Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Rönesans

İdris Yilmaz

Recommended Posts

Mektubat-ı Maruf, Gemidekiler,Sofra,Ma'ruf,Kırmızı Yol 'un ardından Eğitimci-yazar İdris Yılmaz Muhammedi Duruş adlı son eseri ile okuyucusuyla buluştu."Nerde nasıl duracağını bilmeyenlere" sloganıyla Kutup Yıldızı Yayınlarından çıkan eser Muhammedi Duruş a sahip olmanın ve o duruşu korumanın gereklerini okuyucusuna yalın bir dille anlatıyor.İmzamda da yer aldığı üzere eser ve yazarla ilgili bilgiye;

 

www.idrisyilmaz.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz...

 

Ayrıca Muhammedi Duruş adlı eserin kitap yurdu adresi için aşağıdaki linki kullanabilirsiniz;

 

Kitap yurdu-Muhammedi Duruş

Share this post


Link to post
Share on other sites

her anın ayrı bir hakikati,her hakikatin ayrı bir hayatı vardır. kitabı en kısa zmanda okumak isterim.Paylaşım için teşekkürler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İDRİS YILMAZ'IN ÜSTAD HAKKINDA KALEME ALDIĞI YAZISI...

 

 

 

Bir Medeniyet Mimarı, Bir Mahzûn Burjuva (sofra kitabından)

Daha yaşarken çok şey yazıldı, söylendi hakkında. Şöhret denilen âfetin zehirli kıskacında bitirdi ömür sermayesini. Yapacakları, yapmak istediği yedi kartal ömrüne sığmazdı ama o, toz kanatlı bir kelebek olduğunu hatırlamak istemedi hiçbir zaman. Hep ateşe, hep ışığa doğru kanat çırptı. Ateş yalımları ciğerini yakarken, o ateş getirdi karanlık gönüllere. Gönüller, terk edilmiş bir şehir kadar ıssız, ışıksız ve harabe; yenik ordular gibi dağınık ve perişandı. Kamaşan gözlerle, yılgın ve ümitsiz bakışlarla baktı terk edilmiş şehrin sakinleri, yenik ordunun neferleri. Büyük adam dediler. Büyük şâir, büyük fikir adamı, büyük tiyatro yazarı, büyük muharrir. Bu büyük sıfatları küçülmüş, küçültülmüş insanların sinelerinden bir volkan misali taşan ümitlerdi aslında. Ama o, büyük sıfatların aciz taşıyıcısı, kendisine bir isim bulamamaktadır:

 

Lugât, bir isim ver bana hâlimden,

Herkesin bildiği dilden bir isim.

Eski esvaplarım, tutun elimden!

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?

 

Hâlinin beyânını tarif edecek bir isim aramakta kelime mezarlığında. Büyük sıfatların oluşturduğu mahbes içinde kafası koparılmış bir kartal gibi çırpınıp durmaktadır. Artık istese de istemese de “Başını bir gâyeye satmış kahraman”dır. Etiyle, kemiğiyle gâyesinin malıdır. Gâyesine, gâyesiz, gâyesini yitirmiş şaşkın bir kitleyi çağırmaktadır. “Durun kalabalıklar”deyip “Kollarını makas gibi açarak” ciğeri sökülürcesine bağırır. Kimi tedirginlikle, kimi muhabbetle, kimi şüpheyle, kimi nefretle, kimi istihzayla bakar nâdiye. Nefret ve istihzayla bakanlar “Süper Mürşid” diye müstehzî bir isim takarlar ona, istihzalarıyla iktifa edemeyen bu güruh gerici, yobaz, devrim düşmanı gibi bir yığın kusmukvarî isim daha ekler. Önce istihza ettiler. İstihzaları kâr etmeyince egemenleri istilaya çağırdılar. Çünkü bu adam; “Ortasında dikilerek, her yolun” yolunu şaşıranlara, “Aman Müslüman olun, aman Müslüman olun” diye yol göstermektedir. Gösterilen yol kapatılmak isteniyordu. Belki de kapatılmıştı evhamlarınca. Belki güneş elle tutulabilir, belki deniz tutuşabilir, belki erkekler doğum yapabilir, belki horoz yumurtlayabilir, belki hacim ve kütle sahibi bir cisim gökyüzüne doğru çekilebilir, belki daldan kopan bir elma boşlukta kalabilir ama, o yol kapanmaz, kapatılamazdı. Evhâmına tâbi olmuş vehmîler, bu gerçeği kavrayabilselerdi “Allahu ekber” ile “Tanrı uludur” sözünün aynı olmadığını görürlerdi. Göremediler. Başkalarının da görmesini istemediler. Görmediklerini yok saydılar. Yok olan şeye yapılan davetiyenin istismar olduğunu zannetiler. Böylelikle davetçiyi mahkeme salonlarına, oradan da hapishaneye gönderdiler. Çağrılan yolun sonunun hapishane olduğunu göstermek istediler yolunu arayan kitleye. Ama o, “Yarın elbet bizimdir, elbet bizimdir” diyerek hapishanenin bir durak olduğunu hatırlattı. “Ana rahmi” dedi durağına. Günahlarına kefaret olarak algıladı çektiği ızdırabı. “Ana rahmi” olan hapishaneden bir kelebek masumiyetiyle doğacağını haber verdi. Doğar doğmaz şu sözü söyledi kulağı olanlara: “Zamanı kokutanlar, mürteci diyor bana / Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.”

 

Mürteci diye dışladılar onu. Toplumun kendisine mahsus yaşanılır dinamiğinin dışına ittiler. Dışta azımsanmayacak bir kitleden habersizdi. Dışlanmışlığın ezikliğini bütün hücreleriyle yaşayan sesi kısık, benzi soluk, boynu bükük bir kitle, kucağına bastı onu. Önce tedirgindiler. Uzun zamandan beri egemen kitlenin kalemşörlerinin istihza torpidolarına maruz kalan dıştaki bu kitle, egemen kitleden birinin aralarına girmesini önce tedirginlikle karşıladı. Öyle ya, bu adam onların ağzıyla konuşuyordu. “Tanrı uludur” diyor, “Bir Adam Yaratmak” diyordu. Güzellik tanrıçası Venüs’ün bacaksız heykeline mersiyeler okuyordu. Frenkler gibi yaşıyor, Müslüman gibi düşünüyordu. Frenklerden kalma bazı memnû alışkanlıkları vardı ki, sessiz kitlenin nefesini kesecek mahiyetteydi. Bunlardan biri, tâbi olduğu bilgin, olgun, saygın zâta şöyle der: “Efendim, siz bu adama para veriyorsunuz, o gidip kumar âleminde harcıyor.” O merhum, muhterem zât: “Keşke hazinelerim olsa da ona hergün şu kadar altın versem, yeter ki o, hak ve hakîkatten bahsetse yazılarında”der. Bu referanslar gönüllere su serpti. Gittiği her yerde yanında olmaya başladılar. Kucaklarına bastılar, ellerine sarıldılar. Ama o: “Ellerime uzanan dudakları tepeyim / Allah diyen, gel seni topuğundan öpeyim.” diyerek hakka olan iştiyakını haykırdı. Bu haykırışın hakîkati, ne Celâleddîn-i Rûmî’de, ne Genceli Nizâmî’de, ne Şîrâzlı Sadî’de görülür. Hele çağdaşı millî şâir Mehmed Akif’te hiç görülmez. Kim ne derse desin, Akif, siyasî denklem içerisinde aklın dehlizinde söyler sözünü.

 

Sessizlerin sesi, solgun benizlerin tebessümü, bükük boyunların vakarı, dışın makbûlü olunca, için mahkûmu oldu. Frenk ansiklopedilerinin takdimine göre, mahkûmiyeti tahsîl hayatını geçti. Mahkûmiyet gerekçesi; sessizliğin sesi olmak, şaşkınlara yol, yön göstermek ve Müslüman gibi yaşamaya çalışmak. Onu mahkûm eden egemenlerin yaklaşımına göre, bu gerekçeler değil mahpusluğu, idamını gerekli kılar. Çünkü o, onların yaşamını toptan reddediyor, başka bir yaşam tarzını öngörüyordu: “Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek / Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? / Sakarya, saf çocuğu masum Anadolunun / Dîvânesi ikimiz kaldık Allah yolunun…”

 

Bu beyitler bastırılmış, susturulmuş, dışlanmış, toplum dinamiğinin defolu mal gibi dışına atılmış, yarı köleleştirilmiş pamuktan yüreğine bir volkan gibi düştü. Yürekler tutuştu, cesedin her yanından hararet yükseldi semaya. Kanacak, serinleyecek, teskin olcak pınarlar aranmaya başlandı.

 

Bir şeyin ihtiyacı duyulursa, o şey aranmaya başlanır. Aranılan şeye ulaşılsın yahut ulaşılmasın, o şey teskîn eder insanı. Aramak, bulmanın yarısıdır. Aranmaya başlanmıştır mantığı doğmasın yüreklerde. Hayatın bütününü kapsar arayış. Arayışı olmayanın isteği de yoktur. İsteği olmayanın hayatiyeti yoktur. Hani, bitkisel hayat diye bir tabir vardır, işte bu tabir, tıp literatüründe hareket yeteneğini kaybetmiş insanlar için kullanılır. Duyup gören, fakat konuşup yürüyemeyen insanlara verilen sıfattır bitkisel hayat. Avâmî lisanda, halk arsında “Ot gibi adam” da denir. Fakat bu deyiş, bitkisel hayat deyişiyle aynı değildir. Bitkisel hayatın literatürüne girene, şefkat ve merhamet beslenir. Ama “Ot gibi adam” tabirine muhatab olana merhamet beslenmez. İlkine hasta, ikincisine ahmak gözüyle bakılır.

 

Arayışı engellenmiş, arama yol ve yöntemleri kapatılmış insan, üstü kapatılmış ateş gibidir. En ufak bir çıtırtısını ve ışığını dışavurur. O insan, ot gibi insan değil, belki bitkisel hayata mahkum ettirilen insan tabirine uyar. İsteğini dışa vuran, isteği peşinde harekete geçen insan, insandır. Bir başka deyişle insan, istek ve ihtiyacını meşrû sebebler üzerinde arayandır. Bugün, evrensel hak ve medenî cesaret gibi tabirler kullanılmaktadır. Bu tabirler, bu tariften doğmuştur. Hakkını bilmeme ve bilmediği şeyi aramamadan doğmuş kelimelerdir. Evrensel hak ve medeni cesaret, sesi kısık, benzi soluk, boynu bükük insanlara yapılan hayat aşısıdır bu iki kelime. Sesini kıstıran, benzini solduran ve boyunlarını büktüren kimdi? Neden sesleri kısık, benizleri soluk, boyunları büküktü? İstek ve ihtiyaçları bastırılmış, ferdî hakları ellerinden alınmış bir insan için, evrensel hak ve medenî cesaret kavramları, hayal kadar değerlidir. Fakat bu iki kavram, yalnızca, toplumsal piramidin en üstünde, Buda’nın tunçtan heykeli gibi bağdaş kurup oturmuş belli bir zümreye hitab eder. Şimdi bu iki kavramı bahşediyorlar. Efendiler, kölelerine ulûfe dağıtıyor. Dağıtıyorlar ki, baş kaldırmasınlar. Toplumsal piramit, düşüncede veya yürürlükte olsun, her zaman ve her dönemde varlığını korumuş, kabul ettirmiştir. En belirgin şekliyle Hind toplumunda “Kast” adında şematize edilmiş ve tolumu biçimlendirmiştir. Zamanlara göre değişik isim almış bu piramit, toplumdaki yetişkinlik, doyumluk ve paylaşımı ifade eder. Toplumu teşkil ettiren ferdler semayelerine göre toplum içinde kariyer sahibi olurlar. Kariyeri “statüyü”belirleyen sermaye olur daha çok. Sermaye, beraberinde birçok şeyi getirir. Refah seviyesi, harcama, satınalma gibi, yaşam standartları sermayeye göre şekillenir. Sermaye düşük gelirli, orta gelirli ve yüksek gelirli diye, toplumu üç katmana ayırır. Bu ayırım kendinden zuhûrdur. Teorisyenler ve ekonomistler bu zuhûru teşhîs, tayîn ve tesbit ederler sadece. İdeologlar ve sosyologlar da bundan, oluşan bu durumdan fikir üretirler. Üretilen bu fikirler siyasîlerin söylemini belirler.

 

Beşerî iki ideoloji olan sosyalizm ve kapitalizm sermayanin paylaşım biçimini tayin edip, toplumu bu tayine göre biçimlendirmeye çalışır. Son iki yüzyıl, bu çalışmanın çatışmasıyla geçti. Bunlardan ilki olan ve kapitalizme tepki olarak doğan sosyalizm, toplumsal sınıfı kaldırıp, sermayeyi eşit bir şekilde ferdlere dağıtmayı vaad etti. Herkes kazandığını devlete verecek, devlet bu kazancı âdil bir şekilde dağıtacak… Belki, görünüşte çok câzip olan bu fikir, hakîkatte kâziptir. Kâzip, yani yalancı.

 

Ferdler hiçbir zamanda ve dönemde biyolojik, psikolojik olarak aynı değildir. Aynı olmadıkları için de üretimleri aynı seviyede olmayacaktır. Renk, zevk, şekil, desen, istek ve iştihâları farklı farklıdır. Bundandır ki, üretim ve tüketimde eşitliği kabul edemezler. Hâsılı, sosyalizm ve ileri seviyesi komünizm, cazibesi sayesinde tâbi toplayabilirdi. Fakat tâbileri, fikrin organiği gereği, gençken sosyalistliği kabul ettiler. İleri yaşlarda kapitalin gerçeğiyle tanışınca, kapitalist oldular. Sosyalizm, bir insan ömrü kadar yaşayamadı. Ömrüne ancak fuhşu, fesadı ve katli sığdırdı.

 

Bu fikrin müdâfileri, zühd ve tevekkül örneği, Bilgi ve Anlayış Rehberi Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin ashâbı Ebû Zer-i Gıfârî’yi ilk sosyalist olarak kabul ederler. Ebû Zer-i Gıfârî’nin sermaye ve servete bakışını Marks-Engels ile aynı görürler. Hatta, kaynak ve diyalektiğini Marksizmden alan Şiî devriminin kalemşörleri, Ebû Zer-i Gıfârî’yi bir sembol, bir bayrak yaparlar.

 

Bilgi ve anlayışına uyamadıkları Aleyhissalâtü vesselâm Efendimizi ve mümtaz sahâbîsini romantik cazibelerine ortak edecek kadar arsız olan bu fikir, bir fesad manifestosu olarak tarihe geçti. Tarihe geçişi, isim ve amblem iledir. Aksine, bu müfsid manifesto, Kâbil’den Deccâl’e kadar varlığını sürdürecektir. Bazen Mezdekî, bazen Hayyâmî, bazen Haşhâşî, bazen Vâridâtî, bazen İştirâkî olarak ortaya çıkacaktır.

 

Özünü, aslını Protestanlıktan alan kapitalizm, sermayeyi bir zümreye tahsis edip, kalan zümreyi husûsî zümreye tâbi etti. İşçi ve patron, işveren ve işalan şeklinde özetlenecek olan kapitalizmin ruhu, orta sınıf olarak tabir edilen vasatî hâli kaldırmaya yöneliktir. Piramidin %90’lık kısmı işalan, %10’luk kısmı ise işverendir. Başka bir ifadeyle halkın %90’ı, %10’luk kısmı memnun ve mesrûr etmek için çalışıp didinir. Asgarî geçimin alt sınırında olan çoğunluk, Buda’nın tunç heykeli gibi başında bağdaş kurup oturmuş kitlenin hüznüyle hüzünlenir, sevinciyle sevinir. Kendisine verilen bir aylık çalışmasının karşılığı olan parayı bir kuaföre bahşiş olarak verildiğini de bilir. Buna rağmen efendisini memnun etmek için çabalar. Belki maaşına zam yapar, belki terfi eder, hattâ belki patronun kızıyla evlenir!... Hele bir patronun gözüne girsin. Yeşilçam filmleri bu anlayışı yerleştirmek için çeyrek asırdır zengin kız-fakir oğlan, fabrikatör oğlan-işçi kız temalarını evlere sokmadı mı?

 

Kapitalizm bütün gücüyle kölelik ruhunu yerleştirmeye çalışır. Köleler ne kadar uysal olurlarsa, efendiler o kadar memnun ve rahat olur. İşçinin on liralık zam isteğini isyan olarak telakkî eden kapitalist ruh, metres veya jigolosuna yüz liralık losyon hediye etmeyi az görür. İsraf ve insafsızlık üzerine kurulmuş bir ideoloji, bir sistem, îmân ve ihsân eksenli İslâm’ı elbette dize getiremeyecektir. Bunun içindir ki mahzun burjuva şöyle haykırır: “Her fikir ve inanış tek mevsimlik vesselâm / Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm.”

 

Ona mahzun burjuva dedik, çünkü o, sermaye ve kültürün birikim yaptığı şehirlerde yaşadı. 20.yüzyılın riyakâr şehir görüntüsü onu kucağına almış bir bebe misali büyütmüştü. O, şehrin mağrur yapısı içinde tam bir şehirli-burjuva olarak yetişti. Benini boşverme adı altında, özgürlüğün dahi özünü çıkardı. Böylelikle toplumun elit tabakası içinde toplumun her kesimini, özellikle yöneliş ve yönlendirişleri uhdesinde tutan kesimi tanıdı. Toplumun üst tabakası daima yöneliş ve yönlendirişçilerin elindedir. Siyaset, sanat, ilim, sermaya ve idareyi bu kesim elinde bulundurur.

 

O dönem toplumu Frenk kültürünün, İngliz sermayesinin ve Hıristiyan ahlâkının etkisi altındadır. Hatta, etki değil, tam ifadesiyle mahkûmudur. Fransız öğretmenler, İngiliz banka müderrisleri ve evlerde Hıristiyanları sembolize eden biblolar, tablolar, mahkumiyeti ilan eden vesikalardır. İşte mahzûn burjuva, bu kesimin içinde, alt kısımdan habersiz şöhret buldu. Bir yanda başkalaşmış, bir yanda dışlanmış toplumun iki kesiminden başkalaşmışlar havasında büyüdü. Bunu şu mısrayla duyurur: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” Dışlanmış alt kesimin değerlerini ifade eden “Gökyüzü”ile tanışmışlığını böyle haber verir. Bir pişmanlık, bir eyvâh, bir hayıflanma bildirgesi…

 

Burjuva yollarında medeniyeti arar. Fakat burjuvalar bu medeniyet arayıcısının arayışını kabullenmezler. Medeniyet eskiydi, eski bir masaldı. Onlara göre medeniyet Binbir Gece Masalları’nda kalmış Kırk Hârâmiler’in işret sofralarında harcanmıştı. Ne varsa burjuvada vardı. Burjuvanın varlığı dışında bütün varlar eskiyi hatırlatan birer irticâydı. Güneş de çok eski, hatta Güneşin varlığı dünyanın varlığından çok önce başlar. Güneşe mürteci demek, onu kabullenmemek ne kadar komikse, Allah’ın varlığını kabullenmemek ve bu varlığa göre yaşamını düzenlememek de o kadar komiktir. “Güneşi cebinizde kaybettiniz, karanlıklardan ışık umuyorsunuz.” diye haykırdı dışlanmış soluk benizli mü’minlere. Bütün gerçeklerin doğuş mahali Doğudur ve Doğu, bütün doğumların beşiğidir, dedi kısık sesli Müslimlere. Keşiflerin, îcâdların menbaının İslâm olduğunu söyledi boynu büküklere. Talan edilmiş İslâm yurtları çapalanmaya, tırmıklanmaya başlandı. Cesaret geldi cesaretinden gafillere. Hakkını aradı hakkını gasp etmiş hârâmilerden. Allah’dan bahsetmenin yasak olduğu zamanlarda, Allah dedi yasakçıların karşısında. Sesi kısıkların sesi yükselmeye başladı. Boynu bükükler “Îmân dolu göğüs”lerini omuzlarının arasından çıkarır oldu. Benzi soluklara özgüven geldi. Dergiler, gazeteler, radyolar, televizyonlar kuruldu. Pek çok odalarda gammazlanma korkusuyla okunan Mushaf-ı Şerîf, Kelâm-ı Kadîm, Kur’ân-ı Kerîm, Furkânu’l-Azîm radyolardan okundu. Roma’ya giden yollar kapatılıp Medîne hurmalıklarına yöneliş başladı. Burjuva hayranlığı, medeniyet aşkına döndü. Harabeye çevrilen bir medeniyetin imarına, restorasyonuna girişildi. Zifirî karanlıkta ışıldayan mahyalara “Tek Yol İslâm” yazıldı.

 

Âidiyetinden dolayı reform ve rönesans tabirlerini medeniyet mimarına yakıştırmak abes olur. Ama o, bir yerli yeniye yönelişi başlattı. Onun yeniliği, ne Martin Luther, ne Dante, ne Mikelanjelo’nunkine benzer. Bunların yaptığı, kokmuş, kokuşmuş anlayışı ambalajlayıp sunmaktan ibaretti!. Bugün, ambalajından dışarıya sızan kokunun kerâheti, kâinâtı kirletti.

 

Medeniyet mimarının yaptığı, bastırılmış, gizlenmiş bir güzelliğin dışarıya vurulmasını sağlamaktı. Elhamdülillâh, sağladı da. O irfan, ilim, gelenek ve görenekte bir medeniyeti ihyâ etti.

 

Yâ İlâhe’l-Âlemîn, yâ Gufrân-ı Rahîm Allah’ım; yapmakta olduğum bu Hatm-i Şerîfin sevâbını Kureyşî Nebî’ye ve bütün Peygamberlere, Ebrâr, Evtâd, Abdâl, Asfiyâ ve Kutub’lara, hâssaten Fâzıl Oğlu Ahmed Necîb’in rûhuna hibe ediyorum, Sen vâsıl eyle yâ Rabbî. Âmîn.

 

İdris Yılmaz (Sofra sy:31)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendimize dilekçeleri.....

 

EFENDİM'E DİLEKÇE

 

 

Güneş,yıldız semadadır,

Karanlıklar var Efendim.

Ümmet eza cefadadır,

Dünya zindan dar Efendim.

 

Fitne kapmış her bir yanı,

Küfür olmuş halk sultanı.

Kaldırdılar din imanı;

İnkar,yağmur kar Efendim.

 

Ağız söyler,gönül susar,

Münafıklar nefret kusar.

Mümin laldir,sesi kısar;

Yemeğimiz nar Efendim.

 

İlim sahte,amel riya,

Lafta ukba, halde dünya.

İhlas marka,takva rüya,

İman,ince zar Efendim.

 

İtimadım yok gölgeme,

Nefis atım gelmez geme.

Şefaatin esirgeme!

Alemlere yar Efendim.

 

İdris YILMAZ/VİRANEDE BAYKUŞUM

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arkadaşlarına yazmış oldukları mektublardan birisini takdim ediyorum....

 

 

 

15. MEKTÛB

 

 

 

 

Allahu Teala Zülcelâl Velikrâm’a hamd olsun.O’nun Peygamberi, Habîb-i Kirâm Muhammed Mustafa’ya salât ve selâm olsun.

 

Hakk yolunun tâlibi kardeşim;

“ Bu yol sıkıntılarla dolu, taşlı, kaygan virajlarla gider zirveye…Daracık patika, sağlı sollu uçurumlarla çevrilmiş.” sözümüzü hatırlatarak, sıkıntıda olduğunu îmâ etmişsin. Hatırıma bir Âyet-i Kerîme geldi. Meâlen onu sana yazayım da, hakikatte sıkıntımızın seviyesini tesbit edelim: “ Sizden önce gelenlerin durumu, sizin de başınıza gelmeden Cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve müminler ;Allah’ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı şüphesiz çok yakındır.”1

 

Evet, Âyet-i Celîle, Peygamber ve ashâbının halini anlattıktan sonra, vaadini yapıyor. O Peygamber ki, cümle varlık O’nun hürmetine yaratılmış. Cennet, Cehennem, Sırat, Arş, Kürsî, Kalem; hasılı tüm “var” dairesine giren her şey, O’na nisbetle var olmuştur. İşte, O, Mahbûb Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz sıkıntı, darlık ve zorluktan neredeyse “ye’se-ümitsizliğe” düşerken, Rabbu Teala Tekaddes Hazretleri Cibrîl-i Emîn’le bu vaadi getiriyor da, Efendimiz rahatlıyorlar. O’nun ve arkadaşlarının sıkıntılarını Siyer ve Tabakât âlimleri bize nakletmişlerdir. Vallâhül Azîm bu nakillerden sadece birini yazmaya benim ciğerim dayanmaz. Onlar açlık, susuzluk, iftira, uykusuzluk, korku, hastalık, hasret, gurbet hasılı tüm ızdırâbdan geçtiler. Hangi birimiz kızgın kumlar üstünde, yakıcı güneş altında günlerce yatırılıp, susuzluktan ciğeri kavrulmuş bir şekilde, kırbaç yiyerek “Ehad, Ehad, Ehad” diyebiliriz? Bilâl-Rabbım ondan razı olsun-köle olmasına rağmen, dünyevî hiçbir varlığa sahip değilken, müşriklerce mal, makâm ve en mühimi, hürriyet teklifine kayıtsız kalmış, Muhammedî yola talîb olmuştur.

 

Tele- mesajında, bu yolun ne olduğunu sormuş, o yolda olup olmadığını dahi bilmediğini söylemişsin. Bu, şu mânâya geliyor: “Sıkıntı çekiyorum, daha çok gariblik, yalnızlık, bir şey yapma halinde, serhoş gibiyim. Boş vermiş de değilim. Ama kararlı da değilim” Bir tür rehâvet, bir tür garâbet haliyle hallenmişsin. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin bir Hadîs-i Şerîfini nakledip, Ona binâen, sana bir şeyler hatırlatayım dilersen. “Yapılan her amel için bir aşk, bir şevk ve rağbet vardır. Her şevk ve rağbet için de sonunda bir gevşeklik olur. Kimin gevşemesi bir sünnetimden diğer bir sünnetime doğru ise, gerçekten o, iki dünya saâdetine kavuşma yolunu tutmuştur. Kimin de gevşemesi bundan başka şeye ise, hakikaten o, helak olmuştur.”

 

İslâm ve îman hakikatiyle tanıştığın o ilk günleri gönlünden bir geçir istersen. O zamanki aşkı, şevki, susamışlığı ve teslimiyeti Hadîs-i Şerîfle bir mukayese et. Hadîs-i Şerîfin ihbârı ve ihtârına ne kadar da uyuyor değil mi? Evet, Hâşimî Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm mutlak doğruyu söylüyor. O Muhbir-i Sâdık, Muhtâr-ı Şefîk, Mahbûb-ı Refîk, Mahmûd-ı A’lâ’dır. O, bin dört yüz yıl önce bu mübarek sözü sarf etmiş ve bu söz benim gibi bir nâdân, bir gafilin gönlünde hakikatini bulmuştur. Bu söz, bedenimin rehâvetine, gönlümün gafletine, zihnimin dağınık ve donmuşluğuna, nefsimin serseriliğine elektroşok etkisi yaptı. İnşâallah bedenim rehavetten ameliyete, gönlüm gafletten uyanışa, zihnim dağınık ve donukluktan tekbîre, nefsim serserilikten (başı boşluktan) serdestliğe (başı bağlılığa) geçer. Bu geçişle Muhammedî Yolun yolcusu olmaya azmeder. O yol ki, talib ve takibçilerini dünya ve âhiret mutluluğuna erdirir. O yol ki, bütün yaradılmışların sevgisini kazandırır.O yol ki, kalb onunla sükûn bulur, nefs onunla tatmin olur, akıl onunla sâlim olur, ruh onunla kaim olur.

 

Muhammedî Yol, Sünnet ve Cemâat üzere kurulmuş Sırât-ı Müstakîm’dir. Vahiyle gelen hakikatin, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz ve arkadaşlarına-Rabbım hepsinden Razı olsun- hayata yansıması, hayat bulmasıdır. Vahiy, insanla birlikte kainâtı yoktan var eden Hâlık-ı Zülcelâl’in, kendisiyle birlikte kâinatı tahrif eden insana, tahrîbi terk etmesi, takdîre tâbi olması için, bir elçi vesilesiyle gönderdiği beyannâmedir. Vahiysiz bütün gerçekler halisünasyondan-göz yanılmasından-ibarettir. İnsanın kendi kimliğini bulması, kimliğine uygun kişilik sergilemesi, ancak Vahiy yardımıyla mümkündür. Vahye muhatab olmayan göz;kör, kulak;sağırdır. Vahiysiz bütün akıllar şaşkın, bedenler leştir. Filozof, bilim adamları, Vahiysiz insanı tarif ederken, hep hayvana nisbet ederek tarif etmişlerdir. Kimi “Düşünen hayvan” kimi “Konuşan hayvan” kimi “Gülen hayvan”…demiştir. Bu gün dahi, insan tarif edilirken psikologlar “organizma” tabirini kullanıyor. Hasılı, Vahiy zaviyesinden bakılmadığı sürece, kör bir karanlık, Vahiy ekseninde yaşanmadığında, gayri ritmik bir debelenmeden başka bir şey görmez insan. İnsanın gerçek hakikati Vahiyde, gerçek hayatı dahi Vahiydedir. Vahyi mutlak idrak muhâldir; lakin Vahye muhatab olmuş Zât-ı Mükerrem’i taklidle mümkündür. Bir şey, yaşandığı sürece gerçekliğini bulur. Vahye dayalı taklid dahi yaşandığında anlaşılır. Kimi cahillerin yalnızca Vahyin, içinde mahfuz olduğu Mushaf-ı Şerîf’i örnek, önder almaları, gerçekte câhilâne birer cüret, edebsiz şirrettir. Edebsiz şirret nasıl olur deme, şirretin dahi bazı sınırı, edebi vardır, ama böyle bir fikir sınırsız bir şirrettir.

 

Muhammedî Yol; Hazret-i Âdem Aleyhisselam’la başlayıp, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’le son bulan Vahiy yoludur. Sıddîklar, şehîdler, sâlihler, arifler güzergahıdır. Bu yol, ilim ehlince ma’lûm, irfan ehlince “Ma’rûf” olan yoldur. Bu yol çöl, kurak olan dünyadan cennete açılan bir koridor, Firdevs’e giden yeşil patikadır. Bizden önceki yüzyılda yaşayan ümmete felsefi doktrinler ve ideolojiler enjekte edilmiş, insanlar ideolojilerin bataklığında kuruyup gitmişti. Çok az da olsa yeşil kalma mücadelesi verenler olmuştur. O yeşil kalanlar sebebiyle Su bize ulaştı, Elhamdülillah. Bugün ideoloji dönemi bitmiş, tekrar dinin hakikati ortaya çıkmıştır. Bâtıl dinlerin Hakk din olan İslam’a taarruzu başlamıştır. Üçüncü dünya ülkeleri, terörist ülkeler diye lanse edilen elbette ki Müslümanların yaşadığı coğrafyalardır. Bu coğrafyalar ne zaman ki Vahiy zaviyesinde kendi benliklerini bulup, o zaviyeden kişiliklerini diriltirlerse, ümmet şuuruna varırlar. Aksine, bugün olduğu gibi, yarın da “Köle İsavra” olurlar uygar “Gestapo şeflerine…”

 

Bugün, ümmet içinde “Müslümanım” kimliği yetmiyormuş gibi “Neci’sin, hangi grup veya cemaattansın?” gibi gafilane kimlik soruşturması yapılıyor. Sebeb gayet açık. Ümmet şuurunu millet gururu(faşizm)potasında eritemeyen müşrik, münkir zihniyet, grup kafiyesinde kaynatacaktır. Vallâhül Azîm Basra’ da gözünü kaybeden, Grozni’de evi yıkılan, Üsküb’de ismi değiştirilen, Filistin’de kolu kırılan, Somali’de aç kalan bir Müslüman’a yanmayan yürek Müslüman değildir. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin “Mü’min mü’minin kardeşidir” hitabına muhatab değildir.

 

Kardeşim;

Şucu, bucu gibi ahmakça bir kimliğe değil, Muhammedî Yol’un takibçisi olmuş bir kişiliğe tâlib olalım. Sünnet ve Cemâat bilinciyle bilenelim. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz ve arkadaşlarının-Rabbım hepsinden Razı olsun-yaşadığı hayat içinde kendi hayatımızı bulalım. Onların bakışı, tadışı, dokunuşu, sezişi hasılı her hareketlerinde, kendi benimize model çıkaralım. Evet, bu sözle hallenmekte bütün mesele. Ama, şu hakikat de var ki, “Cemâat rahmettir” İhbâr-ı Nebî’sini idrâk edelim. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin bu ihbârı bir grup şuurlanması değil, bilakis ümmet şuurlanmasıdır. Bu Hadîs-i Şerîf’teki, Elhamdülillah Müslümanım ve başka hiçbir grubun taltif ve etiketine ihtiyacım yok” demelidir. Ehl-i Sünnet Vel-Cemâat, şu an mevcut olan cemâat yapısı ve anlayışı değil, çokluk ifade eden ümmet şuurunun ifadesidir. Ferdiyetin ancak içtimâiyatla ortaya çıkabileceğini, fert- toplum ilişkisinin kenetlenmesi gerektiğini haber veriyor bu Hadîs-i Şerîf.

 

Toplum içinde ferd, orman içindeki ağaç gibidir. Ağacın cinsi ne olursa olsun, orman içinde o ağaç, olgun bir bünyeye kavuşur. Yağmur, ormana belli bir ölçüde yağarken, yalnızca bir ağaca orman nisbetinde yağmaz. Yalnız bir ağaç her ne kadar özgür görünse de, gerçekte yalnız ve tehlikelere karşı daha çok zayıf ve müdafaasızdır. Toprak ve gökyüzü ağaca lüzumlu olan her şeyi ormanlık alanda başka, kıraç alanda başka sunar. Ormanlık alanda ağacın altı ve üstü daima nemli iken, kıraç alanda ise kurudur. İşte, ferd ve ümmet, cemâat ve kişi ilişkisini bu nisbetle anlamak gerekir. Zaten, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, ümmeti bir “yeşil ekine” benzetmektedir. Cemâatin Rahmet olmasındaki hakikati bu çerçevede anlamak lazımdır. Aksine, şu anda olduğu gibi, çirkin bir bid’atın içine girilmiş olur. Günümüzdeki cemâat anlayışı, yapısı ve işleyişi itibarıyla bid’at olup, Rahmetten ziyade azâba müstahaktır. Ashâb-ı Kirâm-Rıdvanullâhi Teâlâ aleyhim ecmaîn-İslam’ı anlama, yaşama ve yaşatma şekliyle günümüz cemâati mukayese edildiğinde, mevzu daha iyi anlaşılır zannederim. Efendim’e yazdığım dilekçeden birkaç mısra;

 

Güneş, yıldız semadadır

Karanlıklar var efendim.

Ümmet ezâ, cefâdadır

Dünya zindan, dar efendim

 

İlim sahte, amel riyâ

Lafta ukbâ, hâlde dünya

İhlâs marka, takvâ rüya

Îmân, ince zar efendim

 

Şuculuk buculuk, İslamî idrak nisbetinde zoraki oluşmuş bir benlik hegemonyasıdır. Hegemonyası diyorum, zîra “Âlim”, “Şeyh”, “Pîr”, “Üstâd”, “Velî” gibi daha bir çok sıfat, yafta ve etiketlerle kişilerin kendi zevk, şevk ve idrâklerini kişilere yansıtarak oluşturdukları bir yığındır şimdiki cemâat ve gruplar.

 

Günümüzde herhangi bir cemâatten bir kişiyi ele alırsak, şöyle bir manzarayla karşılaşırız. O kişi, o cemâatin şahsiyetini bütünüyle yansıtıyor. Mürşid,yahud hocaefendilerini, o kişiye bakıp da tanımak kolaydır. İki ayrı, fakat temel, yön ve gâyeleri bir olan cemâati düşünelim. Bunlar arasındaki nefs, beden, akıl, kalb farklılığını çok net bir şekilde görürüz. Cemâatleşmenin çirkin bir bid’at olduğu buradan belli. Ayrıca her cemâat, İslamî idrâk noktasında, bütün hasenelerin kendilerinde bulunduğunu vehmederek, diğer cemâatlere karşı en azından bir küçümseme göstererek, ayrılık ve aykırılığı daha da derinleştirmektedir. Bu da, cemâat liderinin idrâk, iz’ân ve ifşâsından ileri geliyor

.

Cemâat ve cemâatleşme, bid’attir. Ehl-i Sünnet Velcemâat anlayışındaki “Cemâat” cemâatleşmeyi öngörmüyor, aksine reddediyor. Buradaki cemâatten kasıd, Ashâb-ı Kirâm – Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn- dır. Bir benzetişle, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Güneş, arkadaşları-Rabbım hepsinden Razı olsun- Yıldızdır. Ehl-i Sünnet Velcemâat, anlayış ve yaşayış olarak Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz ve arkadaşları olarak telakki edilmelidir.

 

Cemâat, şimdiki yapısıyla formal bir yapıya bürünüp, sınırlı bir şeye hitâb ettiği, hitâb ettiği şeyle sınırlı kaldığı, ayrı bir “din” hüviyetine bürünmüş durumdadır. Kişi, cemâatinin başında bulunduğu şahsı zikrettiği kadar Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizi zikretmiyor. Çoklarında duyduğum, gördüğüm gâfilâne şu sözler hiç de rahmetle yorumlanamaz. “Şeyhim bilir.” “Sultanım dilerse.” “Hoca Efendi şöyle buyuruyor.” “Üstâd ölüm anında yanımızda olacak.”… Bu hezeyanlar birer itikad mesâbesine gelmiş durumda. Âhir zamanda, Muhammedî Yolu açmak için geleceği haber verilen Muhammed Mehdî Aleyhisselâm, evvela bu cemâat formatlarını yırtacaktır. Garibdir ki her cemaat, Mehdî Aleyhisselâm’ı dahi kendi inhisârına almış durumda.

 

Kardeşim;

Mektûbun başında naklettiğim Hadîs-i Şerîf’te “…Kimin gevşemesi bir sünnetimden diğer sünnetime doğru ise gerçekten o, hidâyet üzeredir…” buyuruluyor. Şu an unutulmuş, âtıl olmuş, yalnız kitabda kalmış iki sünnetle Muhammedî Yolda ilerleyelim inşâallâh. Bu iki sünnet Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin hiç terk etmediği, Sahâbe-i Kirâm’ın da devam ettiği, ferdî ve içtimaî ahengin mîzânı olan sünnetlerdir. Bunların, yaşandığı sürece hakikatları daha iyi anlaşılır. Bu iki sünnet istihâre ve istişâredir.

 

İstihâre, yapılmak istenen herhangi bir işin, hayırlı olup olmadığını, Fâil-i Teâlâ Tekaddes Hazretlerine arz etmektir. Bu arz ediş, şu şekilde olur: Yatmadan önce, iki rekat namaz kılınır ki, ismi istihâre namazıdır. Sonra hiçbir şey yemeden, içmeden, kimseyle konuşmadan yatılır. Rüyada görülen renkler ve işaretlere binaen, işin hayırlı olup olmadığı anlaşılır. İlk gün, belki görülmez ama , yedi gün boyunca devam edilirse, inşâallâh bir şey görülür.

 

Namazın birinci rekatinde Fâtiha-yı Şerîfe’den sonra, zammı sûre olarak Kâfirûn, ikinci rekâtinda ise, İhlâs Sûresi okunur. Namaz bitiminde duâ edilir. Yapılacak işin ne olup olmadığı bildirilir.

 

Fatihadan sonra “Kâfirûn” ve “İhlâs” sûrelerinin okunmasındaki hikmet, kalbin mutlak bir safvete ulaşıp, mutmain olmasıdır. Kâfirûn sûresi, kalbdeki bütün putları nefyedip, Vâhid-i Teâlâyı birliyor. İhlâs ise, mutlak bir samimiyete vardırıyor. Gerçekte kalb ve düşünce bütün hayal ve isteklerden uzaklaşınca özgürlüğe, ferdiyete kavuşuyor. Özgür olan kalb, Yaradıcısıyla hicâbsız, vâsıtasız olarak ilişki-râbıta- kuruyor. Mâlumdur ki tahiyyâtlar, Rabbu Teâlâ’ya râbıtadır. Bundan dolayı Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz “Namaz mü’minin mirâcıdır” diye buyurmuşlardır. Bütün mesele, istihâre namazındaki bu samimiyeti yakalayabilmekte. Ondan sonrası gerçek hürriyet ve kulluk…

 

Unutulan ikinci sünnet ise, istişâredir. Bu da, yapılacak herhangi bir işi, güvendiği, inandığı birisine arzedip, görüşünü almaktır. Dikkat edilirse istihârede işi Hâlık-ı Teâlâ Zülcelâl Velikrâm’a arz etmek vardı, istişârede ise, O’nun kuluna arz etmek var. Bu, sadece bir kişi değil birkaç kişi olursa daha uygundur. Rabbım Kelâm-ı Mecîdi’nde mü’minlerin halini şu Âyet-i Celîle ile duyuruyor. “Onların işleri, aralarında Şûrâ iledir.”2

 

İstihârede bir ferdiyet, bir özgürlük varken, istişârede ise bir cemiyet, cemiyet içinde filizlenen bir şahsiyet vardır. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Uhud Harbine çıkmadan evvel istihâre etmiş, istihârede şehirde kalıp müdâfaa savaşı yapmayı görmüştü. Ashâb-ı Kirâm’la istişâre yapınca, istişârede meydan ve taarruz savaşına karar vermiş. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, sonucu bilse de istişâreye uymuştur. Daha önce bahsedildiği gibi, ağaç-orman, cemâat-rahmet ilişkisine bu zaviyeden bakılırsa ferd ve ümmet hakikati ortaya çıkar. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin bir Kavl-i Şerîfiyle inşâallâh, mektûbu bitirelim. “İstihâre eden mahrum kalmaz, istişâre eden pişman olmaz, iktisâd eden, geçim sıkıntısı çekmez.”

Söylenecek bir söz kaldı. İstihâre kalbe, istişâre akla, iktisâd da nefse hitâb eder. Mahrûmiyet, nedâmet ve sıkıntı biterse, beden kemâle ermez mi? Rabbim Yâr ve Yardımcımız olsun.

 

11 Nisan 2003

9 Safer 1424 / Belek

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...