Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
nameless

Sabri Yılmaz'ın Necip Fazıl Anıları

Recommended Posts

NECİP FAZIL’LA TANIŞMA

 

> Sizin Necip Fazıl’la yollarınız nerede kesişti?

 

> Necip Fazıl’la yollar… Necip Fazıl, rahmetli… Ben ortaokula yeni başladığımda Yeni İstiklal’i okuyordum Balıkesir’de. Harçlığımdan para biriktirerek, 50 kuruşa mı 25 kuruşa mı hatırlamıyorum geçmiş zaman “Yeni İstiklal”i alıyorum. Orada Necip Fazıl’ın yazılarını okuyarak kendisine sempatim arttı.

 

Kısmet işte, takdir-i ilahi, İstanbul’a geldik. “Bugün” gazetesinde başladım. Orada üstat, hem günlük çerçeve yazıyor, hem de tefrika yazılar kaleme alıyordu.. Üstadı orada tanıdım. Fakat hayatımın en büyük hatası, böyle aptallık mı diyeyim, ne diyeyim? İleriyi görememek mi diyeyim? O yazılardan tek birini bile saklamak aklımdan geçmemişti.

 

Geçenlerde Bursa’da bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Oturuyorum böyle. Bir baktım arkasında, bir yazı. Tanıdığım bir yazı. Necip Fazıl’ın bir sayfalık bir yazısı. Bulmuş bir yerden adam. Çerçeveletmiş, onu asmış oraya. Üstada olan muhabbetinden dolayı. Benim o zaman kafama dank etti!

 

Üstat günlük yazılar yazıyordu, yazdıklarını ben okurdum. O kağıtlar tomarlar halinde saklanırdı. Yazıları tomarlar, sarar, o günlük müfredatın içerisine koyardık, diğer haberlerle beraber. Hâlbuki al onları koy bir kenara. Dünya kadar yazı, Üstadın kendi orijinal yazısı! Bunu yapmadığıma çok pişman oldum. Üstadla yollarım bu vesileyle, “Bugün” gazetesinde çalışırken kesişti. Şevket Bey’le birlikte onu da tanımış oldum. Bir de çok enteresandır, o zaman gazete 90 m2’lik bir yerdi.

 

ŞEVKET BEY ORADA MI?

 

> Zamanın efsane gazetesi “Bugün”, 90 m2’lik bir yerde mi çıkıyordu?

 

> 90 m2’lik bir yerdeydi. Küçük, küçük minyatür odalar. Cağaloğlu’nda, bugünkü Yeşilay binası. Gazetede bir telefon vardı, o da benim masamdaydı. E, tabi üstat arıyor:

 

“Sabri, Şevket Bey orda mı?”

 

“Üstadım şu anda…” Şevket bey de görüşmek istemiyor, İşim var” diyor. “Ben şu anda müsait değilim, bana kimseyi bağlamayın” falan diyor.

 

“Ya ağabey, Üstat telefonda! Bak vallahi söyleyeceğim ha! İçerde böyle boş oturuyor, gelmiyor üstadım diyeceğim!” diyorum mahsus.

 

“Söyle söyle, dışarı çıktı de sen!”

 

“Üstadım dışarıya çıkmış. Biraz sonra gelirler. Ben gelince iletirim, size şey yaparım.”

 

“Tamam, sana güveniyorum!”

 

Kapatıyor telefonu. 10 dakika sonra yine arıyor. Şevket Bey: “Yine görüşemeyeceğim, yazımı yazıyorum” diyor.

 

“Abi, adam arıyor karşıdan, bir şey söyleyecek sana”.

 

“Söyle söyle, bir yere gitmiş dersin”

 

“Abi, tuvalete gitmiş” dedim ben üstada. “Üstadım” dedim. “Şevket Bey gelmişler ama galiba tuvalette” dedim.

 

“Tövbe estağfurullah, ya bu adam” dedi. “Lokanta, tuvalet başka bir şey bilmez mi?” dedi.

 

(Gülüşmeler)

 

Sonra çıktım Şevket Bey’e, “Vallahi, dedim. Ben güç durumda kalıyorum. Ya bu telefonu benim masamdan alın yahut ta ben yalan söyleyemem Üstada”

 

“Tamam tamam” dedi Şevket Abi. Geldi, üstatla konuştu…

 

MAKALE YAZDIRMA

 

Mesela bir gün Denizli’ye gidecek, konferansa. Üstat dolaşıyor, Şule Yüksel Şenler ile Türkiye çapında konferanslar veriyorlar. “Sabri” dedi. “Yarın gazeteye gel, erkenden saat 10’da. Sana makalemi yazdıracağım” Ben Fransızca bildiğim için üstat, makalesini hep bana tasvip ettirirdi. Şuraya nokta koy, şuraya virgül koy falan. Ben de “Tamam üstadım, sabahleyin gazetede olacağım, makalenizi yazacağım” dedim.

Tabi biz saat 10’da gazetede olamadık. Gençlik. Gece de gazetede ayrıca matbaada da çalışıyoruz. Yani gündüz gazetedeyiz, gece de matbaada. Paketleme yapıyoruz, gazetenin basımı vesaire. Ondan sonra 1.30 - 2’de eve geliyoruz. Sabahleyin gelemedim. Kulakları çınlasın, Elazığlı bir Mehmet Hoca vardı. Çok muhterem bir insandı. Yani ilim erbabı bir insan. Hakikaten muhterem bir insandı. Gece bekçiliğimizi yapıyordu. Medrese tahsili görmüş bir insan. Türkçeyi Doğu’nun aksanıyla konuşabiliyor falan. Çok hoşuma giderdi, onun o Türkçeyi telaffuzu. İşte açıyor telefonu üstat Denizli’den “Kimsin”

“Ben Mehmet, gece bekçisi”

 

“Sabri yok mu?” diyor üstat.

 

“Henüz Sabri Bey yoktur.”

 

“İyi o zaman sana yazdırayım” diyor.

 

“Eee, Yazayım”

 

Bir kelime, iki kelime, üçüncü de Üstat, “Pafta” diyor. Bu, “Pasta” anlıyor, öyle yazıyor. Pafta-pasta, pafta-pasta… Anlatamıyor derdini Üstat. “Allah belanı versin” diyor telefonu kapatıyor.

 

Sonra ben geldim. Geç geldim. Mehmet Abi dedi, böyle böyle! “Necip Fazıl telefon etti…”

 

“ Merak etme, ben hallederim. Üstada telefon ederim. Ben onun gönlünü yaparım” dedim. Neyse Üstat tekrar aradı. “Bu gazetede, o kadar şey insanlar çalışıyor ki bir “pafta”yı “pasta”dan ayırt edemeyecek kadar cahiller…” falan.

 

Üstadın sigortaları atmış iyice. “Üstadım” dedim böyle böyle. “Kusura bakmayın. Ben şey yaptım” falan. Neyse makalesini aldım telefondan.

 

Fakat şimdiki gibi kolay değildi o zaman telefon etmek. Şimdi anlattığım zaman insanlara çok gülünç geliyor. O zaman postaneyi arıyorsunuz. Numaranızı veriyorsunuz. “Ben İstanbul’u arayacağım” veya “Denizli’yi arayacağım”. O, sizi kaydediyor. Bir saat sonra, iki saat sonra… Telefonun başına çakılı kalıyorsun. Çünkü arada çaldı. Orada yakaladın, yakaladın. Yakalamazsan, bir daha size 3 saat sonra sıra gelir. Yani, böyle bir süreçten geliyor Türkiye.

 

Bugün şimdi maşallah cep telefonu, teknoloji çok çabuk ilerliyor. Şimdi mecbursun, üstat da orada mutlaka tahmin ediyorum, Denizli’de ağaç oldu. Telefon bekleyecek. Makalesini yazdıracak. Biz de İstanbul’da bekleyeceğiz. Onun makalesini alacağız, falan. Zor bir dönemeçten geçerek geliyoruz bugünlere. Teknolojinin kıymetini bilmek lazım.

 

Üstatla ilgili pek çok anım var ama gelmiyor aklıma bir anda. Düşündükçe, bunları kayıt altına almadım henüz.

 

VEKİLHARÇ

 

Mesela helali hoş olsun, etrafa ısmarladığı bütün çayların parasını ben veriyordum. Ben Üstadın vekilharcıyım yani. “Sabri, söyle 10 tane çay.” Söylüyoruz 10 tane çay ama üstat parayı vermeden bırakıp gidiyor.

 

HAYRAN

 

Mesela bir gün saf Anadolu ruhu taşıyan ziyaretçimiz vardı. Hiçbir art niyeti olmaksızın, son derece doğal olarak “Üstadım, Üç günden beri yazılarınızı okuyorum, Çok, güzel yazılar yazıyorsunuz.” dedi. Üstat döndü geriye, “Niye dört günden beri okumuyorsun?” diye sordu. Çocuk ne diyeceğini bilemeden dondu kaldı öyle.

 

TAKSİ

 

Üstadın üstünde malum pek para barınmazdı. Bir gün Milli Eğitim Müdürlüğü’nün önünde bekliyor Cağaloğlu’nda. Elinde böyle eskiden doktorların 60’lı, 70’li yıllarda böyle Bond çantaları andırır çantası vardı… Garip çantadır onlar. Doktorlar genellikle taşır. Böyle, üstten açılır falan. Tabi üstünde yine para yok. Taksim’e gitmesi gerekiyor. Bir taksi durdurmuş.

 

“Ne kadara götürürsün beni Taksim’e?”

 

“15 Lira”

 

Cebine bakmış Üstat. “Al şu 5 Lirayı beş 5 liralık götür o yöne” demiş.

 

SES VE İMZA TAKLİTLERİ

 

> Sizin bir de taklit yeteneğiniz vardı.

 

> Benim ses tonumla bizim Üstadın ses tonu birbirine yakındı. Bir de rahmetli Kemal Ilıcak’ın ses tonu birbirine yakındı. Ben Tercüman’da çalışırken çok taklidini yapardım Kemal Beyin. Merdivenin altından seslenirdim, “Tamam evladım, ben yarın konuşayım, sen öbür gün muhasebeye uğra seninle görüşeceğiz” falan derdim. İstihbarat ve Spor servisinde çalışan bütün arkadaşlar daktilo başına geçerdi.

 

Ben merdivenden yukarı çıkınca da anlarlardı ki gelen kemal Bey değil Sabri Yılmaz!

 

Ben Ortadoğu Gazetesi’nde çalışırken Üstat Sabah’ta yazılar yazıyordu. Onun yazılarını telefonla oradaki bir arkadaşım yazardı. İsmini vermeyeceğim çünkü duyarsa herhalde bana hakkını helal etmez. Ben onu Üstatmışım gibi iki üç günde bir arardım. “Bugünkü yazıyı mahvetmişsin. Falanca yerde virgülü unutmuşsun” diye söylerdim.

 

Gazeteler birbirine yakın. Başbakanlık Devlet Arşivinin bulunduğu sokağın başında biz varız, soldan içeriye dönünce de onların gazetesi vardı. İki dakikada gidiliyor Sabah’a. Hemen giderdim oraya. Tabi arkadaş üzgün! “Hayrola” derdim. “Yahu sorma Üstat az önce telefon etti. Yazıda hata varmış. Beni mahvetti!” “Hiç korkma ben onu sakinleştiririm, üzülme sen” diye bir de teselli verirdim ona. Üstadın sesini taklit ederek o zavallıyı öyle çok korkuttum.

 

> Peki bu ses benzerliğini sadece korkutma ile ilgili mi kullandınız. Başka alanlarda kullanmadınız mı?

 

Hayır o taklidi başka alanlarda kullanmadım. Ama her yaptığımda beni Üstat zannederlerdi. Bir de çok güzel imza taklit ederdim. Mesela Şevket Beyin imzasını çok güzel taklit ederdim. Mesela Şevket Bey yurt dışında iken bütün tahsilâtları o imzalar ile yaptık.

 

Mecburen taklit ediyordum çünkü gazete güç durumdaydı. Arkadaşlar para alamıyordu. Şevket Bey yurt dışında, zaten yakalasalar içeri tıkacaklar. Tabi ben de yakalanacağım da benim daha sürem var. Daha Danıştay’daydı davam.

 

Rahmetli Abdurrahim vardı, bizim Almanya servisinde çalışan. “Yahu ne yapacağız?” dedi bir gün. Dedim korkma, “ben sana bir çözüm yolu bulurum. Burada herkesin huzurunda imzayı atarım. Sen o makbuzla gider parayı alırsın”

 

“Yapabilir miyiz” diye sordu. “Vallahi ben Şevket beyin imzasını atarım” dedim. İmzayı attım “Vallahi aynısı” dedi. “Bırak şimdi aynısını sen parayı almaya bak” derdim. Böyle ses taklidi ve imza taklidi ile Basın İlan Kurumundan paralarımızı alarak Bugün gazetesini hayli dertten kurtardık.

 

Daha sonra Bugün kapandı. Ben Yazı İşleri Müdürüydüm. Sorumlu Müdürken Yazı İşleri Müdürlüğü yapmaya başlamıştım.

 

12 Mart Muhtırasından sonda 31 Martta gazete kapatıldı. Bana tebligat yaptılar, “İstanbul’dan ayrılmayın, gazeteniz kapatılmıştır” diye. İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı Faik Türün’ün imzası vardı tebligatta. Hâlâ da niye kapatıldı, neden kapatıldı bilmiyorum. Sonra birileri aldı, sattı… Şevket Bey yurtdışındaydı birileri sahiplendi, elden çıktı işte. …

 

“OKUMAN YAZMAN VAR MI EVLADIM?”

 

Aklıma başka bir hatıra geldi şimdi onu da anlatayım: Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu vardı bizde. Tarihi yazılar yazardı. Kadıköy’de otururdu. Üstat, Tepedelenlioğlu’ndan yazı alınacak deyince, ‘ben giderim’ dedim.

 

Karaköy’den bindim vapura Kadıköy’e gittim. Verilen adrese gittim, saat 10! Kapıyı çaldım, açtı, üzerinde robdöşambr var. 1.70 -75 boylarında. “Ne var?” dedi. “Efendim, ben Bugün gazetesinden geliyorum. Yazınızı almak için geldim” dedim. “Daha karga b.kunu temizlemedi. Git saat 11’de gel” dedi. Gittim iskeleye oturdum, tam saat 11.00 zile bastım. Üstat yine açtı kapıyı: “Sen de amma dakik adammışsın yahu, 11 dedi isek insan 11’de mi gelir. Daha yazmadım yazıyı, geç bakalım içeri” dedi. İçeri geçtim. L şeklinde bir salonu vardı. Uzunca da bir masa koymuş, kütüphane felan. Ben biliyorum tabi böyle insanlardan yazı almanın zor olduğunu. Şule Yüksel Hanımdan da yazı almaya ben giderdim. Böyle insanlardan yazı almak zordur. Yazmamış oluyor, sabah yazarım diyor, akşam yazarım diyor, yatsı ile ikinci arası yazı yazmak günahtır der falan… Nizasettin Beyden yazı almak da gerçekten zordu. Ben oturdum salona, o karşımda oturuyor ama ben sadece ona bakarak oturuyorum.

 

Bir ara kafayı kaldırdı beni gördü. “Ne yapıyorsun sen orada” dedi. “Efendim, siz burayı münasip gördünüz, burada otuyorum” dedim, “Kalk oradan” dedi. Kalktım oradan öbür tarafta bir masa var, oraya geçtim. “Okuma yazman var mı?” diye sordu. “Yok efendim” dedim. “Al şu mecmuayı resimlerine bak” Avrupa’dan gelme mecmualar var, ben de gazetenin sorumlu müdürüyüm. Adam okuman yazman var mı diye soruyor. Yok deyince de resimlerine bak diyor. Oturdum resimlerine baktım. Saat yanılmıyorsam 2-2,5’tu. Nihayet Osmanlı Tarihi ile ilgili bir yazı verdi. Ama güzel de bir yazıydı.

 

> Ziyad Ebu Ziya ile çalıştınız mı ?

 

> Hayır. Ama Rahmetli Mustafa Polat ile çalıştım. İttihat’ta. Sonra Sabah gazetesi… O Sabah’tan ben İmam Hatip Okulu mezunuyum diye kovuldum biliyor musunuz? Süleymancılar almıştı gazeteyi. Bize İmam Hatap derler onlar. Ve gazetede beni kovan adama dedim ki “Bak üstadım siz bizden hoşlanmıyorsunuz ben bunu biliyorum. Ama biz burada çalışmak zorundayız. Eğer beni kovmak gibi bir niyetiniz varsa, baştan söyleyin, ben gideyim iş bulayım. Ben de 15 günlük evliydim daha. Hanım hâlâ da bilmez benim işten kovulduğumu.. O zavallı garibim de benimle Yazı İşleri Müdürüyüm diye evlenmişti.

 

“Hayır, kesinlikle biz senden memnunuz” dedi. Derken bir gün Muhasebeden çağırdılar. “Yahu İlahi, ben size gazete alındığı zaman söyledim, zamanında… yok dediniz, şimdi!“ Neyse uzatmayayım. Ama Takdir-i ilahi. Beni işten adam Tercüman’a geldi, Kemal Beyden iş istedi. Kemal Bey de bana sordu. Yani bana sordu derken, “nasıl olur” anlamında. Ben de “iyi olur, hoş olur, güzel olur” dedim. Yani böyledir bu camiada bu işler.

 

> Peki, Üstatla olan ses benzerliğiniz hiç sahnede kullanmayı denediniz mi, yani şiir ve makale okumak gibi…

 

> Ben onu denedim de çok zor oluyor, yoruyor. Yanında su bulunduracaksın, limon bulunduracaksın falan. Ben bunu devam ettiririm de gerçekten yoruyor. Mesela Üstadı maddi yönden destekleyen rahmetli bir İsmail Ağabey vardı. Üstadı gazeteye bağlamak için hayli çaba sarf ederdi. Onu bir gün gördüm. “İsmail nerede benim zarf?” diye masaya vurdum. İsmail koptu gitti. “Yahu nereden hatırlıyorsun böyle” dedi… Yaparım ama zor yani.

 

Güzel günlerdi, velhasıl… Bugün olsun on tane Üstat. Yok. Onun gibi kelimeleri işleyebilecek. O lezzeti okuruna işleyebilecek yok. Bir tane çıktı, Üstadı taklit eden, onun gibi yazan ama tutturamadı. O ayrı bir şey. Allah’ın verdiği bir yetenek. O kadar güzel dizerdi ki kelimeleri, birini çıkardığın anda diğerleri dama taşları gibi dökülür giderdi. O kadar güzel mimari ile yazardı.

 

MEHMEDİM ŞİİRİ

 

Üstadın Mehmedim şiirini çok hoşuma gider. Neden bu şiirden bu kadar keyif alıyorum. Çünkü üstat cezaevinde yattı. Ben de cezaevinde yattım. Cezaevinde yatmayan adam o şiirden o tadı alamaz. O şartlar çok zor. Allah kimsenin başına vermesin. Cezaevi farklı bir olay. Orada ceza çekmek değil önemli olan. O insanlarla bir arada yaşamak zor. Üstat da o çileyi çektiği için o duyguları muhteşem anlatmış.

 

Üstat beni çok severdi. Ramazan Sayfasını onunla beraber yaptık son olarak. “Tanıdığım en iyi mizanpajör” derdi.

 

 

Haber 7.com dan alıntıdır.

 

Ayrıca yazıyla ilgili videoyu buradan izleyebilirsiniz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın üstünde malum pek para barınmazdı. Bir gün Milli Eğitim Müdürlüğünün önünde bekliyor Cağaloğlunda. Elinde böyle eskiden doktorların 60lı, 70li yıllarda böyle Bond çantaları andırır çantası vardı Garip çantadır onlar. Doktorlar genellikle taşır. Böyle, üstten açılır falan. Tabi üstünde yine para yok. Taksime gitmesi gerekiyor. Bir taksi durdurmuş.

 

Ne kadara götürürsün beni Taksime?

 

15 Lira

 

Cebine bakmış Üstat. Al şu 5 Lirayı beş 5 liralık götür o yöne demiş.

 

pazarlksız...kendinde olanla yetinmiş yine..helal ustam ne denirkii

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...