Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Muvazene

Hocamız Necip Fazıl

Recommended Posts

Ben liseyi bitirdiğim dönemlerde mimar olmayı düşünmüştüm, bir yıl Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'ne gittim. Bir yılın sonunda mimarlıktan vazgeçerek Hukuk'a geçtim. Niyetim ya gazeteci olmaktı, ya da politikacı. O bir yıl içinde Akademi'de pek çok dostum oldu, oranın havası bana çok şey kazandırdı, ama mimarlığa ısınamadım, aklım başka yerlerdeydi.

 

İşte o yıl, birinci sınıfta Edebiyat dersi de vardı. Edebiyata Necip Fazıl Kısakürek geliyor diye, birçoğumuz çok sevinmiştik. O yıllardaki Necip Fazıl'ı değerli dostumuz Mina Urgan Bir Dinazorun Anıları'nda çok iyi anlattı. Necip Fazıl benim tanıdığım yıllarda çok sevimli, üstün zekâlı, uygar bir şair ve yazardı. Kimler yoktu onun dost çevresinde? Abidin Dino, Fikret Adil, Peyami Safa, Şekip Tunç, Eşref Şefik, Muhsin Ertuğrul, Burhan Toprak, Sait Faik, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Oktay Akbal ve o dönemin sağcısından solcusuna tüm yazarları, şairleri, ressamları ve heykeltraşları. Kardeşi Orhan Kısakürek Galatasaray'da çok saygınlığı olan sevilen bir arkadaştı.

(...)Sonra nasıl oldu da Necip Fazıl büyük İslâm düşünürü oldu, kimse anlayamadı. Bize edebiyat dersine geldiği dönemde kendisini çok beğenir ve severdik. Tikleri vardı ama hiçbirimiz onun sık sık gözünü, kaşını oynatmasını hiç yadırgamazdık. Ata bindiği, bazen İstanbul içinde de atla dolaştığı anlatılırdı, ama biz hiç görmedik. Zaman zaman kendini beğenmişliği güldürü konusu olursa da bunları hoşgörürdük. Onun bilmediği konu yoktu. Rasih Nuri İleri bir gün Necip Fazıl'a, "Bak Necip, şöyle bir kitap var, oku, çok beğeneceksin," dediğini ve Necip Fazıl'ın kendisine, "Yahu Rasih, benim okumaya ihtiyacım mı var," diye yanıt verdiğini anlatırdı.

 

İşte o yıl Necip Fazıl'ın bir dergi çıkartmaya hazırlandığı anlatıldı. Gazete ressamı, dostum Nezih İzmirlioğlu ile aynı sınıftaydık. Nezih ikide bir bana, "Yahu Hıfzı, şu bizim hocayı kışkırtalım da bir dergi çıkartsın, biz de orada çalışırız, Akademi'yi bırakırız," derdi. Nezih gerçekten Akademi'yi bıraktı, dergi ve gazetelere harika resimler çizdi ama, Necip Fazıl'ın yanında çalıştığını sanmıyorum.

Hocamız ertesi yıl Büyük Doğu'yu yayınladı, gittikçe sağa kaydı, sonunda da şeriatçı oldu çıktı. Fikret Adil, Asmalımescit 84 adlı kitabında Necip Fazıl'ın kendilerine nasıl bir 'kazık' attığını (...) anlatırdı.

 

Necip Fazıl'dan en büyük dost kazığı yiyenlerden biri de Muhsin Ertuğrul olmuştur. Muhsin Bey, Şehir Tiyatrosu'nda Necip Fazıl'ın piyeslerini oynatmış, onu kendi dost çevresine almış, ama günün birinde Necip Fazıl, Büyük Doğu gazetesinde, 'işte Türkiye'nin 1 Numaralı Komünisti' diye Muhsin Bey'in görevden ayrılmasına neden olmuştur. Dostum Coşkun Tunçtan'ın anlattığına göre de yıllar sonra Necip Fazıl, Muhsin Bey'in ayaklarına kapanarak (!) özür dilemiştir. Hocamız işte böyle özel nitelikleri olan bir düşünürdü.

 

Necip Fazıl 1904'te, belki de 1907'de İstanbul'da doğmuş, sonra Heybeliada'da o zaman Mekteb-i Fünun-u Bahriye-i Şahane denen Deniz Bilimleri Okulu'nu bitirmiş, daha sonra da Paris'te Sorbonne Üniversitesinde felsefe eğitimi görmüştü. 1927'de yurda dönen Necip Fazıl, o yıllarda bankacılığa başladı ama bir yandan şiir yazıyordu.

 

Ben 1974'te kendisiyle bir TV sohbeti yapmak istediğim zaman hiç nazlanmadan kabul etti. Buna karşılık birçok dostum, "Başka adam mı kalmadı? Neden bu şeriatçıyı TV'ye çıkartıyorsun?" diye beni eleştirdi. Konuşma yayınlandıktan sonra birçok kişiden tele fonda tatsız sözler işittim. Yassıada duruşmalarına başkanlık eden Salim Başol'dan da aynı yönde bir eleştiri mektubu aldım.

Necip Fazıl'ı ben, Türk edebiyat tarihine damgasını vurmuş, sonra hiç akla gelmeyen bağlantıların içinde, kendisinden hiç beklenmedik roller üstlenmiş bir kişi olarak çıkartmak istedim. Beni Erenköy'deki evinde kabul etti. Salonda iki konuğu vardı. Biri Millî Gazete'den Rahmetullah Karakaya'ydı.

 

"Hocam," dedim, "size hiç keyfinizi kaçıracak sorular sormak istemiyorum. Rahat rahat konuşabiliriz." Necip Fazıl, "Şu TV mikrofonunu bana on dakika teslim edin, ihtilal yap tırayım," dedi.

Güldüm geçtim, ama ertesi gün bu sözler Millî Gazete'de başlık oldu.

 

Sonra sorulara geçtim.

 

"Sizin ilk şiirleriniz bir tasavvuf havası içindeydi. Ziya Gökalp'le Yakup Kadri'nin yönettikleri Yeni Mecmua'da yazılarınız yayınlandı. O yıllarda çok gençtiniz, o kadar genç yaşlarda yazılarınızın basılması büyük tepkiler uyandırdı. Sonra da kendinizi tümüyle şiire verdiniz, ilk başlarda neler yazdınız?"

 

"İlk eserim eserim 'Örümcek Ağı' idi. Hatta Paris'e gitmeden önce yazıldı. Ondan sonra dönüşümde 'Kaldırımlar'ı yazdım."

 

"Siz zaten 'Kaldırımlar Şairi' olarak tanındınız."

 

"Bu tâbiri mütemadiyen kullanırlar. Halbuki 'Kaldırımlar şairi olmaktan ziyade 'Çile' isimli şiirimin şairi olmayı tercih ederim. O bütün bir iç muhasebenin şiiridir. Uzun. Nerden seçeceğim bilmiyorum, fakat bir kıta geldi aklıma.

Lügat bir isim ver bana, halimden

Herkesin bildiği dilden bir isim

Eski esbablanm, tutun elimden

Aynalar söylerin bana, ben kimim?

Yeter galiba..."

 

"Siz nasıl oldu da karar verdiniz, öğretmenliği bıraktınız, bankayı bıraktınız ve bir dergi çıkartıp politik bir eyleme girişmeye karar verdiniz?"

 

"O devirde mali vaziyetim gayet iyi iken, rahatım gayet yerinde iken kendimi tamamen şiire tahsis edebilecek şartlara malik iken, içimde öyle bir burgu işledi ki beni sosyal plana attı. Şiir benim için o devirde artık fildişi kulenin işi olmaktan çıktı. Doğrudan doğruya cemiyete hitap etmeye büyük bir meyil duydum. Bir gün İş Bankası'ndaki odamda otururken 'Nedir bu hayat?' dedim. Döner bir dolabın şeyi gibi, dolap döndüren mahlûklar vardır ya, bilirsiniz, dedim, hayata talibim ve düşündüm ki halk hor görülemez. Peygamberler bile bunun üzerine halk için yazmışlardır. O dava cemiyetinden de çok yara alan bir hissim beni sosyal plana intikal ettirdi. İstifayı bastım herkesin hayretleri içinde. Mali vaziyet olarak onun bin kat aşağısına beni düşüren, bütün hayatımı böyle ihtiyaç içinde geçirten bir hayata girdim. Oradaki bütün eserim, bütün mücadelem malûmunuz olmak gerek. Tafsilâta bilmem lüzum var mı?"

 

"Sizin şiir anlayışınızda büyük değişiklikler oldu. Başladığınız zamanki şiir türlerini bırakıp, başka türlere yöneldiniz. Siz şiirden ne bekliyorsunuz? Şiiriniz nasıl bir topluma sesleniyor?

 

"Şiir benim için kaba bir hassasiyetin böyle hammadde halinde tezahürü işi değildir. Şiir benim için üstün idraktir. Zannediyorum ki, Türkiye'de poetik'i yazan ilk şair benim. Fiilen poetik'imi yazdım. Orada her şeyi söylüyorum. Şiir cemiyetin bütün inandığı şeylerin muhassalası içinde onun taassüsüdür. 'Sensibilite' dedik leri, 'tour de sensibilite' Fransızcası bu. Ben bunu uzun bir zaman ferdi bir hisar içinde gömdüm. Sonra gördüm ki, her şey cemiyet içindir. Sanat kendi için olduğu kadar cemiyet için, cemiyet için olduğu kadar kendi için. Tek kanatlı kalmaya razı olamadım Bir cemiyete talip oldum, yepyeni bir cemiyete, öyle bir cemiyet ki, bazı dış ve kaba hatlarıyla herkesin malûmu zannediliyor, fakat büsbütün meçhulü. Böyle yeni dendiği zaman bir şeyin âdete, örfe, alışılmışa uymayan tarafına yeni denilir, öyle değil, cepte kaybedilmiş bir güneş gibi yeni. Kendinde, fakat maliki değil. Bu cemiyetin ismini koymak mümkün, gerçek manası ile İslâmi cemiyet. Burada bir misal vermek isterim. Meşhur bir heykeltraşları vardır Fransızların, Rodin. Rodin'e nasıl heykel yaptığı soruluyor, Dünyanın en güzel cevabını veriyor. Diyor ki, 'Ben mermere hücum ettiğim zaman çekicimle ve keskimle, heykelimi içimde mevcut farz ederim. Burnuna gelince dururum, ağzına gelince dururum. Âdeta mermeri soyarım ve heykel meydana çıkar.' Benim talip olduğum cemiyet İslâmiyetin hakikatinin cemiyeti. O mermerin içinde kendi asliyeti ve safiyeti ile mevcut. Yoksa öyle küfüyle, pasıyla değil"

 

"Sizin şiire başladığınız zamanki toplumla bugünkü toplum arasında büyük değişiklikler var mı? Neler?"

 

"Birtakım hadiselere hakkı verilmeden takılmış tabirler. Buna en başta inkılâp kelimesini namzet gösterebilirim, inkılâbı yapmak için önce inkılâbın ne demek olduğunu anlamak lazım. İnkılâp nedir? İnkılâp bir metaformoz, bir şekil değiştirme demek değildir, inkılâp, ilerde bir ide'nin cemiyetini inşa davasıdır. Yoksa sadece bir değişiklik değil. Ben gerek eserlerimde, gerek fikri mimarilerimde tarihimizi üç devre ayırırım: Aşk devri Kanuni'ye kadar gelir; vecd devri. Ondan sonra aşk gölgelenir, Vecd kurur, bir Kaba Softa Ham Yobaz devri başlar. Bu tanzimata kadar gelir. Rönesans'tan sonra Avrupa bütün madde ilimlerinde ilerler ve Tanzimat hareketi benim için meselenin içine giremeyen sığ kafaların bir taklit çığırı olarak açılmıştır. Hatta bir konferansımda bir teşbihim var, müsaadenizle söyleyeyim: Reçeli kavanozdan yalama hadisesi. İçine girememe hadisesi. Tanzimattan bugüne bu mütemadiyen terakki etmiştir ve cemiyet kendi künhünü, öz tohumunu kaybedercesine ondan uzaklaşmıştır. Benim bütün mücadelemi şu birkaç satırın içine, birkaç kelime içine alabilirsiniz."

 

"Sizin yaşamınız büyük savaşlarla geçti. Büyük polemiklere giriştiniz. Bunlar size neler kazandırdı?"

 

"Kazanç kelimesini bir bankacıya sorarsanız, hemen parayı hatırlar. Bana sorarsanız, mânâyı hatırlarım. Mânâdan çok şey kazandığımı zannediyorum. Fakat maddede hemen her şeyi kaybettim."

 

"Mânâda neler kazandınız?"

 

"Mânâda idealimin fikriyatını kazandım ve gene, yarı mânâ yarı madde ifade edeyim, büyük bir gençlik kazandım. Yassıada muhakemelerinde beni şahit olarak dinlediler. Fakat bir mücrim gibi sorguya çektiler. O zaman bana hâkim şöyle bir sual sordu: 'Gençlik aleyhinde, ne dersin?' dedim ki, 'Hâkim Bey, hangi gençlik?' Bunu da kazancımın içerisine ilâve etmenizi rica ederim."

 

"Bir Fransız ansiklopedisinde, sizin biyografiniz gayet ilginç sözlerle belirtilmişti. Bunları hatırlıyor musunuz?"

 

"Hatırlıyorum. Bir ansiklopedide benim için birkaç satır içinde sekiz-on, doğru bilgiler verilirken, deniyordu ki, 'Hapisleri üniversitelerini geçer.' Bu kadar."

 

"Gerçekten öyle mi oldu?"

 

"Biraz fazlasıyla. Taksitler halinde yattım, ama iki büyük hapsim var. Biri Malatya hapsi; bir sene küsur gün süren, öbürü de inkılâptan, ihtilalden sonraki bir buçuk senem."

 

"Siz bir yandan bu eyleminizi devam ettirirken, öte yandan da şiir yazmaya devam ediyorsunuz."

 

"Çile isimli kitabım hatta bitme vaziyetindedir. O şiirlerde saf şiir olarak, nasıl bir şiir iklimine talip olduğumu, yani isteklisi olduğum cemiyetin şiir iklimini belirttim. Zaten benim gayretim de budur. Ben kendimi bir şato sahibine benzetiyorum ki, ne hizmetçisi vardır, ne aşçısı vardır, ne şusu, ne busu. Hepsini kendi yapacak ve akşam frak'ını giyip daveti kabul edecek. Şiirimi davet kabul ederseniz, diğer bütün işleri, bütün bu feci, ne bileyim yıpranırcasına çalışmaları öbür zaruretlere bağlayabilirsiniz."

 

"Sizin şiirinizle politik eyleminiz arasında bir uyumluluk var mı?"

 

"Görülüyor böyle olduğu. Böyle bir uyumluluk var. Yalnız şiirimin lezzetini 'degüste' ettirebilmek için mutlaka içtimai ihtişamı yerine getirmek mecburiyetindeyim, bana çok iş düştüğünün farkındayım. Baudelaire'in güzel bir sözü vardır. 'Sanat zor ve hayat kısa.' Bilmiyorum bu kısa hayata neler doldurabileceğim?"

 

Necip Fazıl 25 Mayıs 1983'te bu dünyadan göç etti.

 

(Hıfzı Topuz - Eski Dostlar - Sh. 162-168)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Karşı cenahtan Hıfzı Topuzun kaleme aldığı Eski Dostlar isimli kitapta yer alan bu yazı, H.Topuzla birlikte aslında aynı zihniyetteki insanların Üstada, Üstadın çizgisine ne derecede bozuk baktıklarının bir misalini sunuyor bize. Üstadın efendi hazretlerini tanımadan önceki bohemlik dönemini uygar olarak nitelendiren bu zihniyet, Üstadın hakikati bulduktan sonraki dava aşkını ve aksiyon ruhunu kendi dar çerçeveleri içinde anlayamamakta ve kendilerine göre en mülevves mefhumla şeriatçi oldu çıktı diyerek meseleyi kestirip atmaktalar.

 

Sonra nasıl oldu da Necip Fazıl büyük İslâm düşünürü oldu, kimse anlayamadı

 

Demiş müşarünileyh. Kimse anlayamadı değil, sizlerin gayri İslami bir kalıbı giyinen ruhlarınız anlayamadı, Batı kültürünü kendine şiar edinen akıllarınız anlayamadı, maddeye zincirli gönülleriniz anlayamadı ve edebiyatı, sanatı sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı dünya üzerinde bir iz bırakmak zanneden sanat telakkiniz anlayamadı. Üstadı, Üstaddaki değişimi kimse değil, sizin cenah anlayamadı, biz gayet net bir şekilde anladık.

 

O yıllardaki Necip Fazıl'ı değerli dostumuz Mina Urgan Bir Dinazorun Anıları'nda çok iyi anlattı

Demiş. Hayır, materyalist M.Urgan o kitabında o yıllardaki Necip Fazılı çok iyi anlatmadı, anlattıkları birkaç basit hadisenin mide gurultusundan başka bir şey değildi. O yıllardaki Necip Fazılı sadece ve sadece Üstad, kendi kaleminden çıkan kitaplarda en iyi şekilde anlatmış ve tahlil etmiştir.

 

Kardeşi Orhan Kısakürek Galatasaray'da çok saygınlığı olan sevilen bir arkadaştı.

Üstad kitaplarında Orhan isimli bir kardeşi olduğunda hiç bahsetmemiştir. Ki kendi anne ve babasından küçük yaşta ölen Selma dışında da bir kardeşi dünyaya gelmemiştir. Lakin bir arşiv belgesinde annesinden boşandıktan sonra ikinci evliliğini yapan Üstadın babası Fazıl Beyin ikinci eşi olan Nigâr Hanımdan doğma Orhan isimli bir kardeşi olduğunu öğreniyoruz. (Belgeyi okumak için tıklayınız)

 

Tikleri vardı ama hiçbirimiz onun sık sık gözünü, kaşını oynatmasını hiç yadırgamazdık.

Yok bir de yadırgasaydınız. İnsanın kontrol mekanizması dışında kalan bir tik için yapılabilecek en saçma yorum bu olsa gerek. Zamanında Peyami Safa da Üstadın tiklerinden yola çıkarak Üstadı aşağılamaya kalkmıştı da, gereken cevabı alıp sus pus oturmuştu. Fikir üzerinden hücuma geçemeyip nasıl saldıracağını bilemeyen kof insanların başvurduğu müessese: müşahhas.

 

Fikret Adil, Asmalımescit 84 adlı kitabında Necip Fazıl'ın kendilerine nasıl bir 'kazık' attığını (...) Necip Fazıl'dan en büyük dost kazığı yiyenlerden biri de Muhsin Ertuğrul olmuştur. Muhsin Bey, Şehir Tiyatrosu'nda Necip Fazıl'ın piyeslerini oynatmış, onu kendi dost çevresine almış, ama günün birinde Necip Fazıl, Büyük Doğu gazetesinde, 'işte Türkiye'nin 1 Numaralı Komünisti' diye Muhsin Bey'in görevden ayrılmasına neden olmuştur. Dostum Coşkun Tunçtan'ın anlattığına göre de yıllar sonra Necip Fazıl, Muhsin Bey'in ayaklarına kapanarak (!) özür dilemiştir.

Kimin kimi kazıkladığı ortadadır. Sol cenah, bir zamanlar Tanrı Şair dediği Üstadı, islam davasına kendini adadığı için kazıklamıştır. Üstadı kazıklayanlardan biri de Muhsin Ertuğruldur. Üstadın tiyatro eserlerinin önüne set çekerek, devlet tiyatrosunda sahnelenmesine izin vermeyerek Üstadı kazıklayan, tiyatro sahnesinin üzerinde orak-çekiç bayrağını dalgalandıran M.Ertuğrul. (özür dileme meselesi atmasyondan öte gidemez) Üstad, İslam davasının zehirleyicilerini anlatırken komünistlerden de, masonlardan da, dönmelerden de, elbette ki bahsedecekti. Yazarın kullandığı kazık kelimesi iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Ki Üstad da bu zihniyetin bu lafına nefis şekilde şöyle cevap verir: "BEN KÜFRÜ FAKA BASTIRMIŞ OLAN ADAMIM!

Onlar bende faka bastılar; ve beni kendilerinin en büyüğü olmak yerine, müslümanlann en küçüğü, fakat kendilerinin en korkunç düşmanı görünce apışıp kaldılar. Ve öteden beri gelen orta malı, pestzinde, malum klişeleri geveler, aşksız ve ruhsuz kaba softa tipinden farkımı düşününce, başlanna bütün dünyalann yıkılacağım sandılar. Zira bende vehmettikleri kabiliyet, istidat, bilgi, irfan, san'at ve ifade değerine nisbetle, bu asırlık davanın ancak benim elimde tehlike belirttiğini ve belirteceğini anladılar."

 

Ben 1974'te kendisiyle bir TV sohbeti yapmak ...

Bu yazıyla birlikte Üstadla yapılan bir röportajın TV kayıtlarının olduğunu da öğrenmiş bulunmaktayız. Bu kayıtların ortaya çıkarılması ve Üstadı okuyan kesimin hizmetine sunulması ise kayıtları elinde bulunduranlar için önemli bir vazife olduğu kadar kayıtları ilgili yerlerde aramak bizim de vazifemizdir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Paylaşım, bir kez daha Üstad'a olan hayranlığın kitle rekorunu kırmıştır :D

Paylaşım için bin teşekkür.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Verdiğiniz cevaplar inanılmaz.Karşı tarafın suratına şiddetli bir şamar gibi yapıştırmışsınız.Zeka ve bilgeliği ile insanları kendisine hayran bırakmayı başaran nadir insanlardan birisiniz ablacığım.Şu zamanda gençliğin sizin gibi kişilerin önderliğine ihtiyacı var...Selametle

Share this post


Link to post
Share on other sites

Paylaşım ve verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ederiz.Allah sizden razı olsun.İşte yine görüyoruz ki nasip meselesi anlamayan anlayamıyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hayata sadece kendi penceresinden baka(bile)n insanlar için karşı tarafın penceresinden bakmak hayli zordur.

Ancak karşı tarafın pencersinden kendi tarafına bir bakıldığında ne kadar sığ ve komik göründüklerini bilemezler.

Onlar için hayat; ele geçirilmiş bir fırsattır ve süflî anlamda bu fırsatı sonuna kadar kullanmak tek gayedir.

Üstad ve onun gibi bu ulvî davayı omuzlamış insanların çabası onlara göre; var olmayan(!) bir hayat için çalışmak, boşa çabalamak yani bir nevi havanda su dövmektir.Ancak gerçek ahmak,embesil ve havanda su döven güruhunun ta kendisi zat-ı alî(!)leri olmakla birlikte , bu dünyada dövmeye çalıştıkları suyun öbür dünyada

cehennem ateşlerinin odunları olduğundan bihaber olacak kadar da zavallılar...

 

Hıfzı Topuz,Mina Urgan vs. isim yada cisim farkettirmeden , Hz.Adem peygamber'in oğlu Kabil'in öncülüğünde süregelen insan tipi...Ateist,komünist,hümanist,budist vs.. diye çeşitlendirilme çabalarına rağmen aslında tam da

"şeytanın ve nefsin kulu" tabirini karşılayan tekdüze küfür ehli...İşte bu insan tipi kendi manevi esaretini haklı çıkarmak maksadıyla , başka bir deyişle fıtratın gereği olan aklın ne kalbin gösterdiği yola, "Bir" e, vicdanın teslim olma içgüdüsünü bastırıp, ona rakip olarak kendi uydurdukları aklın ve kalbin gösterdiği yolun zıddı olan fikri benimseme şiarını haklı göstermek maksadıyla , kendi bastırılmışlarını bastırma ahmaklığını göstermeyenlere bir kıskançlık ve kızgınlık tepkisidir.Karşıdakinin doğruyu bulmuşluğu bir nevi onun kaybıdır ve vicdanının gerilerde çok gerilerde kalmış ve olabilceği son raddeye kadar cılızlaşmış , duyulması oldukça zor olan sesidir.Vicdan,vicdanlığını göstermiş ve nefs ve şeytana rağmen sesini duyurmayı başarabilmiştir.Fakat bu duyum,gerekenin aksine vicdanın sesine kulak verme içgüdüsünü yok edip, o sesi sonsuza kadar susturma canavarlığına dönüştürmüştür.Ve sonuçta da böyle "Dava Adam" larına ve onların "Dava" larına dil uzatacak kadar cifeleşen

mahlukatlar peydâ olmuştur.

 

Bu sefihçe ithamlarla ne Üstad Üstadlığından bir şey kaybetmiştir, ne Dava davalığından bir şey kaybetmiştir.Kaybeden sadece o sefih suratlı insanlar olmuşlardır ve olacaklardır.Bu insanlık tarihinin hazin bir kısır döngü vakıasıdır...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...