Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Recommended Posts

Aslında bütün mesele, evet bütün mesele şu:

Varlıklar kimin? Biz kime aidiz? Şu dalların üzerinde hışırdayarak salınan yeşil ve sarı yapraklar kimin? Rüzgâr kimin? Yer kimin? Gök kimin?

 

 

Ya şu biten ömür?

Tırnaklarını kim uzatıyor günbegün? Bedeninin takatini kim söküp alıyor da yaşlılık veriyor sana? Ateşin üzerindeki yemeği kim pişiriyor? Başını kim ağrıtıyor? Sen yürüdükçe bacaklarını kim yoruyor? Kim hayat veriyor kurumuş ağaçlara? Tepeden tırnağa incelik akan bir kedinin yüzü kimin şaheseri?

Kim hayat kadar bir nimet olan ölümün sahibi? Kim ruhlara ceset giydiriyor, kim cesetleri ruhlardan soyuyor?

Kim senin sahibin?

Biz kimin kölesiyiz?

Kimin mülkünde yaşatılıyoruz?

Kimin mülkünde çalışıyoruz?

İnsan hayatını istediği gibi yaşamalıdır; ne safsata...

İnsan kendine aittir; büyük yalan...

Kim yaratıp sofrana koyuyor bir havucu? Marullara o fırfırlı tazeliği yerleştiren kim? Kim bir yıldızı ateş topu gibi alev alev yakarken bir diğerini söndürüyor? Kim pişiriyor fırında mis gibi kokan o simitleri? Ateşi harlayan kim? Dünyayı kim güneşin etrafında pervane ediyor? Güneş patlamaları kimin eseri? Kim rahmet bulutlarını muhtaç olanların imdadına koşturuyor?

Kim şu an binlerce bebeği rahimlerde yaratan, koruyan, kollayan? Kim bazılarına da hayat fırsatı vermeyen? Kim doğar doğmaz bir bebeğe ölümü verip yanına alan ve sonra cennetine koyan, cennette hazır tuttuğu melekleri onlara arkadaş kılan?

Kim bazılarına çocuk vermeyen? Kim bazılarına hastalık veren, bazılarını iyileştiren, bazılarını yanına alan? Kim kıl payı ciddi bir kazadan kurtaran, bazılarının da ölümünde karar kılan?

İnsan kendine yeter düşüncesi: parçalanmış efsane...

Ne karışıyorsun öyleyse, hayatın akışına? Doğuma ve ölüme... Ayrılığa. Gelip gitmeye. Canlılığa ve solmaya.

Sızlanma hakkını nereden alıyorsun? Neden şikâyet üstüne şikâyet biriktiriyorsun?

Yaşarken kullandığın sözcükler de mezarına koyulacak bir gün.

O zaman bu mızmızlık neden?

Sahi ne zannediyorsun kendini? Dünya senin isteklerinin etrafında mı dönecek belliyorsun?

Neden emanet etmiyorsun kendini O'na? Sahibine. Sonsuz kudreti olan Mutlak Varlığa. Kendini, sevdiklerini, çoluğunu çocuğunu ondan daha fazla mı düşündüğünü sanıyorsun? Ondan daha fazla mı seviyorsun sevdiklerini? Sen kendini bile O'ndan daha fazla sevip değer veremezken?

Gölgeyle üzerine serinliği örten kim? Ses tellerini titretip seni konuşturan? Bir akarsuyun dibindeki çakıl taşını saydamlaştıran? Yorulmak nedir bilmez dalgalarla binlerce yıllık bir sabırla o kıyılardaki çetin keskin kayaları yumuşatıp köşelerinden eden? Ya göklerdeki milyonlarca kilometre uzaktaki devasa gezegenlerin ve ateş topu yıldızların ışığını, bize siyah kadifeden bir örtü üzerinde ziyafet diye sunan?

Başını çıkar, daldırdığın o hayal âleminden ve o başı kurtar imgelerden. Pencereden bak. Dışarıdaki âlemi seyret. Bak neler oluyor orada? Oradaki devinimi seyret. İhtişama dik gözlerini. Kendi âlemindeki karanlığın yalancı vehim ve vesveselerin, hakikatsiz kuruntularının eseri. Çık o kasvetli âlemden. Çık ve gözlerinin penceresinden hakiki âlemin hakikatlerine dal.

Bırak kendini, gevşe biraz. O'nun rahmetine bırak geçmişini, anını, geleceğini. Sahibine bırak kendini. İnan senden daha fazla düşünüyor seni, önemsiyor, seviyor, değer veriyor, kaile alıyor, merhamet ediyor, şefkat besliyor, önemsiyor.

O'na güven yeter. O'nun verdiklerine güven. Vermediklerine güven. Verdiklerini alıyorsa, yine güven. Mutlaka ama mutlaka; mutlak bir nedeni, hikmeti, gayesi ve amacı vardır bunun. O hangi şeyi abes, gereksiz, anlamsız, boşu boşuna yapıyor, söylesene?

Aklının ermediği şeylere karışma. Haddini bil. Sahibine güvendiğinde kazançlı çıkacak yine sensin. Yoksa hayatın tepeden tırnağa yorgunlukla dolup taşacak.

Sevdiklerinin mezarının üstünde otları bitiren kim?

Nasıl oluyor da aklına güvenip hayatınla ilgili hükümler veriyorsun bu iyi oldu, bu kötü oldu diye? Nereden biliyorsun karanlığın içinden aydınlığın çıkmayacağını? Bu acele niye? İstediğin ya da istemediğin şeyin senin için hayırlı olduğunu iddia eden benliğinin gururundan başka ne var elinde?

"Beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır."

Ne karışıyorsun ki O'nun mülkünde yaptığı tasarrufa? "Ben her şeyi bilirim," diye iddia ediyorsan tabii, o zaman başka. Halbuki görünen başka, aslı başka. Gene de tutamayacağım kendimi söyleyeceğim işin aslını, hoşlansan da hoşlanmasan da: Sen sadece O'nunsun, O'na aitsin, O'nun eseri ve mülküsün.

Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi...

"Mülkü sahibine teslim et, ona bırak."

Kendinin üzerinden elini çek, teslim et sahibine yok yere sahiplendiğin ne varsa.

Bir adım geri çekil de bak. Bak gördüğün aynı sen mi, aynı gerçek mi?

"O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme."

Ey nefis, inan bu senin de hayrına olacaktır.

Hadi kalk bir yürüyüşe çık. Düşün düşün, bu işin sonu yok. Soğuk sokakların ayazı işleşin içine de, belki çıkarsın biraz muhayyilenin çıkmaz sokaklarından. Kaygılı dudaklarına neşeli bir şarkı konar belki o zaman.

Ha bir de yürürken manasız şeyleri dert edip kara kara düşüneceğine, Zamanın Bedii'nin şu cümlelerinin üzerinde tefekkür et biraz:

"Hem bir misafirhanedir. Öyle ise onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçmalarcasına) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma."

İşte böyle nefsim...

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Açlığınızı bastırın!"

 

Günümüz reklam sektörünün bu yaldızlı sloganı ile pazarlanıyor yiyecek içecekler. İhtiyacımız olmayan yiyecek ve içecekleri satın alabilmemiz için, ihtiyacımız olanları da fazla fazla satabilmek için, "Açlığa tahammül edin" gibi bir slogan tercih edilmesi beklenemez elbette.

 

Bu sloganın itibar görmesi, insanın can damarlarından birine basmasından kaynaklanıyor. Obezitenin kognitif terapisinde açlığa tahammülsüzlüğün (hipoglisemi gibi tıbbi bazı durumları bunun dışında tutmak şartıyla) kilo alımındaki önemine dikkat çekilir. "Beck Diyet Çözümü" isimli kitabında "Açlığa Dayanma Gücü Geliştirin," diye de bir bölüm ayıran J. Beck, "Açlıktan korkuyorsanız, bu duygudan kaçınmak için sürekli yiyor olabilirsiniz. Aç kalır kalmaz yemeniz gerekmiyor. Sırf yemek istiyorsanız diye mutlaka yemeniz gerekmiyor." diye yazıyor.

 

Açlıktan neden korkarız peki? Neden hemen açlığı bastırmak, derhal onu yok etmek için elimizin altında Allah ne verdiyse, bisküvi, çikolata, kraker, peynir ekmek mideye yollarız, hem de alelacele, hem de ayaküstü.

Aslında açlıktan korkan biz değilizdir, bizim nefsimizdir. Varoluşsal olarak acizlik, zayıflık, nefis için en büyük tehdittir. Narsisistik arzu çağının nefisleri için hedeflenen şey güçlü kuvvetli, kusursuz olmaktır. İnsanın yaratılış hakikatiyse mutlak acizliği, olaylar karşısındaki incinebilirliği, her daim faniliğin, geçiciliğin tesirinde kalışı ve nihayetinde ölüme maruz kalışıdır.

 

Nefis kendi çıkarlarını elde edebilmek için, dünyayla ilişki kurarken kendini kandırmak zorundadır. Hem kendi acziyetini görmezlikten gelmeli hem de dünyanın ve kendinin geçiciliğini gaflet perdesi arkasına saklamalıdır. Bunu yapmazsa dünya ona nasıl tatlı gelebilir?

"Mevhum bir rububiyet"le kendini kandıran nefis, aynı zamanda kendini düşünen bir çıkarcıdır. Ruh, akıl, kalp, duygular, beden, vicdan gibi birlikte yaşadığı insanın diğer unsurlarını kale almayan nefis için varsa da yoksa da kendi istek ve arzularıdır. Doyduğu halde yemeye devam etmek isteyen ya da acıkmadığı halde bir şeyler atıştırmak arzusuyla yanıp tutuşan nefsin, yok mide şişkinliği olacakmış, yok beden yağ çöplüğüne dönüşecek, bedenin sağlığı bozulacak, fazla yemekten kişinin zihni tam kapasite çalışamayacakmış, umurunda bile değildir. Varsa yoksa kendi çıkarı, o da birkaç dakikalığına, yaşayacağı haz ve lezzettir.

 

Özetle, nefis acizlikten hiç hoşlanmadığı gibi haz, lezzet bağımlısıdır. Bu iki özelliği haiz olan nefis için en büyük tehdit elbette açlık olacaktır.

Açlık, gafletle kendini unutan nefsin tüm façasını aşağı alır. Açlık, nefsin gaflet perdesini adeta yırtar atar.

Sanki açlığa dayanamazmış gibi insana vesvese verip kandıran nefis, bedenin açlığa tahammül edebildiğini görmekten hiç hoşlanmaz, aksine büyük rahatsızlık duyar.

 

Ramazan'daki orucun nefis üzerine etkisini yazan Zamanın Bedii, tam da bu noktaya parmak basar: "... en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor... Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiye'ye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamış ise!"

 

Açlıkla kuracağımız ilişki oruca münhasır değildir elbet. Ancak oruçtaki açlık hissine tahammülü nefsimize talim ettirmek çok ciddi bir kazanımdır. Ramazan'daki oruç bize irademizin olduğunu öğretir. Akşama kadar nefsimizin isteklerine "dur" diyebilmek gibisi var mıdır? İrade sahibi olduğumuzu, nefsimizin bizi yönetmeyebileceğini, irademizi kullanırsak gerçek efendinin o değil, biz olduğunu otuz gün boyunca tekrar tekrar tecrübe etmek gerçekten İlahi bir lütuftur. Aşırı kiloluğunun kognitif terapisinde açlığa dayanma gücünü kazanmak için aç kalma ödevleri verildiğini de J. Beck uzun uzun anlatır kitabında.

 

Ramazan'da elde ettiğimiz açlığa ve susuzluğa tahammül edebilme kazanımı ruhsal hayatımız için o kadar önemlidir ki, Ramazan'ın bitimiyle bir kenara atmak çok büyük bir kayıp olur. Oruçlu olmadığımız günlerde de, canımız çektiğinde, yeme arzusuyla yanıp tutuştuğumuz durumlarda, nefsimize ciddi bir "dur" çekip, gerçek açlık halinde yemeyi alışkanlık haline getirmenin önemini anlatmaya kelimeler yetmez. Oruçlu ve oruçsuz, açlığa ve susuzluğa tahammül, açlıkta bir lezzet hissinin de idrakine vardırır. Çünkü rab'lık taslamaktan vazgeçen nefis, aciz olduğunu derk eder, yani kendine, kendi hakikatine ulaşır. Kendi hakikatini anlamak nefsi de rahatlatır, rab'lık taslamanın zahmetinden kurtulur çünkü.

 

Ramazan orucu bu çerçevede tam bir nefis terapisidir. Ama kesinlikle Ramazan'dan sonrasına, hakiki aç olmadan, sırf canım çekti, midem kazındı bahanesiyle yememe şeklinde devam etmesi gereken bir terapi. Açlık güzeldir. Tam doymadan sofradan kalkmak güzeldir. Gerçek açlık halinde yemek güzeldir. Hakiki iştah duyunca yemek güzeldir. Mideyi tıka basa doldurmamak güzeldir. Tüm bunlar güzeldir, çünkü acizliğini tıka basa tokluk halinde hissedemez insan. Acizlikte işte eksiksiz ve kusursuz bir güzellik saklıdır. Çünkü biz oyuz. Ve biz ancak gerçek halimizle O'nu tanıyabiliriz.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gizli Yaşamak

Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkışmayın

_ Hucurat ; 12

İnsanlar insanların gizlerini araştırıyor. Çünkü insanlar insanların gizlerini ciddi ciddi merak ediyor. Merak edilecek başka birşey

yokmuşcasına .Varlıkla yokluk arasında gidip gelen kainatta ,varlığın kendisinin insan için önemli bir sorun olduğu kainatta , insanlar insanların ne yaşadığını öğrenme telaşına düşüyor .

İnsanların gizlerini bilenler bundan büyük bir gurur duyuyor.''Yalnız ben biliyorum '' diyerek ,sonra bunu çevrelerindekilere satıyorlar kibirle.Fısıltılarla ,sessiz olmaya çalışarak.

Gizler gizlice yayılıyor.İnsan gizi bilmeyenler büyük bir eksiklik hissediyor.Gizleri bilenlerden öğrenen bilmeyenler ,birden sevinç histerisi nöbetine tutuluyor.Sanki hayatın hakikatini elde etmişcesine. Sanki kendilerine sonsuz bir hayat müjdelenmişte onun esrimesini yaşıyor gibiler.

İki insan arasında yaşananlar sadece onların gizi olarak kalamayabiliyor bu gezegende.

Birinin gizini araştırmak zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende ...

Yakınlık / syf 93,94

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Müslüman depresyona girer mi?

 

Toplumda, mümin birinin depresyona girmeyeceği, girerse bunun imânî bir eksikliğe delalet ettiği yönde bir kanaat mevcut, görebildiğim kadarıyla.

 

 

Bana da sıkça sorulan bu soruya cevabım şu oluyor: Niye girmesin ki, müminin depresyona girme hakkı yok mu?

Sanırım, Müslümanlara depresyonu yakıştırmayanları bu düşünceye iten nedenlerden biri, depresyonu tümüyle psikolojik kaynaklı bir rahatsızlık olarak zannetmek.

 

Bir defa, depresyonun o kadar çok çeşidi var ki. Mesela, "İki uçlu duygulanım bozukluğu," denilen rahatsızlığın bir parçası olan depresyonu ele alalım. Bu rahatsızlık biyolojiktir, yani beyindeki kimyasal bozulma nedeniyle oluştuğu kesinkes kanıtlanmıştır ve kişinin iradesi dışında seyreder. Kişinin ne kadar imanı yüksek olsa da, beyindeki kimyasal bozukluktan dolayı mani ve depresyon nöbetleri dediğimiz hastalık dönemlerini yaşaması mukadderdir.

 

Ya da tekrarlayıcı depresyonları düşünelim. Biyolojik altyapısı müsait öyle insanlar var ki, mesela sonbaharda ya da ilkbaharda ya da belli aylarda saat kurmuşçasına bir sabah derin bir depresyonla uyanabilirler. Böylesi bir depresyona girmek kişinin iradesinde değildir, biyolojik temeli ağır basar.

 

Ya da bazı kadınlar adet görmeden bir hafta kadar önce biyolojik nedenlerle, kendi iradelerine bağlı olmadan, adet gününe kadar ağlamaklı olurlar, kendilerini değersiz hissederler, reddedilmeye aşırı hassasiyet gösterirler, hayat çok ağır gelir. Alın size kişinin iradesi dışında seyreden bir hastalık (adet öncesi depresif ruh hali).

 

Bazı depresyonlar da kişinin hassas olduğu yaşam olaylarından sonra gelişebilir. Bu tür depresyonlarda bile biyolojik mekanizmalar sürece katılır. Biyolojik faktörlerin işe karışmadığı bir depresyon neredeyse yok gibidir. Bir insanın şeker hastası olduğunda, imânım zayıfmış, demesi kendine haksızlıktır ve yanlış bir yargıdır. Ya da kalp krizi geçirmenin imânî bir mesele olmadığı açıktır. Biyolojik hastalıklar için imân eksikliği yargısı yapılmıyorsa, depresyon ve sair psikiyatrik rahatsızlıklar için yapılması, hem bu hastalıklara hem de bunları yaşayanlara haksızlık.

 

Depresyonda bir nevi sinir sisteminin strese karşı direnci kırılmıştır. Kuvvetli bir darbeyle insanın kemiğinin çatlaması gibi sinir sisteminin de dayanıklılığı azalır. Bu nedenle depresyonda birçok ağrılar, yoğun halsizlik, hafıza sorunları gibi bedensel belirtiler olur. Psikiyatristlerin ilaç vermesinin nedeni dayanıklılığı artırmaya yöneliktir.

 

Peki, iman hiç mi devrede olmaz? Olur elbette. Depresyonla ilgili bazı çalışmalar, depresyona rıza göstermemenin depresyonu şiddetlendirdiğini ve kronikleşmesine sebebiyet verdiğini göstermiştir (depression about depression). Kanaatimce, iman tam da burada devreye giriyor.

Mümine yakışmayan depresyona girmek değil, niye depresyona giriyorum diye isyan etmesidir. Ondan beklenen, niye depresyona girdim, hayat zevkini kaybettim, bula bula beni mi buldu, ya da Zamanın Bedii'nin ifadesiyle, "Aman ne yaptım böyle başıma geldi diye Rububiyet-i İlahiye'yi tenkid etmek gibi bir halet"e girmemektir.

 

Mümin de depresyon yaşar ama onu onurla taşır, dünyanın tüm yüklerini, O'ndan gelen tüm musibetleri, dertleri, tasaları, hüzünleri, acıları onurla taşıdığı gibi. "Hüküm O'nundur," diyerek. Mümin depresyon ya da başka psikiyatrik rahatsızlıkları; "Hastalıkla geçen bir ömür, Allah'tan şekva etmemek şartıyla, mümin için ibadet sayıldığına rivayat-ı sahiha vardır," inancıyla, "Ey musibet! Eğer O'nun izin ve rızasıyla geldin ise merhaba, safa geldin!" cümlesiyle selamlar. Sonra da sebepler dairesinde yapılacakları yapmaya koyulur.

 

Depresyonun kıymetini bilmek

Risale-i Nur'dan anlayabildiğim kadarıyla, müminden beklenen hiç depresyona girmemek değil; "Hastalar Risalesi"nde denildiği gibi "İnsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada bir ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir," düşüncesine ulaşmaktır. Depresyon kadar bize hayatın hakikatini öğrenmeye vesile hangi hastalık vardır?

 

Depresyonda olmak bir açıdan gafletten kurtulmanın vesilesidir; dünya aşkının sönüp yüzümüzü ahirete çevirmektir. Depresyon bir akıl zayıflığı değildir, bir kişilik zayıflığı da değildir. Hislerin "dünyadan" zevk alamamasıdır. İnsanı enerjisiz, yorgun mu yorgun, bitkin mi bitkin bırakmasıyla, depresyon bize adeta der ki: "Senin vücudun ve a'zâ ve cihazatın, senin mülkün değildir." Depresyondayken kendi sınırlılığımızı, acziyetimizi idrak ederiz. Bu öyle derin bir idraktir ki, depresyondan çıktıktan sonra bile bize kendimizi öğretmeye devam eder.

 

Zamanın Bedii yine ne güzel söyler: "O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilakis hastalıktaki manevî ibadet ve uhrevî sevab cihetini düşün, zevk almaya çalış."

 

Depresyon kıymetini bilenler için, insanın kendisiyle, dünyayla, başkalarıyla ve ahiretiyle, Mutlak Varlık'la daha derin bir ilişki kurabilmesi için tarihi bir fırsattır.

 

Not: Bu yazıya katkısından ötürü, İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümünden sevgili arkadaşım Prof. Dr. İlhan Yargıç'a müteşekkirim.

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...