Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
straightforward

Ver Goncayı Al Binlerce Cehennemi!

Recommended Posts

İşaretlerle konuşuyordu, yoktu dudağı. Hem “bir parçası dahi gökyüzüne sığmayacak ah” kelimelere nasıl sığardı? “Ah etsem ateşten bir timsah olup saldırır bana!” derdi.

Çünkü ateşti derdi. Dert kayığı içinde çaresizken, dostlar kıyıda keyif naraları atıyor, hasta ateşin şiddetiyle sayıklarken, sevgili sahilde şarkılar mırıldanıyordu. Yüzünün ateşiyle yandı önce. Öyle yandı ki, zarar edeceği pazara kendini atmakta tereddüt etmedi. Ateşe gidip sudan dönmenin yollarını aradı orada. Ama su denilen koca deniz cayır cayır yanıyordu önünde. Bu ateşten denizin üzerinde mumdan gemiler işleten devler seyahate çağırıyordu onu. Kıyısı olmayan bu denizi aşmak zorundaydı kalp şehrine varabilmek için. İyi de bir deliye akıllılar nasıl çare bulabilirdi! Bir yara yüzünden kendini kaybeden bu delinin ilacı zincirlerden başka neydi! Mademki altın istiyordu, tutsağı olacaktı maden ocağının. Mademki kan süzülüyordu yeşil papağanların gagalarından, dudaklarını kesip atacaktı. Mademki balıkları avlamak için bütün oltalara kor ateşler takılmıştı, avlanacaktı. Kayığı bir kıyıya vurup parçalansa da ne gam! “Hiç sevgiliye doğru ok atılır mı?

“Biz bambaşka bir delilik yolunun yepyeni yolcularıyız. Oklarla dolu okluk gibi kendi ülkemizde seyahat ediyoruz. Aşkla yanmadıkça uzun ömrü ne yapalım! Bir kıvılcım gibi ölürüz, yeter ki yanalım” diyen âşıklardandı Şeyh Gâlib. “İstiridyenin kabuğunu parçalamadan inciye ulaşmak mümkün mü!” diye soran bu yolcu hem dalgıcı hem incisi oldu macerasının. Aynadan bir saraya dönen dünyada yüzüne baktı durdu. Fakat aynada başka bir yüzü gördü hep. Karanlık ve kar yağan şehirler gördü. “Allah’ım siyahı en üstünü yap renklerin, değil mi ki gece siyah” diye inledi. İçenlerin dudaklarını eriten “ölümsüzlük şarabı”nı yudumlamaktan geri durmadı. Sadece ehlinin değerini takdir edebileceği mallar koydu tezgâhına. “Aşina şehrin insanları malımızın nereden olduğunu bilir!” diye iç geçirdi müşteriler başka tezgâhlara giderken. Kıvılcımlar ekip paramparça kalpler biçen muhabbet çiftçilerinin arasına katıldı bir gün. Kaş rahlesinde efsun okuyan büyücü gözlerle tanıştı. Çılgınlık Mollası’ndan dersler aldı. Bin yıllık mesafedeki Gam ülkesini aştı. Hoşrübâ adlı güzelin kalesindeki esaretinin ancak o kaleyi yakmakla biteceğini gördü. Mutlak Güzel’e ulaşmak için çıkmadığı kuyu, geçmediği deniz, savaşmadığı canavar kalmadı. Sonunda Kalp şehrine vardı, Hüsn’ün sarayına. Aynadan yapılmış bu sarayda tekrar yüzüne baktı. Tepeden tırnağa ürperdi korkudan. Aşk mı Hüsn’dü, Hüsn mü Aşk?

Şeyh Galib, Hüsnü Aşk’ı bir iddia üzerine yazmıştı. Büyük şairdi Nâbî kabul, fakat sınırlar aşılmıştı. Bırakın bir benzerinin yazılması, Nazire bile yapılamazdı güya Hayrâbad’a. Şairler meclisi paha biçemezken Nâbî’ye, Gâlib dayanamadı. “Ol rıtl bana gîran göründü/ Bir sûret-i imtihan göründü (Ağır geldi bana bu kadeh, bir sınama gibi göründü) diyerek çıktı Hüsnü Aşk yoluna. 26 yaşındaki genç şair, mızrağını fırlattı yaşlı ustaya: “Şeyhin sözüne söz katmak hiç yakışır mı Nâbî’ye. Ey aslını bilmeyenler kıssanın! Şeyh Attar onu eksik mi bıraktı!” Bu söz üzerine şairler, hodri meydan, dediler. Mademki Nâbî’yi Attar’dan çalmakla suçlamıştı, özge tacını koymalıydı ortaya. Altı ay yandı Şeyh Gâlib. “Hiç sözle olur mu vasl-ı dildâr (Hiç güzele kavuşmak sözle olur mu!)” diyerek her gününe yüz gün sığdırarak çalıştı. Allah’a övgüyle başladı söze. Onun yardımı olmadan kalemin eğri büğrü ayağı çamura saplanıp kalırdı. Söz O’nundu. Ne kadar güzel olsa da hiçbir söz Kur’ân’a denk olamazdı. Sonra mîracını anlattı Son Peygamber’in. “Can katsın diye Vuslat Mısır’ına Hayret Nil’i coşup taşmıştı.” Peşinden kalemini batırdığı hokkanın sahibini andı. On bir kere okuyup ezberlediği Mesnevî’nin. Ne büyüktü Mevlânâ! Sonunda sıra babası Reşid Efendi’ye geldi. Yalnız beden değil ruh ocağına. Mevlevî dergâhından feyz alan bu ihtiyar, tam kesmişken evladı ümidini yazmadan, sevgi kırbacını şaklattı. Gâlib’in diliyle, yolunu kaybetmişin elinden tutup şiirde Pîr’in (Mevlânâ) yolunu gösterdi. Aşk âleminde kılavuzluk etti oğluna. Ebedilik suyuyla yıkadı kalbini. Nefesiyle can verdi neye. Şimdi soruyor Gâlib. Böyle bir baba için bu sözler az mı? Aşk kılavuzunun babalığı iki kat olmaz mı?

Olur elbet. Altı yılda yazılabilecek eser, altı ayda çıkar ortaya. Çıkar ortaya ve kendisinden önceki bütün şairleri geride bırakır. Halk için değil Hak için yazmıştır çünkü Gâlib. Hüsnü Aşk’ın mihrabından açıklamıştır: “Dâim bunu der ki elde hâme/Âfet bana i’tibâr-ı âmme (Elimdeki kalem hep şöyle der bana: Halkın beğenisi felâkettir) A.ALİ URAL...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...