kurşunkalem 56 Report post Posted April 7, 2011 Sabah yazarı Haşmet Babaoğlu, Modern dünyanın temaşa ve tefekkürü birbirinden ayırdığını söyledi. "Temaşa aynı zamanda tefekkürdür!" diyen Babaoğlu, "durup bakabilen mutlaka görürdü; seyretmeyi bilen düşünmeyi de bilirdi!" şeklinde yazdı. Modern dünyanın bu ikiliyi birbirinden kopardığına dikkat çeken Babaoğlu, yazısını şöyle sürdürdü: "Temaşa aynı zamanda tefekkürdür! Öyleydi, daha doğrusu! Doğu'da ve Batı'da eski kültürün derin kökleri bu ikisinin iç içeliği üzerine kuruluydu. Yani durup bakabilen mutlaka görürdü; seyretmeyi bilen düşünmeyi de bilirdi! Sonra modern dünya bu ikiliyi birbirinden kopardı. Seyretmek ya haz eylemi ya da tembellik olup çıktı. Düşünmek mi? O zihnin koşturmacası artık! Ama bazen bir pencere içimizde uykuya yatmış bu beceriyi canlandırmaya yetiyor. Emin olun, bir pencerenin önünde durup dışarıdaki hayata uzun uzun bakmak... Ruhun kapalı kapılarını açabilir. Share this post Link to post Share on other sites
Cihandar 85 Report post Posted April 14, 2011 Bu elemanlarda çok ciddi olmasa da yüzlerini ufaktan ufaktan hakikat penceresine çevirdiklerini görüyorum. Merhamet geldi sanıyorum... Melâli anlamak... Nostalji ne zaman anlamlıdır? Neye özlem duyduğumuzu açık seçik bildiğimizde... Özlemimiziyalan yanlış yargılara ve laf kalabalığına dayandırmadığımızda... Son zamanlarda gazete köşelerinde, TV yorumlarında sık rastlıyorum: Biraz nostaljik bir hava esmeye görsün, yaşını başını almış yazar veya konuşmacılar hemen Ahmet Haşim'in o sarsıcı dizesine gönderme yapıyorlar... "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz." Ardından küçümseyici bir tavırla şöyle bir açıklama geliyor: "Ama bugünkü nesiller öyle mi ya! Ne kederi biliyorlar ne de hüznün değerini!" Doğru mu bu? Hüzün tedavülden kalktı mı? Kaybolan hangi hüzün? *** Tam da bu konuya zihnimin takıldığı şu günlerde... "Dil ve Edebiyat" dergisinin nisan sayısında çok değerli bir yazı karşıma çıktı. Dr. Ayhan Güldaş'ın "Melâli anlayan nesil" başlıklı yazısı. Güldaş çok doğru bir yerden başlıyor. "Melâl" sözcüğü basitçe "hüzün, keder" anlamlarına gelmekle kalmıyor! Daha zengin bir "dünyası" var. O yüzden eski edipler "melâl" ile "hüzün" veya "hazin" sözcüklerini aynı cümlede yan yana kullanmaktan çekinmemişler. Halit Ziya Uşaklıgil'in şu cümlesine bir bakın!.. "Bu denizin uyuşturan sükununda öyle nüfuz eden bir hazin mana, o kadar ruha yakın bir melâl vardı ki..." Söyleyin, hem "melâl" üzerine, hem de manzara üzerine nasıl da ufuk açıcı derinlikte bir cümle bu, değil mi? *** Belki burada durmak ve Dr. Ayhan Güldaş'ın yaptığı gibi "melâl" sözcüğünün yavaş yavaş kaybolup giden öteki anlamına da göz atmak gerek. Nedir onlar? "Usanma, bıkma, can sıkıntısı." "Melâl" sözcüğü bu anlamıyla kullanılmayı bırakmış, yerini aynı kökten gelen "melul" almış belki ama... Bence o "usanma" duygusu, o "sıkıntı" içinde kalmış "melâl"in! *** Daha önemlisi şu... Şimdiki nesiller hüznü, kederi bilmiyor, demek baştan aşağı yanlış! "Hangi hüzün bilinmiyor?" diye sormak gerek. Her kavramın elbette sözlük anlamları vardır ama kavramların tarihsel ve kültürel yükü çok daha fazlasını içerir. Mesela bu açıdan "ilim" kavramını sürekli "bilim" ile karşılamaya çalışmak kültür ve dil cinayeti gibi bir şeydir. İşte "melâl" de öyle bir sözcük! *** Bilelim ki... "Melâli anlamak" hüznü, kederi yaşayıp bilmek anlamına gelmiyor! Melâl... Yaşadığı her an faniliğini hisseden... Planlarından, projelerinden çok hayallerine ve dualarına güvenen... "Cennet" hasreti çeken ve şu zalim dünyadan ara ara usanan... İnsanların yaşadığı dünyaya ait bir hüznün karşılığıydı! O kültür dairesinin ve o hayat tarzının bir parçasıydı! Önce bunu bilelim de, Haşim'in güzel dizesini yıvışık bir sakıza çevirmeyelim. Üstelik sürekli "melâli anlayan nesil"den olduğunu ima eden bazılarına bakıyorum da... Böyle bir hayatın ve kültürün işaretini en başta onlarda göremiyorum! Share this post Link to post Share on other sites