Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Yavuz Bahadıroğlu

Recommended Posts

Osmanlının bayram kutlamalarında bile sıcaklığın yanı sıra bir azamet de vardı. Ziyaretler, el öpmeler, harçlık vermeler hep bu azametin parçalarıydı ve bayramlar geleneksel bir sistem içinde kutlanırdı.

Eski bayramların temel eksenini toplumsal sevgi oluşturma emeli teşkil ederdi. Hediyeleşme-yardımlaşma ve paylaşma bu maksadın ayrıntılarıydı.

Zengin sofraları zaten ramazan boyunca iftar saatinden imsake kadar açık olur, isteyen destursuz içeri girip karnını doyururdu. Kimse ne dinini sorardı, ne milliyetini, ne de oruç tutup tutmadığını... Bunları Allah sorar derlerdi, kulun kula sorması gereken üç soru var: 1. Aç mısınız?.. 2. Yorgun musunuz?.. 3. Harçlığınız var mı?

Özellikle bayram günleri, İslâmın kardeşlik hükmünün hayatı bütünüyle kuşattığı günlerdi.

Verecek hiçbir şeyi olmayanlar bile din kardeşlerine gülümser, böylece sadaka sevabı alırlardı.

Kısacası, İmparatorluk Medeniyetinin çocukları hiçbir konuda başıbozuk değildi Her şey kurallar çerçevesinde gerçekleşirdi Hayat geçici hevesatın değil, ebedi hayatın hizmetindeydi Hayat, yaradılışın amacı olan insanın hizmetindeydi.

Yürek pusulaları kıbleyi gösterir, evler dâhil her şey kıbleye dönük olurdu.

Bayramlar bu çerçevede yaşanan bir hayatın güzellemeleriydi. Ama bayramın da amacı vardı: 1. Sevmek; 2. Yardımlaşmak

Bu iki temel öğe, Peygamber-i Âlişan Efendimizin vahye dayalı olarak getirdiği Yürek İnkılâbının da özü ve özetiydi zaten.

Efendimiz büyük inkılâbını dört temele oturtmuştu:

1. Sevmek;

2. Vermek;

3. Görmek;

4. Hoşgörmek.

Sevmeyen veremezdi. İşte bu yüzden bayramlar sevme ve sevgiyi dışa vurma günleriydi.

Bu çerçevede küsler barıştırılır, bayrama sevgi eksenli bir anlayış içinde el ele girilirdi.

Bunu sağlamak için de, Osmanlı mahallesinin ombudsmanları bayram öncesinde mahallenin küslerini tespit eder, gide gele uzlaşma noktaları bulur, küsleri barıştırıp bayrama mutlu bir şekilde girmeleri sağlanırdı. Bu gelenek toplumsal barışın temelini teşkil ederdi.

Mahalleler de barışık toplumun yeşerme alanlarıydı.

Sevmek maddesi böylece hayata geçtikten sonra sıra vermeke gelirdi.

Bunun adı infaktı. (İnfak: Malını Allah yolunda, sırf Allah rızası için sarf etmek). İnfakın sınırları o denli genişti ki, bunun bir ucunda devlet, bir ucunda saray, bir ucunda vakıf müesseseler ve imaretler (bedava yemek yenen yerler) bulunurdu

İnfak o kadar yaygındı ki, Osmanlı Devletini gezen Avrupalı gezginler Dilencisiz bir toplumsal yapıdan söz etmek zorunda kalırlar, kendi ülkeleri adına utanırlardı.

Eski İstanbulda bayram hazırlıkları takriben onbeş gün önceden başlardı. Alışverişler yapılır, gerekiyorsa çocuklara ayak ölçülerine göre potin (ayakkabı) siparişi verilir, seçilen kumaşlar evde özenle dikilir (hazır olarak hiçbir şey satılmazdı), yakın akrabalar için işlemeli mendiller, yemeniler ve iç çamaşırları bohçalanırdı.

Ayrıca kurabiyeler, lokmalar, lokumlar dökülür, rengârenk şekerlerden bir ikram sofrası oluşturulurdu.

Ama her konuda olduğu gibi bu konuda da mahalleli yetimlerle fakirlerin önceliği vardı. Alışveriş esnasında önce onların ihtiyaçları dikkate alınırdı.

Mahallenin yetim çocuklarıyla fakirlerine dağıtılacak elbiselikler bohçalanır, yanlarına bir miktar gıda maddesi ile nakit para konur, ramazanın son haftasına kadar sahiplerine ulaştırılırdı.

Ancak ondan sonra ailedeki çocuklara elbise dikilirdi. Onları evde çalışan hizmetliler ve ailenin kadınları takip ederdi. Erkekler en sona bırakılırdı.

Bayram sabahı besmele ile kalkılır, abdest alınır, temiz esvaplar giyilir ve çocukların ellerinden tutularak bayram namazına gidilirdi. Camilerde anonim yürekten çıkan tekbirler kubbeleri sarsarak Allaha ulaşırdı.

Bayram namazından sonra mezarlıklar ziyaret edilirdi. Ancak ondan sonra eve dönülürdü. Bu yaşayanların geçmişlerine duydukları sevgi ve saygının bir ifadesi idi.

Eve dönülünce ev halkıyla bayramlaşma ve hediyeleşme faslı başlardı. Evin reisi (aynı zamanda yaşlısı) bir köşede durur, ev halkı el öperek önünden geçer, her el öpen hediyesini de alırdı. Varsa evin hizmetkarları da hediye alır, ev halkından ayırt edilmezdi.

Ardından evin reisi konağın selamlık (erkeklere mahsus bölüm) kısmına geçer, gelmeye başlayan akrabaların ve mahallelinin tebriklerini kabul ederdi.

Eskilerimiz, Iydiniz said, ömrünüz mezid olsun diyerek bayramlaşırlardı.

Yani, bayramınız saadetli, ömrünüz bereketli olsun! efendim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Site dindarlığı

Otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık...

Servet ve şöhret kazandık...

Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...

Allah için cebimiz de doldu...

Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...

Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.

Fakirlere hâlâ bir şeyler veriyoruz, ancak “fakir” görüp rahatsız olmamak için etrafı surlarla çevrili “site”lerde oturmayı tercih ediyoruz.

Bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen, bizim gibi örtünen, bizim gibi giyinen, bizim gibi yaşayan “sonradan görme Müslüman”ların içinde hayatın tadını çıkarıyoruz.

Aslında inanç dünyamızı kemiriyoruz!

Ne Peygamber Efendimiz’e benzeme çabamız kaldı, ne “tebliğ” mükellefiyetimiz...

İktidara eklemlenip nimetlerinden yararlanarak günümüzü gün ediyoruz!

Gerekçe malum: “Biraz da biz yaşayalım, ülkemizin nimetlerden biraz da bir yararlanalım.”

Bu bağlamda “Dindar iktidar”ların İslâm dâvâsına “yarar” mı, yoksa “zarar” mı verdiğini bir türlü kestiremiyorum.

Çünkü iktidara “mensup” olmak insanı öyle bir hale getiriyor ki, bireysel “hizmet”lerden bile alıkoyuyor!

“Müslüman”ın temsil işlevi ortadan kalktı. “İslâm” ve “Müslüman” ayrımı başladı. Halimizi-tavrımızı eleştirenlere “İslâm değil Müslüman’ım” deyip işin içinden çıkıyoruz. Güya İslâm Dini’ni “tenzih” ediyoruz. Oysa bu bal gibi bir “kaçak güreş!” Çünkü her Müslüman “temsil” mükellefiyeti bakımından “İslâm”dır. Yahut olmalıdır.

Peygamber Efendimiz’in “Ben İslâm değilim” dediğini duyan, okuyan var mı? Tam tersine O’na “yaşayan Kur’an” diyorlardı.

Bütün inandıklarını yaşayamamak elbette mümkündür. Ama Müslüman bundan pişmanlık duymalıdır. Biz ise bu yanlışı “fazilet” gibi görmeye başladık; “Çağın gereği” sayıp normalleştirdik. “Ne yapalım, bu çağda bundan fazlası yadırganıyor...”

Kim yadırgıyor peki: Allah mı, Peygamber mi?..

Ötesinden bize ne? Bunu söylemekle, “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” demenin arasında ne farkı var? Çağ mı kurtaracak bizi Cehennem’den, zaman mı? “Ehl-i dünya”nın sloganlarının Müslüman’ın yüreğinde ne işi var?

Nereden nereye geldik?

Bu durumda insan sormadan geçemiyor: Eski sadeliğimiz ve masumiyetimiz imanımızın eseri miydi, yoksa imkânsızlığımızın mecburiyeti mi?..

Servet ve şöhret içinde bile yaşanması gereken bir hayat nizamı değil miydi yani?

İsraf fukaraya haram da, zengine helâl mı?

Yahut tek soru: “Uzlaşma” ile “yozlaşma” arasında bir bağlantı var mı?

Çünkü “uzlaşma” diye yola çıktık, “yozlaşma”ya tosladık!

Şuradan da belli ki, eskiden hayatımızı “helâl” ile “haram”a göre şekillendirirken, şimdilerde “kâr” ve “zarar” hesabına göre şekillendiriyoruz...

Arkasından “faiz”, “repo”, “borsa”, “kredi” gibi maddi mülâhazalar geliyor.

Eskiden köy ve kasabalarda yaşarken daha saf, daha temiz, daha masumduk. Büyük şehirlere indik ineli, “Köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” haline düştük.

“Tutunmak” için “acımasız” olmak gerektiğini öğrendik. Yüreklere basarken acıyan yüreğimiz zaman içinde acımaz oldu! Masumiyetimiz kurnazlığa dönüştü. Biz de tıpkı “ötekiler” gibi “ayak oyunu” yapmaya, ekonomik, siyasi ve sosyal “oyun”lar kurmaya başladık.

Altta kalanı kaldırmayı “vicdan borcu” sayan anlayıştan, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışına geldik.

Bize neler oluyor?

 

8 CEMÂZİL-EVVEL 1432

Share this post


Link to post
Share on other sites

Osmanlı asırlarında bayram 1852 yılı İstanbul’unun bayram gecesini, bir Avusturya gemisinden seyreden meşhur Fransız yazar ve gezgin T. Gautier manzarayı şu şekilde satırlara döküyor:

“Türkler barut yapmayı pek sevdiklerinden top atışları durmadan birbirini kovalıyordu ve her yandan patlayarak kulakları, şenlikli bir gürültü içinde, hırpalıyordu…

“Cami minareleri birer fener gibi yanıyordu; Kur'an ayetleri gecenin koyu mavisine ateşli harflerle sanki kazılmıştı…

“Tophane çeşmesinin çevresinde kümelerce ışık ateş böcekleri gibi parıldıyor, Sultan Mahmud Camii'nin minareleri, uçları ateşli demirle çizilmiş gibi göğe doğru fışkırıyordu...

“Kırmızı ve yeşil ışıkların bir rüya gibi aydınlattığı Tophane ışıl ışıl yanarken zaman zaman top ağızlarından fışkıran alevler beliriyor, hava fişeklerinin, bombalarının yılankavi ya da parçalı ışıltıları karanlığı deliyordu…

“Yeşil, mavi, kırmızı, sarı kandillerle direklerini, ip ve bordalarını ışıklandıran demirli gemiler alevden bir okyanus üstünde yüzen elmastan teknelere benziyor, Boğaz’ın suları bu kandil, fener yanar söner ışık ve parıldayan harflerin akisleriyle sanki tutuşuyordu…

“Sarayburnu, zebercetten bir promontoire gibi uzanıyor ve bu burun üstünde Ayasofya, Sultanahmet, Osmaniye Camilerinin ateşten bilezikle çemberlenmiş gümüş minareleri fışkırıyordu.

“Asya Kıtası'nda Üsküdar binlerce ışıklı kıvılcım saçıyor ve Boğazın alevler içinde yanıyor görünen iki rıhtımı göz alabildiğine kayık küreklerinin durmadan kırbaçladıkları bir ışıklı pul nehrini çerçeveliyordu. Renkli camlar, fenerlerle süslü buharlı gemiler gidip gelirken güvertelerinde çalan bandoların nağmeleri hafif rüzgârla çevreye dağılıyordu.

"Avusturya gemisinde bir iki saat kalarak dünyada eşi bulunmaz bu muhteşem gösteriyi seyretmekle sanki sarhoş oldum…

“Elmasların, zümrütlerin, yakutların patladığı, parıldadığı üç dört fersah uzunluğunda su üstünde söneceği yerde daha parlak, daha göz alıcı olarak yeniden canlanan bu şenliklere kıyasla birkaç düzine fenerin yandığı Concorde Meydanı'ndaki zavallı donanmalarımız nedir ki?"

Ramazan boyunca, padişahın iyilikseverliğini vurgulamak amacıyla yoksullara sadakalar dağıtılırdı…

Halkın iyi bir bayram geçirmesi için tedbirler alınır; şehre daha fazla zahire, meyve, sebze, canlı hayvan getirtilmesi sağlanırdı…

Büyük camilerin avlularına yemiş, baharat, bakkaliye, şekerleme, mum, fener, kandil gibi yiyecek maddeleri ile kapamacı işi hazır elbise ve kumaş satan sergiler kurulurdu… (Hep eleştirdim, ama şimdiki Sultanahmet etkinliklerini andırıyor sanki).

Bazı sergilerde kitap ve oyuncak satılırdı…

Eski İstanbul’da, bayramlar her seviyede halk tarafından yaşanırken, “Saray-ı Amire”de, yani Topkapı Sarayı’nda bir başka biçimde yaşanırdı.

Osmanlı Devleti'nde bayram töreni ile ilgili ilk resmî düzenleme Fâtih Sultan Mehmed tarafından yapılmış, İstanbul'un fethinden sonra şehrin en güzel yerinde bir saray inşâ ettiren cihân pâdişâhı, çıkardığı ilk Osmanlı “Kânûn-nâme”sinde burada yapılacak bayram töreninin âdab ve erkânını da açıklamıştı.

“Kanunname-i Ali Osman”da, Fatih Sultan Mehmed “Muayede-i Hümayun”, yani bayramlaşma konusunda şöyle diyor:

“Meydân-ı Dîvân'a (Dîvân Meydanına) taht kurulup çıkmak emrim olmuşdur. El öpüldükde vüzerâm (vezîrlerim) ve kâdî-askerlerum ve defterdârlarum kafadârum olup duralar! Ve hocama ve müftî'l-enâma (Şeyhülislâm) ve vüzerâma (vezirler) ve kâdî-'askerlerüme (kazaskerler) kendüm kalkmak kanunumdur ve çavuşlar el öpmek kânûnumdur!..

“Ve müteferrika ve ulûfe ile olurlarsa el öpmek kanunumdur ve çaşnıgirler (Padişahın yemeğini tadanlar) el öpmek kanunumdur ve zâim ve erbâ–ı timar el öpmek lazım değildir.”

Bu kanun gereğince pâdişâh; hocalarına, şeyhülislâma, kazaskerlerlere ve defterdârlara ayağa kalkıp bizzat kendisi bayramlaşacak, (Osmanlılarda âlime verilen değeri görebiliyor musunuz?) geri kalan devlet ve saray erkânının tebriklerini ise oturarak kabul edecekti.

Sadrazam ile vezirler padişaha bağlılık alameti olarak yer öpecekti.

Yine "Kânûn-nâme" gereği çâvûşlar, alây beyi, müteferrika, za'îm müteferrikası, kâdîlar, muhâsebeci, yeñiçerî kâtibi ve rûz-nâmeci pâdişâhın elini öpecek, diğerleri el öpmeyip yalnız musâfaha etmekle yetineceklerdi.

Fatih Sultan Mehmed’in meşhur “Kanunâme”siyle her şey bir kurala bağlanmıştı. Böylece bir “saray protokolü” oluşmuştu. Buna “Teşrifat-ı Kadime” denirdi. “Teşrifat-ı kadime” mucibince sarayda bayram törenleri düzenlenirdi…

 

 

Sarayda bayramlaşma Törenler bayramdan üç gün önce başlayıp bayram günleri boyunca aksatılmadan sürerdi.

“Tehniyye-i iydiyye” (bayram kutlamaları) denilen bu program, “arife muayedesi” (arife bayramlaşması), “Muayede resm-i hümayunu” (bayramlaşma töreni), “alay-ı iyd” (bayram alayı) olmak üzere üç aşamada gerçekleşirdi.

Osmanlı Sarayı’nda bayramdan önce “Arife muayedesi” (arife bayramlaşması) yapılırdı...

Ramazanın 27. günü Şeyhülislamın Paşakapısı’nda sadrazamı kutlamasıyla birlikte “arife muayedesi” başlar; o gün ve ertesi gün vezirler, devlet erkânı ve ocak ağaları (generaller) sadrazama gidip bayramlaşırlardı.

Ramazanın son gününde ise sarayda “Arife Divanı” yapılırdı.

O gün öğle namazından sonra, divan çavuşları tören kıyafetiyle Divanhane’nin (Kubbealtı) önünde saf tutarlardı. Tören kıyafetinin bir parçası olarak ellerinde tuttukları uzun sopalarla görülmeye değer bir manzara oluşurdu.

Onların arkasında ise “Has Ahır Saraçları” (seyisler) yer alırdı. Bunlar padişahın atından sorumluydu. Padişahın atı o güne mahsus olarak süslenmiş olurdu. Koşumları kıymetli taşlarla süslenirdi.

İkindi namazından sonra mehteran “nevbet” (marşlar) vururdu. Bu sırada padişah “Arz Odası” önüne konulan sedef işli “Arife Tahtı”nda oturur, “Birun” ve “Enderun” görevlileri ile Ocak Ağalarının kutlamalarını kabul eder, bayram armağanları verirlerdi.

Arife Divanı’ndan sonra padişahın ata binerek Hasbahçe’de kısa bir gezinti yapması, akabinde bahçedeki köşklerinden birinde dinlenirken, içoğlanlarının müsabakalarını seyretmesi gelenekti.

Padişah, bayram gecesini “Has Oda”da geçirirken, gece yarısından sonra, Mehter tekrar nevbet vurmaya başlardı.

Önce sadrazam daha sonra kubbe vezirleri, divan üyeleri, şeyhülislam ve ulema, Kubbealtı’na gelip sadrazamı kutlarlar; sabah namazını Ayasofya hatibinin imamlığında Divanhane’de kılarlardı...

Namazdan sonra, sarayın tören kapısı olan Babüssaade önünde yapılacak “Muayede Resm-i Hümayunu” için dışarı çıkıp revaklar altında protokol sırasına girerlerdi.

Öte yandan, muayede (bayramlaşma) için içhazineden çıkartılan altın kaplamalı, mücevher işlemeli merasim tahtı, saray halıları, al serendazlarla (ipek yolluklar) bir tören salonu gibi donatılan “Saçak Altı”na konulurdu.

Padişah ise Enderun avlusundaki Ağalar Camii’nde sabah namazını kılıp Enderun ağalarının kutlamalarını kabul ettikten sonra, büyük bayramlaşma için, Babüssaade Ağası ve Enderun ileri gelenleriyle dışarı çıkar, bu sırada “alkışçı” denen koro, “Aleyke Avnullah! Padişahım çok yaşa!” diye alkış sözleri söylerlerdi. (İlk ve orta zamanlarda alkışçılar umumiyetle, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diye seslenirdi).

Peygamber Efendimizin akrabalarından (seyitler) sorumlu “Nakibüleşraf Efendi” o sırada duaya başlardı...

Padişah ayakta el kaldırır ve yapılan duaya “amin”lerle katılırdı. Daha sonra ise tahtına otururdu. Darüssaade Ağası ile Silahdar Ağa hemen padişahın arkasında yer alırlardı. “Muayede Resm-i Hümayunu” (padişahla bayramlaşma) böylece başlardı.

Önce padişahın hocası padişahla bayramlaşırdı. Ardından kazaskerlerle büyük müderrisler gelirdi...

Padişah ayağa kalkıp onlara doğru birkaç adım atar ve tokalaşırdı. Bu, ilim adamının şahsında ilme duyulan saygının ifadesiydi.

Sonra sırasıyla Kırım hanzadeleri, kapıcıbaşılar, Mir-i Âlem, diğer saray görevlileri, sonra sadrazam, vezirler, yeniçeri ağası ve kapıkulu ocakları ağaları gelip padişahın bayramını tebrik ederlerdi.

Konumlarına göre, bayramlaşma esnasında kimisi saçak (tahtın saçağı) öper, kimisi etek öper, kimisi tokalaşır (musafaha), kimisi de yer öperdi.

Bu tören sırasında en küçük bir düzensizlik olmazdı. Her hareket büyük bir dikkatle yapılırdı. Tören düzenini sağlamaktan “Teşrifatî Efendi” (protokol müdürü) sorumluydu.

Daha sonra Harem dairesine geçen padişah, annesi, hasekileri, çocukları ve harem kadınlarıyla bayramlaşır, sonrasında ise “Bayram Alayı” için kıyafet değiştirirdi.

Bu sırada, sarayın Alay Meydanı’nda da “Rikâb Alayı” ya da “Mevkib-i Hümayun” denilen kortej hazırlanırdı.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...