Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

AfşıN BeY

Üye
  • Content Count

    12
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by AfşıN BeY


  1. esselam;

    madde ile mananın ruh ile vucudun akıl ile zekanın buluştuğu yegane mevkii yüce dinimiz islamdır.elbette dini sadece aklımızı kullanarak yaşayamayız.ancak hislerimize yön veren de aklımız değil midir?şu halde bir dinin akla ve bilime uymasıni beklemek bizi neden rahatsız etsin ki??

    "hamdım,piştim,yandım" merhalesine namzet bir insanın ilk basamağı dininin neler söylediğine ve bilimle paralelliğine bakmak olmaz mı sizce?bahsettiğiniz bilinçse sanki dini ve kendi için biraz daha çaba harcayan zatların zamanla ulaşabileceği bir makam...

    haşa dini bilime uyduralım demek değildir kastım sadece din bilimle paraleldir ve atatürk bunu ifade etmeye çalışmıştır diye düşünüyorum.

    İtiraz edilen nokta anladığım kadarıyla "mantık ve akıl kabul ediyorsa tabiidir" cümlesinin mefhum u muhalifinden çıkan "kabul etmiyorsa tabii değildir" önermesi...Buradaki itiraz edilen "akıl"dan kasıt basit mantık hesaplarına dayanan makine aklıdır.Müminlerse "kalpleriyle aklederler".. Yani iman ederler, iman etmek aklın imani gerçekleri karşılamasından çok ötedir.Mesela makine aklından "Allah görünmez öyleyse yoktur" hezeyanını beklemek çok garip değil.

     

    Üstadın anlatımıyla küfür yobazı "Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve (veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir. İşte suçluları böyle cezalandırırız." ayetindeki "devenin iğne deliğinden geçmesi" ni anlamaz, imkansız der ve küfreder...

     

    Üstad da şöyle karşılık veriyor: "İster deveyi küçültür, ister iğne deliğini büyütür, isterse başka birşey yapar, bunun sorgulanması size mi kaldı?"

     

     

    Oysa burda hem Allah'ın her zerreye hakimiyeti gözardı ediliyor hem de bir açıdan baktığımızda bunun temsili bir ifade olduğu(ulemaların dediği gibi).Burdaki zavallı akıl iman etmediği için, en fazla 3 boyutu algılayan zavallı algısını Allahualemin sözleriyle savaştırmaktadır adeta..."İnkar etmeye şartlanmış olanlar" akıllarının kölesi olduklarından ille de herşeye akıl cenderesine sokar.Akla değer vermek akla tapınmak boyutuna gelir.Herhalde materyalist felsefenin temel anlayışlarından biri de budur.

     

    Üstad'ın deyişiyle:

     

    Akıl akıl olsaydı adı gönül olurdu

    Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu...


  2. "Mezhep İmamları Kur’anın başka bir dille okunabileceği ve bununla ibadet edilebileceği hakkında görüş belirtmişlerdir..."

     

    İmam ı Azam Ebu Hanife, yeni islam olanlar için kolaylık olması üzere ve en kısa zamanda Arapçasını öğrenmek şartıyla insanların namazı kendi dilleriyle eda etmelerine cevaz vermiş kendi fıkıh sistemi içinde, hatta sonra bu içtihadını değiştirmiş.

     

    Küfür yobazlarının yöntemi..

     

    Kim dini "kullanıyor" belli oluyor...


  3. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihâyet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir."

     

    Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut 'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:

     

    (...)

     

    Ger dilersiz bulasız oddan necât

     

    Mustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.

     

    Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi

     

    Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!

     

    Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile

     

    Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.

     

    Geçti böyle, nice ay nice sene

     

    Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.

     

    Merhaba ey baş halâskâr merhaba

     

    Merhaba ey ulu serdâr merhaba!

     

    Edip Ayel, Atatürk'e: "Sen bizim yeni peygamberimizsin!" diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal'i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk'e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:

     

    Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe

     

    Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

     

    Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun

     

    Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.

     

    Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi

     

    Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî

     

    Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses

     

    İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!

     

    Edip Ayel'in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah'ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk'e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk'e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel'den geri kalmak istemedi:

     

    Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili

     

    İnsana ne ilâh, ne de sevgili

     

    Ne de ana-baba aratıyordu

     

    Her an yaratıyor, yaratıyordu.

     

    Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de "Allah", "tanrı", "ilâh", "Kâbe", "put" gibi kelimelerle Atatürk'e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:

     

    Tanrı gibi görünüyor her yerde

     

    Topraklarda, denizlerde, göklerde

     

    Gönül tapar, kendisinden geçer de

     

    Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.

     

    Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı:

     

    Çankaya;

     

    Burada erdi Mûsâ

     

    Burada uçtu İsa

     

    Bülbül burada varsa

     

    Hürriyet için öter.

     

    Ne örümcek, ne yosun

     

    Ne mûcize, ne füsun...

     

    Kâbe Arab'ın olsun

     

    Çankaya bize yeter...

     

    Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:

     

    On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden

     

    O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.

     

    Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden

     

    Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

     

    1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk'ü yüreğine bir put gibi oturttu:

     

    Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil

     

    Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun

     

    Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil

     

    Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

     

    Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı: Akbaba'cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:

     

    Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği

     

    Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.

     

    Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:

     

    Koca bir güneşin akşam olmadan

     

    Dağların ardında sönüşü gibi

     

    Millete can veren, vatan yaratan

     

    Tanrının göklere dönüşü gibi.

     

    Her zaman ırkıma büyük Baş Atam

     

    Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!

     

    Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:

     

    Bir güneş gibi yalnız

     

    Sensin ülkü tanrımız

     

    Ey Türlüğün bütünü.

     

    Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:

     

    Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti

     

    Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.

     

    İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:

     

    İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa

     

    Toprağın haritasını çizdi bayrağa

     

    Allah değil, o yazdı alın yazımızı.

     

    Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum: Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet, daha önce Marks'a ve Lenin'e kul köle olduğu için Atatürk'e secde etmedi. Hatta ona "Burjuva Mustafa Kemal" diye homurdanan şiirler yazdı.

     

    Yahya Kemal'le Necip Fazıl, İslâm'ın âmentüsüne bağlı kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:

     

    "Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim."

     

    Halk, "halkçı" Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. [1]

     

     

     

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

     

    [1] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000


  4. Vurun ki, on yıllardır gizlediğiniz gerçek yüzünüz dökülsün ortaya. Vurun ki, tüm çekirdekler yayılsın ortalığa da o sahte demokrat, modern, ilerici yüzünüzü görsün herkes.

     

    Üç kuruşluk menfaatleriniz için, günübirlik çıkarlarınız için nasıl birbirinizi ensenizden ısırdığınızı biz yazınca sinirleniyorsunuz, ama böyle birbirinizin karpuzunu yere çarpınca çıkıyor gerçek kişiliğiniz ve dünyanız.

     

    Çarpın hışımla karpuzlarınızı yere ki, menfaat eksenli, çarpık ilişkilerinizi görsün ümmet-i Muhammed. Deri koltukların, pahalı halıların, yıllanmış şarapların, güzel makyajlı kızların sarmaladığı o koyu renkli camlarla kuşatılmış dünyanızı biz bu kadar yakından, birinci elden öğrenelim. Sizin gibi imkânlarımız yok, kulaklarımız da Midas'ınki gibi değil özel görüşmelerinizi faş edebilecek durumda değiliz.

     

    Ama bu karpuz düellolarınızda çıkıyor gerçek kimlikleriniz ortaya. Bu da Allah'ın başka bir hikmeti işte!

     

    Bir zaman kasalarınızın, çıkarlarınızın beraber olduğu, aranızdan su sızmadığı, hatta baba-oğul ilişkisi yaşadığınız insanların menfaat ayrılığı yaşandıktan sonra böyle karpuzu yere çarpma eylemi sonrasında bilelim iç yüzünüzü, tanıyalım sizi.

     

    Çarpsın yere karpuz ve dağılsın dört bir yana kirli çekirdekleri...

     

    Kitap yazın, ekrana çıkın, köşe kaleme alın, internet sitelerine açıklama yollayın. Düne kadar yücelttiğiniz, birbirinize sahip çıktığınız, yediğiniz içtiğinizin ayrı gitmediği kişileri şimdi cascavlak atın milletin önüne. O da can havliyle üzerini silkelerken bir yandan, diğer yandan sizin ne mal olduğunuzu söylesin bize.

     

    Biz uzaktan gözlemlerimizle, basiretimizle, kim olduğunuzun kırkta birini bile yazarken kızıyor, öfkeden köpürüyorsunuz çünkü. Ama o gizlediğiniz gerçek yüzünüzün, ardına saklandığınız maskenizin inmesinden sonra 'Tamam ama sen de şöylesin' demekten başka çareniz yok siz de biliyorsunuz. Bir tencerenin yapabileceği en büyük intikam girişimi diğerinin karasını göstermektir, biliyoruz bunu.

     

    Vurun karpuzu, yere vurun!

     

    Vurun ki, on yıllardır gizlediğiniz gerçek yüzünüz dökülsün ortaya. Vurun ki, tüm çekirdekler yayılsın ortalığa da o sahte demokrat, modern, ilerici yüzünüzü görsün herkes.

     

    Yaptığınız mesleğin bir maske, kurumunuzun bir paravan olduğunu biz anlatamıyoruz. Anlatamıyoruz; çünkü kuralınız, kaideniz, kutsalınız yok. Tüm gücünüzle inancımıza, kutsalımıza, değerlerimize saldırıyorsunuz çünkü. Ahlaksız bir oyun geliştirmişsiniz, herkes biliyor artık. Bu nedenle biz sadece 'acaba?' diye sorabilirken siz birbirinize isim, yer, tarih belirterek vuruyorsunuz. Ve dökülüyor boyalar birer birer.

     

    İndikçe maskeleriniz gerçek yüzünüz çıkıyor ortaya. Gizlemeye çalıştığınız kişiliğiniz, ruhunuz, iç organlarınız... Yaşadığınız ilişkilerin çıkarcılığı, dostluklarınızın yapaylığı, ahbaplığınızın sentetik oluşunu tarih kayıtlara geçsin istiyoruz.

     

    Yere saçılsın karpuz ki, hırsınız için neler yapabileceğinizi görsün bu millet. Doymayan iştahınızı, açgözlülüğünüzü göstersin bize eski dostlarınız. Siz soğuk yerken intikam yemeklerinizi, biz size ait tabloların eksik yönlerini tamamlayalım.

     

    Bizim sizi tanımlamamıza kuduruyorsunuz, burunlarınızdan duman çıkıyor ve tekmeliyorsunuz pahalı halılarınızı. Ama birbirinizi tanımlamanızı da görüyoruz işte. Belki edebî değeri beş kuruş etmez yazdıklarınızın, insani olana, erdeme, vicdana dair tek kelime bulunmaz yazdıklarınızda; ama siz varsınız o tabloda. Yazın ki bilsin bu millet, yazın ki sizin birbirinizi tanıdığınız kadar tanıyalım sizi.

     

    Siz karpuzlarınızı yere vurun, biz gördükçe iç yüzünüzü, gerçeği çarpalım suratınıza. Başka türlü anlamıyorsunuz çünkü!

     

    M.Nedim Hazar


  5. pkkyı dava yapıp ideoloji haline getirip kimisi üniversitede kimisi meclisde insan kazanmaya çalışıyor hani bizim okulda da o taraklarda insan yok değil

     

     

    Ve Yök imparatorluğunun üniversitelere çok çok zorlanmadan sokulabilen orak-çekiç baskılı t shirtlerle, oraya buraya asılan kırmızı siyah posterlerle, hatta heyecan olsun diye anfi salonlarında açılan sarı kırmızı yeşil ağırlıklı bayraklarla ilgili hiçbir sorunu yok. Hiçbiri basörtüsünden daha tehlikeli ve siyasal değil...

     

    Pkk'nın yönetim kadrosunu yetiştiren örgütlerin bağıra bağıra, yeri geldiğinde resmi üniversite klupleriyle yaptığı bölücü-marksist-leninist progandayla da arasından su sızmıyor, hiç bir basın açıklamasında da bundan dem vurmuyor...Çünkü hiçbir şey bir inananın inanadığı şeyleri, ayeti, hadisi açığa vurmasından bölücü, zararlı olamaz...


  6. çünki bişeyler yaptıkça uğruna canlarını veren şehitlerimizin davasını sürdürdükçe onlar rahat olacaklardır. ben böyle düşünüyorum yanlış düşündüğümüde hiç zannetmiyorum.

    ALLAHA EMANET OLUN. SAYGILAR...

     

     

    Şehitlerimizin içinin rahat etmesi için Irak'a girmek...

     

    Eğer birgün şehit olursam "ben rahat edeceğim, öcüm alınacak" diye "illa ki birşeyler yapalım" destûruyla hareket edilmesini istemem şahsen..Şehitlerimiz zaten mükafata eriştiler inşallah, "onların hatırına ne olursa olsun birşeyler yapalım" anlayışınızı uygun bulmadım.Kuzey Irak'a girilecekse de fikir, siyaset, diplomasi, uluslarası ilişkiler bazında altyapıyla desteklenen bir hareket olmalı bu...Bu zaviyeden bakınca teröre arka çıktığı aşikar olan ABD'ye savaş ilan etmek de "birşeyler yapmak"tır, ama hiçbir şey yapmamaktır..

     

    "Girelim, basalım, alalım, yıkalım.." tarzında bir yaklaşım gösteren avamı kınamamakla beraber, devlet adamlarının bu noktada yüz defa temkinli olması gerektiğini düşünüyorum.

     

    Şeyhim Edebalı'nın Osman Bey'e "Bundan gayrı öfke bize uysallık sana.." sözünü hatırlayalım.

     

    Üstadın bir kitabında "Bİlen konuşmaz, konuşan bilmez" diye bir ifadesi vardı...Irak'a girilip girilmeyeceğine karar veren mekanizmanın bu konuda yanlış yapacak olsa da durumu değerlendirmek için elinde herkesten fazla materyal olan taraf olduğu kesin...Kimlerle masaya oturuldu, kimlerle hangi pazarlıklar yapıldı, hangi istihabarat neye işaret ediyor..Bunların herkesçe malum olması düşünülemez.Öyleyse bu bulgulardan mahrum kesin fikir yürütmek ne kadar sağlıklı düşünülmelidir.

     

    Bir de eleştirilerin mahiyeti açısın terörün çözümünde kendi düşündüğünü düşünmeyeni "ruhsuz, vatan haini, terörist işbirlikçisi" diye yaftalamak facia...Bölücülüğün ağızlardan fışkıran salyalara, siyasi hırsın esaretinde yazılan köşe yazılarına sinmış hali...

     

    Ahmet Turan Alkan böyle düşünenlere tercüman olmuştu:

     

    ***

     

    İçerde "bir an evvel Kuzey Irak'a girip hainlerin haddini bildirelim; buna karşı çıkan vatan hainidir" lobisi harıl harıl çalışmakta iken bu acı haber ortak aklı kavurup fesada uğratmayı amaçlıyor. Hesap, kitap, mantık, jeopolitik, reel politik gibi ihtiyat unsurlarını savunanlara algılama ve fren mesafesi tanınmıyor. Gitmiyor, sürükleniyoruz. Düşünmemize fırsat verilmiyor, çekiliyoruz. Sözün ve siyasetin tükendiği yere sevk ediliyoruz. Bu öyle bir ortam ki, "sâkin olalım, biraz düşünelim" sözü kolaylıkla ihânetin diline tercüme edilir. "Bana hain, işbirlikçi, PKK yandaşı demesinler" korkusu ve baskısı siyasi aklı dumura uğratır, felç eder. Böyle pis, meş'um bir psikolojik baskı havayı solunmaz hâle getirmekte.

     

    ***

     

    Girelim mi, girmeyelim mi; nihai, kesin bir fikrim yok...

     

    Selametle...

    • Like 1

  7. gazetevv2.jpg

     

    "

     

    Gece yarısına doğru Adana...Jandarmalarım o kadar nezâket gösterdiler ki, gar lokantasında yalnız başıma yemek yemem ve serbest bir yolcu gibi hareket etmem için adeta bana yalvardılar.Bu çocuklar anlamışlar ki, muhafızlarım kaçsa benim onları kovalamam icabedecek kadar nazik ve emin şartlarda bir insandım ben...Gar lokantısında, ilaç alır gibi, mahzun yemeğimi yedim, zevceme bir mektup yazıp postaya verdim ve kompartımanıma döndüm.Tam vagonun basamaklarına ayağımı atarken yanıma birkaç kişi sokuldu.Benimle görüşmek istediklerini söylediler ve kompartımana girdiler.Gûya şimendifer ve Büyük Doğucu imişler...Bir ikisi, aydınlık yüzlü ve temiz halliydi ama, biri gayet şüpheli, neredeyse yere yıkılacak kadar sarhoş ve son derece musallat tavırlı...

     

    Temiz halliler, âdeta gözlerinin kuyruğuyla bu adamı bana ihtar etmek istiyorlar, fakat alelusûl bizim müslümanlarımızdaki yersiz çekingenlik ve utangaçlık yüzünden açılamıyorlar, mahud şahıs da onlara tek kelime söyletmeden yalnız kendisini ileri sürüyordu.Mahud şahıs -ki, bir timsah kadar çirkindi- bir sürü "malayani"den sonra, benden kendisini tekrar arayacağıma dair söz istedi ve bunu bir "büyük laf"a bağlamak ihtiyacını duydu:

     

    -Namus ve şeref sözü veriyor musunuz?

     

    Diye fâtihane haykırdı.

     

    Sarhoşun bu halinden o kadar sıkıldım ki, şu cevabı verdim:

    -Bırakın bu namus ve şeref tekerlemelerini! Bana Allahtan ve ahlaktan bahsedin!.

     

    Sahiden iyi niyetli ve iyi halli insanların arasına karışan, kendisini başlangıçta onlardan gibi gösteren, buna rağmen taraflarından tezkibe uğramayan, üstelik tezkibe uğramayacağını evvelden bilmişcesine küstahlıkla ileriye giden sarhoş, meğer bir gazeteciymiş!..Nitekim ertesi günü, gazetesinde benim için şunları çırpıştırmış:

     

    "Süper Mürşidle trende görüştüm.Etrafını Büyük Doğucu müridleri sarmıştı.Ben namus ve şeref diye birşey kabul etmem dedi bana..."

     

    Ne buyrulur?

     

    Bu entipüften vak'ayı, etrafımdaki ve memleketimizdeki gazetecilik sanat ve iffetine bir örnek diye kaydediyorum.Yoksa değer miydi hiç?..Bakın biz neyiz ve nasıl gösteriliyoruz; ne diyoruz ve ne demiş oluyoruz?

     

    (...)

     

    "

    Necip Fazıl Kısakürek-Cinnet Müstatili - 95/96. sayfa..

     

    Bu iffetsizlik hâlâ inançlı insanların canını yakmaya devam ediyor, Rabbim tuzaklarını başlarına geçirsin..

     

    Muhabbetle..


  8. Zamanı öldürürken, arada bir "Gel !" dediğimiz halde gelmeyen fikirle, zaman bizi öldürmeye başlayınca "Git !" dediğimiz halde gitmeyen fikir...İşte ruh sıhhati bunların ikisi arasında olsa gerek..."Gel !" denince gelen ve "Git !" denince giden fikirlerin sahibi, Allah'a şükretsin !..

     

    Cinnet Mustatili'nden..


  9. Aydınlık dergisi Üstad Necip Fazıl Kısakürek'i hedef aldı

     

    İşçi Partisi'nin yayın organı Aydınlık dergisi bu seferde Necip Fazıl Kısakürek'i hedef seçti.

     

    Kısakürek hakkında akıl almaz iftiralarda bulunan Aydınlık, Üstad'ı bölücülükle suçladı. Derginin bu haftaki sayısında "Tayyip-Gül'ün Hocası Necip Fazıl/Amerikancılığı Üstadlarından Öğrendiler" başlıklı bir habere yer verildi. Haberde Kısakürek'in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün düşünce yapısının oluşmasında önemli bir yere sahip olduğuna dikkat çekildi. Kısakürek'in Amerikancı olmakla suçlandığı haberde "Necip Fazıl, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı emperyalist kışkırtmalar ve desteklerle sahnelenen bölücü kalkışmalara Amerika'nın gözüyle baktı." denildi. Necip Fazıl'ın Atatürk düşmanlığı yaptığını da iddia eden Aydınlık'ta şu ifadelere yer verildi:

     

    "Necip Fazıl hidayete erdikten sonra Kemalist devrime, onun bütün kurum ve kuruluşlarına düşman kesilmiştir. Hatta 'Yurtta barış, dünyada barış' sözünü bile korkaklık olarak nitelemiş, alay etmiştir. Atatürk'e ve devrimlerine her fırsatta dil uzatmıştır."

     

    07.05.2007 Zaman

×
×
  • Create New...