaptığı, bastırılmış, gizlenmiş bir güzelliğin dışarıya vurulmasını sağlamaktı. Elhamdülillâh, sağladı da. O irfan, ilim, gelenek ve görenekte bir medeniyeti ihyâ etti.

     

    Yâ İlâhe’l-Âlemîn, yâ Gufrân-ı Rahîm Allah’ım; yapmakta olduğum bu Hatm-i Şerîfin sevâbını Kureyşî Nebî’ye ve bütün Peygamberlere, Ebrâr, Evtâd, Abdâl, Asfiyâ ve Kutub’lara, hâssaten Fâzıl Oğlu Ahmed Necîb’in rûhuna hibe ediyorum, Sen vâsıl eyle yâ Rabbî. Âmîn.

     


  5. Yokluğumuz nelere yol açmış böyle?

    Bakın Rönesans... Sizi daha evvelde hadis kaynakları hakkında uyarmıştım. Siz, biz gibi cahillerin öyle kütübü sittte de gördüğü hadisi kabul edip; amel etmesi de caiz değildir.

     

    Bakın sizlere şimdi ravileri arasında aşere i mübeşşereden iki sahabenin dahi aralarında bulunduğu mütevatir bir hadisi naklederim de; eğer Hanefi mezhebinde iseniz; yıllarca kıldığınız namazlardan şüpheye düşersiniz!!!

    Haddinizi biliniz. Ben tefsirden, fıkıh kitaplarından hadis dinlemem gibi densizliklerinizi tekrardan ortaya çıkarmayın.

     

    Tesadüfler neticesinde artık takip edebildiğim foruma; böyle hadiszce konuşarak beni mecburen girmeye teşvik etmeyin..

     

    Arkadaşım bana "kara kargalar gibi bürünün" hadis şerifinin kaynağını göster.İster kutubi sitte de olsun,ister riyazüs salihin de olsun.Amel ederim etmem seni ilgilendirmez...Kadını siyahlar içinde hapsedip toplumdan tecrit edenlerin bunu hadisi şeriflerle sözde ispat edip şeriatin gereği gibi göstermelerine itiraz ediyorum.Şeriatin ölçüsü belli.Kara çarşaf sadece bir örf,adet.Giyene saygı duyarım.Ötesi yok bunun.

     

    Necip Fazılın kadınları siyaha hapsetme noktasında muhalefetini bilmiyormusunuz.Üstad bu hadisi şeriften dolaysıyla ölçüden habersizmiydi.

     

    Siteye tesadüfen uğradığınız verdiğiniz cevaptan belli zaten.Allahtan temennim tevafukken hakikati farkedip her hadisi şerif diye lanse edileni burada paylaşıp berrak zihinleri bulandırmamanız.


  6. kureyşi abi yakın zamanda gelemeyebilir diye ben cevap veriyorum.kısa bir araştırma yaptım.o şekildeki haline rastlamadımsa da şu hadise rastladım.sanırım meseleyi açıklamaya yeter.

     

     

     

     

    bir de kaynak istiyorsanız eğer insan gibi sorun.durduk yerde kimseye hakaret etmeyin.

     

    hakaret mi.pes


  7. Kaynaktan muradın nedir efendi?

    Hem ithamın ölçüsüz hem talebin muhal...

     

    Hangi hadis kitabından hangi hadis aliminden nakledilmiştir.Soruyorum...Bunun neresi muhal?

     

     

    Kişinin malayani (boş) şeyleri terki İslam'ının güzelliğinden ileri gelir.(Tirmizi, Zühd 11)

     

    Örnek olarak verdiğim hadisi şerifin sonunda kalın puntoyla yazılmış ifade talebime misaldir.

    Kara kargalar gibi bürünün hadisi şerifinin sonunada da kalın puntolu ifadeyi görmek muradımdır.


  8. Müdahale etmemiz gereken bir durum gözlemliyorum. Kureyşi kardeşimizi dediğiniz laf ile ağır töhmet altında bırakmaktasınız. Zira kendisi buraya edille-i şeriyye'ye tezat teşkil edecek herhangi bir söz nakletmemiş. Bahsi geçen "kara kargalar gibi büründüler/oldular.." hadis-i şerifi gerçektir. Bu hususu bizzat ehl-i sünnet alimlerimizden Mahmud Ustaosmanoğlu'nun şerhinden de biliyorum.

     

    "Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki; "Ensar kadınlarına Allah rahmet etsin. Bu "Ey Peygamber hanımlarına kızlarına bütün müminlerin kadınlarına da söyle" âyeti indiği zaman mırtlarını yardılar onunla başlarını sardılar da Resulullah'ın arkasında öyle namaz kıldılar ki sanki başlarında kargalar varmış gibi..." demiştir."

     

    Elmalı'lı M.Hamdi Yazır Ahzap 59. ayet-i kerimesinin şerhinden bir kısım yukarıda iktibas ettiğim şekilde. Ki hepimiz Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinin rüştünü ispatladığını bilmekteyiz.Bu bahiste sanıyorum soru işareti kalmamıştır.

     

    Ayrıca bir diğer konu; hani Rabiya-tül Adeviyye Hazretleri'nin vuku bulan hadisesi üzerine tesettür prensibimize yeni bir çığır kazandıran, "ne yani hakiki erkeğe mi tesettür gerek?" lafzına bir yanıtım olacak. Burada gerçekleşen mevzu kesinlikle bildiğimiz akıl sınırları dahilinde düşünülmemelidir. İdrak için tasavvufî ahlak ve de aklı perdelemek elzemdir. Aksi takdirde bunu salt akıl zaviyesiyle düşünürsek dolaylı değil, direk Kelamullah'da geçen örtünme ayetlerinin hükmünü katletmiş oluruz. Buna kimin gücü yeter? Nitekim bu konuya mura-i muhib ve de kübraa gönüldaşlarım çok muazzam açıklamalar getirmişler Allah razı olsun.

     

    Bu arada kübraa kardeşim, bu gibi konuların sukut katline uğramaması naçizane kanaatimdir. Konuşalım, mülahazasını edelim ki benim gibi fakirler de nasiplensin, bir şeyler öğrenelim. Soru işareti olan kardeşlerimizi de sağlam senetlere dayanarak iknasına uğraşırız, kani olmazsa kendi bilir. İstişarede bereket vardır. Birimizin vakıf olduğuna diğerinin kulağı sağır kalmış kalmış olabilir.

     

    Nitekim gizlemeyelim, bildiğini duyurmak ilmin zekatıdır. Bu konuda yorumları ile bizleri aydınlatan tüm kardeşlerimden Allah razı olsun.

     

     

    Arkadaşım mevzu bahis hadisi şerifi kim rivayet etmiş kim nakletmiş.Kaynak gösterin.


  9. Biraz sağduyu kardeşim birazcık işe olumlu yönden bak hangi camiiyi kiliseye benzettin bilmiyorum. Ben herhangi bir camiide görmedim sıra hiçbir hutbe sehpası da bana başka bir şey andırmadı söylediklerini önce ölç biç tart ne yaparsan yap bi tahlil et sonra söyle.

     

     

    Tahlil değil müşahede ettim.Bu yetmezmi.

     

    -Caminin ortasına okuldan getirilen sıralar diziliyor.Sana neyi hatırlatıyor.Nerede bizim medrese kültürümüz.Nerede dizlerimiz kırıp Allahın evinde mahcub şekilde oturuşumuz.Nerede? Kiliselerde sıralara oturup ayin yapar hristiyanlar.Bildiğini zannediyorum.Asrı saadet,selçuklu ve Osmanlı da olmayan bu uygulamalar bidat değilmidir...Tahlile muhtaç mı bu husus? Akıl var izan var.

    -Camimizde orkestra şeflerinin önlerinde var olan sehpalardan var.Sırf imam elindeki iki parça kağıdı okurken yorulmasın diye konulmuş.Bİilyormusun.Ben müşahede ediyorum.İçim yanıyor.

     

    Olumlu yönden bakayımda bunun yönü neresi acaba.Diyalog mu reform mu?

    Tahlile muhtaç bir konu yok ortada İslam güneş gibi ortada,manzara ortada.

    .Arkadaşım.Tunç yürekli çocuk.


  10. Yeter.yeter.yeter.Birisi bu zırvalıklara dur desin.Camilerde cematten başka her şey var.Kiliseleri andıran sıralar,15 kişi 2 safı geçmeyen cemaat için kurulmuş mikrofonlar hoparlörler,minberde orkestra şefinin önündeki partisyon sehpalarını andıran hutbe sehpaları v.s....Bunlar bi'dat değilde nedir.Camide kuran okumak mümkün değilse evinde oku kardeşim evinde dinle.Resme bir bakın gönlünüz ısınıyormu bu resme.


  11. esselamualeyküm

    hanefi mezhebine göre kaza namazı varken sünnet kılınması haram değildir fakat diğer 3 mezheb de haramdır. 'haramdır' desekte yanlış olmaz 'haram değildir' desekte yanlış olmaz. hanefi mezhebine göre nafile ibadetlerin sevabından da nasiplenmemiz gerekir ayrıca şefaate vesile olduğu için bırakılmaması gerekir ve kaza namazlarıda nafile namazlarda kılınabilir.fakat diğer mezheplere göre kaza namazın varsa öncelikli olarak onların bitirilmesi gerekir.. 4 mezhepte haktır, onun için hiçbirine yanlış şeklinde -ilmihallerde dikkat edildiyse- hüküm verilmiyor...

     

     

    İnatla sünnetlerde kılınmalı diyorsunuz.Sanki sünneti kılarken kazaya niyet edelim diyen arkadaşlar sünnetin önemini mahiyetini bilmiyor.Zaten arkadaşlarımızın belirttiği şekilde sünnetleri kıldığınızda aynı zamanda sünneti de eda etmiş oluyorsunuz.İdrak ediniz lütfen...


  12. Affola ama kardeş, tanımlaman tam bir tezat olmuş. İtikadı sağlam bir adamın (sen öyle diyorsun, biz bilemiyoruz tabi), ahlağı nasıl olur da kötü olur? Burada ciddi bir sıkıntı yok mu? Din esaslarını teoride ve pratikte tamamlayan/tamamladığı kabul görülen (itikadı sağlam demeni kastediyorum) bir kişinin ahlağına kötü demek bence tuhaflıktır, hatta anlamsız bir ifadedir.

     

    Din, güzel ahlaksa şayet (Deylemi), itikadı sağlam birisinin haslete sahip olmadığını nasıl iddia edebilirsin. Daha doğrusu böyle bir hükmü nasıl verebilirsin?

     

    Öğrenmek istiyorum, başka birşey değil; itikad sağlamlığı ve ahlak kötülüğü müslüman bir bünyede nasıl zuhur eder, bu nasıl olur ya da oluyor?

     

    İzah edersen memnun kalırım Rönesans kardeş.

    ...

     

     

     

     

    İzah edeyim buyk doğu ne demek.Evet itikadı sağlam olam bir kişinin ahlakı zayıf olabiliyor.Hatta dediğim gibi mizacı da zayıf olabiliyor.

     

    Cübbeli Ahmet Hocanın sohbetlerinden,İslamoğlu ile yaptığı münakaşalardan,vaazlarından itikadının sağlam olduğuna hem bu dünya da hem de ahirette şahitlik ederim.Burada sorun yok sanırım...

     

    Gelelim ahlak kısmına.İslam ahlakına sahip olan bir şahıs sokak ağzıyla konuşmaz.İslam ahlakına sahip olan bir kişi televizyonlarda Fatih Altaylı gibi sıfatsız bir kişinin önünde manasız espriler,komedyenlik yapmaz...İslam Ahlakına sahip olan bir kişi Fatih Altaylının ağzından dökülen küfür nağmelerine şahitlik yapmaz...İslam Ahlakına sahip olan bir kişi Cem yılmazları ağzına alarak magazinssel tartışmalara girmez...Bunlar müşahadelerimdir.

     

    Bir müslümanın mizacı ahlakıyla doğru orantılı olduğuna göre,mizacen zayflığını tespit etmek zor olmuyor...

     

    İtikaden sağlam olup ahlaken kötü olan onlarca isim sayarım sana değerli büyükdoğu.Ama bizim meselemiz bunlar değil bizim meselemiz olandan ders alıp olması gerekene yol almaktır.Allah bizi ezbercilerden,yobazlardan,taklitçilerden,ruhsuzlardan,fikirsizlerden,sürü psikolojisinin koyunlarından korusun....


  13. bunun cevabını sizden daha iyi(!) bilen(!) birinin bu sitede mevcut olmadığını düşünüyorum,

    vesselam

     

    neyi ima ettiğinizi anlamadım w racer...ne konuşacaksınız açıkça mertçe söyleyin..öyle iğneleyici laflarla konuşacak kadar samimi olduğumuzu düşünmüyorum...

×
×
  • Create New...