Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
ilcege

İdris Küçükömer

Recommended Posts

İdris Küçükömer

 

İdris Küçükömer, 1 Haziran 1925 Giresun'da doğdu, 5 Temmuz 1987 İstanbul'da öldü; Türk iktisatçı ve düşünür. Turkiye'de sag ve sol kavramlarinin ters oturdugunu, CHP'nin aslinda sag bir parti oldugunu iddia etmesi ile unlenmistir.

 

İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesinde öğrenim gördü. Aynı fakültede doktorasını tamamladı, daha sonra da doçent oldu. Fakülte kurulunun profesörlüğe yükseltilmesi için aldığı karar, üniversite senatosunca onaylanmadı. Bunun üzerine Danıştay'da açtığı davayı kazanmasına karşın, profesörlüğüne ilişkin kararname 10 Yıllık bir gecikme ile ancak 1976'da yürürlüğe girdi.

 

1960 sonrasında Yön'de yazdığı yazılarla tanındı. Ant dergisindeki yazıları tartışma yarattı. Milliyet gazetesindeki açık oturumlarda dönemin yerleşik yargılarını sorguladı. Sonra 1973'de on yıllık bir suskunluğa büründü ve daha sonra Yeni Gündem yazılarıyla tekrar ortaya çıktı.

 

Küçükömer'in ileri sürdüğü en önemli görüş, Türkiye’de devletin despotik niteliğinin sivil toplumun gelişmesi önünde duran en büyük engellerden biri olduğudur. Başta Sencer Divitoğlu ve Selahattin Hilav olmak üzere bazı aydınlarla birlikte Türkiye'nin toplumsal tarihine ilişkin çözümlemelerinde Asya Tip Üretim Tarzı (ATÜT) kuramını gündeme getiren Küçükömer, Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) yönetim ve bilim kurullarında görev aldı. Birçok yapıtı bulunan İdris Küçükömer ölümünden kısa bir süre önce Sosyal Demokrasi Partisi'ne üye olmuştu...

 

Yapıtları

 

Gelişmiş ve Az Gelişmiş Ülkelerin İlişkileri (1966)

İktisat İlkeleri Üzerine (1964-1967)

Batılaşma - Düzenin Yabancılaşması (1969)

İktisat İlkelerine Yeniden Bakış (1972)

Anılar ve Düşünceler

Cuntacılıktan Sivil Topluma / Yön ve Ant Yazıları

Sivil Toplum Yazıları, ISBN 9757696617

Halk Demokrasi İstiyor mu? Bitmemiş Son Eser

Düzenin yabancılaşması

 

Kaynak

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Aynama yansıyan yüzler: Prof. Dr. İdris Küçükömer

 

İdris Küçükömer “gerçek düşünür” sıfatını hak eden az sayıdaki aydınlarımızdan biri, Türkiye’nin ilk sivil toplum teorisyeni ve resmi tarihi ters yüz eden ezber bozucu yürekli bir entelektüel ve filozof bir bilim insanıydı. Yalnızca iktisatçı değil bir sosyal tarihçiydi de. Bana göre fikrin “Don Kişot'u”dur o.

 

Bugün onu hatırlamanın ve yeniden okumanın tam zamanıdır. Okuduğunuzda sanki bugünün Türkiye’si 1960’ların, 70’lerin Türkiye’siymiş gibi, zaman orada durmuş gibi bir duyguya kapılacaksınız. Küçükömer’in öne çıkarıp analiz ettiği konular bugün de gündemde öne çıkan konular. Ne ki, bu konular kanımca daha sığ düzlemlerde tartışılmakta. Hocanın yanlışı; gerçekleri, doğruyu herkesten veya pek çoklarından önce görmesi ve bunları söylemeye cesaret etmesidir. "Erken öten horozun boynunu vururlar." Öyle de olmuştur. Eleştirici bakışa, farklı ve yeni düşüncelere tahammülsüz sözde aydınlarımız -ne yazık ki hayli vardır- onu sessizlik duvarı içine hapsetmişler ya da etmek istemişlerdi. Bilim yuvası olması gereken üniversite de farklı davranmamıştır; fakültesince alınan profesörlüğe yükseltme kararını üniversite senatosu onaylamamış, kendisinin Danıştay’da açtığı dava sonucu bu hakkı ancak on yıl sonra kazanabilmişti.

 

Ezber bozucuları çok seviyorum. Tıpkı o şirin mi şirin Karadeniz türküsünün felsefi çağrışımlı o inanılmaz güzel deyişindeki gibi: ”Kiraz çiçek açiyi/aykiri dal üstüne...” İnsanlığın devrimsel sıçramalarla gelişmesi, evrene, dünyaya, insana, yaşama böylesi aykırı bakan aykırı insanların eseridir. İnsanlık bahçesinin çok renkli çiçeklerini onlara borçluyuz. Düşünelim bir, hâlâ dünyayı tepsi gibi düz tasavvur edegelseydik bugün halimiz nice olurdu? Bu nedenle insanlığın en büyük ezber bozucusu Galilei Galileo’dur diyorum.

 

Hele ülkemiz için ezber bozuculara gereksinim neredeyse geleceğimizi, kaderimizi belirleyecek denli önemli. Ama onların çoğalabilmesi ancak özgür düşünce iklimine bağlı. Ya da Don Kişot’luğa. İ. Küçükömer şöyle diyor: “Batı’dan etkilendim. Bir zamanlar ulaştığı politik güçle Batı’yı etkilemiş ve ondan etkilenmiş Osmanlı kültür mirası içine doğdum. Ama düşünceyi yasaklamış bir toplumda doğdum. Düşünmek kolay değildi...” (1925 Giresun doğumludur-ölümü İstanbul 1987). İşin en zor yanı kendine, kendi düşünce ve pratiğine karşı eleştirici olabilmektir. İdris Hocamız bunu gerçekleştirebilmişti.

 

 

Cuntacılıktan sivil toplumculuğa

 

İdris Küçükömer bir bilim insanıydı ama kitaplar içine kendini ve hayatı gömecek yapıda biri değildi. Onu kürsüde konuşurken dinlemişseniz anlardınız bunu, bütün vücuduyla konuşurdu, düşünce hızı birçok kez konuşma düzenini bile bozar, onu anlamakta zorlanırdınız. O dünyayı tarif etmek değil değiştirmek istiyordu, bu nedenle düşüncesiyle yaşamını, teori ile pratiğini iç içe koymuştu. Önce kestirmeden gitmeyi seçti: Talat Aydemir'le cuntacılık serüvenine kalkıştı ama sonra yanlışını gördü ve hemen koptu. O, bu serüveni eleştirir ve cuntacılığın tam zıddına, sivil toplum arayışına varır. Halktan kopuk, içinde halkın olmadığı, tepeden inmeci her girişimin sonuçta araçlaştığını, amacın yitip gittiğini fark eder. Görür ki, bu toprakların tarihi zaten cuntacılık üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı’nın çöküşe geçmesiyle birlikte yönetenlerin de bu yönetime karşı çıkan reform yanlılarının da aynı sosyal, sınıfsal yapıda birer cunta yani asker-sivil bürokratik oligarşi olduğunu fark eder. Bunu görünce artık resmi tarih dışında; hamasete, kahramanlığa değil akla, bilime ve kuşkuculuğa dayalı farklı bir tarih okumasına girişir ve analizlerini bu temelde inşa etmeye başlar.

 

İdris Küçükömer’in çalışmalarını yeniden toplayıp Bağlam Yayınevi'nden çıkaran, sevgili arkadaşım Yücel Yaman, İdris Hoca'nın Yön ve Ant dergilerinde çıkan yazılarını topladığı “Cuntacılıktan Sivil Topluma” adını verdiği kitabın sunuşunda, katıldığım şu değerlendirmeyi yapmış: “Cuntacılıktan sivil topluma giden yolda, Sayın Asaf Savaş Akat’ın çok güzel ifade ettiği gibi 'Cuntacılığı bile sevdirecek kadar temiz duyguların ve parlak fikirlerin adamı'ydı. Bu içtenlik, bilim adamı cesareti ile birleşince daha sonraki yıllarda ortaya çıkan sivil toplumun teorisyeni Küçükömer’i oluşturmuştu.”

 

Kitabın bu sunusunda okuyunca beni de şaşırtan Yücel Yaman’ın şu anısı çok ilginçtir. Yaman, 1973 yılında üniversite bahçesinde hoca ile bir konuşmasını aktarıyor: "Üniversite bahçesinde heykelin tam dibine geldiğimizde, benim içi slogan dolu bir lafımı kesip, kanımı donduracak şekilde şöyle demişti: ‘Lenin, Leninizm öldü, cenazesini kaldıracak bir babayiğit arıyorlar kuzey komşuda.’

 

Hocam diyorum ama gerçekte o, İktisat Fakültesi öğretim üyesiydi ben ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi. Gerçi bu iki fakültenin binaları -konuları gibi- birbirinden uzakta değildi, iç içeydi. Hoca ile siyasi görüşlerimiz de uzak değildi. İkimiz de 1960 sonrası Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) üyesiydik. Çevresinde her zaman gençler olurdu ve hoca onlarla sohbet etmeyi severdi. Zaman zaman üniversitedeki odasına gruplar halinde davetsiz misafir olurduk. Bizi büyük bir alçakgönüllülükle karşılar, ilgili ilgisiz sorularımızı sabırla yanıtlardı. O zamanlarda söylediklerini kavramamız olanaksızdı. Ama buna rağmen onda bizi kendine çeken ateşli bir yan vardı ve anlamasam da kafamda sorular uyanırdı. Öyle olmasaydı onu hatırlayıp tekrar dönüp okumak aklıma bile gelmezdi bugün. Bu sohbetlerde sıklıkla onun da bize sorular yönelttiğini hatırlıyorum. Sanırım bu yolla bizim o zor işi yani ‘düşünmeyi’ başarmamıza yardım etmek istiyordu. Aklımda kalan bir başka fotoğraf ise o sohbetler sırasında bazı konulara girmezden önce telefonun fişini çektiğidir, örneğin askerler üzerine değerlendirme yaptığı zamanlarda.

 

 

Düzenin yabancılaşması

 

Kıyamet bu kitapla kopmuştu. Tarihte doğru bilinenlerin eğri, eğri bilinenlerin doğru olduğunu söylüyordu. Bu kitapta Osmanlı'dan günümüze sosyal ve siyasal güçlerin tarihsel yer alımı ile ilgili bir “gerici-ilerici” şeması veriyordu ki kolay yenir yutulur gibi değildi: Ortadan ikiye bölünmüş bir tablo veriyor; sol yanda, yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı halk cephesine dayanan, Jön Türklerin Prens Sabahattin kanadı, Hürriyet ve İtilaf, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde ikinci grup, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi yer alıyor. Sağ yanda ise Batıcı-laik bürokratik geleneği temsil eden Jön Türklerin İttihat Terakki kanadı, Birinci Büyük Millet Meclisi'nde birinci grup, CHP, Milli Birlik Komitesi, Ortanın Solu CHP’si. Sol yan ilerici oluyor sağ yan tutucu. İslamcı diye itilen halk kesimlerinin düzene gerçek muhalefeti çıkaracak üretici kesimler olduğunu söylüyor.

 

Kısaca tarihe şaşı, ters baktığımızı söylüyordu bize. 1962’de yazdığı bir makalede “Halen Türkiye’de iktidar muhafazakârlarındır. Yani, parlamentoya girmiş CHP’nin büyük ekseriyeti ve diğer parti temsilcileri muhafazakârları temsil etmektedir.” diyordu.

 

Bizde devlete hâkim olan bürokrasi Osmanlı'dan beri sermaye birikiminin, üretici güçlerin gelişmesinin önündeki başlıca engeldir. Ona göre bizde devletin bürokratik despotik niteliği, Atatürk düşüncelerinin Kemalist resmi ideoloji haline getirilmesi sivil toplumun ve dolayısıyla demokrasinin gelişiminin de kösteğidir. Bu görüşlerini, Osmanlı-Türk tarihinin "Asya Tipi Üretim Tarzı"na (ATÜT) dayandığı tezi ile temellendirir.

 

 

Irkçı-milliyetçilik

 

Alın bakalım, bugün günlük basınımızda bile en çok kullanılan sözcükler bunlar. Bu tehlikeyi analiz eden makaleler döktürmekteyiz. İdris Hocamız ise daha 1962 yılında bu konuyu bu başlık altında ele alıyor. 1962 yılı ki, 27 Mayıs’ın özgürlükçü rüzgârlarıyla herkes sarhoşken o bu tehlikeye işaret ediyor. Bu akımı 18. yüzyılda Avrupa’da başlayan filizlenmelerden alıp günümüze dek etraflı biçimde inceliyor. Her satırı bugün için de geçerlidir. Önümüzdeki günlerde "yorum" yazılarımda bunlara değineceğim.

 

Ezber bozanlarda veya çubuğu tersine bükenlerde her zaman sivrilikler ve yanlışlar bulmamız olanaklıdır. Prof. Dr. İdris Küçükömer’i okurken de bunu ve yazıldığı tarihi akılda tutmak gerekir. Çözüm önerilerine veya kimi tezlerine, tanımlara katılmayabilirsiniz fakat eğer resmi tarihte anlatılanları ve bu temelde yapılan sosyo-ekonomik ve siyasal analizleri en azından yetersiz buluyorsanız ve bir adım daha ileriye gidip kuşkuyla karşılıyorsanız, eminim İdris Hocamız yeni bakış açıları için yeterince esinlendirici olacaktır. Esasen burada benim yaptığım onun görüşlerinin bütününü aktarmak değildi, bundan kaçındım. Esas olarak onun ezber bozucu farklı bakış açısına dikkat çekmek istedim. Gerekli olan da buydu sanırım.

 

Nabi Yağcı

17.02.2007

 

Kaynak

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu bilgiler için teşekkür ederiz efendim...çeviri bilim alanında da birşeyler görüp paylaşırsanız çok bahtiyar olurum :shiny:

Share this post


Link to post
Share on other sites
bu bilgiler için teşekkür ederiz efendim...çeviri bilim alanında da birşeyler görüp paylaşırsanız çok bahtiyar olurum :shiny:

 

 

Rica ederim, inşaAllah...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ortanın solundaki paşalar

İdris Küçükömer

 

 

(Yazarın Düzenin Yabancılaşması adlı kitabından alıntılar. Sorularla söyleşi)

 

 

Hocam, şimdi ben sizin bu kitabınızı defalarca hafızladım, ama gene de anladım desem yalan olur.

 

Bir tek şunu anladım galiba:

 

Siz, resmî tarihi adeta tersine çeviriyorsunuz. Diyorsunuz ki, "Batılılaşma, emperyalizmin Osmanlıya sokuşturduğu bir truva atıdır ve ortanın solundaki aydınlar, aslında solcu falan değil, İttihatçı artığıdır."

 

Peki, koskoca Osmanlı İmparatorluğu nasıl oldu da mum gibi eriyip bitiverdi 600 yıllık saltanattan sonra?

 

İmparatorluk, üretim ilişkileri içinde tarımda azalan getiri, nüfus artışı, ihracatı kısıcı, ithalatı teşvik edici eğilimleriyle birlikte genişleyip hegemonya paradoksuna düşmekle (yayıldıkça yayılmak zorunda kalmakla), nicel genişleme nitel güçsüzlüğe dönüşmüştü.

 

Bu durumun kime ne zararı vardı ki?

 

Bu, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen fasit (kısır) tarihi bir kapan yaratmıştı.

 

Osmanlı bu yıkılışı oturup seyretmedi herhalde, dii mi? Tedbir falan almadılar mı hiç? Yani, ne oldu?

 

Aslında üretim güçlerinin özellikle sanayi alanında gelişmesi olanakları yitirilmişti. Padişahın temel Üretim aracı üzerinde ve politikada egemenliği bölünmeye uğramıştı. Koşul-sonuç-koşul devinmesi içinde, dışta ağır yenilgiler devam ederken, Batı'nın askeri, teknolojik üstünlüğü kabul edilmişti. Bu üstünlüğe karşı çıkmak Batı'nın bazı kurumlarını almakla mümkün olur sanıldı!

 

Duyduğuma göre, bu yenileşme ve Batılılaşma girişimleri ilk önce Padişahtan gelmiş. Çok saçma değil mi bu?

 

Devleti kurtarma çabalarının ya da yenilik hareketlerinin başlangıçta padişahtan gelmesi normaldi. Temel üretim aracının başlıca sahibi o idi. Mevcudu savunma, önce padişah için amaç olacaktı. Yenilik hareketleri, toplum açısından, üretim güçlerinde kapitalist bir gelişmeye bağlı olarak büyüyen yeni bir iç sınıf olmaksızın getirilmişti.

 

Osmanlı'da sınıf çatışması yok muydu?

 

İmparatorlukta temel çelişki, padişah ile reaya (Osmanlı'da vergi yükümlüsü olan sınıflar) arasında olmakla beraber, kısmen padişahın rütbe verdiği yönetici zabit, bürokrat yada kapıkulu taifesi ile reaya arasında gözükmüştü.

 

Bunlarla gelişmeye dönük hareket gelmez miydi?

 

Bu hal, bürokratların politik güce, bir sınıfa dayanmaksızın açıkça el açtıkları dönemlerde daha belirli olmuştu. Buna rağmen sömürülen reayadan bilinçli bir sınıf hareketi, koşullar mevcut olmadığı için gelemiyecekti.

 

Yenileşmeye ilk olarak nereden başlanmıştı?

 

Yenileşmeye önce ordudan başlanmak istenmişti.

 

Aaa, süper! Orduevi falan?

 

Oysa yenileşmeye, üretim ilişkileri içinde karşı çıkacak güçler vardı. Bunlar şunlardı: Yeniçeriler, lonca esnafı ve ulema.

 

Niye karşıydılar? Çok ayıp!

 

Loncalarla, tekke ve yeniçeriliğin, imparatorluğun kuruluşundan beri içiçe ilişkiler içinde olduğunu söylemiştik. Yeniçerilik, artık tarihi olumlu fonksiyonunu yitirmiş bir kuruluştu. Çünkü kısmen silahlarda ve stratejide meydana gelen değişikliklere uyamamaktan ve kısmen de eski yeniçerilik kurallarının artık uygulanamamasından dolayı eski niteliğini kaybetmişti.

 

Nasıl kaybetmişti?

 

Yeniçeriler artık yeni koşullara uyamıyordu. Eğer yeniçeri ocağında çağa uyan bir değişiklik yapılmak istenirse, yeniçeri ocağına mal satan esnaf (Loncalar) ve ona yaslanmış tekkeler bundan zarar görürdü. Yenilikler, orduya ve diğer eğitim alanlarına da girince, şeriatı öğreten ve uygulayan zümre olarak ulema (ruhban) sınıfının statik ve dini bilgi alanı bu yeniliklerle çelişirdi.

 

Ordu yenileşebildi mi peki?

 

Orduyu değiştirmek, Batı'nın merkantilist (değerli metallere dayalı zenginlik anlayışı) milli kırallık ya da sonraki meşrutiyet ordularına benzer hale getirebilmek için gerekli koşullar yoktu.

 

Bizde niye yoktu, Batı'da niye vardı?

 

Batı'da, bu işte genç kapitalist sınıfın doğrudan ya da dolaylı rolü olmuştu. Nitekim burjuvalar, üretim güçlerini geliştirebilmek, iç pazarı genişletebilmek için lonca sistemine karşı çıkmıştı; kilise kurallarını değiştirmek istemişti, feodal düzenin iç gümrük duvarlarının yıkılmasına çalışmış ve bunları başarmak için feodallerin egemenliğinin kırılması yolunda kıralla işbirliği yapmıştı.

 

Bürokratlar ne oldu peki Osmanlı'da?

 

Aslında ayan bir sınıf olmaya doğru giderken, bürokrat grup, padişahın artık bölünmüş politik gücünün bir kısmına sahip olarak, o gücün kısmi otonomisinde barınacaktı. Sonra zaman zaman iktidara el koyabilecekti. Ve bu yoldan, artık ürünÜn bir bölümünü masseden (emen) bir grup olarak kalacaktı; ta 1960 sonrasına kadar!

 

Biraz toparlamak mümkün mü hocam? Kafam epeyce karıştı da. Niçin Batılışmamız gerekiyordu? Kim zorladı?Burada, biri içeride, diğeri dışarıda meydana gelen iki gelişmenin birbirine nasıl uygun düştüğü açıklamak lazımdır:

 

a) İç gelişme: Ayan ve bürokratların yeni hukuki bir mülkiyet sistemi isteği ve onunla birlikte Batısal haklar sağlanması isteğidir.

 

B) Dışarıdaki temel gelişme: Batıdaki kapitalizm (önce İngiltere) makinalı ve büyük çapta üreti sanayi devrimine ulaşınca, bunun gereği olarak pazar ve ilkel madde sağlamak üzere diğer ülkelerde istekleri, daha doğrusu emirleri olacaktı. Dış gelişme budur.

 

Eeee?

 

Osmanlılarda ayan ve bürokratların bazı Batı kurumlarını almak istemeleri, kapitalist alemin isteklerine uyuyordu.

 

Peki bu elbise üstümüze uygun muydu?

 

Sanki dünyanın ortasında imiş gibi duran geniş Osmanlı ülkelerinde, dış kapitalist isteklerin gerçekleştirilmesi için gerekli ortamın hazırlanmasına, Batılaşma hareketi, hayret edilecek bir biçimde uyuyordu.

Ne bakımdan uyuyordu ki?

 

Bürokrat, serveti için melce (sığınak) ve devamlı politik güç arıyordu. Ayan ise fiili büyük toprakların mülkiyetine hukuken de kavuşmaya çalışıyordu. Fakat bunların istedikleri üst yapı kurumları alınırsa, Osmanlı kapısını kapitalizme ardına kadar açacaktı.

 

İç ve dış mihraklar mı vardı Osmanlı'yı tehdit eden?

 

Kapitalizmin sanayi devrimi yanında, Avrupa'da romantik milliyetçi akım da gelişiyordu. Takatsız Osmanlı İmparatorluğu, Türkler yanında, çeşitli ırkları, dinleri kapsamanın bölücü, çelişik meseleleri ile karşı karşıya geliyordu.

 

Avrupa naapıyordu?

 

Avrupa'daki milliyetçi akım, kapitalizmin zorlamaları ile birlikte bu çelişikleri körüklüyordu. Azınlıkları korumak ve onlara bağımsızlık vermek adı altında, kapitalist ülkeler Osmanlı-azınlık ve müslüman-hıristiyan çelişkilerinden de yararlanarak Osmanlı ülkelerini önünde sonunda bölüşmek amacında idiler.

Bu emperyalistlere kızmakta haksız mıyım?

 

Bu akımın zamanla daha da belirli olabilecek bir özelliği de, bu tarihi süreç içinde daha da artacak olan gâvur ya da yabancı düşmanlığı (xenophobia)dır. Bu düşmanlığın temelinde, tarihi gelişme içinde, dini sebepten daha çok emperyalizmin getirdiği temel bir çelişki bulunmaktadır.

 

Bu çelişkiyi neden görmüyor bizim aydınımız?

 

Bilinçli olarak görülmeyen bir çelişkidir bu.

 

Haa, bi de hocam, şu tarih kitaplarında hep kötülenen yeniçeri ocağı hakkaten o kadar kötü müydü? İkide bir "istemezüük!" diye kazan kaldırırlarmış. Sonunda bi çoğunu tepelemişler, ocağı kapatmışlar. Peki sonra noolmuş?

 

Ocak kaldırılınca, yenilik denilen Batılılaşma yolu açılmış oldu. Fakat 18. yüzyıl sonunda acemi oğlanları ile miktarı 400.000 kadar olduğu dahi iddia edilen yeniçerilerin, cüzi bir miktarı öldürüldüğüne göre, geri kalanları ne oldu?

 

Ne oldu?

 

Herhalde İslâmcı cephede kaldılar.

 

Al işte! Ama artık pek "istemezük!" demiyorlar galiba. Sanki tam tersine "ben de isterem" der gibiler. Peki hocam, şu Mustafa Reşit Paşa neyin nesidir?

 

Yeniliğin şahsa bağlı hareketlerle olamayacağını, bunun ancak "müesseseleşmekle" olabileceğini, Batı'nın medenî denen kurumlarının alınması gerektiğini savunan ve bunu yapmaya koyulan Mustafa Reşit Paşa'yı iyi anlamak gerekir.

Sizce neyin nesidir?

Kanaatimce "Devleti Kurtarma" adına Batı kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası odur. (Bu arada Lâle Devri'nin Damat İbrahim Paşa'sı da hatırlanabilir).

 

Naapmış bu Mustafa Reşit Paşa?

 

Batılılaşma adı altında gelen yenilikler, "mal emniyeti", "servetlerin müsadere edilememesi" (zorla el konulamaması) gibi, Osmanlı mülkiyet sistemini hukuken değiştiren, teba arasında eşitlik, kardeşlik, v.s. gibi bazı değerlerin (Laikliğe doğru da adım atarak) kabul edildiği Gülhane Hattı Hümayunu, 1839'da toplar atılarak, büyük bir merasimle ilan edildi.

 

Hocam, sıkıldım, geçelim bu mevzuları.

 

İşte bu noktada durmak, hem de çok durmak gerekir. Çünkü Gülhane Hattı Hümayunu'ndan bir yıl önce (1838'de), bir anlaşma imzalanmıştı. Bu, sanayi devrimini geliştirmekte olan İngiltere'ye Osmanlıların verdiği en ağır kapitülasyon imtiyazlarını kapsayan İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması idi. Anlaşma, Mustafa Reşit Paşa'nın Baltalimanı'ndaki yalısında imzalanmıştı. Kanaatimce bu ticaret anlaşması, Gülhane Hattı Hümayunu'ndan, diğer adıyla Tanzimat Fermanı'ndan daha önemlidir.

 

Hocam, valla sıkıldım. Şu emperyalizm konusuna gelsek.

 

Batı kapitalizmi, artık bilinen her şeyiyle imparatorluğa girip onu dağıtıyor ve kendine gerekli olanı da kontrol altına alıyordu. Balolar gibi, Batılı görüntülü yaşantı yanında kültür emperyalizmi eğitim kurumlarıyla ve zorunlu olarak giriyordu ülkeye.

 

Nasıl yani? Okullarda "emperyalist olunuz" diye dersler mi vardı?

 

1863'de Amerikan Koleji açıldı. Anadolu'da, özellikle doğuda Amerikan misyoner okulları kurulmuştu. Robert Kolej azınlık komitecilerinin yetiştirildiği bir yer olmuştu. Daha sonra doğudaki Amerikan misyonerlerinin Ermeni-Kürt çatışmasını açıkça körüklediği görülecekti.

Peki ya Galatasaray Lisesi?

 

"Batıya açılan pencere" denilen Galatasaray Lisesi 1868'de açıldı. Diğer okul, kolej ve benzeri misyon kuruluşları kurulmaya devam etti.

 

Misyoner mi yetiştiriliyordu yoksa o kolejlerde?

 

Batı kapitalizmi, Ortaçağa da uymuş hristiyanlığı misyonerleri ile emrine almış, dünyanın dört bucağına salmış ve Osmanlı ülkelerini de bu arada ihmal etmemişti.

 

Naapıyorlardı ki?

 

Bu misyonerler, üretim araçları ellerinden çıkan yerli halklara sükunet tavsiye edecek, esir ticaretini tasvip edecekti.

 

Doğuda, Afrika'da, papaz, kapitalizmin sembolü olacaktı.

 

Vay papaz efendi vay! Demek, "istilacıların kılıçla açtığı yoldan daha sonra misyonerler ellerindeki kanlı haçlarla geçtiler" derken, neco bunu kastediyormuş.

 

Yine bu arada, feminist hareketler de görülüyordu.

 

Iyyyy! Bıyıklı kadınlar yani!

 

Üretim düzeninin aşağıdan gelen gerekleri olmadığı için, Osmanlı toplumunun üst yapısında garip bir ikileşme gerekiyordu. İslâmi hukuk yanında, Avrupaî hukuk kurumları yer alıyor, medreseler yanında asrî denen okullarda eğitim yapılıyordu. Müslümanlara ayrı, azınlık hristiyanlara ayrı hukuk uygulanıyordu.

 

Tam bir beyin yıkama faaliyeti demek. Yıkayabildiler mi peki?

 

Şüphesiz bu kuruluşlarda yer alan ve yetişenler birbirleriyle ahenk içinde birlikte olabilecek değillerdi. Mevcut koşullar altında, bürokratlar arası rekabet, iktidardaki Tanzimatçılan tenkit eden bir grup meydana getirdi. Bu muhalif Yeni Osmanlı ların, daha ileri sayılan hürriyetçi ya da meşrutiyetçi bir görünüşleri vardı.

 

Yani, hepsi de körükörüne yabancı sermaye aşığı değil...

 

Ayrıca Tanzimatçıların yabancı sermaye severliğini de zaman zaman eleştirdikleri görülüyordu. Hürriyet mücahidi olarak da kabul edilen grubun hareketiyle Birinci Meşrutiyet, Kanunu Esasî'yle 1876'da ilan edildi. İleri bir devinme imiş gibi anlatılagelen bu yenileşme hareketleri ile yukarıda değindiğimiz toplumca ikileşme büsbütün belirecekti.

 

Şimdi niye böyle sıkıcı bir konuya girdiniz tekrar?

 

Çünkü, ikileşme ya da iki cephenin artık iyice belirmesinde bazı olayların adeta eşzamanlı ya da aynı dönemde oluşması'nın oynadığı rol önemlidir.

 

Nasıl önemlidir? Tane tane anlatır mısınız?

 

Şöyle ki:

 

a) Tanzimat'ın son yılları ve Meşrutiyet dönemi (kısa da olsa) Batı kapitalizminin emperyalist aşamasının kıtaları paylaşma döneminin tepe yıllarıydı. Kıtalar pazar olarak, ilkel madde kaynakları olarak paylaşılıyor ve bunun için çeşitli savaşlar oluyordu.

 

B) Yerli sanayiin, lonca sisteminin, bu yoldan sanayi üretim güçlerinin azalması, hatta tasfiyesi ve işsizliğin yayılması kaçınılmaz oluyordu.

 

c) Batılaşma, medenî olma adına, yeni anayasa ve parlamento kurulmasıyla Lâiklik ilkesine gidilirken, padişahın teokratik egemenliği kısıtlanmaya çalışılıyordu.

 

Tamam, bunlar oluyordu da ne oluyordu sonuçta?

 

Bunların eşzamanlı oluşmasının sonucu şöyle olabilecekti:

 

Halk, üretim güçleri tasfiyesinin ve işsizliğin nedenini ya Batılaşma ile kolayca girmiş olan emperyalizme, ya da üst yapı kurumlarının, bu arada kültür kurumlarının alınışına (gâvurlaşmaya) bağlayabilirdi. Halk, olaylar yerine oturdukça kendine karşı olan bu gelişmenin yanında değil, karşısında olabilirdi. Ve lâikliğin getirilişine bu arada şahit olan halk yığınları, giderek teokratik hükümdar Sultan Abdülhamit'in, yanında yer alırdı.

 

Abdülhamit karşı mıydı Batılılaşmaya?

 

Sarayda büyük bir yabancı düşmanı olarak yetiştirilen Sultan Abdülhamit, 1890'da "Ne yapmalı?" diye sorduğunda, kendisine verilen iki projeden İzzet Bey (Paşa)'in İslam birliği projesini kabul etmişti.

 

Yani bizdeki bu İslâmcılık ve Lâiklik zıtlaşması, taa Abdülhamid Han zamanında alevlendi haa? Yani memlekete nüfuz eden emperyalizm yüzünden imalâthaneler kapandı. Ve bu nedenle işsizliğe sürüklenip yoksullaşan yerli üretici sınıflar çoğunlukla anti-emperyalist safta yer aldılar; ama o zamanlar ortada sosyalist bir hareket olmadığı için, bu muhalefetin İslâmî kanat altında toplandığını anlatmak istiyorsunuz galiba. Peki sonra?

 

Böylece, Tanzimat döneminin, Batıcı bürokrat grubu ile padişah beraberliği de bozuluyordu. Gittikçe artan yönetici bürokrat egemenliği, üretim aracı büyük toprak sahibi ayan yada eşraf egemenliği ile de iyice çatışırdı.

 

Ya Jön Türkler? Onlar kimi tutuyordu?

 

Jön Türkler, muhalif bürokratlar olarak, önce Tanzimat bürokratlarına, daha sonra Sultan Abdülhamit'e karşı hürriyet mücahidi olarak ortaya çıkmışlardı.

 

Hocam, valla kafam karıştı! Neredeyse, "Batılılaşma, eşittir, emperyalizmin içeri sızma taktiği" diyorsunuz. Olur mu böyle şey?

 

Bu grup, ortanın solunda ikinci paşa diyebileceğimiz Mithat Paşa ile iktidara gelişlerinde, yukarıda göstermeye çalıştığım eşzamanlı olaylar içinde en azından talihsiz bir rol oynamışlardı (Birinci Meşrutiyet için yapılan gösterilerde yer alan medrese talebelerinin hareketine şüphe ile bakılmakta, tertip olduğu dahi söylenmektedir).

 

Haydaaa! Öğrenci hareketlerinde bile bir tezgâh haa? E, pes! Yani, o insanlar Avrupa'da şurda burda mektep medrese gördü, geldi memlekete, aydınlatacak bizi. Hatta sınıf bilinci aşılayacak. Öyle değil mi?

 

Bürokratlar (Tanzimatçılar olsun, Jön Türkler olsun) Batı'da bulundukları uzun süre içinde oradaki sınıfsal hareketlerin (...) Batı demokrasilerindeki yerini (Ali Süavi hariç) sanki hiç görmemişler, böyle bir şey yokmuş gibi davranmışlardı.

 

Ama niye? Aptal mıydı bunlar?

 

Onlara, yalnız bu yanlarıyla dahi, Batı'yı gerçekte anlama olanağını bulamamış bürokratlar olarak bakabiliriz.

 

Kötü niyetleri yoktu sanırım.

 

Fakat emperyalizm için gerekli ortamı yaratan hareketleriyle ve işbirliği yaptıklan iddia edilen iç ve dış bölücü çevrelerle, İmparatorluğun dağılmasına gerçekten talihsiz tarihi bir rol oynamışlardı.

 

Ne yaptılar ki?

 

Bunlar, emperyalizmin Osmanlı üretim güçlerini tasfiye yolu içinde, büyük ölçüde İslâmcıların ve padişahın, daha doğrusu Abdülhamit'in karşısına düşmüşlerdi.

 

Padişahın karşısına düşmek ilericilik değil midir?

 

Tarihi şartlar sonucu olarak, gerçek bir ekonomik güce sahip olan bir sınıf ya da sınıf öncülüğünde getirilmemiş kapitalist Batısal dokulu bir anayasayı, tasfiyeci, istilacı Batı'ya karşı ters düşmüş, İslâmcı çerçeveye sığınmış, kökü tarihin derinliğin de halk cephesi karşısında kim savunacaktı?

 

Çok hızlı anlatıyorsunuz hocam, zihnim durakladı. Şimdi, o zamanın aydınları halka ters mi düşmüşlerdi? Dumur oldum! Aydınlar emperyalizmin truva atı gibi davranırken, Padişah bir umut muydu?

 

Bu gerçek görülemezse, anlaşılamazsa, Sultan Abdülhamit'in meşhur 113. maddeye dayanarak Mithat Paşa'yı sürdürdüğü ve Meclisi Mebusan'ı işlemez hale getirdiği de iddia edilecektir.

 

Resmî tarihi tepetaklak çevirdiniz hocam.

 

Bu yorum, biçimsel bir anayasa hukuku anlayışıyla ancak yapılabilir! Nitekim, bugüne kadar tarihlerimiz böyle yazılmamış mıdır? Eğer amaç, mevcut koşullar altında sadece imparatorluğu korumak olarak alınırsa, Batıcı bürokrat Jön Türkler karşısında büyük bir denge taktikçisi Abdülhamit'i vatan haini olarak kabul etmek imkânsızdır.

 

Şunca yıl "hain" diye bildik biz bu herifi!

 

Tekrar edeceğim, Abdülhamit'in imzaladığı Muharrem Kararnamesi ile gelen Düyunu Umumiye, emperyalizmin koşulları içinde, bürokrat Batılaşma olaylarının ekonomide yarattığı kaçınılmaz bir sonuçtur.

 

Kanıtlayabilir misiniz?

 

Burada, Sait Halim Paşa'nın başlangıca koyduğum, tutarlı ifadelerini hatırlatacağım.

 

John Haslip, İttihad ve Terakki Komitesi'nden söz ederken şöyle yazıyor:

 

Her ne kadar komitenin başındakiler ekseriyette Yahudi ve Arnavut asıllı kimse idiyseler de, Resne ve Manastır kışlalarında "Türkiye Türkler içindir" parolası dillerde dolaşıyordu.

 

Yine 1908'in hemen sonrası için,

 

"Türkiye Türkler içindir", "Boyunduruktan, kurtulalım!" sloganlarıyla iktidara gelmiş olanlar (İttihatçılar), şimdi imparatorluğu yeniden teşkilatlandırmak için tekrar yabancılardan ibaret bir heyeti davete mecbur olmuşlardı. Bu suretle maliyede bir Fransız, gümrüklerde de bir İngiliz bulunuyordu. Bir başka İngiliz de uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan deniz kuvvetlerini ıslaha memur edilmişti... Ticaret Odası'nda bir Alman, jandarma teşkilatında da bir İtalyan çalışıyordu.

 

Olsun! Yine de Türk Ordusu rejimin ve bağımsızlığımızın bekçisidir. Bu onun tarihsel rolüdür. Hep öyle olmuştur. Hem Batılılaşma sonuçta bu memleketin yararına olmuştur. Haksız mıyım?

 

Batılaşma hareketlerini yürütenler, mülkiyet-sınıf meselelerini, iktidar ve sınıf ilişkilerini, bunun organik bağlantılarını dikkate alamıyorlardı. Bu ise onlara, Batı kapitalizminin çemberini kırıcı, onun boyunduruğundan kurtarıcı nitelikte ve üretim güçlerinde gelişme sağlayacak başka bir yolu adeta kapıyordu.

 

Batıcıların ne suçu var?

 

Durum bu olunca, İslâmcıların dediği gibi, Batıcılar, kendileri asrî yaşasalar da, gâvur yaşantısının taklitçisi olmaktan ileri gidememişlerdi.

 

Ne yani, bizi çember sakallılar mı yönetseydi? "Vurun kahpeye!" mi deselerdi yani?

 

İslamcılar emperyalizmin, gavurluğun karşısına çıkmışlar, Batı'yı yermişlerdi. 31 Mart ve benzeri olaylar, hatta Menemen olayı, Batı emperyalizminin derine inen koşulları içinde üst yapıda İslâmcı ve Batıcılara verdirilen kavganın tek yanlı olmayan örnekleridir.

 

Bu olayların tarihi yeniden yazılmalıdır bence.

 

Aman hocam! Başka sorum yok. Ben sizi hiç tanımamış olayım. Bu anlattıklarınızı ortalık yerde söyleyecek olsam, birileri beni Batılılaşmayı emperyalizmin bir dayatması gibi görmekle, hatta dincileri korumakla falan suçlayabilir. Sizi sağlığınızda üniversiteden, toplumdan dışlayanların bir bildiği varmış hakkaten. Bunlar ortalık yerde tekrarlanacak görüşler değil.

 

* * *

İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Alan Yayıncılık 1989, (İlk baskı: Ant yayınevi, 1969)

 

 

kaynak

Share this post


Link to post
Share on other sites

''merkez-çevre teoremi anlaşılmadan türk siyasal hayatı anlaşılamaz.'' himalayalı ünlü mütefekkir mitajanı. random gülüşü.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...