ssimeranya 23 Report post Posted April 1, 2013 Bir adam düşünün. Geçmişini sadece utançla hatırlayan ve geleceğe güvenle bakmanın tek yolunun da geçmişinden kurtulmakta bulacağını düşünen bir adam. Bunun için adını değiştiren, konuşmasını, davranışlarını, kılık kıyafetini hatta yüzünü değiştiren bir adam. Sizce böyle bir adam gerçekten özgüvenle geleceğe bakabilir, yepyeni bir birey haline gelebilir mi? Geçmişin ondan kurtulmaya çalıştıkça peşinden tüm azametiyle koşturan bir hayalete dönüşeceğini anlaması kaç yılını alır? Ya da geçmişini inkâr etmenin aslında kendini inkâr etmek olduğunu anlaması? O adamı bilemem ama Osmanlı geçmişine ait her şeyi silmeye çalışıp, kendimizden bambaşka bir toplum yaratmaya çalışanların bunu idrak etmesi 80 yıl sürdü. Darbelerle idrak sürecini uzattılar ama kaçınılmaz hakikat işte geldi çattı. İyi de oldu. Osmanlı geçmişinin bizi, biz yapan bir gerçeklik olduğu sadece Cumhuriyet elitleri değil, dünya tarafından da sonunda kabullenilmeye başlandı. Ünlü yazar Timothy Garton Ash, 'Avrupa, Suriye'yi açıkça Osmanlı bir kadere bıraktı' ('Europe has left Syria to a distinctly Ottoman fate') başlıklı Guardian'da yayınlanan makalesinde şöyle diyordu: 'Hükümetin 'stratejik derinlik' doktrini, Türkiye'yi, Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya'ya uzanan bölgesel bir güç olarak görüyor; tahmin edin, kim gibi... Hatırlayalım, Türkiye'nin pek konuşkan ve hiper enerjik Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 'yeni Osmanlıcı' olduğu suçlamasını resmen reddetmişti, fakat aynı zamanda 'Ben sadece bir ulus devletin bakanı değilim' demişti.' (Radikal, Yorum, 13.04.2012) Cumhurbaşkanı Gül'ün Hollanda ziyareti sırasında yaptığı açıklamaların satır aralarını da bu çerçevede özetlemek mümkün. Zira geçmişiyle barışmayanın, ondan feyz ve ders almayanın 'büyümesi' mümkün değildir. En önemlisi geçmişini reddedenin özgüven sahibi olması imkânsızdır. Çok dilli ve kültürlü olan, sınırları geniş imparatorluktan tek dilli ve tek kültürlü olması amaçlanan, 'küçük olsun, bizim olsun' ulus-devletine geçişin böyle sınırlayıcı bir etkisi vardı elbet. Olabildiğince içe kapanan ve vatandaşını asimile ederek kendini gerçekleştiren ulus devletin, 'iç düşman' algısını güçlendirmesi şarttı. Zira sadece on yılda on beş milyon genç 'yaratılmamıştı', aynı zamanda Alevisinden Kürdüne, Müslümanından gayri Müslimine, işçisinden köylüsüne nerdeyse zulmedilmeyen vatandaş kalmamıştı. Bu yüzden farklı toplumsal gruplardan vatandaşların da birbirini tehdit unsuru olarak algılaması sağlandı ve 'böl-parçala-yönet' taktiği uzun yıllar oldukça işe yaradı. Böylelikle kendi gölgesinden korkan, içe kapanık, biraz amnezik biraz paranoyak bir ülkeye dönüştük. (Ülkeyi bu durumdan çıkarmaya uğraşan Menderes ve Özal'ın başına gelenler de malumunuz...) Galiba bu kendinden emin olamama, 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur' anlayışıyla herkesten korkma hali sebebiyle en bilinen ve okullarda hep en başta olan sözlerden birisi 'Türk, övün, çalış, güven'dir. Kökünü reddedenin övünmesi de kendisine veya çevresine güvenmesi de oldukça zordur çünkü... Ancak nihayet Türkiye, ulus devletin korkak ve sınırlı politikasından imparatorluk bakiyesi zenginlikleriyle barışık ve cesurca hareket edebilen bir ülke haline geliyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün 'Bugün demokrasimizin sorunlarının önemli bir bölümü de geçmişten gelen kalıntılardır' demesi de buna işaret ediyor. Geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan bu özgüveni en başta geçmişimizi hatırlamamıza borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Hollanda ziyareti sırasında verdiği yarım saatlik mülakatta, Cumhurbaşkanı Gül de imparatorluk bakiyesine vurgu yaptığı değişik yerlerde tam beş kez 'özgüven' kelimesini kullandı. Örneğin Atatürk milliyetçiliği ve üniter devlet yapısının anayasada olup olmaması gerektiğine ilişkin sorularımıza 'evrensel hukuku' hatırlatarak yanıt veren Cumhurbaşkanı, laiklik, cumhuriyet, demokrasi, insan hakları ve toplumsal bütünlükten taviz verilmemesi şartıyla gösterilmesi gereken tavrı şöyle tarif etti: 'Bunun ötesinde rahat olmamız lazım. Geçen Harp Okulları'nda yaptığım konuşmada ki benim için konuşmamın en önemli yanlarından birisi de şuydu: Biz bir imparatorluk devamıyız. Biz de bir imparatorluk refleksi aslında var. Olması lazım. Yani biz bu anlayış ve özgüven içerisinde hareket etmeliyiz problemlerimizin çözümünde. Kendimizi daraltamayız. (...) Bizim de sınırlarımız belli ama devraldığımız kültür ve hasletlerimizi yok sayarsak kendimizi probleme sokarız. Onun için bu konularda özgüvenimizin büyük olması lazım.' Sizce bu özgüvenli bakışın, en büyük ilham kaynağı 'Büyük Doğu' olan bir cumhurbaşkanı döneminde hâkim olması tesadüf müdür? Quote Share this post Link to post Share on other sites