Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Ahmet Kekeç

Recommended Posts

Bu adam kim mi? Bu adam, “Türkiye dostu” kontenjanından Ankara’ya gelip yemedik halt bırakmayan eski ABD Büyükelçisi Eric Edelman.

 

Ülkesinin elçisi gibi değildi.

 

Bütün yapıp ettikleriyle, (herhalde dinsel tabiiyetinden dolayı) kendisini borçlu hissettiği İsrail’e yontuyordu.

 

İsrail temsilcileri bile bu kadar faal, bu kadar cevval, bu kadar atak olamamıştı...

 

Kendisini kamufle etme gereği duymuyordu; “Evet, yapıp ettiklerim müttefik İsrail’e yontabilir” demeye getiren laflar ediyordu ve sıkıştığında arsız bir küstahlığa bürünebiliyordu.

 

İyi de rol kesiyordu...

 

Mesela, “Türk’müş gibi” yapıyordu... Türkçe konuşuyordu...

 

Kırık dökük Türkçesiyle hem kısa sürede bir sempati oluşturmuş, hem de hiç hesapta olmayan geniş bir “dost çevreye” açılmıştı. Bu “dost çevre”den aldığı dedikoduları daha sonra “istihbarat raporu” haline getirip Dışişleri envanterine kayıt ettirecek, bu kayıtlar da bilmem kaç yıl sonra “Wikileaks belgesi” olarak karşımıza çıkacaktır.

 

Edelman aslında bir Türkiye düşmanıydı.

 

İsrail ve Amerika’nın çıkarlarını tehdit ettiğini düşündüğü bazı Türklerden nefret ediyordu ve bunu gizlemiyordu.

Hatta, bir kısmıyla

 

uğraşıyordu...

 

Bir dönem mesai sarf ettiğimiz gazeteye (Yeni Şafak’a) nasıl kolpa yaptığını, kaç adet “elçi” gönderdiğini, kaç kez aba altından sopa gösterdiğini Selahattin Sadıkoğlu anlatsın.

 

Suçumuz, “tezkereye hayır” kampanyasının bayraktarlığını yapmak, Irak’taki tecavüz vahşetinin görüntülerini yayınlamaktı...

Bir de, Edelman’ı teşhir

 

etmek...

 

Bu adam, “Endonezya’yı neden tsunami felaketi konusunda uyaracaktık ki? Onlar sisteme üye değil!” demiş, bunu diyebilmiş bir adamdır ve on binlerce insanın ölümünden sorumludur.

 

Edelman’ın “düşman” belle

dikleri arasında birtakım liberaller, Türkiye’deki vesayet rejiminin sona ermesini isteyen demokratlar, muhafazakârlar, dindarlar, “demokrat ve muhafazakâr” tesmiye edilen siyasetçiler, Marksistler, başımıza gelmiş en kötü şeyin “işgalci Amerikan politikaları” olduğunu düşünen orta yolcular, “bağımsız dış politika” diyen milliyetçiler bulunuyordu.

 

Buna mukabil, sevdikleri de vardı...

Ulusalcıları çok severdi

 

mesela.

 

Darbecilere, muhtıracılara, andıççılara, Ergenekon’culara, Balyoz’culara bayılırdı. Balyoz’culara “yalancı şahitlik” yapmıştı mesela...

 

Kürt ayrılıkçılarını hem sever, hem de el altından onları organize ederdi.

 

Darbe destekçisi basın yayın organlarını başının üzerinde taşırdı ve nazı geçtiklerine “sipariş haberler” yaptırırdı. Bunlar, çoğunlukla, muhafazakâr ve demokratlar aleyhindeki “masa başı haberleri”ydi...

 

Bugün bakıyoruz, Türkiye’yi ilgilendiren bütün Wikileaks belgelerinin altında bu adamın imzası var.

 

Bütün dedikoduların neredeyse tek kaynağı...

 

Bütün pis işlerin ya organize edicisi yahut uygulayıcısı...

 

İsmim Oktay Ekşi olsaydı, tüm Wikileaks mağdurlarına, “Bu adamı doğduğu yere kadar kovalayın” diye çağrıda bulunurdum...

 

Hayır, öyle demeyeceğim...

 

Şunu yapın:

 

Uluslararası mahkemede dava açın... Amerikan mahkemelerini ve devlet organlarını dilekçe yağmuruna tutun... Binlerce mail yazın... On binlerce protesto metni gönderin... Temsilciliklerin kapısına siyah çelenkler bırakın...

 

Ne yaparsanız yapın, bu “pis dedikoducuyu” doğduğuna doğacağına pişman edin

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bravo Ahmet Altan!

 

 

Öfke, bazen iyi bir şeydir... Davanızın, inancınızın, değerlerinizin öfkesini taşıyacaksınız.

Öfkeli ve celil bir dil, aynı zamanda “samimiyetinizin” izharıdır.

Öfkeyle zuhur etmiş sözlerden başka, en iyi ne anlatabilir duygunuzu?

Rahmetli Cemil Meriç, ani öfke patlamalarıyla konuşur ve yazardı; cümleleri hep bir yargı bildirirdi. “Yargılayarak” anlatmaya çalışırdı ve kendisini “anlaşılabilir” kılacağını düşünürdü.

Böyle zamanlarda hep “yaralanmış” bulurdu kendini, “savrulduğunu ve bu halle nasıl baş edeceğini bilemediğini” yazardı ama samimi ve içtendi.

Belki de, bazen, savrulduğumuz yerden bakmamız gerekiyordu...

Kendi içinde tutarsız düşüncelerin oluşturduğu “vasat”tan, o darmadağınık vasatın oluşturduğu bütünden, o “bütün”ün yaraladığı şuur kırıntılarından...

Bakarsak, görürdük.

Rahmetli, “bakabilmenin” nasıl da büyük bir nimet olduğunu söylerdi ve yazardı.

Öfkenizde samimi olmadığınızda, patoloji giriyor devreye.

O zaman içine girdiğiniz halden, daha doğrusu içine yuvarlandığınız patolojiden bakıyorsunuz ve bu sizi “has celadetten”, “samimi öfkeden” uzaklaştırıyor. Başka bir hesabın adamı oluyorsunuz...

Kelimelere dans ettirebilme becerisine sahip bir yazar olsaydım, üstünlüğün diliyle konuşmayı itiyat edinmiş ama bunu “samimi öfke patlaması” zanneden, bizim de böyle düşünmemizi isteyen ağabeyimizin nasıl bir ruh haletinden baktığını anlatırdım.

Bir Ekşi Sözlük yazarının yerinde saptamasıyla, “dümdüz bir adamım” ve meramımı ancak düz, basit, “soyutlanamayacak”, kavrayışımı hemen ele veren cümlelerle anlatabilirim.

Kaldı ki çapım, “Bazen diplere dalıyor, orada kızıl mercan kayalıklarını andıran heyecanların, daha önce görmediği suçiçeklerine benzeyen yeni duyguların arasında dolaşıyordu” gibi, yüksek sanat gerektiren cümleler kurmaya elvermiyor.

Diyeceksiniz ki, “Bir insanın bir ‘şey’, bir olgu karşısındaki heyecanı kızıl mercan kayalıklarına benzetebilir mi? İnsan, olsa olsa, kızıl mercan kayalıklarını gördüğünde heyecana kapılır...”

Bilemeyeceğim...

Kelimelere dans ettirebilme becerisine sahip bir yazar olsaydınız, siz de kahramanınızı “suçiçeklerine benzeyen yeni duyguların arasında” dolaştırırdınız... “Bir ruh hali suçiçeğine benzetilebilir mi usta?” sorusunu da acımayla karışık bir tebessümle geçiştirirdiniz.

Bu kadar laf şunun için:

Öfke samimiyetle patlamadığında, bazen sahibinin elinde patlıyor.

Ustamız Ahmet Altan, öfkeyle kalkıştığı yazısında, geleneksel “üstten bakış” uyarınca “Türk hükümetine” (ifade kendisine aittir) ve bu hükümetin Başbakanına “ayarı” verdikten sonra, sözü “hükümetin emrinde” olduğunu söylediği gazete ve televizyonlara getiriyor.

Diyor ki, “Bunca adam, bunca parti, bunca gazete, bunca televizyon, bir Kürt gazetesinin söylediğine cevap verecek gücü bulamıyor. ‘Tartışalım’ diyemiyorlar, ‘Kürtlerin gazetesi sussun’ diyorlar...”

Bunu kim diyor, bilmiyorum.

En azından bu satırların yazarı öyle bir şey demiyor. Kaldı ki, kimin ne dediği arşivlerde kayıtlıdır... “Yukarılarda” yalnızlığın konforunu süren ustamız, yeryüzüne inme zahmetinde bulunursa, kimin ne dediğini görecektir.

İnmiyor.

Egosu ve kibri buna müsaade etmiyor.

Bir de diyor ki, “Kürt meselesini PKK’yı yenerek çözümleyeceğini sanırsan her şeyden, herkesten korkarsın, o korkuyla gider Uludere’de 34 köylüyü öldürür, gelir burada gazete kapatırsın.”

Siz ne düşünürsünüz bilmem ama bu nafile ve haksız öfke patlamasının bende uyandırdığı düşünce şu: “Bravo Ahmet Altan!”

HAMİŞ: Fethullah Gülen Hocaefendi’yi sırat köprüsünde sırtında taşıyacağını söyleyen usta yazar Ahmet Altan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı azarlamaya devam ediyor ve “Uludere’de 34 köylüyü katletmekle” suçluyor.

 

28 Mart 2012 Çarşamba

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nihai olarak ne diyorsun abi?

 

Muharrem İnce dostumuzun “meyhane” dokundurmasından incinen gururu, “Bütün savaşınız Çevik Bir yasasını korumak mı için mi?” sorusundan rahatsız olmuyor.

Rahatsız olmaları gerekirdi oysa...

Nasıl ki PKK, koskoca 28 Şubat sürecini “eylemsizlikle”, tek kurşun bile atmadan geçirdi, “sosyal demokrat” bir parti olan/olduğunu iddia eden CHP de muhayyel “din devleti tehlikesi” üzerinden “tatlı su muhalefeti” yürüttü.

Esas tehlikelere dönüp bakmadı bile.

İşçiye, emekçiye, köylüye “demokrasi ve iş kaybı” olarak dönen militer hareketliliği görmedi.

Banka soygunları karşısında kılını kıpırdatmadı.

Hayır, elbette sadece “izlemekle” kalmadı...

Militer hareketliliğe kendi ölçeğinde katkı sunarak, sürecin önemli aktörlerinden biri haline geldi.

Mesela, bir önceki genel başkan Deniz Baykal, 28 Şubat sürecinin unutamadığımız üç demecinden birinin sahibidir.

İlk ikisini hatırlayalım:

Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu, henüz

28 Şubat alıştırmaları başlamamışken, Pazar Postası’ndan Nihal Mete Ün’e şu dehşetengiz açıklamayı yapmıştı: “Ne gazeteciliği kardeşim? Biz burada dükkân açtık para kazanıyoruz.”

Büyük patron Aydın Doğan da, 28 Şubat darbesi tamama erdikten sonra, bir yabancı gazeteye verdiği demeçte aynen şöyle demişti: “28 Şubat sürecinde ordunun baskısı sonucu istifaya zorlanan İslamcı koalisyon hü

kümetine karşı benim medya organlarım savaş verdi.”

Deniz Baykal da şu akla ziyan değerlendirmeyi yapmıştı: “28 Şubat sürecinde ordu, sivil kamuoyunun oluşmasına katkı sağlamış önemli bir baskı grubudur.”

Muharrem İnce’nin bunlardan incinmesi lazım...

Bir de, kendilerini taşra çıkaran, Tandoğan’lara, şuraya buraya sürükleyen yeni öğretim yasasına niçin karşı olduklarını, eski yasanın nesini sevdiklerini, yeni yasanın neresini “sakıncalı” bulduklarını açık, anlaşılabilir, net ifadelerle anlatması ve bizi ikna etmesi lazım...

Komisyonda arbede çıkardılar... “İyi de, nihai olarak ne diyorsunuz abi?” sorusuna cevap veremediler.

Binlerce açıklama yaptılar, binlerce oturum düzenlediler...

Karşı oldukları şeye niçin karşı olduklarını anlatamadılar.

Meclis kürsüsünü işgal ettiler... Anlatamadılar.

Parti grubunu Tandoğan’da topladılar... Anlatamadılar.

İzmir’e gidecekler... Anlatamayacaklar.

Dedikleri tek somut şey şu: “Bu yasa genel kurula gelmesin, derhal geri çekilsin. Bu yasayla Cumhuriyetin temeline dinamit konulmaktadır.”

Kaldı ki, uğruna Çanakkale savunması yaptıkları eski yasa, Atatürk’ten andaç bir yasa değil...

Eli silahlı kişilerin dayattığı, Çevik Bir’in ısrarı ve zorlamasıyla parlamentodan geçirilmiş bir yasa...

Bu durumda Atatürk de mi Cumhuriyetin temeline dinamit koymuş oluyor?

İsmet Paşa, Bülent Ecevit, Erdal İnönü, Deniz Baykal, Murat Karayalçın da mı Cumhuriyetin temeline dinamit koymuş oluyor?

Parlamenter demokrasilerde “nass”lara yer var mıdır?

Bir yasa, sırf Orgeneral Çevik Bir çıkardı diye, dogmalaştırılabilir mi, dokunulamaz hüviyet kazanabilir mi?

Tamam, 4+4+4’ü istemiyorsun...

Ne istiyorsun o halde? “Bu yasa çıkmasın” dışında bir sözün, bir sistem teklifin, üzerinde uzlaşılacak bir önerin yok mu?

 

29 Mart 2012 Perşembe

Share this post


Link to post
Share on other sites

‘Ne aşağılık adamlarsınız’

 

Bizim gibi “düz” adamlar, kendilerini savunurken, genellikle karşı tarafın anlayacağı argümanlar kullanırlar; “Şu şu gerekçelerle böyle düşünüyorum” derler.

Karşı taraftakiler ise, (kimlerse onlar), bu düz anlatımdan genellikle ters sonuçlar çıkarırlar.

Bunu nasıl örnekleyebilirim?

Esasında örneklenebilir bir durum değil... Doğrudan konuya gireyim, ola ki meramımı anlatırım.

Bugüne kadar aldığım “tepki gönderileri”nin neredeyse tümünde, aynı kalıp ifade yer alıyordu: “Siz ne aşağılık adamlarsınız. Hiç muhalefete muhalefet edilir mi? Biraz da iktidar partisini yazsanıza...”

Burada anahtar cümle, “muhalefete muhalefet etmek...”

Bunu sadece “kendini bilmez” okurlar dile getirmiyor.

Medyada köşe tutmuş koca koca adamlar da bu düşüncede...

Sanki soylu bir muhalefet geçmişinden geliyorlarmış gibi, sanki darbelerin arkasın da saf tutmuyorlarmış gibi, sanki düşene vurmayı itiyat haline getirip onun bereketiyle (!) yaşamıyorlarmış gibi, “Şu yandaş medya da muhalefete muhalefet ediyor canım... Ne kadar ayıp...” şeklinde göz yaşartıcı objektif yazılar yazıyorlar.

Biri var...

Bütün netameli dönemlerde arazi olmuş, hiçbir darbeyi sorun yapmamış, hiçbir muhtıra girişimine “Bir Dakka, ne oluyoruz?” dememiş bir arkadaş...

Patlamak için, meğer bu günleri, sivil siyasetin inisiyatif almaya çalıştığı steril parlamento dönemini bekliyormuş...

Peş peşe onlarca “zulüm yazısı” yazdı...

Diyarbakır Cezaevi’nden girdi, JİTEM cinayetlerinden ve Sivas katliamından çıktı...

Devlet baba böyleymiş...

Hep öldürürmüş.

Konuşanı tutuklama tehdidiyle sustururmuş...

Silivri Cezaevi, bu şekilde, “susturulan aydınlarla” doluymuş.

Devlet baba böyledir, hep öldürür de, sen neredeydin bugüne kadar? Devlet babanın cinayetleriyle ödeşmek için, neden devlet babanın tehlikeli olmaktan çıktığı bu dönemi bekledin?

Hem, devlet babanın cinayetleriyle, bu cinayetleri ortaya çıkaran ve yargılayan sivil siyaset üzerinden mi ödeşeceksin?

Dağıttığımın farkındayım... “Muhalefete muhalefet etmek” diskurundan söz ediyordum...

Evet, kendilerine “yandaş” denilen bir gurup gazeteci ve aydın bu aşağılık işi yapıyor, muhalefete muhalefet ediyor.

Fakat, Uğur Mumcu’nun ifadesiyle, “sağını solunu karıştırmış bu ülkede”, siyasal pozisyonlarla birlikte, “iktidar” erkinin ne olduğu, nerede başladığı, muhalefetin ne ölçüde muhalefeti yansıttığı da karıştırılıyor.

Bir muhalefet düşünün ki, biricik mesaisi, statükoyu, var olanı, eski kötü alışkanlıkları “ölümüne” muhafaza etmek ve “bütün bunların değiştirilmesi tehlikesine” (!) karşı resmi ideolojinin yanında saf tutmak olsun...

Bu muhalefet midir?

Böyle bir muhalefete karşı çıkmak, muhalefete muhalefet etmek midir?

Hemen sözü örneğimizdeki “muhalefet partisine”, yani CHP’ye getiriyoruz ve şunu soruyoruz:

Bu parti, kapalı iktisat politikalarını (rejimini) savunmak ve zaman zaman kirli karanlık yüzüyle karşımıza çıkan devlet babanın siyasal alandaki tasarruflarını meşrulaştırmak dışında yeni ne söyledi, demokrasinin gelişmesine hangi “yaratıcı katkıyı” sundu?

Bilenler söylesin de, en azından kendi adıma muhalefete muhalefet etmekten vazgeçeyim...

 

30 Mart 2012 Cuma

Share this post


Link to post
Share on other sites

Siyer-i Nebi kapitalizmin bir oyunudur arkadaşlar

 

Diyor ki aklı başında, okumuş yazmış, üstelik vaktiyle “yüksek sanatla” iştigal etmiş “solcu” siyasetçimiz (daha doğrusu, demeye getiriyor): “Bu iş, küresel kapitalizme ve sömürü düzenine yarayacaktır, emekçiler zarar görecektir...”

Hangi iş?

Hangisi olacak? 4+4+4 elbette...

Eğitimin “kesintisiz” ve geçişe imkân tanıyacak şekilde düzenlenmesi küresel kapitalizmin işine nasıl yarayacak? Sömürü düzeni buradan nasıl bir çıkar elde edecek?

Marx bu konuda ne diyor?

KESK üyeleri Meclis’e yürüme ısrarını sürdürerek, aynı zamanda küresel kapitalizme karşı soylu bir direniş mi sergilemiş oluyorlar?

Bu mudur?

Eh, “solcuysan”, iki slogan ezberlemişsen, AK Parti’nin “başımıza gelmiş en kötü şey” olduğuna inanmışsan yahut inandırılmışsan, böyle kulplar bulacaksın elbette yapılan doğru işlere...

Bol bol terminoloji konuşturacaksın...

Bol bol jargon patlatacaksın.

Ne işçiler anlayacak ne dediğini, ne de çıkarlarını savunduğun halk...

Bedavadan “aydın” sayılacaksın.

Küresel kapitalizme karşı çıkıyorlar, emekçinin hakkını savunuyorlar, iyi yapıyorlar da... Küresel kapitalizm biraz da, ne birazı, daha çok “yüksek faiz uygulamasından” nemalanıyor. Merkez Bankası’nın artırdığı her puan emekçinin cebinden eksiltiyor... Ama 4+4+4 uygulamasına karşı Çanakkale savunması yapan salim arkadaşlar, Erdem Başçı’yı değil de, “faiz lobisini” hiç üzmemiş eski başkan Durmuş Yılmaz’ı tercihe şayan buluyor.

Neden?

Kemal Bey de şekvacıymış yeni başkandan...

İngiltere’ye gidip geldikten sonra mı böyle oldu? Bilmiyorum...

Fakat, şu küresel kapitalizm işini bir anlatsın salim arkadaşlar. Nasıl olacak bu iş? İliğimizi kemiğimizi “kesintili” üzerinden nasıl sömürecek bu acımasız sistem?

Bir de daha sinsi olan “neo-liberalizm” vardı.

BDP’li bir milletvekili, “4+4+4’ün neo-liberal sistemi tahkim edeceğini” söylüyordu.

Bu nasıl olacak?

Din eğitiminin “seçmeli” olması, isteğe bağlı olarak “Siyer” okutulması neo-liberal sistemi neresinden tahkim edecek?

Eskiden, isteğe bağlı olmadan, zorla, birtakım yabancı büyüklerin hayatını ezberletiyordunuz. Ezberlemeyenlerin canına okuyordunuz. Peygamberimizin hayatının öğretilmesi mi “neo-liberal sistemi” palazlandıracak?

Bırakın onu bunu da, “küresel kapitalizm” nedir, “sömürü düzeni” nasıl işlemektedir, “neo-liberal sistem” referanslarını nereden almaktadır, bize bunları anlatın.

Cahiliz...

Kavramsal düşünemiyoruz...

Kitap neyin bilmeyiz.

Hiç Marx okumadık.

Mesela, eski saygın komutanlarımızdan biri, AK Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’de bir “Araplaşma” temayülü oluştuğunu ve bu sinsi tehlikeye karşı topyekûn seferberlik başlatmamız gerektiğini öğütlüyordu.

Küresel tehdit, Arap yarımadası üzerinden gelebilir mi?

Böyle bir ihtimal var mı?

Maocu cenah da, kaç yıldır, “kapitalizm eşittir cemaatler eşittir sömürü düzeni” tezini işliyor...

Böyle bir şey mümkün mü?

Bilelim.

Bilelim de, hep birlikte Tandoğan meydanına çıkalım.

Değerli şantör Zülfü Livaneli’yi de alalım... Kalabalıklara “yiğidim aslanım” çektirsin.

28 Şubat sürecinde böyle yapmıştı. Kalabalıkları coşturmuştu. Çok hoş olmuştu.

 

31 Mart 2012 Cumartesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...