mumin 414 Report post Posted May 7, 2013 Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan عَنْ اِبْنِ عَمرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : لا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يَكُونَ هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جِئْتُ بِهِ Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anhumâ, "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu" demiştir: "Arzuları (hevâsı) benim getirdiğim (İslâm gerçeğin)e uymadıkça hiç biriniz (olgun) mü'min olamaz."[1] Hevâ, sadece kuru bir meyil demek değildir. Her yönelişin temelinde bir sevgi ve istek bulunduğu gibi hevâ da muhabbetle meyletmek demektir. Bu sebeple de hakkın hilâfına (zıddına), istekle ve sevgiyle meyletmek asıl hevâyı anlatmaktadır. Hevâ ve heves Nefs engelini aşmakta fevkalâde yönlendirici ve yol gösterici nitelik taşıyan hadisimizi açıklamaya, öncelikle “hevâ” kavramı üzerinde durarak başlayalım. Hevâ, genel olarak ifade edildiği zaman, “hakkın zıddına meyletmek” demektir. Dilimizde, nefsin arzuları anlamında "hevâ ve heves" kullanımıyla yer alır. Dinî bir terim olarak hevâ; nefsin, şer'i şerifin muktezası hilâfına meyletmesi demektir. Bunun en büyük zararı, "Hevâya uyma, seni Allah yolundan saptırır"[2] mealindeki ayet-i kerimede beyan edilmiştir. Hevâ, sadece kuru bir meyil demek değildir. Her yönelişin temelinde bir sevgi ve istek bulunduğu gibi hevâ da muhabbetle meyletmek demektir. Bu sebeple de hakkın hilâfına (zıddına), istekle ve sevgiyle meyletmek asıl hevâyı anlatmaktadır. Ayette işaret edilen sapıklık tehlikesi de bu sevgi ve muhabbete dayalı meylin sonucu olmaktadır. Hisler ve hevesler, başıboş, serbest kayıtlardan uzak ve duygusal hareketleri öngörürler. Bağlılık, disiplin, düzen, ölçü ve denetimden hoşlanmazlar. Oysa insan, başıboş bir hayatın değil, her yönüyle hesabı verilecek bir ömrün sahibidir. Bu sebeple de kayıtsızlık isteklerinin, en esaslı kayda, "vahy"e bağlı kılınması, hayatın tadını çıkarmanın yolu olduğu kadar, ahireti kazanmanın da tek çaresidir. Nitekim bir ayette bu husus şöyle açıklanmıştır; "Kim rabbinin azametinden korkup nefsini, heveslerin sevk ettiği kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer elbette cennettir."[3] Mâverdî'nin haber verdiğine göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Hakkınızda iki şeyden endişe ederim: Heveslere uymak ve tûl-ı emel... Heveslere uymak, hakkı görmeyi, hakka uymayı önler; tûl-i emel (uzun emeller beslemek) de ahireti unutturur.”[4] Peygamberin tebliğatına uymak Hadisimizin asıl mesajı, olgun mü'min olabilmek için hislerin ve heveslerin Hz. Peygamber’in getirdiklerine tâbî kılınmasıdır. Bu da aklın vahiy aydınlığından yeterince ve serbestçe yararlanabilmesiyle mümkün olacaktır. Ne var ki, hisler ve hevesler, aklı bu noktada serbest bırakmazlar. Yoksa aklın vahye uyması pek tabiidir. Eğer aksi oluyorsa orada aklın değil, hisler ve heveslerin hâkimiyeti söz konusudur.. Bu konudaki Kur’ân-ı Kerîm'in tespiti şudur: "Eğer sana cevap vermezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil."[5] "Hevâ ve hevesini kendisine tanrı edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar gerçekten davarlar gibidir, belki daha da sapık yolludurlar."[6] İman bütünlük ister İman bütünlük ister. Yüce Rabbimiz; "Ey iman edenler, İslâm'a topyekûn ve tam olarak giriniz, şeytanın adımlarına tâbi olmayınız!"[7] buyurmaktadır. Hadisimizi şerh eden Aliyyu'l-Kaarî de, hadisteki "mü'min olmaz" ifadesini, imanın aslını nefyeden (ortadan kaldıran) bir ifade olarak anlamanın mümkün olduğunu söylemektedir. Zira Hz. Peygamber’in getirip tebliğ ettiği inanç esaslarını benimseyememiş kişi mü'min değildir. Nitekim biz, dinin inanç esaslarını kabul ettiği halde hükümlerine uymayanlara fâsık, hükümlerine uyar göründüğü halde aslını kabul etmemiş olanlara da münafık diyoruz. Yine Aliyy'ül-Kaarî, "mü'min olmaz" ifadesini, imanda kemâli ortadan kaldırma (nefy) anlamında yorumlayarak, Hz. Peygamberin tebligatı içinde yer alan emirler ve nehiylere uymayı his ve heveslerine kabul ettirememiş olanların “olgun mü'min” olamayacağı sonucunu çıkarmanın da mümkün olduğuna işaret etmektedir.[8] Biz de bu ikinci manayı tercih ettik. Hayatın her döneminde ve her meselede Hz. Peygamber'in tebligatına bağlı ve tâbi olmak, Müslüman için gerçek kurtuluş ve mutluluk iken, inançlı insanları heveslerine bağlı, hislerine tâbî görmek, iman noktasında ciddî rahatsızlıkların varlığına işarettir. "Bana göre" yanılgısı Hayatın her döneminde ve her meselede Hz. Peygamber'in tebligatına bağlı ve tâbi olmak, Müslüman için gerçek kurtuluş ve mutluluk iken, inançlı insanları heveslerine bağlı, hislerine tâbî görmek, iman noktasında ciddî rahatsızlıkların varlığına işarettir. His ve heveslerin adeta ilahlaştırıldığı, böyle bir yozlaşmanın, çağdaşlık gibi bir yanıltıcı yorumla meşrulaştırıldığı çok karmaşık bir ortamı yaşıyor gibiyiz. İnsanlarımızın çoğunlukla hislerini kullandıkları, akıllarına çok az müracaat ettikleri görülmektedir. Herkes kendi his ve heveslerini "Müslümanlık" ya da "dindarlık" ölçüsü olarak almaya ve ona göre Müslüman olmaya heves ediyor, özeniyor. Konuları "bana göre" kaydıyla yorumluyor, "bana göre" derken, hislerine ve heveslerine yenildiğini, hislerini ölçü aldığı için ayrılığa, fitneye, fikrî anarşiye, hürriyetsizliğe, başıbozukluğa, eksantrikliğe düştüğünü akıl edemiyor. Hele hele his ve heveslere göre Müslüman olunamayacağını ya kestiremiyor ya da öyle görünüyor. Unutulmamalıdır ki, bütün yanılgı ve günahların temelinde nefsin arzu ve isteklerini, aklın ve imanın gereklerine takdim etmek (onlardan önde tutmak) yatar. Allah saygısı ve sevgisi, Peygamber'e uymakla ispat edilebilirken, his ve heveslerin peşine takılmak, sonu gelmez hatalara, bid'at ve hurafelere, telâfisi çok zor dinî ve manevi zararlara düşmek olur. Çare Çare, hadisimizde pek beliğ ve net bir şekilde ifade buyrulduğu gibi “Hz. Peygamber’in getirdiklerine uymayı his ve heveslere kabul ettirmek”tir. Demektir ki, imanda olgunluk, duyguların Müslümanlığındadır. Zira his ve heveslerin Hz. Muhammed'in tebligatına tâbî kılınması; onun hükmüne rıza göstermeyi, onun izini izlemeyi, sünnetini yaşamayı, davasına sahip çıkmayı, her yönden ona teslimiyeti, açıkçası iyi bir ümmet olmayı ve böylece iman hürriyetine kavuşmayı gerektirir. Bu da aynı zamanda arzuların hürriyeti ve mutluluğu demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Yok yok, Rabbine andolsun ki, onlar, aralarında çıkan çapraşık işlerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefislerinde hiç bir dargınlık duymaksızın tam bir bağlılıkla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar."[9] Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki, nefsin aşılması, onu Hz. Peygamber’in tebliğlerine tâbî kılmakla mümkün olacaktır. Gerçek hürriyet de bu nefs engelinin aşılmasından sonra belirecektir. Zira İslâm, İslâm dışı her türlü kayda ya da kayıtsızlığa karşı tam bir hürriyet ve mutluluk sistemi ve ortamıdır. His ve heveslerin Hz. Muhammed'in tebligatına tâbî kılınması; onun hükmüne rıza göstermeyi, onun izini izlemeyi, sünnetini yaşamayı, davasına sahip çıkmayı, her yönden ona teslimiyeti, açıkçası iyi bir ümmet olmayı ve böylece iman hürriyetine kavuşmayı gerektirir. His ve hevesler dediğimiz, nefsin arzuları yerine getirildikçe, nefsin hâkimiyetinin güçleneceği muhakkaktır. Bu yüzden nefsi hak yolunda büyük bir engel olmaktan çıkarabilmek için onun etkinliğinin sınırlandırılması çareleri aranmıştır. Bunlardan biri de "nefsin haklarına değil, hazlarına mâni olmak" şeklinde tanımlanan mücâhededir. Hadisimizde konu, "hevâ ve heveslerin Hz. Peygamber’in tebligatına tâbî kılınması" şeklinde tespit edilmiştir. Zira dinimizde hakların zayi edilmesi değil, aksine korunması esastır. Hz. Peygamber’e uymakta da kimsenin ve hiç bir hak sahibinin hakkının zayi olması söz konusu olamaz. Bu sebeple de Efendimiz, konu olarak seçtiğimiz hadis-i şerifte, genelde insanları, özelde inananları duygusal bir hayata değil; aklî ve imani, şuurlu ve denetimli bir hayata ve köklü bir hürriyete çağırmaktadır. Hislerin ve heveslerin, bu çağrı karşısına dikilmeye kalkışacak iç güçler olduğunu duyurmaktadır. Müslümanların dış düşmanları karşısında başarılı olabilmelerinin, önce bu iç güçlere karşı kazanacakları zafere bağlı olduğuna işaret etmektedir. Sürekliliği ve her türlü cihad hareketlerinin temelinde bulunuşu belki de bu mücadelenin "cihad-ı ekber" diye nitelenmesine vesile olmuştur. O halde his ve heveslerin girdabından tebliğ-i Muhammedî ipiyle kurtulmak, tüm gayretimizle o ipe sarılmaya çalışmak gerekmektedir. Zira böyle bir gayrette başarının sonucu Allah Teâlâ’nın ihsan ve ikramına mazhar kılınmış bahtiyarlarla arkadaşlık ve tabiî büyük mutluluk demektir: "Öyle ya; her kim Allah'a ve Peygambere tâbi' olursa, işte onlar Allah'ın kendilerine in'am ve ihsan ettiği nebiler, sıddıklar, şehidler ve salihler ile birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar!"[10] Dipnotlar: 1. Beğavî, Mesâbihu's-sünne, 1, 160 (tahkikli baskı); Şerhu's-sünne, 1, 212–213 Hatib Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, 1, 55; 2. Nevevî, Kırk Hadis (hds. No:41), Hadis sened açısından değerlendirmesi için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Camiu'1-ulüm ve'l-hikem, s.364–365 2. Sad (38), 26 3. en-Nâziât (79), 40–41 4. Mâverdî, Edebû'd-din ve'd-dünya, s.13 5. el-Kasas (28), 50 6. el- Furkan (25), 43–44 7. el-Bakara (2), 208 8. Mirkâtu’l-mefâtih I, 201–202 9. en-Nisa (4), 65 10. en-Nisa (4), 69 http://www.sonpeygamber.info/arzularin-teslimiyeti 1 Quote Share this post Link to post Share on other sites
HİÇ 542 Report post Posted May 7, 2013 Güzel yazı. Özellikle günümüzün her meselede aklını kullanıp kendince hüküm çıkarma sevdalısı Müslümanlarını görünce isabetli bir yazı olmuş. "Ben", "bence", "bana göre" gibi yaklaşımlar dini mevzularda insanı farklı noktalara götürür. İnsanlarımızın bu hale getirilmesi uzun soluklu bir süreç. önce İslamı ortadan kaldırdılar ve İslamın yaşanmaması için ne gerekiyorsa yaptılar. Üstad diyor ya; Gitti su yollarını kıvrım kıvrım bilenler Bir ot yığını kaldı kökünden kesilenler... diye. Bu o devrin ve 2 nesil sonra bu coğrafyanın insanının ne hale geldiğinin ve getirildiğinin ibretlik ifadesidir. Dini öğretecek adam kalmamış ki bu millete? Ondan sonra yetişen cahil bir nesil ve günümüzdeki en önemli ve ilk olarak bilmesi gereken dinini bilmeyen ve bilmediğinin bile farkında olmayan ve bilmediği dini hakkında bir de fikir beyan edebilen bir topluluk. Üstad diyor ya; "Ne ecel terleri döktüm nelerden" diye bu ülkenin Müslümanları da ne ecel terleri döktü. tarihin dili olsa bu mazlumluğu nasıl anlatabilir? Kuranı Kerimleri toplatıldı, gizli saklı öğretildi, öğretirken yakalananlar hapse atıldı, şapka takmadı diye insanlar zulüm gördü, "Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır" diye kanun çıkarıldı, Süleymaniye Camii'ne adam bulunamadığından gece bekçisini imam tayim ettiler, sultanahmed gibi şaheser camimiz depo yapıldı, ayasofyamız ibadete kapatıldı ve daha neler ve neler... bu kadar tahribattan sonra hala bu ülkede "Allah" deniliyorsa Cenabı Hakkın kudretiyle, lütfuyla, keremiyledir. din hususunda böyle bir boşluk olunca bunu da belli mihrakların satılmış adamları doldurdular. özellikle televizyon ekranlarında dini mevzuları tartışıp halka bütün meselelerin tartışılabileceğini empoze ederek insanları 1400 yıldır uygulanmış ve kıyamete kadar da uygulanacak olan İslami hükümler noktasında zaafa uğrattılar ve "bence, bana göre" hezeyanlarını insanların iliklerine işlettiler. Yazıda aktarılmış olan ayetlere ilaveten ben de Ahzab Suresi'nde geçen ve asla unutmamız gereken 36. ayeti aktararak sözümü noktalıyorum; 36. Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Yazıda tespit ettiğim tek kusur bazı yerlerde Peygamber Efendimizin sav has ismini anıp yazarın salavatı şerife getirmemesidir. 1 Quote Share this post Link to post Share on other sites
HİÇ 542 Report post Posted May 8, 2013 Hz. Peygamber (s.a.v.)’e olan sevginin belirtileri şunlardır: Sünnet-i seniyyelerini yerine getirmek, O (s.a.v.)’in gösterdiği hak yolda yürümek ve O (s.a.v.)’e bağlı kalmak, şerefli şerîatının çizdiği sınırı aşmamak ve şeriat âdabına uymaktır. Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’inde meâlen: “(Habibim) de ki : Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki Allâh da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün.” (Âlî İmrân s. 31) buyurdular. Bir gün Hz. Ömer (r.a.) yemin edip: “Ya Resûlallâh (s.a.v.), bana nefsimden başka herşeyden daha sevgilisin” dedi. Peygamber (s.a.v.): “Beni nefsinden daha fazla sevmeyen mü’min-i kâmil olamaz.” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.): “Sana kitap indiren Allâh (c.c.)’a yemin ederim ki, seni nefsimden daha çok seviyorum” dedi. Efendimiz (s.a.v.): “Şimdi tam sevgimizi söyledin ya Ömer” buyurdular. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: “Îman halâveti (tadlılığı, lezzeti) üç şeyden alınır: Allâh ve Resûlü (s.a.v.)’i her şeyden fazla sevmek, sevdiği dostu, Allâh (c.c.) rızası için sevmek, yanında küfre dönüşü, yakıcı ateşe atılmak gibi mekruh (kötü) görmektir.” Sevbân (r.a.) bir gün benzi sararmış, perişan bir halde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına geldi. Onu o halde gören Efendimiz (s.a.v.): “Sana ne oldu ya Sevban?” diye sordular. O da: “Ya Resûlallâh (s.a.v.), sen âhirette peygamberlerle yüksek mertebelerde bulunacağın için seni göremeyeceğimi düşünüyor ve halim ne olacak diye üzülüyorum” cevabını verdi. O zaman Cenâb-ı Hakk şu Âyet-i Kerîmeyi indirdi: “Kim Allâh’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve sâlihlerle beraberdirler.” (Nîsa s. 69) (İmâm-ı Kastalânî, Mevâhibü Ledünniyye, 2.c., 151-158.s.) 4 Mayıs , Mevlâna Takvimi 1 Quote Share this post Link to post Share on other sites