Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Rönesans

[ Tavsiye] Düşünüyorum O Halde; O Var...

Recommended Posts

Düşünüyorum O Halde; O Var...

 

 

Ümeyyeoğulları, Abbasoğulları ve arkasından gelen cihanşümûl Osmanoğulları, dünya milletlerini kendilerine taklit ettirmişlerdi. Örf, âdet, giyim-kuşamla birlikte değer yargılarını öylesine etkilemişlerdi ki, müşrik batının kodaman takımı, aynı ile bugün olduğu gibi -tersinden- şarklı gibi duruyor, onun gibi düşünüyor, evini onun gibi tefrîş ediyordu. Yunanlıyı, Aristo mantığını Araplardan öğrenen batı, zamanla şiirini, edebiyatını ve topyekûn hayat tarzını benimsemeye başladı. Bunun büyük bir tehdit olduğunu anlayan misyonerler, gençleri şark edebiyatından uzaklaştırmaya başladı. Hâlâ şarkın câzip etkisi batılı zihinde yerini muhâfaza ediyor. Talan edilen şark yurtlarına bakıldığında petrol, doğalgazın dışında iştihâ kabartan şeylerin olduğu görülür.

 

Bugün düşünce denilince hâtırlara gelen batılı metodların temelini, Lâle Devri olarak adlandırılan -bu ismi o döneme Yahya Kemal Beyatlı vermiştir- sefahat döneminde aramak gerekir. Hatırlattıklarından olsa gerek, Sultanahmed Meydanı her zaman bana zilleti yansıtmıştır. Sultan Ahmed Külliyesi, görünen mimarî ihtişamına rağmen, Fîrûz Ağa Câmii’nin yanında fasulye sırığı gibi duruyor. Aynı alanda yan yana duran iki mimarî arasındaki fark zirve farkı gibidir. Birinde yükseliş, diğerinde düşüşün işaretleri bulunan iki mimarî, Ayasofya Camii ile birleşince üçgen bir şekil oluşturuyor. Nereden bakılırsa bakılsın, hangi yapı çıkış noktası alınırsa alınsın, tam bir üçgen görünümünde olan Sultan Ahmed Meydanı içimi hüzünle doldurur. İstanbul denilince; medeniyet, yükseliş, gerileyiş, sanat, edebiyat, sefahet, sefalet ve her şeyden önemlisi duruş denilince, o meydan hâtırımda canlanır. Fasulye gibi bir nimet olan Fîrûz Ağa, Sultan Ahmed Külliyesine mihnet eder durumda! Neden öyle bir sırığa ihtiyaç duymuş ki Fîrûz Ağa?!

 

Bâtıl, batılı metodlarla düşünce analizi -tahlîli- yapanlar, bâtıl sonuca ulaşacaklarına ihtimal vermiyorlar herhalde. Deri ile et arasındaki benzerlik ne ise, metod ile sonuç arasındaki benzerlik de öyledir. Deri ete, et sinirlere sirâyet ederek sinirleri harekete geçirir. Dokunma, nasıl ki eşyâ ve olayları tanıma ve tanımlama açısından en uç, en son nokta ise, deri ve sinir ilişkisi de öyledir. “Onu elimle koymuşçasına biliyorum.” veya “Ona dokundum, nasıl heyûla diyebilirsiniz?” gibi cümleleri sıkça duymuşuzdur. Dokunma duyusu, şehâdet açısından en yakın, en doğru duyudur.

 

 

Düşünce yöntemleri, analiz metodları; neyi, nasıl düşüneceğine, nereden neye bakıp, neyi göreceğine karar veren mekanizmalardır. Bu mekanizmalar ithal ve yabancıysa, düşünce de yabancıdır. Dolayısıyla, düşünce yöntemini bulamayanlar, hakîkati düşünseler dahi yanlış sonuca -hükme- varırlar. Her düşünce kendi usûlünü belirler. Televizyon programlarında nice profların sayısız platformlarda yaptıkları analizlere dikkatle bakılınca, aynı yöntemle meseleye yaklaştıkları görülecektir. İtirâz ve itirâfların aynı zemîn içinde tezâhür ettiği görülecektir. Başka yöntemlerle düşünce beyân edenlerin, program sunucusu tarafından soruyla hizaya/zemîne çekildiği görülmektedir. “Buradan girersen şuradan çıkarsın.” gibi sinsi niyetle giriş yeri kapatılıp zemîn kaymasına engel olurlar. Böylece farklı haberler, farklı bilgiler aynı yöntemle münazara edilerek istenilen sonuca varırlar. Dikkat veya gafletle ekran karşısında oturanlar skoru merak ederler. Skor, program yönetiminin istediği sonuçtur! Sonucun getirdiği reklam gelirleri bir tarafa, reyting ve şöhret işin cabasıdır.

 

 

Düşünceyi belirleyen kıyâsın unsurları kullanılmadan sağlam düşünce oluşmaz. Düşüncenin sağlamlığı kıyas unsurlarındadır. Her şey ve olay kendi cinsiyle, kendi şartlarında kıyaslanırsa hakîkat tahakkuk eder. Kıyas ya zıddıyla ya benzeriyle yapılır. Basit bir misalle, beyaz renginin beyaz olduğuna nasıl hükmedebiliriz? Elbette ki zıddı olan siyahla kıyaslayarak beyazlığa hükmederiz. Siyah diye bir renk olmamış olsaydı, beyazın hükmü olur muydu? Elbette olmazdı. Beyaz, beyazlığını siyahın varlığına borçludur. Gece ve gündüz, kısa ve uzun, doğru ve yanlış, zayıf ve şişman, zâlim ve âdil sözleri de zıddına nisbetledir. Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri zıddı, benzeri, dengi olmadığı için ilâhlığa müstehaktır. İhlâs Sûresi’ndeki kıyas nûrlarını hatırlayalım! Enes bin Mâlik radıyallâhu anh’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Yedi kat gök ve yedi kat yer İhlâs Sûresi üzerine kurulmuştur.”[1] İhlâs Sûresi’ndeki mükemmel kıyas unsurları, kâinatın düşünceyle tanınabileceğini haber veriyor. Bu söz, Peygambersiz ve Kitapsız inancın olabileceği anlamına gelmiyor. Düşünce ve îmân farklı şeylerdir. Îmânı düşünceyle anlayabileceklerini sananlar, kendilerine yazık ederler. Îmân, düşüncenin bittiği yerde başlayan teslîmiyettir. Düşünce, îmâna giden yolu gösteren zihnî sorgudur. Bir kalbde îmân varsa ona dair sorgu olmaz. Kalbde îmân yoksa soru vardır.

 

Düşüncenin nasılını beyân eden şu âyet-i kerîme, aynı zamanda haddini de belirtmektedir: “O yeryüzünü yayan, orada oturaklı dağlar ve nehirler yaratan, meyvelerin hepsinden ikişer çift yapandır. Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Bunda düşünecek bir kavim için birçok ibretler vardır.”[2] Düşünen kavim, insan ve cin topluluğudur. Hayvan ve bitkiler düşünceden mahrûmdur. İnsan ve cin tâifesinden, düşünecek olanlara hitâp eden bu âyet-i kerîme, düşüncenin îmâna götüreceğini de haber vermektedir. Âyet-i Kerîme’nin geçtiği Ra‘d Sûresi’nin akabinde gelen İbrahim Sûresi, kâmil îmânı haber vermektedir. İbrahim aleyhisselâmın şahsında mücessemleşen îmân, Hanîf dîni olarak bütün mürsel peygamberlere örnek olmuştur. Bunun içindir ki, hem Hristiyanlar hem Yahudiler düşüncede -ki bâtıl düşüncedir- İbrahim aleyhisselâmı kendilerinden, kendi düşüncelerinde görürler. Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri, bu bâtıl münakaşayı şu âyet-i kerîmeyle iskāt ediyor: “Ey ehl-i kitâb! Niçin İbrahim hakkında münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Tevrât ve İncîl ancak ondan sonra indirildi. Bunu da mı akıl etmiyorsunuz?”[3]

 

Düşünce-îmân ilişkisi anlaşılmadan ne sağlam düşünce, ne olgun îmân tanınabilir. Düşünce, hakîkatte insanı îmâna götürdüğü sürece düşüncedir. Sonu îmânla bitmeyen düşünce; kuruntu, vesvese bataklığından başka bir şey değildir. Son zamanlarda Hristiyan Alman şâiri Goethe’nin, Rus romancısı Tolstoy’un Müslüman olarak öldüklerine dair söylentiler yaygınlaştırılıyor. Hâşâ ki İslâm’ın bu tip insanlarla kuvvet kazanacağı ukdesinden kaynaklanan söylentileri dikkate almamak gerekir. Son elli yıldır, parmakla gösterilen bu tip müşrik, müsteşrik yazar, şâir ve entellektüellerin kitapları mukaddes kitap gibi okutulup tavsiye edildi.

 

 

Hristiyan dünyasının Aydınlanma projektörleri olarak gördükleri düşünce adamları, hiçbir zaman kararmamış Müslüman zihnine takdîm edildi. Bu takdîm edilişle, karanlıkta olduğumuz yüzümüze vurulurken; diğer taraftan kurtuluş, aydınlığa çıkış olarak bu düşünürler zihinlerimize nakşedildi. Bu nasıl bir gaflet ki, iştihâyla sarılıp bunları okuduk!? Bu nasıl ihanettir ki, bunları bizlere aydınlatıcı olarak sundular? Kafa derilerimiz yüzülse, belki bundan daha fazla acı verilemezdi! Deriler yüzülmeden, deri değiştirilmeden, bunların beyin sinirlerine ulaştırılması imkânsızdı. Takdîm edenlerin hamâkati bu olsa gerek. Derimizi değiştirmeden saçımızı boyadılar!

 

 

Romeo ve Jülyet’i Ferhad ile Şîrîn’le mukayese ettiğimde; birinden metal, diğerinden de sıvı temâsını hissettiğimi hatırlıyorum. Goriot Baba’nın bencilliğini Anadolu insanının en kaba, en bağnazında görmemiz mümkün değil. Emile Zola’nın Toprak’ında yaşayan Fransız halkının ne tahassüsü, ne tecessüsü Müslüman halkına benziyor. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, tamamen Hristiyan bir gencin tevbesiyle örülmüş. Çalıkuşu’nun Feride’si ile Harp ve Sulh’ün Nataşa’sının gülüşleri dahi mukayese edilemez.

 

 

Bergson’un ‘sezgi’ diye tanıttığı cinnî söylemleri, ne için Müslüman düşünürler tarafından ayakta alkışlandı? Materyalist söylem ve iddiâlara muârız olduğu içinse, doğru bir gerekçe değil. Sartre’ın sürrealizmiyle ne için meşgûl edildi zihnim? Kafka’nın kafasındaki hakîkatlerle benim hakîkatlerimin kesişeceğini hiç düşünmedim. Marsilyalı Garaudy, materyal düşünceden İslâm’a döndüğünü duyurdu. Birileri, bu duyurudan, komünizmin nihaî noktasının İslâm olduğu düşüncesini çıkardı. Zıdların haddini aşınca zıddına inkılâb edeceği hakîkatinden haber verdi.

 

 

Müşrik-Hristiyan dil ve zihninden bir kelime ithal edildi: Entellektüel. Okuyup yazanlara verilen bu isim, daha çok düşünce iklîmine hasredildi. Bizim neden entellektüelimizin olmadığı yıllarca tartışıldı. Yapay bir sınıf oluşturuldu bile! Top sakallı, gözlüklü, zarîf ve naif el hareketleriyle uzun uzun îzâhlar yapabilen bir sınıf. Kafe-bar veya başka (!) yerlerde zuhur eden bu sınıfı halk hiç tanımadı, takmadı da. Anlamsız donuk bakışlarla, bazen de acıyarak izledi bunları. İstihzâ kokan deyimler bile yerleşti zihinlere: “Entellik yapma!”

 

 

Düşünce, ferdî olup hiçbir zaman taklîdi kabûl etmeyen zihnî vâkıadır. Bir başkasının düşüncesini dile getiren, onu söyleyen, kendi düşüncesiymiş gibi aktaran kişi, başkasının düşüncesinin esaretindedir. Halbuki düşünce, esaret kabûl etmez. Daha önce açıklandığı gibi tevbe, temkîn ve tedbîrle inanca yürüyen, inancı hayata yansıtan zihnî olaydır. Hayat, düşüncenin değil, inancın vizyonudur. Düşünce, bu vizyonu korumak, kollamak ve yaşatmak için vardır. Hayatı düşüncenin yansıması olarak görenler, düşünce ile inancı ayıramayanlardır. Ben, istediğim gibi düşünür, fakat inandığım gibi yaşarım.

 

 

Düşünce; varlığın, varoluşun, ferdî duruşun ispatıdır. “Düşünüyorum, o hâlde varım.” diyen bâtıl düşünce, varlığını ilâh mesâbesine koymuştur. Düşüncenin mahdûd olduğunu göremeyen, onun ötesine ulaşamayan düşünce bâtıldır. “Ben varsam, cennet ve cehennem vardır.” sözümüzle “Düşünüyorum, o hâlde varım.” sözü mukayese edildiğinde, düşüncenin tanım ve tahdîdi görülür. İlkinde, hayat ötesi âhirete nisbet varken, ikincisinde yalnızca hayat vardır. Düşündüğünü yaşamaya çalışan zavallılara söylenecek çok söz var. Fakat hayatımı bu sözlerle karartmak, anlamsızlaştırmak istemiyorum. Hayatım, temkîn ve tedbîre dâvet ediyor beni! Tevbenin tehdîdi, temkînin tedirginliği ve tedbîrin tevekkülü olmasaydı hayatın heyecanı olmazdı. Heyecanı, uçuk zevkleri tatmak ve tanımakta arayanlara acıyorum!

 

 

Düşüncesinin nihayetinde şu noktaya varamayanları, cehennem ehlini seyredercesine seyrediyorum! Seyrederken hangi duygular içindeyim, bilemiyorum! “Yeryüzünde olan her canlı yok olucudur. Yalnız Azamet ve İkrâm Sahibi Rabbinin zâtı kalıcıdır.”[4]

Bu haberi doğrulayan zihin, eşyâ ve olaylara temkînle yaklaşır. Tedbîr, düşüncenin ispatı, ibâdetin -kulluğun- sebebidir. Temkînsiz düşünce tevbesiz, tevbesiz tedbîr tevekkülsüzdür. Tevekkül, tedbîrin bittiği noktada başlayan inançtır. Tevekkülsüz tedbîr, tedirginlik; tedbîrsiz tevekkül, temennîden ibârettir. Temennî, tembellerin âmentüsü, şeytân-ı racîmin tesellîsidir. Temennîden tesellî uman kalbler, cehennemi İrem bağları sanan şaşkınlardır. Namazsız, oruçsuz “kalb temizliği” iddiâsındaki şaşkınlar, temennînin tesellîsinde uyuyan gâfillerdir.[/color]

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...