Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Sibel Eraslan

Recommended Posts

İstanbulun değişik semtlerinde, camilerin duvarlarındaki panolardan fark ettim aile irşad bürolarını... Seminerler halinde düzenlenen programlarda aile içi iletişimden tüketici haklarına kadar bir dizi hayati konu...

Uzmanlar eşliğinde halka açık toplantılar halinde önemli bir işe başlamış Diyanet... Uzun yıllar boyu, sadece ahirete dair ve ölümle ilgili olarak görülen mabetlerin, aslında hayatın atan kalbine denk canlı bir ritme sahip olduğu gerçeğine gözlerimizi yumduk. Ölümler ve mezarlıklardan ibaret bir din algısı, mabetlerimizi hayatın içinden çıkarmıştı neredeyse...

 

Halbuki Kuran Hayat Kitabı ve Resulullah (sav) Beşerdi... Biz katı bir diyalektikle, ayırdığımız hayat/ölüm sarkacında sınırlarımızı hep ölüme karşı güçlendirmeyi seçtik. Manevi, moral değerler, bir tür uyuşukluk bir tür geri kalmışlık hissiyatıyla dışlandılar... Başarıya fikse olmuş güncel hayatın içinde her şey bir yarışmaya, her şey sadece güçü olanın ayakta kaldığı bir arena müsabakasına dönüştü... Şimdiyse kanayan, sızlayan modern halimize bakarak, yeni bir çıkış yolu arıyoruz...

 

Aile ve evlilik denildiğinde herkes kendi durduğu yerden, tanıklıkları ve gözlemleri üzerinden çözümler üretmeye çalışıyor şüphesiz. Her şeyi, sonuna kadar mükemmel şekilde yaşamak dürtüsü sadece materyalistlere has bir çılgınlık değil. Biz muhafazakar ya da mütedeyyin kesimde de var aynı mükemmelcilik.

 

İkisi asla bir araya gelmezmiş gibi duran aşk ve evlilik bahsinde de öyle... Mesela Murat Belge geçtiğimiz hafta yapılan anayasa değişikliği tartışmalarına, kendi evlilikleri üzerinden bir örnekle açılım getirdi. Aynı kadınla uzun süreli evli kalmak bile bu kadar zor hatta imkansızken, aynı anayasa ile ne kadar gidebilir mealinde cümlelerdi bunlar...

 

Esprili ama bir o kadar da tedirgin edici, gerçekliği olan, çarpıcı bir benzetmeydi Belgeninki... Tam karşı mahalleden Yavuz Bahadıroğlu Üstadın evlilik ve aile konusundaki pozitif hararetle devam eden yazılarını da takip ediyorsunuz. Bahadıroğlu, Belgenin aksine aşk evliliklerinden yana...

 

Benim durduğum yerse, daha netameli bir alan. Hukuk, yolunda işleyen şeylerle uğraşmaz çünkü, benim dinlediğim ve masama gelen hayat öykülerindeyse; ne Belgenin aşırı gerçekçi ve süper egoya has mükemmeli ne de Bahadıroğlunun aşk vurgulu romantik mükemmeli var... Ortada, ayakta durmaya çalışan, kırık ama çare arayıcı kişilerin dolandığı bir alacakaranlık kuşağı...

 

Bir mesele Diyanetin ve müftülüğün gündemine girebilmişse, had safhada imdat çığlığı duyuluyor demektir. Bu yüzden müftülüklere bağlı olarak kurulan Aile İrşad Bürolarını çok önemsiyorum. Benim İslâmi kimliğim gereği durduğum yer, şüphesiz ki aileci bakış açısına dayalıdır.

 

Bu ilkesel olarak böyledir böyle olmasına da... Her an sokakta kurulmuş bir masada çalıştığım içindir belki, işlerin maneviyata önem veren kesimlerde de iyi gitmediğini bilecek bir pozisyondayım... Sevgili yol arkadaşım Cemil Tokpınar da affetsin, Ömür Boyu Aşk mevzu bir dua olabilir belki ama bunu bu kadar büyütmeye de gerek yok. Aşk olmasa da sürebilmeli evlilikler. Veya tam tersi aşk olduğu halde tarafları ve özellikle çocukları çeşitli travmalara sevk edebiliyorsa, aşka rağmen devam etmeyebilir aynı evlilik...

 

Evlilik dendiğinde, devam etmesi için en önemli sebeplerden birisi olarak çocukları görüyorum. Çünkü bir çocuğun yetişebileceği, yaşayabileceği en sağlıklı yer ailedir. Bu yüzden çiftler, karşılıklı aşkı yitirmiş olsalar da ve özellikle şiddet yoksa, o evlilik, çocukların büyüyüp yetişmesi için de olsa, asgari şartlarda devam edebilir diye düşünüyorum.

 

Yavuz Bahadıroğlunun evli çiftlere verdiği nasihatleri elbette ben de okuyorum. Hatta geçenlerde evlilikte aşk konusunda okuyucularına sunduğu testi ben de uyguladım... Ama belki kuşak farkıdır veya cinsiyet farkı, bilemem sebebini...

 

Evlilikte aşk konusunun abartıldığını düşünüyorum. Yani çiftlerin birbirleriyle arkadaş olması, hayatın zorluklarına karşı dayanışması, birbirlerine şefkati... Niçin her Allahın günü birbirlerine seni seviyorum demeleri ya da birbirlerine tutkuyla dokunma isteklerinden daha az değerli olsun? Al Yazmalım Selvi Boylumdaki soru müthiştir mesela, emek aşktan daha az değerli değildir... Kadınların çoğu bu yüzden içten içe Kadir İnanırı tutsa da hikayenin sonunda götürüp oylarını Ahmet Mekinden yana kullanır, yani emekten, gayretten, sabırdan yana...

 

Aşk, hepimizin saygı duyduğu, pırıltısından gözlerimizin kamaştığı, bahsi geçtiğinde akan sularımızın durduğu muhteşem bir kavramdır elbette... Ama evliliklerimizin her anına eşlik edecek bir mükemmellik kıstası da olmasa gerek... Kardeşinizi niçin seversiniz, çocuğunuza çok kızsanız bile niçin seversiniz, anne babanız, arkadaşlarınız...

 

Çok mükemmel oldukları için mi sevilirler? Hayır... Severiz onları. Hatalarına eksikliklerine rağmen severiz...

Evliliklerdeki aşk vurgusu, gençler üzerinde derin bir beklentiye sebep veriyor. Bir sihirli değnek bekleniyor evlilik sonrasında. Çabuk yoruluyorlar, çabuk yoruluyoruz evliliklerden. Aşkı bulamamak canımızı sıkıyor, niçin Bahadıroğlu gibi niçin Tokpınar gibi değiliz diye soruyor kadınlar erkekler...

 

Elbette nikahta keramet vardır, böyle söylemiş bizden önceki tecrübeli çınarlar... Ama kerameti biraz da kendimizde aramak gerekmiyor mu? Bahadıroğlunun gayreti de bu yüzdendir sanırım, aşkı çiftlere has bir tutku olmaktan çıkarıp, hayata bakış açısı haline getirmek... Ama nasıl?

 

Müftülüklerin Aile İrşad Bürolarını hem çok önemsedim hem de meselenin gelip dayandığı ciddi boyut konusunda bir kez daha sarsıldım...

Share this post


Link to post
Share on other sites

FURKAN

 

Küçüğüm. Yavrum. Çiçeğim. Canım. Oğlum. Can Parçam. Su’yum. Susuzluğum. Duam.

Güldalım. Ciğerparem. Akıllım. Mücevherim. Doğanım. Kıratım. Nartanem. Nurtanem.

Örneğim. Kibarım. Fidanım. Yıldızım. Denizim. Öne geçenim. Koşanım. Uzananım.

Rehberim. Talebem. Öğretmenim. Şehidim. Burakım. Refrefim. Sancağım. Hilalim.

Ağacım. Umudum. Hevesim. Rüzgarım. Uçurtmam. Demirim. Pamukyüzlüm. Ateşparçam.

Kalemim. Mürekkebim. Beyaz kağıdım. Ceylanım. Arslanım. Cennet kuşum. Zebercetim.

Zeytinim. Balım. Sina Dağı’m. Nil Nehri’m. Ummanım. Hicretim. Menzilim. Yolcum. Yolum.

Kitabım. Hatıram. Hafızam. Evladım. Seherim. Fecrim. Sabah yüzlüm. Gece saçlım.

Kartal bakışlım. Çalışkanım. Gayretlim. Çok işitenim. Çok çabuğum. Hakkı Seçenim.

Farklım. Masumum. Efendim. Salihim. Birincim. Süvarim. Kaptanım. Şahidim. Kurbanım.

Koçum. Fırtınam. Buğdayım. Ekinim. Fedakarım. Kılıncım. Alın terim. Dimağım.

Anasının şirin kuzusu. Babasının dağlar gibi iftiharı. Dedesinin temiz tertemiz duası. Nenesinin parlak çiçeği. Kardeşlerinin duvarı, omuzları, ilahisi, masalı. Sınıfının birincisi, sınıf başkanı, onur kolu, temizlik kolu, takım kaptanı. Kayseri’de Erciyes Dağı. Filistin’de Gazze Şehri. Suffe’ye dikey geçiş yapan ilk Fen Lise’li. Musab’ın arkadaşı. Tayyar’ın kanatları. Hüseyn’in yoldaşı. Kerbela sakini. Ehli Beyt şahidi. Seyyidel Mürselin Takipçisi. Bedir’in kılıç şakırtısı. Uhud’un sızlayan oku. Hendek’teki şehaet yeli. Hayber’in ve Hayber’in ve Hayber’in Kapısı...

Açılın Denizler.

Yarılın Deryalar.

Yol verin Ummanlar...

Hz.Musa’ya (as) açıldığınız gibi açılın, Hz.Musa’ya yarıldığınız gibi yarılın. Hz.Musa’ya yol verdiğiniz gibi yol verin... Furkan geliyor! Şehit geliyor. Şikayetlerini dünyada bırakmış genç fedakar geliyor.

Tanık geliyor. Kudüs’ün. Mescid-i Aksa’nın. Gazzeli Meryem binti İmran’ın şikâyetleriyle. Tanık geliyor...

Uyanın ölüler.

Dirilin kabirdekiler.

Kalkışın unutkanlar.

Hz.İsa’nın (as) ölüleri, kabirdekileri, unutkanları uyartan eli değiyor. İşte uyandı Furkan. Bismillah çekip eliyle meshedince Peygamber İsa, nasıl sıçrarsa faniler... Fenadan bekaya Furkan geçiyor.

Yarılsın Ay: Şakkul Kamer diye...

Hz.Peygamber (sav) işaret ediyor gökleri. Miraca misafir kurbanlık koç misali Furkan geliyor. Ahzap Suresi gürül gürül inerken göklerden, şehadeti bekleyenler arasından Furkan öne çıkıyor. İşte burada Ya Resulullah, işte burada. Tanık geliyor. Sana yazdığımız hasret mektubu gibi Furkan geliyor. Bir elinde kalem tutmuş, bir elinde süt. Furkan geliyor. Sana koşuyor Ya Resulullah. Sana koşuyor. Alnındaki kurşun yaraları kına çiçeği gibi, Sana bakıyor. Göğsündeki parlak şehadet izi, Ay’ları yaran işaret parmağının mührü gibi ışıldıyor. Furkan Senin mührün, evladın, ümmetin, tanığın, bekçin, öğrencin, takipçin, izsürenindir Efendimiz. Kabul buyur Ya Resulullah...

 

Furkan...

Hakla Batılı ayıran tartı...

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun...

 

Sibel Eraslan - 06.06.2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

İlkokulda başörtüsü...

 

 

 

 

Bizler üniversite ve sonrasında başörtüsü kullanan kadın ve kızların eğitim ve çalışma haklarının adalet mücadelesini verirken, iş nasıl oldu da gelip çocuklara dayandı; anlayabilmiş değilim. Medyada illüzyon dedikleri bu olsa gerek. Kadınlar, başörtülü oldukları için Meclis’ten kovulup, vatandaşlıktan atılırken, öğretim üyesi oldukları üniversitelerden dışlanırken, avukatlık gibi aslen serbest meslek olan işlerini dahi yapamazken... Onbinlerce öğrenci, üniversitelerden uzaklaştırılırken... Yaşlı teyzeler sırf örtülüdür diye diyaliz makinesine sokulmayıp, kapı önlerinde ölüme mahkûm edilirken... Birileri de kalkıp, 6-11 yaş arası kız çocuklarının örtünüp örtünmeyeceğine getirip dayamaya çalışıyor bu hadiseyi. Sanki her türlü haksızlığın önü kesildi, şimdi “bunlar yarın öbür gün çocukların da başını örter”e geldi sıra. “Potansiyel suçlu” ilan edilen örtülü kadınların üzeri, bu sefer de, “çocukları da örtecekler” yaygarası ile kapatılıyor...

Meseleyi bu şekilde çarpıtmak baştan söyleyeyim; düzenbazlıktır. Yaraya tuz basmaktır, kör kurşun sıkmaktır... Dikkat! Bu yara, sadece toplumdan refüze ederek dışladığınız kadın ve kızları değil, hepimizi toplumsal bir yaralanmaya, paranoyaya götürüyor.

Bir babanın ilköğretimdeki çocuğunu başörtüsüyle okula göndermek istemesi üzerine gündeme geldi hadise. Meclis’teki bir vekil; “Devlet çocuğa el koyar” dedi ardından. Baba ile devlet arasında çekiştirme konusu girdi devreye. “Çocuklar kimindir?” sorusunu tartışmaya başladık dört elle. Babalar bir yandan çekiyor, devlet öte yandan... Aynı babalara, 11 yaşında buluğa ermiş kızları için görücüler çıkıp gelse mesela, gelenlere derhal sapık muamelesi yapılır, Allah korusun cinayet çıkar... Veya aynı kız çocuğu “buluğa erdim, gerçi on bir yaşımdayım ama kendime şöyle şöyle bir iş kurmak istiyorum” diye Ticaret Odası’na başvursa, “Evladım bu gün 23 Nisan değil, dön evine” der geçeriz... Ya devlete ne demeli? “Sen önce sana emanet edilmiş kimsesiz yetimlere, sokak çocuklarına hele doğru düzgün bir bak da ondan sonra analı-babalılara ahkâm kesersin” desek, çok mu söylemiş oluruz? El koyarmış... Sanki kamulaştırılacak bir araziden bahsediyoruz...

Tartışma konusu kadın ya da çocuk olduğunda, herkesin gönlünce el atıp, dokunacağı, ahkâm keseceği bir yumuşak karın vardır ya, kadın ve çocuk maldan mülktendir, eşyadandır ya, işte oraya oturdu bu kısır döngü de... Oğlan çocukları ve erkekler üzerinden hiçbir tartışmanın yapılmadığına dikkatinizi çekerim. Kavga, zayıf cins üzerinden devam ediyor.

Ailelerin çocuk terbiyesindeki, aile içi yaşam tercihi konusundaki hakkı elbette tartışılmaz. Ama buradan bir sistem eleştirisi çıkarmak istersek, kendi zihnimizdeki sistem hakkında da sorulara açık olmak gerek ve en önemlisi bunu dürüstçe yapmak... Yani eklektik olmamak. Ne yazık ki mevcut durum özellikle dindar insanlar üzerinde bu türden seçmeciliği, adeta zorunlu kılıyor. İnançlı kesim de, sisteme dair bütün itimatsızlığını kız çocuklarını koruma üzerinden geliştiriyor. İslâm işareti taşımak konusunda, kızlar ve kadınlar yalnız bırakılıyor.

Eğitim konusu, veli ve öğrencilerin seçimine dayalı bir özelleşme yaşayabilirse şayet, ailelerin beklentileri kısmen karşılanmış olacaktır. Ama sorun kuşkusuz bununla da bitmeyecek. İstediği müfredat ve uygun gördüğü tarzda eğitim almış bireylerin, kamuda vazife almaları meselesi gelecek gündemimize...

En iyisi bunu bir kadın/kız meselesi olmaktan çıkarıp, “insan” meselesi halinde tartışmak değil mi?

 

 

 

11/11/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

""kalk ayağa ve yürü!

kırılmış bir kemiğin falan yok" (bachmann)

televizyonlardaki gazete tanıtımına çıkan gazeteci, bir olaydan bahsediyor: bir genç kızın etek boyu "sakıncalı" bulunduğundan dolayı, güvenlik olaya el koymuş ve kızcağız götürüldüğü yerde incitilmiş, onuru kırılmış... hepimizin yakından tanıdığı, benim de zaman zaman okuduğum, özellikle kadın okuyucuların severek takip ettiği romantik gazeteci de; bu duruma itiraz ederek, gazetesinin, onuru incitilen bu kızın yanında olduğunu dile getiriyor...

buraya kadar her şey normal olarak gözüküyor.

gözüküyor da... gazetecinin anlattığı gibi değil gerçekler. onun ve bizim yaşadığımız ülkede, kılık kıyafeti sakıncalı bulunduğu dolayısıyla incitilenler, "kısa etekliler"değil, "başörtülüler"... üstelik de demokrat gazetecimizin bahsettiği olaydaki gibi, sadece onuru incitilmiyor "başörtülü kızların"... kırılan sadece onur değil; kemikler, kaburgalar, boyun, kol, kafa, hatta karnında taşıdığı bebeğe kadar kaybetti, kaybediyor örtülü kızlar ve kadınlar...

güzel sesli, dokunaklı konuşmacı, etkili kalem can dündar bey'i dinlerken, "kısa etek, sakınca ve kırılan onur" minvalinde, benim de gözümün önünden geçiyor on yıllardır yaşadıklarım, yaşadıklarımız... ben de bir kadınım... arkadaşlarım da ben de bu ülkenin insanıyız. sakıncalı bulunan bir giysim var... onuru kırılmak meselesinde hele, epeyce oyalandım... başörtüsü yasaklamaları; kovalamacalar, iteklenme, kakılma, jop, kelepçe, gözaltı ile geçen uzun yılları kadınların...

mesela nuray canan da geldi aklıma can bey'in reklamını seyrederken. cerrahpaşa öğrencisi nuray, sadece örtülü bir öğrenci olduğu için okuluna girmek isterken, güvenlik güçlerince öyle bir dövüldü, öyle bir dayak yedi ki; kolu ve kaburgaları kırıldı, boynu hasar gördü ve hamileydi, bebeğini düşürdü... acaba nuray canan'ın sakıncalı giysisi hakkında ne düşündü reklamlardaki gazete? reklamlardaki demokrat gazeteciler, nuray'ın kemikleri kırılırken neredeydiler?

ya hûda kaya ve öğrenci olan üç kızı, idamla yargılanırken neredeydiler? bir evden dört kadın, başörtü yasaklarına karşı çıkmaktan dolayı, cezaevine düşerken, idamla yargılanırken neredeydi gönül adamı can bey?

hemşirelik yüksekokulunu dereceyle bitirdiği halde, kafasındaki mezuniyet kebi başı açık bir öğrenci tarafından yetmiş milyonun ve güvenlik güçlerinin önünde tartaklanıp yolunurken, neredeydi vicdan sahipleri?

kısa etek giydiği için kimsenin onurunun kırılması taraftarı değiliz elbette. ama sadece başı örtülü olduğu için, önce meclis'ten, ardından da vatandaşlıktan çıkartılan merve kavakçı'ya gelince sıra, neredeydi bizim hak hukuk savaşçısı cesur kalemşörlerimiz?

2000 yılı itibariyle başörtüsü yüzünden okulundan ve mesleğinden haksız yere atılmış tam 30 bin kadının ayrı ayrı açtığı derdest dava vardı türk mahkemelerinde... dile kolay tam 30 bin kadın, resmi hak arama yollarına başvurmuştu. bu bizim bildiğimiz 2000 yılı rakamları... ya hayata küsmüş, yaşama isteğini yitirmiş, psikolojisi sarsılmış, içine kapanmış, sesini yitirmiş, her şeyden vazgeçmiş kızları ve kadınları bu vatanın, onların hakkını kim soruyor? veya sayılarını 10 binlerle telaffuz ettiğimiz yurtdışı göçleri... burada eğitim alamadığı ya da istihdam edilemediği için yurtdışına göç etmek zorunda kalanların sesini duyan var mı?

şimdi can dündar bey'in anlattığı olayı, nuray canan üzerinden bir de biz yazalım: "nuray, mini etekli olarak okula geldiği için, güvenlik güçlerince dövülseydi, mini etek giydiği için kırılsaydı kaburgaları, kolları, boynu... üstüne üstlük, mini etek yüzünden yediği dayakla karnında taşıdığı bebeğini de düşürseydi..." ne olurdu? yer yerinden oynardı.

yaptığınız bu ayrımcılığın sebebi ne?

kısa etek ile başörtü arasında, sakınca bağlamında konuşmak gerektiğinde, niçin örtüyü sakıncalı ilan ederken, sadece kısa eteğin hak arayıcısı oluyorsunuz?»

13 yaşındaki öğrencilerin sırf başları örtülü olduğu için, okullarına keskin nişancı gönderilirken, siz neredeydiniz? 13 yaşındaki kız öğrenciler sırf başları örtülü olduğu için, sokaklarda kalaslarla dövülüp, elleri kelepçelenirken, kısa eteğin hakkını arayan kalemler, siz neredeydiniz? ve gazeteniz... ne yapıyordu? yasakçı ve dayakçılara alkış tutmaktan başka... biz bunları unutmadık, unutamıyor insan. genç kızların çığlıkları ve gözyaşları içinde hatırlıyorum ben gazetenizi, maalesef... kendime ve arkadaşlarıma hep şöyle diyorum sonra: hadi kalk ve yürü, kırılmış kemiklerine ve onuruna rağmen, kalk ve yürü"

Sibel ERASLAN/VAKİT 2006

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...