Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
hira

Mustafa Armağan

Recommended Posts

''Bavê Kurdan'': Abdülhamid uğruna ayaklanan Kürtler

MUSTAFA ARMAĞAN

Tarih biraz zalim midir ne? Dikiz aynasında sürekli; ayrılmıyor peşimizden. Hayalet gibi takipte. Son kitabım “Geri Gel Ey Osmanlı”da da filozof Derrida’ya atıfla belirttim:

Usulüne uygun olarak defnedilmeyen ölülerin ruhları nasıl ıstıraptan kavrulur ve yakınlarına musallat olursa, Osmanlı’nın mezarı üzerinden yol geçirmekle de onun hakkından gelemeyeceğimizi görelim ve Osmanlı’yı gerçekten ait olduğu yere, içimize gömelim. Onun ruhuyla barışalım.

 

Atatürk’ün okul arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Frederick P. Latimer’in kendisiyle yaptığı konuşmada, Atatürk zamanında yazılan tarih kitaplarında Osmanlı’nın çok az ve kronolojik olarak yer almasını şöyle açıklamış:

 

“Atatürk kasten unutturmak istedi eski cehalet ve taassubu... Osmanlı ananesini takip etseydik biz imkân yok inkılâp yapamazdık. O sağken mekteplerde okunan Osmanlı tarihi mümkün olduğu kadar kısa, kronolojik bir tarihti. Etileri, Sümerleri Osmanlı’nın yerine doldurdu inkılâpları yerleştirsin diye. Ne yaptı yaptı Osmanlıyı durdurdu ve yeniyi kurdu.” (”Askeri ve Siyasi Belgeler”, Temel Yay., 2005, s. 254)

 

Bu çarpıcı ifadeler, tarihçi Toynbee’nin Osmanlı medeniyetinin çökmüş değil, durdurulmuş bir medeniyet olduğu tezini kuvvetlendiriyor. Evet, durdurulmuş ya da henüz ruhunu teslim etmeden toprağa verilmiş bir medeniyet. Bugün hemen her adımda karşımıza çıkması, hortlaması bundan değil mi?

 

İşte Kuzey Irak. İşte adına ister “Güneydoğu Sorunu”, ister “Terör Sorunu” isterse “Kürt Sorunu” diyelim, kekeme dilimizin açılmaya başladığı, küllerinden sıyrılan bir başka gerçekle daha yüzleşiyoruz. Tarih, kendisini unutanları asla affetmiyor çünkü.

 

Bugün bir pencere daha açalım o unutulmuş yüzümüze ve ilginç bir “Kürt isyanı”yla yüzleşelim. Yalnız bu isyan biraz farklı. Ve ibretlerle dolu.

 

Sultan II. Abdülhamid’in sıfatlarını biliyorsunuz. Ermeniler “Kızıl Sultan” dediler ona, Nihal Atsız “Gök Hakan” dedi, Necip Fazıl ise “Ulu Hakan”. “Gaddar” diyenler de oldu, Sivas yöresinden derlenen bir türküde olduğu gibi asker öldüren değil, “asker yaşatan Sultan” diyenler de. Ancak az bilinen bir gerçek, Kürtler tarafından da sahiplenilmesi bir yana, “Kürtlerin Babası” olarak baş tacı edilmesi. O, “Bavê Kurdan” olarak anılırdı Kürt aşiretleri arasında.

 

Wadie Jwaideh’in “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi” başlıklı doktora tezinden öğrendiğimize göre, daha Meşrutiyet ilan edilir edilmez Süleymaniyeli Şeyh Said Berzenci (bildiğimiz Şeyh Said’le alakası yok elbette) Abdülhamid’i destekleyen ve Jön Türklere açıkça meydan okuyan bir isyanın bayrağını çekmişti. Meclise karşı Padişah’ı destekleyen bu isyan bir süre sonra bastırıldı, Şeyh Said Musul’da gözaltına alındı ve bir yıl sonra çıkan Kürt karşıtı bir ayaklanma sırasında evinin önünde öldürüldü. Ancak bundan sonra bölge, uzun süre dinmeyecek bir anarşinin içine sürüklendi (oğlu Şeyh Mahmud ise Mondros’tan sonra İngilizlere isyan edecekti).

 

Ancak asıl üzerinde durulması gereken bir isyan vardır ki, tahtından indirilen Abdülhamid’in intikamını almak için başlatılmıştır. 24 Temmuz 1908 tarihli Jön Türk ihtilalinin ardından yeri rejimi, Meşrutiyet’i tanımadığını ilan Millî Konfederasyonu reisi ve Abdülhamid’in en güvendiği Hamidiye alaylarının komutanlarından İbrahim Paşa ayaklandı ve bağımsızlığını ilan etti. Nisan 1909’da tahtından indirilen Abdülhamid’i desteklemek amacıyla 1.500 silahlı adamıyla Şam’a yürüdü.

 

O sırada Selanik’te Alatini Köşkü’nde dünyadan tecrit edilmiş bulunan Sultan Abdülhamid’in olanlardan haberi yoktur elbette ama Şam’da bir Kürt subayı, onun adına şehri işgal ediyor ve Suriyelileri Jön Türklere karşı Abdülhamid bayrağı etrafında yeniden birleşmeye çağırıyordu. Ne var ki, Jön Türklerin gönderdiği kuvvetler karşısında yenilgiye uğrayan İbrahim Paşa kuvvetleri, Urfa ve Rakka arasındaki Abdülaziz Dağı civarına çekilecek ve oradan aşiretin merkezi olan Viranşehir’e dönerken, kendisini yakalamak için görevlendirilen Şamar aşiretiyle girdiği bir çarpışmada öldürülecekti.

 

Martin van Bruinessen’in “Ağa, Şeyh, Devlet” adlı çalışmasında da kısa bir bilgi bulabileceğiniz bu ilginç isyan üzerinde tarihçilerimiz nedense yeterince durmuş değildir. Ancak başarısız da olsa bu iki isyan girişimi, Sultan Abdülhamid’in Kürtlerin dünyalarında işgal ettiği yerin ve uyandırdığı bilincin derinliğini göstermesi bakımından dikkate değer göstergelerdir.

 

Burada bazı tarihçilerin Abdülhamid’in Hamidiye Alayları ile Kürt milliyetçiliği tarihinde bir fetret dönemi, bir geri adım, bir boşluk meydana getirdiği yolundaki tezlerine karşı Robert Olson’un tespitini aktarmak istiyorum. Olson’a göre, tam tersine, Hamidiye dönemi “Sünni Kürtler arasında dayanışma duygularına katkıda bulunmuş ve pek çok Kürt gencine önderlik fırsatları sunmuştur. Dahası, Hamidiye Alayları, pek çok Kürt’e askeri teknoloji ile donanım bilgisi ve bunları kullanabilmek kabiliyeti sağlamıştır.”

 

Bu satırlar ona neden “Kürtlerin Babası” denildiğini yeterince gösteriyor olmalıdır. Ancak en ziyade konuşma hakkı kendisinin değil midir? Öyleyse Abdülhamid konuşsun, biz dinleyelim:

 

“Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir şekilde yetiştirilen bu Kürt alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri “itaat” fikri, kendileri için de faydalı olacaktır... Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, İstanbul’a getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır [bakan] mevkilerini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi bir zarar olabilir?” (Siyasi Hatıratım, s. 52.)

 

Haksız mı? [email protected]

Sayı: 50

Bölüm: Yazarlar

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sultan Alparslan'ın Malazgirt'e girişinden bu yana beraber yaşadığımız Kürt kardeşlerimiz konusunda yıllarca yanlış yorumlar yapıldı denilebilir. Hepimiz biliriz Son devrin din mazlumları adlı kitabı; Hani Üstad'ın ses getiren yapıtlarından biri. Gerek orada, gereksede tutarlı ve gerçek tarihten bahseden yazılarda Kürt meselesi üzerine derin ve somut tahliller yapılmış.

 

Yani uydurma bir Kart kurt sesi, yok efendim bunlar Osmanlı'ya bilmem kaç defa başkaldırdı, bunlar cahildir ve geri kafalıdır, bunlar varya bunlar bizi İngilizler'e sattı gibi ucuz, gerçek dışı ve mesnetsiz söylemlerin gerçek tarihe bir leke konduramayacağı kanaatindeyim.

 

Burada Kürt, Kürtçülük ya da şu meşhur sakız halkaların kardeşliği muhabbetini değilde, şahsi düşüncelerimi aktarmak istedim hepsi o.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Guantanamo’da Abdülhamid sorgusu

 

“Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz.

Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.”

 

Önümüzdeki 10 Şubat’ta vefatının 90. yılında rahmetle anacağımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’te yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması...

 

Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi. Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi.

 

Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu. Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini.

 

Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABD’li alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı.

 

İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Ortadoğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti.

 

İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar peşmergelere eğitim yaptırıyor. Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi:

 

“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”

 

Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Ortadoğu’ya “huzur” gelmeyecek(!). Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır.

 

Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, geçen yıl “Vakit” gazetesinin kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta bu Guantanamo mahkûmu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz.” dediğini aktarıyordu.

 

II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:

 

“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”

 

Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenler, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da...

 

İyi güzel, anlıyoruz İngiliz’in, Fransız’ın, Yahudi’nin, Ermeni’nin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlardı yoksa?

 

Ortadoğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, “sessiz Çanakkale” diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale... Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın...

 

Mustafa Armağan

Share this post


Link to post
Share on other sites

85 yaşındaki ‘Nutuk’ tabu olmaktan çıkarılmalı

 

 

Türkiye’nin tarih alanındaki tabularından biri de Nutuk’tur.

 

15-20 Ekim 1927 günlerinde Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından CHP kongresinde okunan Nutuk, Kongre Genel Kurulu tarafından “tamamen ve harfiyen tasvip edilmiş”, böylece Tek Parti’nin tek “temel eseri” ilan edilmiştir!

Tek “temel eseri”, evet. Ona karşı bir fikir ileri sürmeyi bırakın, hatıra beyan etmek bile suç sayılmış, nitekim müteakip 20 yıl boyunca herhangi bir dişe dokunur Milli Mücadele hatıratı neşrolunamamıştır. Buna cüret eden Kâzım Karabekir’in kendi parasıyla bastırdığı kitabın “Kızıl Pençe” ekibi tarafından nasıl yaktırıldığını ve evine defalarca baskın yapılıp dosyalarına el konulduğunu biliyorsunuz.

Tek Millet, Tek Şef, Tek Parti, Tek Kitap… Dönemin tekçi karakterinin özeti bu. Lakin Nutuk’un neredeyse kutsal kitap ilan edilmesi, kendi aleyhine işleyecek ve ‘en çok basılan ama en az okunan’ kitap rekorunu açık farkla kıracaktır. Nasıl mı?

ezberci taifesi var, uzman yok

1) Daha basımının üzerinden 1 yıl geçmiştir ki, Harf İnkılabı’nın inkâr fırtınasına yakalanan Nutuk, yasak kitaplar arasına girer. Suçu büyüktür, zira Arap harfleriyle basılmıştır. Onu temel eser ilan eden CHP’nin 50 bin adet bastırılan Nutuk’un elde kalması yüzünden kese kâğıtçılarına gitmesini önlemek için teşkilata yazdığı talimat içler acısıdır. Okumasanız da, alıp hatıra eşyası gibi raflarınıza koyun, diyordu Recep Peker. Nutuk’un daha ilk yılında başına gelene bakın siz.

2) Ardından Nutuk diğer Osmanlıca kitaplar gibi yasaklanır ve halk Gazi Paşa’nın bu “her kelimesi” parti tarafından onaylanan eserini okumaktan mahrum kalır. Kaç yıl mı? Harf İnkılabı’ndan ancak 6 yıl sonra Latin harfli bir baskısı çıkar. 4 yıl sonra ise 3. baskısı.

3) Tam işler yoluna girdi diyordunuz ki, Nutuk’un görünmeyen bir yasakla karşı karşıya olduğu anlaşıldı. 1927’de tüm CHP’li üyeler tarafından ittifakla kabul edilen “temel eser” vasfı ortadan kaldırılmış, piyasada “İsmet İnönü’nün Söylev ve Demeçleri” boy gösterirken, bir defa dahi matbaa yüzü görmemiştir. 1938’den sonraki ilk baskısı DP iktidarının 2. ayı olan Temmuz 1950’de yapılmıştır.

4) Böylece Nutuk özgürlüğüne kavuşmuştur kavuşmasına ama bu arada Dil Devrimi’ne toslamış, kısa sürede dili eskimiş, genç kuşaklar için Namık Kemal’in eserleri kadar anlaşılmaz olmuştur. 1963’ten itibaren bu defa dili Öztürkçeleştirilip yer yer kısaltılacak, kuşa çevrilerek yayınlanacak ve iyice okunmaz, okunsa da anlaşılmaz hale gelecektir.

Bugün Nutuk çok basılıyor ama okunuyor, en önemlisi de anlaşılabiliyor mu? Bırakın halkı, uzmanlar tarafından bile okunduğundan emin değilim. Nereden mi çıkartıyorum bunu? Uzmanlarımız Nutuk’taki tarihî hataları görmüyorlar da ondan. (Görmüyorlar mı yoksa göremiyorlar mı? Orasından emin değilim.)

Şimdiye kadar Nutuk uzmanlarımızın yetişmesi gerekmiyor muydu? Sami N. Özerdim gibi bir iki isim haricinde onun üzerinde uzmanlaşana rastlamak mümkün olmadı. Uzmanlaşma derken hatalarını da görecek şekilde uzmanlaşmaktan bahsediyorum, ezberci taifesinden değil.

Aslında bir ‘Nutuk uzmanı’ tanıyorum ama üniversiteden değil, cihet-i askeriyeden. Kâzım Karabekir Paşa’dan söz ediyorum. Hani bir zamanlar kitaplardan resimleri makasla kesilen Şark Serdarı’ndan.

Karabekir Paşa göz hapsinde tutulduğu yıllarda oturmuş, itiraz ve cevaplarını Nutuk’un 1927 tarihli Osmanlıca baskısının kenarına yazmış. Sevgili Sami Çelik de bu eseri 1997’de 12 küçük cilt halinde neşretmişti. Adı, “Nutuk ve Karabekir’den Cevaplar” (Emre Yay.). Maalesef piyasada bulunmayan bu kitabı incelediğinizde Karabekir Paşa’nın Nutuk’u nasıl dikkatle irdelediğini, adeta röntgenini çektiğini görürsünüz.

Mesela Mustafa Kemal Paşa’nın bir ismi kasıtlı olarak değiştirdiğini iddia ediyor. Nutuk’un 171. sayfasında İstanbul hükümetinin Anadolu’ya heyetler göndermeye başladığı, bunlardan birinin Harbiye Nezareti eski Müsteşarı Ahmed Fevzi Paşa olduğu yazılıdır. Gerçi Ahmed Fevzi Paşa diye biri vardır ama gelen kişi, Karabekir Paşa’ya göre o değil, bildiğimiz Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’dır! Şöyle yazar:

“Bu ismin kitapta kasden değiştirildiği kanaatindeyim. Müşir Fevzi Çakmak’tır. Sabık Müsteşar Ahmet Fevzi Paşa değildi.” Diyeceksiniz ki, bunun ne önemi var? Şu bakımdan önemli ki, Nutuk yazıldığı tarihte Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı’dır. İstanbul hükümetinin Kasım 1919’da Anadolu’ya gönderdiği heyet ise Karabekir Paşa’nın hatıratına göre gerçekte Mustafa Kemal’i yakalayıp İstanbul’a götürmek için gelmiştir! Sizin anlayacağınız, Gazi Paşa Nutuk’u yazarken “tarihi ayarlamak”ta, bir zamanlar kendisine pek yakın durmayan Mustafa Fevzi (Çakmak) Paşa’yı muhtemel ithamlardan korumak için gelen kişiyi Ahmed Fevzi Paşa imiş gibi göstermeye çalışmaktadır.

nutuk’u yaşatmak istiyorsanız...

Nutuk’ta tarihe yönelik bu tür değiştirmelere çok da şaşırmamalıyız, çünkü sonuçta o bir bilimsel çalışma değildir, hatta da hatırat değildir. Siyasî bir metindir. Tarık Zafer Tunaya’nın 15 Ekim 1977 tarihli Cumhuriyet’in Söylev ekinde belirttiği gibi “bir tarih kitabı” da değildir. O bir dönemin hesabını verme amacına yönelik çok önemli “siyasal ve tarihsel bir belgedir”. Tunaya, Nutuk’un “asıl sorunu”na dokunma cesaretini gösterebilmiş ender bilim adamlarından biridir. Şöyle yazar bundan 35 yıl önce:

“Asıl sorun, Türk milli kurtuluş hareketinin devrimci ve sağlıklı ilkelerine inandıklarını söyleyenlerin, Nutuk’u tabu sanmaları, onu insancıl boyutlar içine yerleştirememiş, yeni belgelere ve kaynaklara dayanarak, bilimsel ve eleştirici gözle değerlendirmemiş olmalarıdır.”

Tunaya’nın dediği gibi Nutuk “siyasal” bir metinse elbette eleştirilebilir. Hele “tarihsel” önemi olan bir belge ise muhakkak eleştirilmelidir. Eleştirilmelidir ki, onun da içinde taşıdığı gerçeğin dışarı çıkması mümkün hale gelsin. Zindeliğini koruyabilsin. Aksi takdirde güncelliğini kaybettiği için pıhtılaşan bir metin olarak milyonlarca adet basılır ama tek bir sayfası dahi okunmadan kütüphane raflarına, daha doğrusu dijital izlere gömülür gider. Nutuk’u yaşatmak istiyorsanız milyonlar harcayıp göz boyamak yerine tartışmaya açmalısınız. Karabekir Paşa buna gayet iyi bir başlangıç yapmıştı. Devamını getirmek gerekir.

armagan.jpg

armagan-nutuk.jpg

El yazması Nutuk, ne zaman yayınlanacak?

 

Cüneyt Arcayürek’in 10 Kasım 1968 tarihli Hürriyet’te bazı sayfalarının resimlerini yayımladığı Nutuk’un Atatürk’ün elyazısıyla orijinali meselesi vardır. Arcayürek 506 sayfa tutarında olduğunu söylediği müsveddelerin gün ışığına çıkarılmasının önemine o tarihte işaret etmiş. Bugünse maalesef hâlâ kilit altındadır Nutuk. Cemal Kutay, Genelkurmay’ın kasasında kilitli olduğunu yazmıştı. Bu bilgi doğru ise tarihin demokratikleşmesine katkıda bulunmak üzere tıpkıbasımını yaptırmak Org. Necdet Özel’e yakışan bir davranış olurdu.

21 Ekim 2012, Pazar

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...