Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
HEZ-EZ

Şimdi, Kim İslamcı Değil?

Recommended Posts

ŞİMDİ, KİM İSLAMCI DEĞİL?

 

a4-172x172.jpg

Ali İzzet Begoviç, “Doğu/Batı Arasında İslam” adlı eserinde “Bu kitap teoloji değildir, yazarı da teolog değil. Bu bakımdan kitap, doğrusu aranırsa İslamı bugünkü neslin konuştuğu ve anladığı dile “tercüme” teşebbüsüdür. Bu husus bazı hata ve noksanlıklarını izah edebilir; çünkü kusursuz tercüme yoktur” der…

İslamı bugünkü neslin anlayıp konuştuğu dile tercüme” gailesinin üzerinde durmakta fayda var. Benzeri refleksMehmet Akif’in “asrın idrakine söyletmeli İslam’ı” çıkışında da var. Veya günümüz düşünürlerinden Dr. Ali Allawi’nin “İslam Uygarlığının Buhranı” adlı kitabında; dokusu zedelenmiş, işgal veya dikta rejimlerine mahkum olmuş, bilimsel devinimini yitirmiş, yoksulluğa mahkum, yaratıcılığın çöktüğü bir düzeyde, “İslam Devleti Bundan Sonra Nereye Gider” sorusu da aynı minvaldedir.

İslamcı düşünce, ilk popüler kıpırdanış vakitlerinde (Said Halim Paşa’yı zikredebiliriz) Batı karşısındaki yenilgilere karşı cevaplar ararken belki bu “yenilgi” bilançosu ilkin kaybedilen topraklar, sömürgeleştirilen ülke ve toplumları işaret ediyordu… Daha sonralarıysa Batı karşısında bu yenilgi hissiyatı, giderek daha büyüdü ve mücerret bir karşılaşmayı işaret eder oldu… Bu sefer sadece işgal güçleri veya diktatörler değildi İslamcıları öze dönüş tashih hareketine sevk eden… Modernizmin yeni nesli sürüklediği amorf yitiklik ve kaybedilen İslami kimlik adına daha büyük (yaygın) bir Doğu/Batı hesaplaşması vardı İslamcıların önünde…

Bu yüzden Begoviç’in işaret ettiği ve tercümeyi gerektiren o büyük zaman aralığı ciddi bir sorunsaldı. Ve bugün de Doğu/Batı arasında en ciddi, hayati karşılaşma “zaman ve hayat” bağlamındadır. Begoviç’in maneviyatçı, mistik diye adlandırdığı Hıristiyan idealizminde zaman; sanki Hz.İsa ve havarilerinin resmedildiği eski bir gravürde donup kalmış gibidir. Bunun karşısındaki maddiyatçı, realist ve materyalist duruş ise açıklayamadığı ruh ve insan kavramlarıyla “zaman”ı sadece lineer bir şekilde ileriye doğru giderken kurgulanabilir, üretilebilir bir projeden ibaretleştirdiği için oldukça fakirdir… İşte İslam veya İslamcı devinim; derin dondurucuda tutulan o mistik zaman’cılıkla, kullanışlı ama manyetik plazmayı andıran katı ötesi diğer zaman’cılık arasında bir sarkaç gibidir… Zaman, dünü bugünü olduğu gibi ahireti de olan çok boyutlu, gidişli gelişli bir hafızadır. Hafıza, her an Rab karşısında kul oluş bilinciyle anlam kazanan bir devir daim, canlı toplumsal bir fıkıh, bir hal’dir… Bu onun unutkanlığını önler, bu onu illa ki zafer pragmatizminden de korur. Ama usta bir mekik dokuyucu gibi, an’ın içinde dünü ve yarını sürekli rasat eder. İslamcı rahatsızdır, huzursuzdur, zamanın tercü- mesini yapan kişidir…

***

Okuyucularımdan sıkça aldığım bir eleştiriye cevap vererek meseleyi hafifleteyim; “niçin Müslümanım demekle yetinmiyorsunuz da İslamcı gibi bir laf çıkarıyorsunuz” deniyor. 1996’da katıldığım Uluslararası Diyaloglar Enstitüsü’nün Hollanda ve Ürdün’deki oturumlarında ben de benzeri itirazlar getirince Margot Bedran işi şöyle kolaylaştırmıştı; “Sizin Demirel’iniz de Müslüman’dır örneğin, ama onun Erbakan’la bir farkı var, bunu ayırt etmek için böyle şeyler söylüyoruz…”

***

Ali Bulaç beyefendinin “İslamcılık” bağlamında getirdiği özeleştirilerin hepsine katılmayabiliriz, ama bugün ustalık döneminde olduğu tüm dünya ve ülkemizde ciddi kabul gören bir yapının İslamcılık bağlamındaki özeleştiriden dışlanması veya la’yüsel addedilmesi, ne sosyolojiyle ne de başta atıf yaptığımız “zaman” sorunsalımızla uyuşur. Şayet İslam diye bir derdimiz varsa tabi… Zaten AK Parti İslamcı bir yapıdır diyen kimse de yok, ama AK Parti’nin lideri, dünyanın neresinde sorarsanız sorun “Müslüman bir lider” cümlesiyle temayüz eder ve o elbette Demirel gibi de değildir. Dini bugüne tercüme gibi bir gayesi olmasaydı “Dindar Bir Gençlik”ten de söz etmezdi zaten

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Konuyu açtığın için Allah razı olsun. Ve şimdi sana iki sorum olacak dindar olmak ve İslamcı olmak arasındaki fark nedir ? Eğer sorunun cevabı konunun içerisinde olduğu halde anlamamışsam kusura bakma kardeş şu an uykuluyum da biraz ondan olsa gerek :)

 

Selam ve dua ile; Saygılarımla.

 

Vesselam.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ne "muhafazakâr" ne de "dindar" terimi "mümin"i tanımlamaz. Mümin olmak adam olmanın hakkını vermektir.

 

 

“Dindarlık”tan istifamdır…

Geçenlerde yabancı bir misafirim yazdıklarımı bilerek sordu: “Are you personally religious?” (Peki siz de şahsen dindar mısınız) Önce “Evet!” dedim. Sonra düzeltmek zorunda kaldım. “Ama sizin sandığınız gibi değil…”

Doğru cevap: “Dindar değilim!”

Açıklayabilirim:

Ortada bir varoluş gerçeği var. En iyi bildiğimiz gerçek bu değil mi? Hepimiz bu gerçeğin şahidi değil miyiz? Göğü denizi, ormanı nehri, dağı deresi, çölü ovasıyla, canlısı cansızıyla muhteşem bir cümbüşün orta yerindeyiz. Bu varlığın bir anlamı var. Bu varlığın ortasında düşünen bir insan olarak bulunmanın da bir anlamı var. Bu muhteşem varoluşun muhataplarıyız. İşitebilen, görebilen, akıl yürütebilen, iradesini kullanabilen varlıklarız. Kasten buradayız ve kasten varlığa muhatap edildik. Sanat galerisindeki sanatları takdir etmek üzere çağırılmış davetliler gibiyiz. Öyle seyrettiğimiz de sanat, seyreden bizler de sanat seyretmesini bilen apayrı sanatlarız.

Peygamberler ve kitaplar, insanı bu varoluş karşısında sorumluluk almaya çağırır. [Ki bu anlamda Kur’ân’ın üçte ikisi varlıktan söz eder ve muhataplarını “insanlar” olarak seçer. Kitab din adamlarına, dindarlara hitap etmez; aklı olanlara, görenlere, duyanlara, konuşanlara, düşünenlere seslenir!] Adam olan adamdan kendisini ve muhatabı olduğu evreni var edene karşı görevinin ne olduğunu sorması beklenir. Üç duraklık minibüs yolculuğunu bile “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Burada işin ne?” sorularını cevaplamadan yapmayan bir insanın koskoca ömrüne bu soruları sorması niye yadırganır ki?

Aklı başında her insanın sorusu olmaya değmez mi şu soru: “Hiç kimsenin yolunu gözlemediği, var olmasını ummadığı biri iken, anılmaya değer bir şey bile değilken ben, niye bu varlık sürpriziyle karşılaştım, niye varım ki ben?” Gören ve işiten her insanın merakı değil midir şu: “Sonsuzluğu bu kadar sevdalıyken ben, neden ölümlüyüm? Neden ayrılıyor sevdiklerim benden ve ben sevdiklerimden?”

Bu sorular “insan” sorularıdır; “dindar” soruları değil. Sonlu bir ömürde sonsuzluğa aç bir kalple yaşamanın çelişkisi adam olan herkesin sorunudur, muhafazakârların takıntısı değil. Bu muhteşem varoluş karşısında muhteşem bir bilinçle durmamın anlamını bulmak kafası olan herkesin işidir, “mistik”lerin hobisi değil.

İşte bu yüzden, işte bu apaçık gerçek hatırına, “Peki sen dindar mısın?” sorusuna cevap vermiyorum. Biliyorum ki, “dindar” sıfatıyla kategorize edecekler beni, bir kenara koyacaklar. Camiye ya da kiliseye daha düzenli ve daha sık giden insancıkların davranış biçimidir “dindarlık”. Soruyu soran ve beni “dindar” diye tanımlayan kendince normaldir ama ben biraz marjinalimdir. Rengim koyu yeşile kaçar. Normallik onda kalır, ben olurum tuhaf. Hem sonra ben “muhafazakâr”ımdır, “tutucuyum”dur; onlar açık fikirlidir, geniş görüşlüdür. Evrensel değerler onlara aittir, bana ise dar ve kıytırık bir din köşesi kalmıştır. “Zavallı” ben; onlar tanımlamasa adım bile olmayacak, anılmayacaktım. Şükür ki paketlediler, etiketlediler ve bir kenara koydular beni (!). Varlığın ihtişamı karşısındaki hayretsizliklerine ve gördükleri sayısız iyilik karşısındaki minnetsizliklerine “normal” adı koyup, kutsal laiklik huzuruna gark oldular.

Oysa, Yaratan’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamak ana varoluş seçeneğimizdir. Elimizde bi’tane kâinat var, onun da bir Allah’ı var. Bu biricik gerçekliğe kendini ayarlamak "dindarlık" ya da "muhafazakârlık" diye küçümsenemez; dar bir alana hapsedilemez.

Güzelliğe ve ihtişama hayran olmak, iyiliğe ve ikrama minnet duymak adam gibi adam olmanın icabıdır. Standarttır ve evrenseldir. Güzellik karşısında hayretsiz kalmak, iyilik karşısında şükran duymamak kabalıktır ve kazmalıktır.

İbadet, insanın varlığın ihtişamı karşısında hayretini ifade etmesidir ve bu ihtişamın her detayının her an kendisine iyilik olarak sunulmasına karşı minnetini seslendirmesidir.

"Dindar" ve "muhafazakâr" terimleri, kendi hayretsizliğini ve teşekkürsüzlüğünü standart sananların hayret ve şükür ehline taktığı etikettir. Ben kabul etmiyorum, iade ediyorum.

Ne "muhafazakâr" ne de "dindar" terimi "mümin"i tanımlamaz. Mümin olmak adam olmanın hakkını vermektir. İman etmek ve imanına uygun eylemlerde bulunmak, varlığa karşı insani bir sorumluluktur. İman etmek ve ibadet etmek bir kategori değil hayattır. Hayatın ta kendisidir. Din, insanın Allah karşısında esaslı duruşudur; minnet ve şükran, hayret ve tefekkür borcudur.

Ben “din adamı” değilim, “dindar” değilim, “muhafazakâr” hiç değilim. Hayret etmeyi meslek edinmiş bir adamın tutuculuğu mu olur? Ölüme razı olmuş, ölümünü düğün bilen bir adamın muhafaza ettiği mi olur?

Sizin kategoriniz size kalsın, ey dini “dar” sananlar.

s.a bu sorunuzun cevabını bence en güzel yanıtlayan senai demircinin yazısı olucak inş sorunuzun cevabını bulmuş olursunuz...

 

  • Like 3

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ne "muhafazakâr" ne de "dindar" terimi "mümin"i tanımlamaz. Mümin olmak adam olmanın hakkını vermektir.

 

 

“Dindarlık”tan istifamdır…

Geçenlerde yabancı bir misafirim yazdıklarımı bilerek sordu: “Are you personally religious?” (Peki siz de şahsen dindar mısınız) Önce “Evet!” dedim. Sonra düzeltmek zorunda kaldım. “Ama sizin sandığınız gibi değil…”

Doğru cevap: “Dindar değilim!”

Açıklayabilirim:

Ortada bir varoluş gerçeği var. En iyi bildiğimiz gerçek bu değil mi? Hepimiz bu gerçeğin şahidi değil miyiz? Göğü denizi, ormanı nehri, dağı deresi, çölü ovasıyla, canlısı cansızıyla muhteşem bir cümbüşün orta yerindeyiz. Bu varlığın bir anlamı var. Bu varlığın ortasında düşünen bir insan olarak bulunmanın da bir anlamı var. Bu muhteşem varoluşun muhataplarıyız. İşitebilen, görebilen, akıl yürütebilen, iradesini kullanabilen varlıklarız. Kasten buradayız ve kasten varlığa muhatap edildik. Sanat galerisindeki sanatları takdir etmek üzere çağırılmış davetliler gibiyiz. Öyle seyrettiğimiz de sanat, seyreden bizler de sanat seyretmesini bilen apayrı sanatlarız.

Peygamberler ve kitaplar, insanı bu varoluş karşısında sorumluluk almaya çağırır. [Ki bu anlamda Kur’ân’ın üçte ikisi varlıktan söz eder ve muhataplarını “insanlar” olarak seçer. Kitab din adamlarına, dindarlara hitap etmez; aklı olanlara, görenlere, duyanlara, konuşanlara, düşünenlere seslenir!] Adam olan adamdan kendisini ve muhatabı olduğu evreni var edene karşı görevinin ne olduğunu sorması beklenir. Üç duraklık minibüs yolculuğunu bile “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Burada işin ne?” sorularını cevaplamadan yapmayan bir insanın koskoca ömrüne bu soruları sorması niye yadırganır ki?

Aklı başında her insanın sorusu olmaya değmez mi şu soru: “Hiç kimsenin yolunu gözlemediği, var olmasını ummadığı biri iken, anılmaya değer bir şey bile değilken ben, niye bu varlık sürpriziyle karşılaştım, niye varım ki ben?” Gören ve işiten her insanın merakı değil midir şu: “Sonsuzluğu bu kadar sevdalıyken ben, neden ölümlüyüm? Neden ayrılıyor sevdiklerim benden ve ben sevdiklerimden?”

Bu sorular “insan” sorularıdır; “dindar” soruları değil. Sonlu bir ömürde sonsuzluğa aç bir kalple yaşamanın çelişkisi adam olan herkesin sorunudur, muhafazakârların takıntısı değil. Bu muhteşem varoluş karşısında muhteşem bir bilinçle durmamın anlamını bulmak kafası olan herkesin işidir, “mistik”lerin hobisi değil.

İşte bu yüzden, işte bu apaçık gerçek hatırına, “Peki sen dindar mısın?” sorusuna cevap vermiyorum. Biliyorum ki, “dindar” sıfatıyla kategorize edecekler beni, bir kenara koyacaklar. Camiye ya da kiliseye daha düzenli ve daha sık giden insancıkların davranış biçimidir “dindarlık”. Soruyu soran ve beni “dindar” diye tanımlayan kendince normaldir ama ben biraz marjinalimdir. Rengim koyu yeşile kaçar. Normallik onda kalır, ben olurum tuhaf. Hem sonra ben “muhafazakâr”ımdır, “tutucuyum”dur; onlar açık fikirlidir, geniş görüşlüdür. Evrensel değerler onlara aittir, bana ise dar ve kıytırık bir din köşesi kalmıştır. “Zavallı” ben; onlar tanımlamasa adım bile olmayacak, anılmayacaktım. Şükür ki paketlediler, etiketlediler ve bir kenara koydular beni (!). Varlığın ihtişamı karşısındaki hayretsizliklerine ve gördükleri sayısız iyilik karşısındaki minnetsizliklerine “normal” adı koyup, kutsal laiklik huzuruna gark oldular.

Oysa, Yaratan’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamak ana varoluş seçeneğimizdir. Elimizde bi’tane kâinat var, onun da bir Allah’ı var. Bu biricik gerçekliğe kendini ayarlamak "dindarlık" ya da "muhafazakârlık" diye küçümsenemez; dar bir alana hapsedilemez.

Güzelliğe ve ihtişama hayran olmak, iyiliğe ve ikrama minnet duymak adam gibi adam olmanın icabıdır. Standarttır ve evrenseldir. Güzellik karşısında hayretsiz kalmak, iyilik karşısında şükran duymamak kabalıktır ve kazmalıktır.

İbadet, insanın varlığın ihtişamı karşısında hayretini ifade etmesidir ve bu ihtişamın her detayının her an kendisine iyilik olarak sunulmasına karşı minnetini seslendirmesidir.

"Dindar" ve "muhafazakâr" terimleri, kendi hayretsizliğini ve teşekkürsüzlüğünü standart sananların hayret ve şükür ehline taktığı etikettir. Ben kabul etmiyorum, iade ediyorum.

Ne "muhafazakâr" ne de "dindar" terimi "mümin"i tanımlamaz. Mümin olmak adam olmanın hakkını vermektir. İman etmek ve imanına uygun eylemlerde bulunmak, varlığa karşı insani bir sorumluluktur. İman etmek ve ibadet etmek bir kategori değil hayattır. Hayatın ta kendisidir. Din, insanın Allah karşısında esaslı duruşudur; minnet ve şükran, hayret ve tefekkür borcudur.

Ben “din adamı” değilim, “dindar” değilim, “muhafazakâr” hiç değilim. Hayret etmeyi meslek edinmiş bir adamın tutuculuğu mu olur? Ölüme razı olmuş, ölümünü düğün bilen bir adamın muhafaza ettiği mi olur?

Sizin kategoriniz size kalsın, ey dini “dar” sananlar.

s.a bu sorunuzun cevabını bence en güzel yanıtlayan senai demircinin yazısı olucak inş sorunuzun cevabını bulmuş olursunuz...

 

Yani diyorsun ki kardeşim Mümin olmak öyle kolayca tanımlanacak bir husus değildir. Mümin sınıflandırılamaz ve ayrılamaz diyorsun ve etiketlenip bir kenara konamaz diyorsun. Bence çok güzel diyorsun. Ama önemli olan dindarım dediğin halde mümin olabilmek değil mi yani dindarım diyen mümin olmaz mı ? Yani bu ancak laflara takılmaktan geri kalmıyor. Önemli olan mümin olmaktır ben müminim demekle de mümin olunmaz değil mi ? Doğru anlamış mıyım?

 

Bu arada kardeşim yazındaki yoğunluğa hayran kaldım. Biraz zor anladım o da bizim cahilliğimiz işte kusura bakmayasın.

 

Selam ve dua ile; Saygılarımla.

 

Vesselam.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Anlamayı beğenme olarak genelde yorumlarım ben çünkü yazılan bir yazı ne kadar nesnel bir veri olarak elimezde yer alsada onu gören ve ilgili ileti kanallara gönderen bir ınsan ve insan neyin içinde olursa olsun öznelliğini kullanır.İnsan, gençliğinde öğrenir, yaşlandığında anlar. ( E.Eschenbach)

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Anlamayı beğenme olarak genelde yorumlarım ben çünkü yazılan bir yazı ne kadar nesnel bir veri olarak elimezde yer alsada onu gören ve ilgili ileti kanallara gönderen bir ınsan ve insan neyin içinde olursa olsun öznelliğini kullanır.İnsan, gençliğinde öğrenir, yaşlandığında anlar. ( E.Eschenbach)

 

Doğrudur...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...