Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
adnanalhan

Efendi Hazretlerinin Mübarek Kızları Mâide Hanım'ın Mübarek Damadı: M. Emin Garbi Arvas

Recommended Posts

M.EMİN GARBÎ (rahmetullahi aleyh) : Ma'sûm efendinin Konya'da menfada [sürgünde] iken dünyaya gelen oğludur. Ankara ve İstanbul'da büyüdü. Efendi Hazretlerinin kerîmesi Mâide hanımın kızı Gülsüm hanımla evlendi. Gülsüm hanımın babası Seyyid İbrahim Arvâs, Hamîd Paşanın oğlu olup, uzun yıllar meb'ûsluk yapmıştır. Garbî ağabeyin babası M. Ma'sûm hazretleri kendisini ziyaret ederdi. Bir defasında müderris ve müftü sarığı ile Ankara Keçiören'de dolaşırken yanına iki polis gelip;

"Amca, o sarık yasaktır. Onu çıkar, sana şu şapkayı verelim, tak dediler" de onlara cevaben:

"Bu sarığı başıma ben koymadım ki, çıkarayım" buyurup kabul etmedi. Polis bu, hemen başından sarığı aldı ve eline bir şapka tutuşturdu. Daha sonra İstanbul'a gelince, bu hikâyeyi Efendi Hazretlerine anlatınca, Efendi Hazretleri:

"Ma'sûm efendi, sen çıkarsaydın yâ, niçin o günâhı o polislere işlettin" buyurup, ince bir mukabelede bulunmuştur. İbrahim efendiyi tanırım. Hoş sohbet, dirayetli, cesur, meârif-i umûmiyyesi [genel kültürü] çok, efendi bir insan idi.

 

Garbi ağabey, Zirâi Donatım'da çalışmış, levazım dâiresi müdürlüğünden emekli olmuştu. Mehîb, sâlih, fâdıl, ma'lûmât sahibi sabahat-ı vech [güzel yüz], tatlı söz, serapa efendilikle memlû [dolu] bir zât-ı kerîm-ül hisâl idi. Her gören kendisini severdi. 2000 senesinde yetmişiki yaşında İstanbul'da vefat etti. Bağlum'da defn ettik. Ölümüne en çok üzüldüklerimdendir. Kardeşlik idik, kardeşten ileri idik. Ankara'da kaldığım memuriyetimin son altı senesi, hemen her hafta görüştük. Sabrî ağabey, bu fakir ve Garbî ağabey üçümüz bir, birimiz üçümüz idik. Fânî ve vefasız dünyada, az da olsa birlikte safa sürmüştük. Büyüklerin sohbet deryasından uzak kalmış, dışarıda çırpınıp dururken, küçük bir su birikintisi bulmuş balıklar gibi sanki rahat nefes alma imkânı yakalamıştık. Garbî ağabeyin, yazın bahçesinde, kışın evinde olur, Mektûbât, Reşâhat, Efendi'nin kitab ve yazılarını okur, kendimizi unuturduk.

 

Garbî ağabey onbeş yaşına kadar Efendi'nin civarında büyümüş, yahud ekseri zamanı Efendi Hazretlerinin yanında geçmiştir. 1928'de tevellüd etmiştir. Bebek iken Efendi Hazretlerinin yanına getirmişler ve Efendi Hazretleri hanımına:

"Bu çocuk kimin torunudur, bilir misin?" derler. Hanımları, Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur, cevâbını verince, Efendi Hazretleri:

"Hepsi o kadar mı? O öyle bir zâtın torunudur ki, salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve ben de sabaha kadar sallasam, hakkını edâ edemeyeceğim bir büyüğümün torunudur" buyurdu.

 

Efendi Hazretleri İzmir'deki mecburî ikametten Ankara'ya gelince, kendisini trende karşılayanlardan biri de Garbî ağabeydir. Trenden indikleri zaman Efendi'nin elini öpmüş. Efendi de alnından öpüp, koluna girmiş beraber yürümüşlerdir.

Garbî ağabeyi Hilmi bey hocamız da çok severdi. "Her zaman gelin, görüşelim, sizi görünce rahatlıyorum" derdi.

 

(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.342-343)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir Hâtıra:

 

Garbî ağabey anlattı: Bir mes'eleden mahkemeye verilmiştim. O âna kadar olan duruşma ve tutulan zabıt, isnâd edilen suça göre, cezam epeyi ağır olacaktı. Suçsuzdum, ama tanzim edilen dosyalara göre suçluydum. Karar gününe bir gün kala Bağlum'a, Efendi Hazretlerinin kabrini ziyarete gittim; durumumu arz edip, muavenetlerini taleb ettim. Ertesi gün mahkemeye gittim. Tam karar verecekleri esnada, hâkim:

"Şu dosyaya bir daha bakayım" dedi. Baktı. İçindeki evrakları evirdi, çevirdi, sonra:

"Bundan adama ceza verilmez" deyip, kararı bozdu ve beni berâet ettirdi.

 

İLAVE: İşte Efendi Hazretlerine sığınmanın, güvenmenin, Allahu teâlânın sevgili, velî kulları için neler yaptığının bir örneği. Buna benzer vâkı'alara bu fakîr de şâhid oldum. Meselâ, bir iş için Ankara'ya gitmiştim. Efendi Hazretlerini de ziyaret ettim. İstanbul'a geldim. Rüyada Bağlum'dayım. Garbî ağabeyin şimdi bulunan kabrinin aşağısındaki demir kapının yanında Efendi Hazretlerini gördüm. Selâm verip elini öptüm. Alnımdan öpüp, elim ellerinde olduğu halde kabirlerinin üstüne kadar geldik. Buyurdular: "Evlâdım, az geliyorsunuz, daha sık gelin ve Allahu teâlâdan her ne isteyeceksiniz, buraya gelin, burdan [bizim vâsıtamızla] isteyin".

Bir ay geçmeden, onaltı gün sonra Ankara'ya tayinim çıktı ve her fırsatta ziyaretleriyle şereflendim. Çünkü sık, ya'nî çok gelmemi emr etmişlerdi. Ta'yin emrini alınca, Ankara'ya gittim. Garbî ağabeyle, Keçiören semtinde sokak sokak ev arıyorduk. Ankara'daki arkadaşlara da bize kiralık ev bakmalarını rica etmiştim. Garbî ağabeye: "Ağabey, bu böyle aramakla çok zor olacak. Hadi Efendi Hazretlerine gidelim, durumu arz edelim" dedim. Gittik. Arz ettim ve İstanbul'a döndüm. Biz birkaç gün aradığımız halde ev bulamamışken, akşama haber geldi ve istediğiniz yerde geniş, rahat bir ev bulduk, dediler. Ankara'ya gelince, arkadaşlara, ne zaman evi bulup konuştunuz? Diye sordum da, inanın aldığım cevâb, öğleden sonra saat 16:00 sıraları idi ki, biz de o saatte duamızı etmiş, Efendi'yi ziyâreten ayrılmak üzere idik. Ya'nî duamız, istediğimiz, ânında kabul edilmiş oldu. Demek ki, günâh olmayan her istek için onlara baş vurulabilir.

 

Efendi Hazretlerini sayamayacağım kadar çok rüyada, hatta vâki'ada görmüşüm diyebilirim. Bir defasında bir rüyada, Ferideddin Attâr hazretlerinin bir Divânını ve Abdürrahman Câmî hazretlerinin meşhur Divânını Efendi ile okuduk bitirdik. Okuttular, yanlış okuduğum ve iyi ma'nâ veremediğim yerleri, tek tek düzelterek okuduk, bitirdik. Bir gece de teşrif ettiler ve: "Gel, evlâdım, Mektûbât'tan anlaşılması zor olan yerleri sana îzah edeyim" buyurup, altı cild Mektûbâtı baştan sona bitirdiler. Bir defasında da: "Evlâdım, Hilmi'nin size gösterdiği yol, insanı en kısa yoldan vâsil-i ilallah eden yoldur" buyurdular. Bir defasında, nefesi yüzüme değecek kadar yakın olduğu halde, Fâtiha-ı şerîfeyi baştan başa okudular. Bitirince, namazdaki gibi, ben de sesle "Âmin" dedim.

 

(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı-1.Cilt- S.343-344)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Emin Garbi Arvas, artık sayıları çok azalan İstanbul efendilerinden biriydi... Çok entelektüeldi, gazeteciler, yazarlar, siyasiler kapısını çalar fikir sorarlardı.

 

emingarbiarvascebelde.jpg

 

 

 

Seyyid Fehim Arvasî hazretlerinin torunu, Şeyh Ma'sûm efendinin oğludur. Babası Konya'da sürgünde iken (1928) doğar. Bebekliğinde Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine getirirler. Büyük veli hanımına döner. "Bu öyle bir zâtın torunudur ki" buyururlar, "salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve ben de sabaha kadar sallasam, hakkını edâ edemeyiz asla." Garbi Amca 15 yaşına kadar Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yakınında bulunur, âdeta pişer dergâhta. Bilahare Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kerîmesi Mâide Hanımın kızı Gülsüm Hanımla evlenirler.

 

EL FATİHA!

Seyyidler vefakârdır, iki elleri kanda da olsa tanıdıklarının cenazelerine koşar, meyyit için âdeta çırpınırlar.

Onlar dostlarının arkasından çok okudu, şimdi çok okunmayı hak ediyorlar...

Emin Garbi Amca Geylanilere çok hürmet ederdi. Bilhassa Mazhar Amcaya...

 

Bu kaçıncı diz dövüşüm bilmem. Ahmet Arvasi Bey, Müftü Kasım Arvas, Bedrettin Amca, Orhan Karmış gibi çok kıymetli zatları tanıdım ama nedense çekindim, kapılarını çalamadım. Ha bugün ha yarın derken tren kaçtı, buyurun cenaze namazına.... Emin Amca da onlardan biriydi, nasıl pişmanım ama...

Dilerseniz sözü onu, onu tanıyanlara bırakalım. İsmail Mahnoli ağabeyimizle başlayalım mesela...

***

Rahmetli kendini setreden büyüklerdendi, bizim seviyemize iner, şakalar yapar. Hatta güreş tutan, top oynayan gençlere katılır, kimseye mesafe koymaz.

Sitede yönetici iken her sabah gelir, bir kağıt uzatırdı., "Reçeten" der çıkar. Ya bir Hadis-i şeriftir, ya da kelâm-ı kibar.

Garbi Amca ilmi sima sahibiydi. Kırk kadın kırk erkek getir, hangisi hangisinin eşi söylesin sana. Hatta eskiden isimlerini de bilirdim derdi, çünkü ismin karakter üzerine tesiri var. Bakın ben bir hata yaptım, onda gördüğüm fevkaladelikleri anlattım sağda solda.

Bir gün geldi, celalli. "Mahno! Mahno! Benim katilim olma!"

- Anlayamadım efendim?

- Cambazın katili alkışlayanlardır, yoksa ipe çıkmaz.

Vefat edinceye kadar sustum anlatmadım bir daha.

 

AYAKLI KÜTÜPHANE

Çok kültürlüydü. Diyelim söz balıktan açıldı, balık kelimesinin Uygurca'da şehir manasına geldiğinden girer Osmanlı balık emininden çıkar. Ne hikâyeler ne vakalar... Karadenizliyiz güya. Çay de dinle... Semaver, demlik ve ince belli bardak üzerine oturup kitap yazar.

Lebrenk, lebriz ve lebsûz..

Dudak renginde olacak, dudağı yakacak ve dudağına kadar dolacak...

Çok okurdu. Gece bizi uyutur, kalırdı kitaplarıyla baş başa.

Bazen dilim sürçer "Taha Amca" derdim gülerdi: "Ah o Taha Amcan yok mu? Hayatta iken beni korurdu, gitti cennete yine koruyor! Siyasete girmiştim. Köylere haber salmış. Reyinizi kime verirseniz verin bizim Garbi'ye vermeyin. Sağolsun, siyaset batağından kurtardı son anda..."

 

Garbi Amca iyi bir şofördü. Bir gün araba ile bir yere götürdüm. Dönüyoruz siteye az bir şey kaldı. Direksiyonu iteledi lagaya daldık. "Yani İsmail yolda ne kadar çukur varsa girdin çıktın, bari buna da gir de gönlü kalmasın!"

 

Bir keresinde uzun yola çıkmışız yine... Baktı benim bir şeyden anladığım yok. Sordu "İsmail bu çizgiler neye yarıyor?"

- Yolu ikiye ayırıyor herhal.

- İyi ama bazıları kesik kesik?

- Niye öyle yapmışlar sahi? Boyaları azaldı zahir...

Bana çizgileri anlattı. Ne kadar önemliymiş meğer. Çizgiye bakmaktan yolu unuttum bu defa.

Sordu "Peki sen lastik değiştirmesini biliyor musun?"

-Yooo!

-Eee patlasa n'olacak? Bana mı değiştirteceksin yoksa?

-Allahü teâlâ benim lastik değiştiremeyeceğimi bilmiyor mu?

-Biliyor.

-Korkma Garbi Amca. Rabbim seni yormaz.

 

YAĞMUR DUASI

Emin Amca ile her sene Karadeniz'e doğru uzanırdık, aynı bizim şivemizi konuşur. Trabzonluyla Trabzonlu, Rizeliyle Rizeli olur. Vanlı desen inanmazlar.

Bazen yolda Şeyh Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin divanından okur, sesi nasıl pürüzsüz, nasıl berrak... Anlamam ama hüzünlenirim, gözlerim dolar.

Bünyamin adlı bir arkadaşım vardı. Haymana Belediye Başkanı. Yiğit bir insan. Garbi Amcayı çok sever. Karadeniz dönüşündeyiz nereden öğrenmişse öğrenmiş telefon açtı. "Seyyid amcayı al da gel, beklerim hocam!"

Arz ettim. "İyi gidelim" dedi, "kırılmasınlar!"

Baktık, Haymana girişinde bizi bekliyorlar, takip ettik. Bir toprak yola saptılar. "Bunlar nereye gidiyorlar ya" diyecek oldum.

"Boşver takıl" dedi "acelemiz mi var?"

Bir mesirelikte durduk. 25 - 30 kişi var. Halılar minderler serilmiş. Koyun kesmişler, siniler tütüyor buram buram.

Neyse etlisini sütlüsünü yedik, cigara dürtmeye başladı. Başkan da tiryaki, göz göze geldik: "Kalk!"

Az yukarda bir su yalağı var, sindik arkasına.

Kulağıma eğildi "biz sizi niye çağırdık biliyor musun?

- Nerden bileyim?

- Ben bu halkı yağmur duası için topladım. O ki Server-i Kâinatın sevgili torunu aramızda... Rabbim verir, ekinler yanacak yoksa!

- Oğlum sen deli misin? Böyle metazori olur mu? Garbi Amca üzülür sonra.

- Ben anlamam! Nasıl söyleyeceksen söyle, usulü yordamı sen ayarla!

İnsancıklara baktım... Temiz temiz amcalar, utangaç delikanlılar... Karakeçili aşireti bunlar. Mahzun mütevekkil boyun büküyorlar.

Birden aklıma geldi. "Var mısın" dedim, "ben bir dua edeyim sen de amin de!"

Açtım ellerimi "Ya rabbi Mekke-i mükeremeye yağmur yağmadığı zaman Abdülmuttalip Alemlere rahmet olarak gönderdiğin Muhammed Mustafa'nın (Sallallahü aleyhi ve sellem) elinden tutar bunun hatırına derdi ve Sen de verirdin. Ya Rabbi işte o Habibinin torunu aramızda. Şu güzel insanların hüsn-i zanı malumdur sana..."

Ellerinimizi yüzümüze sürdük, bir şey hissetirmeden yerimize döndük. Garbi amca bir ara bana seslendi "İsmail bir yemek duası yapsana!"

Duayı azıcık uzatım, garipler nasıl amin diyorlar, herhalde yağmur duası sandılar.

Sonra Garbi Amca bir sohbete girdi ki anlatamam. Menkıbeden menkıbeye geçiyor, ben bile duymamışım daha....

Gözümü keyifle yummuşum, uçuyorum adeta. Derken sırtımda bir esinti. Pat pat iki iri tane kafama. Gözümü bir açtım, gök gri kara...

Arabalara zor kaçtık. Yola gitmek ne mümkün şimşekler yıldırımlar... O gece Belediyenin otelinde kaldık, hatta elektrikler gitti, fener yolladılar.

Yağmur sabah namazından sonra azıcık durulur gibi oldu "Kalk Mahno kaçalım" buyurdular, "şimdi bunlar kahvaltı mahvaltı hazırlar telaş yaparlar."

İstanbul'a geldik. Zırr Telefon. Baktım Başkan. "Ya ismail, o duadan bir tane daha yap, ortalığı sel götürecek yoksa."

 

emingarbiarvas.jpg

 

 

 

 

DEDESİNİN YURDUNDA

Garbi Amca ile son seyahatimiz Mukaddes beldelere oldu.

Gitmeden evvel Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin "Kitab-ı haccını" satır satır okuttu, notlar aldırdı.

Ve dört arkadaş çıktık yola...

Her tavaftan sonra sorardım. "Hacer-ül esvede gidelim mi?"

Müminleri incitmeyelim derdi, duralım kenarda.

Mekke-i mükerremede son günümüz ve son tavaf. Birazdan ayrılacağız, kavuşabilecek miyiz bir daha. Bir hüzün çöktü ki anlatam. Ağzımdan kaçtı "Hacer-ül esvede gidelim mi?"

Yüzüme baktı baktı... "Haydi ya Allah! Bismillah!"

Güya onu koruyacağız, dağılıverdik dört yana... Garbi Amca'nın önünde Hüdai yolu gibi bir koridor açıldı, Hacer-ül esvede varıverdi bir anda.

Biz uğraşıyoruz ama ne mümkün, koptuk gittik uzaklara.... Sonradan ne olduysa oldu kendimizi tek tek Hacerül evsedin önünde bulduk. Olacak şey değil ama.. Buluşma noktasına geldik. Sordu "gidebildiniz mi?"

- Gittik de nasıl gittik anlayamadım.

Meğer ziyaretini yaptıktan sonra Hicri Kabede iki rekat namaz kılmış, alnını secdeye koymuş. "Ya Rabbi" demiş "biz dört arkadaşız, bana nasip ettiğini onlara da..."

 

İsmail Mahnoli

 

 

***

 

SÜRGÜNDE DE YANINDA...

Menemen vakası adi bir tertiptir, bahane ile nerede bir alim varsa toplarlar. Zulüm İstanbul'a kadar uzanır medrese-i mütehasısin müderrislerinden Seyyid Abdülhakim Efendiyi de gözaltına alırlar. Uzun süren soruşturmalardan sonra hadise ile uzaktan yakından alakası olmadığı ortaya çıkar. Buna rağmen Ankara'ya sürer evinden yuvasından koparırlar. Büyük veliyi İstasyonda Emin Garbi amca karşılar ki o zamanlar 18 yaşındadır daha. Efendi Hazretleri halsiz ve bitaptır. Garbi Amca tereddütsüz sırtına alır, taşır arabaya kadar.

 

DUVARLARIN DİLİ OLSA

Keçiören'de otururlardı. Eski bir Ankara evi... Bahçesinde ağaçlar, çiçekler, tavuklar...

Ev değil dergâh, sohbet üstüne sohbet, çaylar, meyvalar...

Yazları karadutun gölgesine ilişirdik, evin kedisi yanıbaşımızda.

Garbi Amca insanları çok hoş tutardı, sanırsın ki dünyada en çok seni seviyor. Meclisinin müdavimleri vardı. Mesela emekli diş tabibi albay Sabri amca, Orhan Karmış Abi sonra... Ya siz birinin üzerine gelirdiniz ya da birileri sizin üzerinize gelir, baş başa oturmak kabil olmaz.

Geleni gideni çoktu ama yedirmeden çıkarmaz. Misafirlerine mükellef sofralar kurar, doyum tokum ağırlar. Hani kışla mutfağı olsa kaldırmaz.

Usta hattat Doğan Çilingir komşusuydu. Kerimeleri yeğenleri evin kızı gibi yardım ederlerdi Gülsüm abla'ya...

Kayınvalidesi Maide Hala Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin hayatta kalan son evladıydı. Çok başkaydı, duası müstecap...

Emin Amca gazetemizi çok sever, yayınlarımızı dağıtırdı. Kendi oğullarının da bu çatı altında olmasını arzulardı. Öyle de oldu sonunda...

Aile içinde nakibül eşraf mesabesindeydi, evlenecekler, iş kuranlar, ev arsa alacaklar hep ona danışırlar.

Zengin değildi ama eşin dostun yardımına önce o koşar. İyi bir baba ve çok iyi bir dedeydi, torunlarının üstüne titrer adeta.

Kayın pederi İbrahim Arvas Bey milletvekiliydi, bir ara o da Vanlıları kıramayıp aday oldu. Kovalamadı ama...

Bayram sabahları elini öper, birlikte otururduk kahvaltıya. Zaman zaman arabamla Bağlum'a götürdüm, duanın bini bir para...

Efendimize batın olarak daha yakın olduğu için Geylanilere çok hürmet ederdi. Telefonla konuşurken bile kalkardı ayağa.

Amansız hastalığa düçar olunca hayli sıkıntı çekti ama yakındığını duymadık asla..

Son günlerindeydi. "Rüyamda Efendi Hazretlerini gördüm İbrahim" dedi, "beni çağırdılar!"

Şimdi Allah gecinden versin mi demek lazım, yoksa hayırlı olsun mu?

Hani insan bazen tutulur kalır ya...

 

İbrahim Pazan

 

***

 

İKİ TÜRK İKİ ARAB

Emin Garbi Amca dendi mi burnumda hoşça bir koku belirir. (Zevkli kokular sürerdi zira) Zihnimde iki delici göz parıldar.

Biz hep şefkatine muhatap olduk ama vakarından titrerim hâlâ...

Bir gün yolda karşılaştık koluma girdi. "Yusuf'um Hacca gidiyoruz" dedi, "Sen de gelsen ne güzel olurdu ama."

Bunu emir telakki ettim. Meğer hayatımın kararını vermişim. Birlikte geçirdiğimiz üç hafta içinde o kadar çok şey öğrendim ki benim için milat oldu adeta...

Emin Amca fizyonomiye çok hakimdi, bak bu gelen Siirtli diyorsa mutlaka Siirtlidir. Bitlisli diyorsa kesin Bitlisli... Bizim için hepsi birdir ama o, Sudanlının Habeşliden farkını bilir, bu Keşmirli bu Bangladeşli diyebilir.

Bir gün Mescid-i Nebi ziyareti yaptık, "var mısın" dedi "ahiret kardeşi olalım."

- Elbette Emin Amca, seve seve...

El ele tutuştuk, dualar okudu, yüreğime ılık ılık bir şeyler akıyor... "Şimdi İsmail'le Ahmed'in elini tut bakayım!" Tuttum, aldı baştan...

İsmail abi söz arasında "Birleşmiş milletlere döndük" dedi; "kardeşlere bak bir Türk, bir Kürt, bir Laz ve bir Arap!"

"Hayır İsmail" buyurdular, "burada iki Türk, iki Arap var!"

Döndük, Cengiz Dağcının kitaplarında Mahnolar adlı bir Türk boyunun varlığını okudum. Lazın Türklüğü çıktı meydana... Ardından babam Bağdat taraflarından geldiğimizi söylemesin mi. Şu işe bak!

İlerleyen yıllarda önüme başka başka hac fırsatları çıktı. Seyahat acentalarından dostlarım vardı. Gazeteci olarak da gidebilirdim sonra. Ama o tadı, o lezzeti bulabilir miydim? Heyhat!

Sanırım en güzeli hatıralarla yaşamak.

 

Yusuf Sancak

 

 

Kaynak: http://saatlimaarif....?ContentID=3708

Share this post


Link to post
Share on other sites

Emin Garbi Arvas

 

Mütefekkir S. Ahmet Arvasî, hakîkî din adamı müftü Kasım Arvas ve önceki akşam kaybettiğimiz bir gönül eri, bir irfan âbidesi Emin Garbi Arvas... 

Birinin yokluğuna alışamadan diğerinin acısını yaşadık.

Emin Garbi Bey’i önce gıyabında tanımıştık.

15 yıldan bu yanaysa aile dostluğu derecesinde yakın muhabbetine mazhar olduk.

Merhum, ilim fezasının yıldızlarından yüksek âlim Seyyîd Fehim Arvasi hazretlerinin torunu ve Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin de yeğeniydi.

Yakın tarihin hafızası gibiydi.

Bir taraftan mübarek dedelerinden amcalarından...

Bir taraftan tarihten nakiller yapardı.

Mühim görgü şahîdlikleri vardı.

Yumuşak, tane tane, hiçbir iddia taşımayan ama kadife gibi okşayıcı bir ses tonu ile anlatırdı. Konuşmasını nüktelerle bezer, dinleyenler sohbeti bitmesin isterdi.

İnanılmaz derecede mütevazı idi. Cömertti. Ağır misafir trafiğine rağmen hep güler yüzlü idi.

Çok arzuladık; bir türlü kısmet olmadı; O, anlatsın biz, teybe alalım, notlar halinde yazalım; o bilgiler, bu tarafta kalsın, meçhul gerçekler gün yüzüne çıksın diye.

Halbuki, her bir araya gelişimizde bunu konuşmuştuk.

Dedesinden nakil yaparken “Hazreti Şeyh....” diye başlar, Abdülhakim Arvasi hazretlerinden söz edeceği vakit de “Efendi..” diye konuşurdu.

Türkiye ve dünya gündemini takip eder, şaşırtıcı bağlantılar kurar, sağlam yorumlar yapardı.

Van asıllıydı.

Ailesi, itikadı ile de itaati ile de devletin huduttaki kale bekçisi gibi şiaya ve her nev’î bozgunculuğa fırsat vermemişti. Aile ilim ocağı olduğu için Ahmet Arvasî Beyin önünde Marxist, determinist materyalistler, ateistler, Kasım Beyin karşısında bugün de bir yerlerden düğmeye basılmışçasına durduk yerde zuhur eden reformist maskaralar dikiş tutturamazlardı.

Bakınca Allah’ı, görünce Peygamberi hatırladığınız insanlar vardır.

O insanlarla yüzyüze gelince günahlarınızı hatırlar, utanırsınız.

Emin Garbi Arvas, öyle biri idi.

Birkaç ay evvel hazreti Muaviye’den bahseden bir yazımız münasebetiyle telefon etti. Duası unutulmayacak cinstendi: “Cenab-ı Hak, seni hazreti Muaviye’nin şefaatine nail eylesin.”

İnşallah ikisinin de şefaatine kavuşuruz.

Dünya, her gün biraz daha kavruklaşıyor.

21. asır, 20. asırdan da zavallı.

Sohbetleri ile hayata lezzet katan güzide insanlar bir bir gidiyorlar.

İyi insanlar, iyi atlara binip gidiyorlar.

Eş, dost, arkadaş, ağabey...

Onlar gidiyor, biz öylece kala kalıyoruz.

Yetim..

Ve boynu bükük...

Ve garip.

25 Temmuz 2000 Salı-Rahim Er

 

Kaynak: http://www.turkiyega...y.aspx?ID=70341

Share this post


Link to post
Share on other sites

Emin Garbi Arvas ağabeyin aziz hatırasına

 

Sizlere, açıklıkla bir şeyi ifade etmek istiyorum sevgili okuyucularım: İyi ve güzel insanlar, dünyanın ne kadar güzellikleri varsa, hepsini yanlarına alarak iyi ve güzel diyarlara gittiler. Geriye ve dolayısıyla bize, (biz de dahil olmak üzere) kötüler ve enva-i çeşit kötülükler kaldı.

İşte, sizler de her an görüyor ve yaşıyorsunuz; dünyanın yaşanmaya değer neresi ve nesi var? Hangi şeyinde tat tuz kaldı?

İnsanı insan yapan en yüce değerlerden birisi olan sevgi ve muhabbet de yön değiştirdi artık. Kıyamet alameti olarak insan, hemcinsi yerine hayvanları sever oldu. Artık, anneler; cennet kokulu evlat yerine köpek beslemeyi yeğliyor!

Allah dostlarından Sehl-i Tusteri’ye sordular: ‘Elinde olsa, yarın ölmek ister misin?’ Hiç düşünmeden cevap verdi: ‘Yarın, çok geç.. Hemen şimdi, şu an ölmek isterim.’ Dediler ki: ‘Ama, iki cihanın serveri Sevgili Peygamber Efendimiz, (Ölümü arzu etmeyiniz!) buyurdu.’ Bunun üzerine Sehl dedi ki: ‘Evet, ama; onu eshabına söyledi. Onların yaşamaları, kendi kârlarına idi; yaşadıkça sevap kazanıyorlardı. Şimdi öyle mi; bizler yaşadıkça günaha batıyoruz!’

Zamanın kutbu, Abdullah bin Mübarek’i rüyasında gördü ve kendisine bildirildi ki, Abdullah’ın bir sene ömrü kalmıştır. Bilvesile rüyayı Hz. Abdullah’a anlattılar. Derin bir ah çekerek: ‘Daha bir sene bekleyecek miyiz?’ dedi.

Evet; Garbi Amca’nın da çok sevdiği Sultan-üş-Şuara Necip Fazıl’ın dediği gibi:

‘Ölüm, güzel şey,

budur perde ardından haber.

Hiç güzel olmasaydı

ölür müydü Peygamber?’

 

Sevgili Garbi Amca ile, ilk kez 1978 senesinde, yerden 9000 metre yükseklikte (uçakta) karşılaştık. Zirai Donatım’ın Erzurum fabrikasının açılış törenine gidiyorduk. Biz, İstanbul’dan uçağa bindik, onlar Ankara’dan teşrif ettiler. Kendimi takdim etmek için yanlarına gittim ve ellerini öptüm. Bir şey söylemeye fırsat kalmadan; ‘Siz, İstanbul’dansınız değil mi? Bizimkilere benzemiyorsun da!’ dedi. Kendilerine ve aile büyüklerine olan sevgimi ve hudutsuz saygımı belli etmek için, Üstad Necip Fazıl’ın yanında olduğumu söyledim. 

‘Ama..’ dedi, (kimya hocamın ismini vererek) ‘sen, o zatın talebesisin; anlıyorum.. Bizi onlardan başkaları pek tanımaz da!..’ dedi.

Kaderin cilvesine bakın ki, Allah dostlarını insanlar arasında saklamış ve insanların kahir ekseriyeti, bunları tanıyabilme bahtiyarlığına kavuşamaz. O mübarek zatlar da sözleşmişçesine, kendilerini setrederler, asla faşetmezler.

Merhum Garbi Amca’da, mensup olduğu üstünler üstünü, mübarek ailenin derin izleri vardı. Şefkat ve merhamet abidesi idi. Entelektüeldi; çocukla çocuk, cahille cahil, âlimle âlim olurdu. Onca derinliği yanında pek mütevazı idi.

O, şimdi Bağlum’da, mübarek cedlerinin şefkatli aguşunda; cennet nimetlerine garkolmuş halde.. Tanıyanların, kıymetini bilenlerin ve sevdiklerinin yanında.. Ne mutlu!

Zaten, onlara vefat edecekleri anda, Arş-ı A’la’nın kapıları açılır ve cennetteki makamları gösterilir. Onlar da, dünya kelamı olarak: ‘Ne güzel! Ne güzel!’ demekle yetinirler.

Başta mahdumları ve göz bebekleri olan sevgili Hamit ve Murat’a, yakınlarına, aile mensuplarına, tanımak şerefine erenlere, sevenlerine ve sevdiklerine başsağlığı diliyorum.

Ölmeden evvel ölmek ne murattır ya Rabbi!

Bir bilebilsek; gerçekte ölen biziz, ama ne yazık ki ağlayanımız yok!

 

 

13 Ağustos 2000 Pazar-Fuat Bol

 

Kaynak: http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=73326

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Zahid ARVAS

Merhum Emin Garbi amcamın evinde veya komşuluğunda kalmış biri olarak ondan bana ne hatıralar, ne güzel sözler kalmış. İmkan bulduğumda inşaallah onları burada pğaylaşacağım. Şimdilik bu kadar tüyo vereyim; sonra ALLAH nasip ederse onları burada arz edeceğim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...