Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Kalemdar

Süleyman Sargın

Recommended Posts

BİR NAĞME DAHA VARDI O TEYPTE

Gençlik yıllarımızda teyplerimizden yükselen, Kur'an nağmeleri değildi sadece.. Yükselen bir nağme daha vardı.. İnleyen bir nağme.. O sesi dinlerken gözler dolar, yürekler titrer, kalbler ürperirdi...

 

Daha çok akşamları dinlerdik gönüllerimize nakış nakış hakikat işleyen o nağmeyi.. Kapağı kırık bir teybin etrafında toplanır, çok defa ışıkları kapatır ve loş ışık altında o sesi yüreklerimize çekmeye, hayalen o camilere gitmeye çalışırdık..

 

İzmir Bornova'daki Çarşı Camii ana duraktı.. İman esaslarının çoğu orada anlatıldı bir bir.. Belli bir sistematik içinde oldu bunların hepsi.. Namaz gibi pek çok hayati mesele de orada anlatılmıştı.. Bornova'dan yola çıkar, Manisa Muradiye'ye uğrardık.. Kırkağaç vaazı da "vaazlar" içinde önemli bir yere sahipti.. Sonra Edremit'e geçerdik.. Gündüz vaazlarını gece dersleri takip etmişti orada.. Turgutlu'ya bir selam verir, Salihli'de soluklanırdık.. Salihli vaazının insanı haşyete sevk eden atmosferinde uzun süre ârâm ederdik.. Demirci, Uşak, Denizli, Afyon.. derken bütün Anadolu'yu dolaşırdık..

 

Yozgat'ta, Kahramanmaraş'ta, Çorum'da ve Anadolu'nun hemen her köşesinde iman hakikatlerinin gürül gürül ifade edilişine şahit olurduk.. "Terk ettiniz Kur'an'ı!" sitemini içimize gömer, "Hey gidi günler!" serzenişine muhatap olurduk.. "Müeyyidat" serisiyle kendimize gelir, "Soru-cevaplar"da tereddütlerimizi giderirdik.. Konferanslar, marifet ufkumuza yeni kapılar açar, heyecanlarımızı coştururdu..

 

Vaazlar bizi "Asr-ı saadet"e götürürdü.. Sahabe'yi öyle tanıdık.. Vaazlar bizi Allah Resûlü'ne aşık etti.. "Hane-i saadet"in tarifsiz iklimini o kasetler yaşattı kırılgan yüreklerimize.. Annesinin bir tanesi Mus'ab'ın hikayesini tekrar tekrar dinledik.. Hepimiz bir Mus'ab olma hayalindeydik.. "Dava" uğruna neleri terk ettiğini, Medine'ye hicretini, birkaç sene sonra yetmiş insanı arkasına takıp Kainatın Güneşi'ne dönüşünü dinledik hep ilk günkü heyecanla.. Uhud'da akşama kadar Efendimiz'in önünde savaşıp kütükteki et gibi doğrandığını, Mekke'nin en zenginlerinden olan Mus'ab'ın elbisesinin kefen olmaya yetmediğini hüzün, heyecan ve gıptayla anlattık birbirimize..

 

"Ebû Akîl destanı" vardı dillerde.. "Yâle'l-Ensâr! Kerraten ke kerrate Huneyn!" nidası cami duvarlarından evlerimize kadar gelirdi.. Hemen yerimizden kalkmak, durmadan koşmak ve koşarken çatlamak isterdik.. Enes b. Nadr anlatılırdı başka hiçbir yerde duyamayacağımız güzellikte.. Şehitliği nasıl arzuladığını, sonunda ancak parmaklarının ucundan tanınabilecek şekilde lime lime doğrandığını ilk kasetlerden öğrendik.. Gusül almaya fırsat bulamadığı için melekler tarafından yıkanan şehidi de böyle öğrenmiştik.. Hazreti Cüleybib'i, Ammar'ı, Bilal'i, Cafer'i, Halid'i, Şehitlerin efendisi Hz. Hamza'yı, şeytanın kendisinden kaçtığı Hz. Ömer'i, Sıddîkiyetin kahramanı Hz. Ebû Bekir'i, hayâ abidesi Hz. Osman'ı, Allah'ın aslanı Hz. Ali'yi, "Zevce"nin ne demek olduğunu kadınlık âlemine öğreten Hz. Hatice'yi, evlatların en nasiplisi Hz. Fatıma'yı ve daha nicelerini başka nasıl öğrenirdik..

 

İslam'a bin yıl bayraktarlık yapan bir milletin torunları olduğumuzu hissettirdi bize o vaazlar.. Oradan duyduk "dava"nın "dünya"ya satılmayacağını.. Hedefin sadece Allah rızası olduğunu.. Kulluktan daha yüce bir paye bulunmadığını.. "Kulum!" hitabına mazhariyetin ne büyük mükafat olduğunu.. Teypten yükselen o nağme, bir anil-merkez güç gibi harekete geçirdi çoğumuzu.. Anlatılanlar can oldu bize, fer oldu dizlerimize, kan oldu damarlarımıza.. "İnsan"ı öğrendik bu sayede ve insanın Hak katındaki değerini.. "Şefkat" oldu şiarımız, "sevgi" oldu rehberimiz, "kin ve nefret" oldu tek düşmanımız.. Yarım asırdır teyplerimizden, videolarımızdan, ekranlarımızdan gönüllerimize akan o nağme hiç susmadı.. Şimdilerde hemen her gün, yüreklerimizin "Bamteli"ne dokunmaya devam ediyor.. Bize de o nağmeden hiç mahrum kalmamak, huzurda diz çöküp gönül testimizi o tatlı su kaynağından doldurmak düşüyor..

 

25 HAZİRAN 2010 ZAMAN

Share this post


Link to post
Share on other sites

SİZİN YAHYA EFENDİ'NİZ VAR MI?

 

Yahya Efendi İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. 1494 (H.900) senesinde Trabzon'da doğan Yahya Efendi, 1569 (H.977) senesinde İstanbul'da vefât etti. İstanbul'daki önemli ziyaret mahallerinden olan kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında bulunuyor.

 

Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon'da kadılık yaptı. Yahya Efendi orada dünyaya geldi. Kanuni Sultan Süleyman da Trabzon'da aynı sene aynı haftada doğdu. Kaynaklar Kanuni ile Yahya Efendi'nin sütkardeşi olduklarını söylerler. Bu kardeşlik Kanuni Sultan Süleyman Han'ın padişahlığı döneminde de tesirini göstermiş ve Yahya Efendi cihan sultanına mürşidlik yapmıştı.

Bir gün Yahya Efendi hazretleri Sahn-ı Semân Medresesi'ne gitmek için yola çıkmıştı. Yolda karşılaştığı bir papaz, atının yularını tutup "Ey âlim zat! Ey Yahya Efendi! Size bir sualim var. Bu meselenin cevabı dininizde var mıdır? Bu topraklarda yaşayan gayr-i müslimlerden ölenlerin defteri tutulmuyor, kayıtları yapılmıyor. Böyle olunca da ölen kalan bilinmeden, ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu zulüm değil midir?" diye sitemkâr bir soru sordu. Yahya Efendi bunları duyunca; "Hayır" dedi hiddetle; "Dinimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Çok fakir, kazandığıyla zar zor geçinen kimselerden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultanımız ona muhtaç değildir." Bunun üzerine papaz; "Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alıyorlar. Ne olur bu meseleyi Sultan Süleyman Hana arz edin?" diye ricada bulundu.

 

Yahya Efendi işittikleri karşısında celâllendi ve hemen medreseye gitti. Ders yapmadan önce kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleyman Han'a hitaben; "Ey cihan sultanı Süleyman Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Demek zulmün ölen kişilere kadar uzandı! Hâlbuki böyle bir zulmü senin ecdadın yapmamıştı. Senin dine karşı hassasiyetin bu mudur? Bak, bir gayr-i müslim gelip bize sitem ediyor ve söyledikleriyle elimizi kolumuzu bağlıyor." diye yazdı ve mektubu gönderdi. Mektubu eline alan Kanuni, okudukça yüzünün rengi değişti ve kalbini derin bir hüzün kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahya Efendi'ye göndererek ziyaret talebini iletti. Yahya Efendi'nin kabul etmesi üzerine kayığına binip dergâha vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; "Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sahibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyan edip açıklayınız? Biz de işin hakikatini bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmetmişim?" diye sordu.

 

Yahya Efendi sitemli ve celalliydi; "Padişahım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir." dedi.

 

Hayretler içinde kalan Kanuni; "Halimi Allah biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur." dedi. Yahya Efendi de; "O halde bu gaflet nedir? Yarın Allah huzurunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu, kul hakkıdır. Er geç Hak Teâlâ'nın huzuruna çıkacaksın. Yakanı bu mazlumların eline vereceksin. Neticede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihan padişahının kâfirle aynı yere düşmesi layık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur iman gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Rabb'in rızası yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, bu yaptığına Resûlullah Efendimiz hiç razı olur mu? Niçin adaletle iş görmezsin? Dininin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihan padişahı! Şöhret zinetinin hepsi burada, bu dünyada kalır. Yanında götüreceklerin sadece adil muamelelerindir." buyurdu.

Kanuni Sultan Süleyman Han bu sözleri işitince ağladı ve vezirine emredip; "Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesabını iyi tutun. Hazineye haram para getirmeyin. Ve şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızam yoktur." diye ferman etti. Ardından da Yahya Efendi hazretlerine dönüp; "Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allah senden razı olsun. Suç bizdeymiş." dedi. Yahya Efendi de ona; "Ey cihan padişahı! Tövbe edin ki, Allah affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz." buyurdu. Artık gitme vaktinin geldiğini düşünen cihan padişahı; "Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?" diye sordu. Yahya Efendi, Kanuni'nin elinden tutup; "Evet şimdi çıkabilirsin." buyurdu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞEHİT KONUŞABİLSEYDİ

 

Geçen hafta bir şehidin cenazesine katıldım. İlk cenaze değildi bu katıldığım. Her tarafa Türk bayrakları asılmıştı. O ilçeden çıkan ilk şehidin cenazesi kılınacaktı. Namazın kılınacağı caminin sokaklarına şehitliğin kudsiyetini anlatan ayet ve hadisler asılmıştı.

 

 

 

"Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Bilakis onlar hayattadırlar ama siz bunu hissetmiyorsunuz/hissedemezsiniz" (Bakara,2/ 154) ayet-i celilesi herkesin görebileceği bir yerde duruyordu.

 

Çevre köylerden, ilçelerden gelenlerin de katılımıyla binleri bulan bir cemaat oluşmuştu. Bir kısım insanlar son zamanlarda artan şehitleri iktidarın suçu olarak görüyorlardı. Hükümeti acizlikle, iş bilmezlikle itham ediyorlardı. Bir kısmı da hükümetin elinden geleni yaptığını, güvenlik kuvvetlerine her türlü maddi ve teknik desteğin sağlandığını belirterek "Başbakan eline silah alıp dağa çıkacak değil ya" diyordu. Yorumlar böyle sürüp giderken, cenazeleri kendilerini göstermek için fırsat bilenler de boş durmuyordu. Belli belirsiz sloganlar birbirini takip ediyor, birliği beraberliği zedeleyecek türlü söylemler tekrarlanıp duruyordu. Bu arada ne Müslümanlık'ta ne de Türk töresinde yeri olmayan cenaze alkışlama işi de yapılıyordu. Derken şehit, Türk bayrağına sarılı tabutunda, kendisi gibi çilekeş asker kardeşlerinin omuzlarında camiye geldi. Kopan alkışların, birbirine karışan siyasi sloganların arasında az sayıda insanın tekbiri ve Fatiha'sı maalesef çok cılız kaldı.

 

İlçe müftüsü katılımcıları, cenaze adabına uymaları konusunda uyardı ama onu pek de duyan olmadı. Zaten cenaze namazının hoparlörlerden verilmemesi nedeniyle pek çok kişi namazın kılındığını dahi fark edemedi. Bu da müftülüğün hanesine önemli bir eksiklik olarak yazılmış oldu. Müftü konuşuyor, cemaat konuşuyor, sloganlar atılıyor, bir eski genelkurmay başkanı cemaatin arasında saf tutmuş namaz kılıyor... Ve şehit bunların hepsini görüyor. Çünkü biz hissedemesek de o ölü değil; Kur'an böyle söylüyor. Bir ara kendi kendime "Acaba mikrofonu şu anda şehidin eline versek bize neler söylerdi" diye düşündüm. Sahi, şehit konuşabilseydi ne derdi? Galiba önce Cumhurbaşkanı'na seslenirdi:

 

"Muhterem Cumhurbaşkanım, siz hem cumhurun yani tüm milletimizin başısınız hem de askerlerimizin başkomutanısınız. Her şehit sizi iki kere yaralıyor, bunu biliyorum. Ancak, başkomutanı olduğunuz bu şerefli ordu neden yıllardır bu mücadeleyi bitiremedi? Medyada her gün onlarca ihanet iddiası ortaya atılırken siz neden hepimizi tatmin edecek bir açıklama yapmadınız? Neden olaylarda ihmali olduğu iddia edilen bir astsubayı bile görevden almadınız? Sizin komutanı olduğunuz ordu, bu kadar hadiseden sonra hala 'herkes görevinin başında' açıklaması yapabiliyor ve siz buna hiç ses çıkarmıyorsunuz? Hem cumhurunuzun bir parçası, hem ordunuzun bir neferi olarak bunları bilmek istiyorum." Sonra Başbakan'a da birkaç kelam etmek isterdi:

 

"Sayın Başbakanım, biz sizi çok sevdik. İçimizden biri olarak gördük ve bağrımıza bastık. Bizi kucaklamalarınızı, evlerimizi iftarlarda, sahurlarda teşrif etmenizi, grup toplantılarındaki gözyaşlarınızı samimi bulduk. Açılım teşebbüslerinizde, milli birlik projesini tesis etmenizde hiçbir art niyet görmedik. Fakat emniyet müdürleri dâhil, herhangi bir konuda ihmali olanlar hemen açığa alınırken, ülkenin en önemli meselesi terör konusunda ihanete varan suçlamalara muhatap olanlara yönelik hiçbir işlemin yapılmamasını da doğrusu çok yadırgadık. Sizin şerefle temsil ettiğiniz makamın önüne çirkin bir kelime koyarak onu parola haline getirenlere karşı bile neden bu kadar sessiz kaldığınızı anlayamadık." Bu samimi sitemden sonra komutanlarına dönecekti şehit:

 

"Saygıdeğer komutanlarım, siz Peygamber ocağı denilen ordumuzun şerefli komutanlarısınız. Bu vatan ve millet için canınızı seve seve vereceğinizden şüphem yok. Ancak her yerde olduğu gibi sizin aranızda da ihmali, gafleti ve hatta ihaneti olanlar çıkabilir. Bir heron rezaletini üç yıldır soruşturuyor olmanızı anlamakta güçlük çekiyorum. Bize yapılan saldırıyı heronların on beş dakika önce Hantepe'ye bildirdiği yer aldı medyada. Bu iddia doğruysa biz boşuna mı şehit olduk komutanım? Kendi çocuklarınızın fotoğraflarıyla ilgili iki saat içinde açıklama yaparken, milletin her gün şehit olan onlarca çocuğunu ilgilendiren bir meselede bu kadar ağırdan almanız bizi çok yaralıyor. Siz sürekli birbirinizi koruma refleksiyle hareket ederken olan milletin gariban çocuklarına oluyor." Cenazesini miting alanına çevirenlere de bir çift lafı olacaktı şehidin: "Ey kahramanlık ve hamiyetperverlik iddiasıyla ortaya çıkanlar! Eğer bu millete birazcık sevginiz, merhametiniz, şehide ve şehadete azıcık saygınız varsa ne olur cenazelerimizi miting meydanına çevirmeyin. Cenaze alanlarını doldurup şehidin ailesini akşam tek başına bırakanların samimiyetine nasıl inanırız. Cenazeler, hele şehitler sloganlarla değil, tekbirlerle, tehlillerle, dualarla, Fatihalarla uğurlanır. Kiminle ne hesabınız varsa, seçim meydanlarında ve sandıklarda görün, cami avlularında değil."

Evet, şehit herhalde bunları, belki daha fazlasını söyleyecekti imkân bulsaydı. Ama sesini duyurabilir miydi, derdini anlatabilir miydi bilmiyorum. Belki birileri onu da doğruları söylediği için "Türk kanı taşımamakla" suçlardı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendimiz'i (s.a.v) bize en iyi kim anlatıyor

Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O'nun sünnetinin bir Müslüman için ne ifade ettiğini düşündüğüm zamanlarda hatırıma hep aynı ayet gelir.

 

Ahzab Sûre-i Celîlesi'nin 36. ayetinde Yüce Allah mealen şöyle buyurur: "Allah ve Resûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin o konuda başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur."

 

Görüldüğü gibi ayet-i kerime Kitap ve sünnetin kesin hükme bağladığı bir meselede başka bir tercihin söz konusu olamayacağını, aksi şekilde davrananların isyan etmiş sayılacağını açıkça beyan ediyor. Bu isyanın sonunda sapıklık gibi bir duruma düşme riskini de nazara veriyor. Sünnetin Kur'an gibi bağlayıcı olduğunu sadece bu ayet-i kerime söylemiyor elbette.

 

Bütün varlığı, bilinmek ve tanınmak için var eden Yüce Yaratıcı, kendisini insanlara tanıtacak "en büyük muarrifi (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)" elbette -hâşâ- sadece bir postacı olarak göndermedi. O (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), insanlığın iftihar tablosu, en büyük muallim, en mükemmel rehber, muktedayı küll, insanlığa imam ve mürşid, anlatan, yaşayan, gösteren, örnek olan ve öğreten olarak gönderildi. Bu sebeple hem Allah'ın en çok sevdiği hem de Allah'ı en çok seven kul O oldu. O halde Allah tarafından çok sevilmek ve Allah'ı çok sevmek için O'nun gibi olmak gerekiyor. Kur'an da bize bir başka ayet-i celîlede bunu söylüyor. "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin." (Âli İmran Sûresi, 3/31) Dolayısıyla O'nu sevip tanımadan, sünnetine sımsıkı sarılmadan Allah'ı sevmek iddiası geçersiz ve boş bir iddia oluyor.

 

Cuma Sûresi'nin 2. ayetinde de mealen şöyle buyuruluyor: "O (Allah) ki, ümmîler içinden kendilerine bir Resûl gönderdi. (O Resûl), onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları temizliyor ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor." Hadis ve tefsir ulemasının büyük ekseriyeti, ayette geçen "hikmet"ten kastedilenin sünnet olduğunda hemfikir.

 

Bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah, peygamberlerini onlara itaat edilsin diye gönderdiğini ifade buyurur: "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, başka değil, ancak -Allah'ın izniyle- kendilerine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisa Sûresi, 4/64) Allah, kendisine itaat edilsin diye peygamber gönderir. Peygambere itaat, onun zatından değil, Allah'ın gönderdiği vazifeli bir insan olmasındandır.

 

Bunların dışında "Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve O'ndan yüz çevirmeyin." (Enfâl Sûresi, 8/20) ve "Allah'a itaat edin, Resûl'e de itaat edin." (Nisa Sûresi, 4/59; Nûr Sûresi, 24/54) gibi ayet-i kerimelerde ifade buyrulduğu gibi Efendimiz'e itaat Kur'an'ın açık emridir. Allah'a itaat adına Kur'an'ın ortaya koyup Allah Resûlü'nün tebliğ buyurdukları emir ve nehiylerin dışında bir de, müstakillen sünnet kaynaklı emirler ve yasaklar, teşvikler, tavsiyeler, terğib ve terhibler vardır. Bu manayı ifade sadedinde Nebiler Sultanı "Şüphesiz bana bir kitap (Kur'an) ve onunla birlikte bir misli daha (sünnet) verildi." buyurur. (Ebû Davud, sünnet, 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/130)

 

Ayrıca yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerde, Allah'a ve Resûlü'ne ayrı ayrı itaat emredildikten sonra, "Resûlullah'tan yüz çevirmeyin!" deniyor ki bu da, sünnete ittiba etmemenin, hatta onu hafife almanın ve sorgulamanın büyük bir vebal olduğunu ifham ediyor.

 

Efendimiz'e ve sünnetine itaati emreden daha pek çok ayet-i kerime var. Son olarak "Resûl size ne getirdiyse onu alın ve sizi neyden nehyettiyse ondan kaçının!" (Haşir Sûresi, 59/7) ayeti de bize gösteriyor ki, en selim, en sıhhatli, en istikametli yol, Peygamber yoludur. Onun dışında yol aramak veya o yolun selametini sorgulamaya matuf söylemler, tavırlar geliştirmek sünnetin büyük caddesinden çıkıp patikalara sapmak demektir.

 

Görüldüğü gibi Efendimiz'i bize en iyi, O'nu Gönderen (celle celâluhû) anlatıyor.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sahabeden yana tarafız

 

Hz. Ebû Hüreyre'yi yazmak birilerini rahatsız etmişe benziyor. Geçen hafta gelen birkaç mesajda, hadise çok emeği geçen bu büyük sahabiye edep sınırlarını aşan eleştiriler yapıldı.

 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki sünnet, dinin temelidir. Dini yıkmak isteyenler sünnete saldırıp onu ortadan kaldırmak arzusundalar. Bunun yolu da, sünneti bize intikal ettiren o paklardan pak nesle iftira ve çamur atıp onları tezyif etmekten geçiyor. Özellikle iki tane mesaj vardı ki bunlarda hiçbir terbiye, nezaket ve hatta ahiret endişesi görülmüyordu. Yarın rûz-i mahşerde Ebû Hüreyre ile yüz yüze geldiklerinde ona ne diyeceklerini bile düşünmüyorlardı.

 

İslâm'ın meselelerini oryantalist ağzıyla kaleme almak veya müsteşrik mantığıyla yorumlamak kadar sakat bir anlayış olamaz. Bir kere biz Müslüman'ız. Sahabeden yana tarafız. Kendi dinimizi daha iyi anlama, doğruya daha çabuk ulaşma gayreti göstermekten başka bir gayemiz olamaz/olmamalı. Akademik çalışmalar da, ilmî gayretler de bu maksatla ele alınmalıdır. Bizi biz yapan en büyük değer olan dinin hassasiyetlerinden sıyrılarak sözümona objektiflik adına bir kısım fantezilere giremeyiz. Bir Müslüman sahabeye hakaret edemez. Onu kendi devrinde yaşayan sıradan bir din adamı ya da politikacı gibi ele alıp eleştiremez. Aksi halde bütün inandırıcılığını ve tesirini kaybeder. Biz sahabe efendilerimizi, insanlık tarihinin bugüne kadar şahit olduğu en muhteşem topluluk olara görüyor ve onların şefaatlerine nail olma ümidiyle yaşıyoruz. Onları acımasızca eleştirenlere sadece "vâ esefâ!" diyebiliyoruz.

 

Evet, biz Ebû Hüreyre hazretlerini tanımaya devam edelim: Hz. Ebû Hüreyre bir gün Allah Resûlü'ne: "Yâ Resûlallah, senden duyduğum hiçbir şeyi unutmak istemiyorum." deyince, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Ridânı çıkar, yere yay!" buyurdular. Ebû Hüreyre de öyle yaptı ve Allah Resûlü, ellerini açıp dua buyurduktan sonra, gâibden bir şeyle dolmuş gibi, mübarek ellerini getirip o ridâya boşalttı; sonra da: "Onu dür ve bağrına bas!" buyurdu.

 

Ebû Hüreyre, bu hâdiseyi anlattıktan sonra: "Dürdüm ve bağrıma bastım. Yemin ederim, artık bundan sonra Resûlullah'tan duyduğum hiçbir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum." derdi. (Buhârî, ilim 42; menâkıb 28; Müslim, fedâilü's-sahabe 159; Tirmizî, menâkıb 46.)

 

Daha hayattayken kendisine: "Çok hadis rivayet ediyorsun!" diyenlere, kemal-i safvet ve samimiyetiyle: "Muhacir kardeşlerim çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerim de ziraatlarıyla meşgul olurken, ben karın tokluğuna Resûlullah'a hizmet ediyordum." (Buhârî, ilim 42; hars 21; i'tisâm 22; Müslim, fedâilü's-sahabe, 159; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/240.) cevabını verirdi.

 

Gerçekten de öyleydi. O, Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmadı. Günlerce aç kaldığı olur ve oruç tutardı. İftar için bir şey bulamadığı zaman da, yeniden oruca niyetlenirdi ve böylece üç gün, dört gün üst üste oruç tuttuğu olurdu. Bazen, açlıktan sara tutmuş gibi yerlerde kıvranırdı. Cafer-i Tayyar onu alır, evine götürür ve karnını doyururdu. (Buhârî, fedâilü'l-ashab 10; et'ime 32; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/117.)Ve zaman zaman Allah Resûlü'nün doyurduğu da olurdu.

 

Bu masum, sempatik, nüktedan sahabinin, Allah Resûlü gibi mizacı âlî ve yüksek tavırlardan hoşlanan Büyükler Büyüğü bir zâtın yanında dört yıl kalması ve kurbiyetinin hiç mi hiç yadırganmaması bile, onun büyüklüğünü göstermesi bakımından yeter zannediyorum. Bir büyüğe yakın olmadan, bunun ne demek olduğu anlaşılamaz. "Reh-i sevdaya girdim; namus, ar bana lâzım değil!" demedikçe de büyüklere yakın olunamaz.

 

İddia edildiği gibi, sahabenin Hz. Ebû Hüreyre'ye karşı tavrı yoktu. Ensarın ilk Müslümanlarından, Resûlullah'la Akabe'de ilk el sıkışanlardan ve Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanesinde misafir etme şerefine eren İstanbul'un şanlı misafiri Hz. Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri, Ebû Hüreyre'den rivayette bulunurdu. "Sen, ondan daha evvel Müslüman oldun ve sen de Allah Resûlü'nün sahabisisin." diyenlere: "O, bizim duymadıklarımızı duymuştur." (Hâkim, el-Müstedrek, 3/586; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 8/109.) cevabını verirdi.

 

Yalnız Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri değil, Abdullah İbn Ömer, Hibrü'l-Ümme Abdullah İbn Abbas, Câbir b. Abdullah el-Ensarî, Enes b. Mâlik ve Vâsıle İbn Eslem gibi hadisin temel direkleri; sonra da, tâbiûnun dev imamları; Hasan Basri, Zeyd İbn Eslem, hadislerini arızasız nakletmek için Ebû Hüreyre'ye damat olan Said İbnü'l-Müseyyeb, Said İbn Yesâr, Saidü'l-Makburî, Süleyman İbn Yesâr, beş yüz sahabiden hadis rivayet etmiş olan Şa'bî, Muhammed b. Ebî Bekir, Kâsım b. Muhammed, Ebû Hüreyre'den aldığı hadisleri bir kitapta (sahife) toplayan ve buradaki hadislerin aynen Kütüb-ü Sitte'de geçtiği, bugün karbon muayenesiyle de bu sahifesinin kendisine ait olduğu ispatlanmış bulunan Hemmam İbn Münebbih, Resûlullah denilince gözleri dolan ve 'Bekkâ' diye tanınan Muhammed b. Münkedir ve daha niceleri kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. Sadece bu kadar da değil; bu insanlar seviyesinde tam sekiz yüz (800) kişi, Ebû Hüreyre'den hadis rivayet etmiştir. (İbn Abdilberr, el-İstîâb, 4/1771; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 1/207; Tehzîbü't-tehzîb, 12/289-290.) Rabbim şefaatinden mahrum bırakmasın...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...