Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
cihat

Büyük Muzdaripler Etrafında Üç Mesele

Recommended Posts

“Ruhçuluk” Üzerine

 

 

Ruhçuluk... Büyük Doğu Mimarı’nın, 40 yıllık kavganın içinde örgüleştirdiği, “Başyücelik Prensipleri”nin ilkidir... Şöyle bakarsak “maddeciliğin”, böyle bakarsak “akliyeciliğin” –ki bunlar sık sık aynı kahvede buluşur- karşıtıdır... Aynı zamanda, sahte ruhçuluğun; aklı büsbütün inkâr eden –Budizm benzeri- davranışların, ispritizma ve okültizma gibi küçük merakların ve Allah’a varmayan bu türden arayışların reddidir...

 

 

Dilerseniz, mücerred izahları bir kenara koyalım da, onun ne olduğunu, kaskatı müşahhastan iz sürerek anlamaya çalışalım... Meselâ, “Vahdet-i Vücud” gibi bir fikirle karşılaştığında, akılcı, onu Yunan panteizminden ayıramaz... Tıpkı bazı hastaların, bazı renkleri, bazı sesleri birbirinden ayıramadığı, bu hakikat nüanslarını kaybettikleri gibi... Akılcı, hakikat üzerinde bir sebeb – sonuç açıklığı (determinizm) arar, maddeci, maddede bir sonsuzluk vehmi kurar ve neticede ikisi de mânâ tabakalarına nüfuz edemeden kalır...

 

 

Yine de, beterin beteri olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir: Ne aklın hakkını verebilen, ne maddeden haberi olan “Cumhuriyet aydını”, bütün fikri derecelerinin en aşağısındadır... O, küçücük aklını hiçbir zaman mücerredlere kadar zorlamaz; ister ki, her fikir ona, sinematoğrafik bir zırzopluk imkânı versin... Hattâ, “kafa çekmek var mı, kafa çekmek?” diye sorar, fikri meslekler karşısında aklına ilk gelen suâl bu olur ve onların kıymetlerini buna göre takdir eder... Faraza “Vahdet-i Vücud”, onun için, cinsiyetsizlik, cibilliyetsizlik, din ve ahlâk yokluğu, dahası ilkel animizm ve totemizm gibi bir şeydir... Bin yıl geride “bırakmış” olduğu için, otuz saniyede içinden çıkar onun: “Vahdet-i Vücud mu?.. Yağma Hasan’ın böreğidir... Hattâ çok komik!..”

 

 

Oysa bakın, Müslüman olmuş bir Fransız, Muhammed (Mişel) Valsan, ne kadar tecrid terleri döküyor onu anlayabilmek için... Bir tek “İttihad” kavramının mânâsını aydınlatabilmek için, neredeyse tüm Grek ve Sanskrit lûgatını imdada çağırıyor; tek tek, “şu değil”, “bu değil”, “ona yakın” der gibi çileli bir muhasebe yürütüyor... Yine de hüküm kondurmuyor da, onu en iyi, onu kendisinden anlayabileceğimiz neticesine varıyor... İşte, Ruhçuluğa basit bir örnek: Aklın hakkını sonuna kadar verdikten sonra, sırrın önünde ceket iliklemek; meçhule hürmet; aklın hakkını verdikten sonra, aklın alamayacağına teslimiyet!..

 

 

Muhammed Valsan’ın etüd’lerinden bir kısmı Türkçe’de yayınlanmıştır... Fakat bizim kültür piyasası, Ruhçuluk denince, daha çok “hurafecilik”, “kör inanç” gibi bir şey düşünmeye yatkın olduğu için, burada detaya girmek yorucu olur... Daha kolay var: Fransızlar türbana (vuel) ve Müslümanlardan alma “hicab” diyor... “Hicab”, bizde “utanç” diye anlaşılıyor... Halbuki “hicab” başka, “hayâ” başka, “ar” başka, “haşyet” başka, “utanç” gene başkadır... Belki akıl gözü bunları birbirinden ayıramaz ama, insanlıkta derinleştikçe, Ruhçuluk yolunda ilerledikçe, herbirinin ayrı ayrı renkleri olduğu görülür!..

 

 

Şu hâlde nereye geliyoruz: Ruhçuluk, “aklın gerisinde” bir fikir değil, bilâkis “akıl ötesi”ne itikad ve hürmettir... Bunun için, Büyük Doğu, Batı felsefesinin gerisinde bir Şark reaksiyonerliği değil, onun ötesinde, onunla hesablaşmaktan korkmayan, onda kendinin olanı ve olmayanı tanıyan, hâsılı yalnız ve yalnız “Hakikatin Hakikati”ne yol arayan bir idrak aksiyonudur... İşin bir yönü!..

 

 

Diğer yönü, yine “Vahdet-i Vücud” misâli üzerinden açılalım... Bilenler bilir ki, bu mevzuda son sözü, İmam-ı Rabbanî söylemiştir... O da ilk başta Vahdet-i Vücud’çulardandır; giderek, bunun üstün bir hâl olduğunu, ama nihaî bir hâl olmadığını “keşfeder”... Bu yolda ilerledikçe, “Varlık Birliği”nden eser kalmadığını, her şeyin bir “Görüş Birliği”nde (Vahdet-i Şühud) birleştiğini ve Mukaddes Zât’ın, “ötelerin ötesinde, sonra yine ötelerin ötesinde aranması gerektiğini” söyler... Hayal buyurun ki, akıl mezhebi, suyun sadece sathını görebilirken, Ruhçuluk işte böyle, hakikat okyanusunun derinliklerine nüfuz eder...

 

 

Mektubat-ı Rabbanî’nin bizde çok okunduğunu biliyoruz... Aynı şekilde, boş bir kafayla okunduğu için, mânâlarından hiçbir şey anlaşılmadığını da... Sözgelişi, Nakşîliğin esasları anlatılır orada: “Nazar Berkadem”, “Hûş Derdem”, “Sefer Dervatan”, “Halvet Derencümen”... Nakşîlik, yolların en sessizidir; bu yüzden, sözkonusu kavramlarının –denebilir ki- bütün Batı felsefesini kuşatıcı mânâsı, kendi içinde farkedilmez... Mektubat’tan okuyanlarda, bir tek “Nazar Berkadem” kaleminde yazılanların, “teori” ve “pratik” üzerine, Batılılar’ın söylediği ve söyleyebileceği hemen hemen her şey olduğunu anlayamazlar... Mâmâfih, “Batı kütübhanesini kafasında taşıyan” Necip Fazıl’ın başucu eseridir Mektubat-ı Rabbanî ve 40 yıllık kavga boyunca elinden düşürmemiştir... (Ruhçuluğun burada takibi nasılmış?..) “Mânâyı” bilen, onun başka bir dilde söylenince de aynı şey olduğunu anlar!..

 

 

Kısaca diyebiliriz ki, “Başyücelik Prensipleri”nin birincisi olan Ruhçuluk, Bergson’un “Sezgicilik” felsefesinin, ayakları üstüne oturtulmasıdır... Bilenler bilir: Bu felsefe, gayet yüksek bir felsefedir ve çoklarına göre, ondan sonra, onun üstüne bir şey konulamamıştır... Fakat kendi başına yetersizidir: “Hiç”e de, “hep”e de kullanılabilir... (Nitekim Amerika’da bazı pratik araştırmalar için kullanılıyor...) Her ne kadar Üstad, bizzat Bergson’a el atıp, onun üzerinden konuşmamışsa da, Ruhçuluğu beyan edişinde, Sezgiciliği tâdil ve tamir edici muradı “seziliyor”... Buna göre; Müslüman fikir istidadlısını, ne büyük bir görev beklediği de!..

 

 

Şimdi, böyle amigolar gibi bağırırken, meselenin sahibi görünmek de istemeyiz... Şübhesiz, herkes kendi fikrini ileri sürebilir... Ama siz, Büyük Doğu vurgunu bazı gençlerin dili dönmediğine bakıp da, Büyük Doğu’nun küçültüldüğünü mü düşüneceksiniz?... Oysa bunlar, geçmiş Büyük Doğucular’ın hiçbirinin, hiçbir şekilde konuşamadığı temel meseleler ve onun ruhunu kavratıcı vesilelerdir... Ne hikmetse, buna en çok sevinmesi gerekenler, bundan en çok rahatsız oluyorlar... Ne hikmetse, içinden ruhu çıkarılmış kelimelerin bir ortaoyunu havasında sıralanmasının, Ruhçuluğa değil, olsa olsa bir “ruh çağırma seansı”na misâl teşkil edebileceği bir türlü görülmüyor...

 

 

En Büyük Rind: Fuzûlî

 

 

İki sudan içip de başı dönmeyene şaşılır: Biri, Omeros’un “İlyada”sı; diğeri, “Fuzûlî Divanı”...

 

Eski Yunan şairi Omeros, “İlyada” isimli meşhur eserinde, efsanevî Truva Savaşı’ndan bir “makta’-kesit” sunar. Bugünlerde “bir Halivud filmi” vesilesiyle gündemde olan Truva Savaşı üzerine konuşulacak çok şey vardır... Çünkü, bu savaş, 20. yüzyılda her ne kadar Yunanlılar’ın ataları Akalar ile, Anadolu yerlileri İliyalılar arasında “bir kız kavgası” şeklinde geçti diye kabul edilmişse de, şaşırtırcı biçimde, eski İran, Babil ve Hind efsaneleriyle de benzerlik gösteriyor... Dahası var: Monteyn’in bir denemesinde, Fatih Sultan Mehmed’in İtalyanlar’a, Yunan’a karşı işbirliği teklif ettiği, zira “sizinle biz İlaya soyundayız, Yunanlılar Aka’dan” dediği gibi, genel geçerli anlayışa sığmayan bir iddia yer alıyor... Zaten, Hindliler’in meşhur destanlarına veya Firdevsî’nin Şehname’sine göz atanlar, bu hususta ciddi tereddüdlere uğramaktan kendilerini alamazlar... Kısacası, Rönesans’tan beri anlata anlata bitirilemeyen “Tanrılar” efsanesi giderek yıkılıyor ve yerini Kur’ân’da toplu “Kısas-ı Enbiya / Peygamberler Tarihi” gerçeğine bırakmaya başlıyor... Herhalde, Perinçek zümresinde başka o eski masalları hakikat sananlar pek kalmadı!..

 

 

Zarifçe farkındayız ki, bugüne kadar Fuzûlî, Omeros’a benzetilmemiştir... Halbuki, “Fuzûlî Divanı”da, en az İlyada kadar, bir savaşın tasviri, bir kahramanlık destanıdır... Tabiî bu, hemen farkedilebilir bir basit değil. Zira Fuzûli Divanı, her şeyden önce Şark Üslûbu ile yazılmıştır. Bu üslûb, gülden, bülbülden, serviden, kumrudan bahsettiği için, bizde pek anlaşılmaz. Oysa Bodler gibi büyük şairler bu dilden anlar ve “Orda herşey ruha gizlice bir sır fısıldar” gibi hayranlık mısraları düzerler...

 

 

Fuzûlî, elbette kaba mânâsiyle bir savaştan söz etmiyor. Fakat Osmanlı-Safevî Savaşı’nın olanca ayrıntıları, Kanunî’nin Bağdad’ı almasından duyulan coşkulu sevinç, “tasavvufî ve insanî bir dünya muhasebesi” şeklinde bu savaşın derinlemesine ve estetize mânâları, hep onun mısralarındadır... Hemen burada, bir spekülâsyonu da sona erdirelim: “Rind”in tarifi hakkında kim ne demiş olursa olsun, Fuzûlî kendini bir “rind” kabul ettiğini göre, bu sıfat en çok ona yakışır ve tarifi bizzat odur!..

 

 

Mevlânâ, Türkçe şiir söyleyememişti; bunun sıkıntısı, rubailerinde görülür... Çünkü o devirde, Mevlânâ’nın ince mânâlarını taşıyacak bir Türk dili henüz olgunlaşmamıştı... Türkçe’de “irfan taşıyıcı lisan”ın ilk örneğini Yûnus Emre vermiştir... Yûnus, şiirinde Mevlânâ’nın sohbetinde bulunduğunu ve onun “görklü nazarı” ile yıkandığını belirtir... Mevlânâ’da da “bir Türkmen”e gıbta ve hayranlık ifadeleri vardır: “Bu diyarda her nereye gitsem, onun benden önce oraya adımını atmış olduğunu gördüm” der... Burada, şiir diliyle vasfedilenin Yûnus olduğu sanılıyor... Buna rağmen, ta Nedim zamanında bile, Türkçe şiir söylemek büyük marifet sayılıyor, Nedim bile bununla övünüyordu... Şurada bırakalım ki: Türk dilinin mısra olgunluğu Yûnus Emre’de, cümle istidadı da Necip Fazıl’da kifayete ermiştir!..

 

 

Fuzûlî, Türkçe’nin en büyük hizmetkârlarından biridir. “Hadikat-üs-Suada” adli eserinin başlarında şunları söylediği nakledilir: “Farsça şiir çoktur. Türkçe şiir yazmak ise zor. Türk dili nazmı, terkibi kabul edince, birçok mânâlar havada kalıyor, intizama girmiyor. Baharleyin gül, yokluktan varlığa nasıl çıkarsa, ben de, Allah basiret verirse, o yokluktan varlığı öyle yapacak, o zorluğu kolaylaştıracağım...” Türk dilinin mücerred fikre istidadı olmadığı yoğun propagandası karşısında, Üstad’ın “dil tezi”ni de hemen hemen bu gerekçeye bağlayabilirsiniz!..

 

 

Fuzûlî’yi bugünün “vatan” tarifiyle bir “vatan haini” olarak görmek de mümkün... Nazım Hikmet bahsinde olduğu gibi... Çünkü Osmanlılar Bağdad’ı alınca, Fuzûlî’den daha çok sevinen kimsenin olmadığı anlaşılıyor... Şu var ki, “vatan” tarifini İslâm’ın Hicret ölçüsüne göre yapmış bu üstün münevver, birçok gazelinde Osmanlı adalet ve şecaatini övmüş, Baki’den, Kanunî’den, hattâ Yeniçeri’den sitayişle söz etmiş, ama kendisinin bu ihtişamın merkezinden uzak kalmak sızısında bulunduğunu terennüm etmiştir... Osmanlılar için de Fuzulî büyük bir kıymet, ummandan çıkarılan bir inci, dağda avlanmış eşsiz bir ceylan mesabesindeydi... “Enis-ül-Kalb”, “Leylâ-vü-Mecnun” gibi bizzat Osmanlı Sarayı’na ithaf edilen eserlerden ilkinde, Fuzûlî’nin şu takdimi yer alır:

- Emin olan temiz ruhlu kimseler eliyle, Acem mülkünden, adalet diyarı Rum’a gönderiyorum. Âlemi zabetmek ve cihanı teshir eylemek hususunda, Sultan Süleyman devletinden, kendisine bir fetih te’siri erişir ümidiyle...

 

 

Fakat Fuzûlî’de bu “siyasî savaş”ın tasvirinden ziyade, “fikrî savaş”ın tasvirini görmelidir asıl!..

 

 

“Demâdem cevr’lerdir çekdiğim, bi-rahm bütlerden

 

Bu kâfirler esiri bir müselman olmasın Yârab

 

 

 

Çıkarmak etseler tenden çekip peygânın ol servin

 

Çıkan olsun dil-i pürhunu, peygân olmasın Yârab

 

 

Cefâ-vü-cevr ile mu’tadem, onlarsız n’olur hâlim

 

Cefâsına had-ü-cevrine pâyân olmasın Yârab

 

 

 

Demen ki adli yok, zulmü çok, her hâl ile olsa

 

Gönül tahtına ondan gayrı sultan olmasın Yârab

 

 

 

Fuzûlî buldu genc-i âfiyet meyhane küncide

 

Mübarek mülkdür ol mülk, vir­ân olmasın Yârab...”

 

 

 

 

Burada geçen “meyhane köşesinde âfiyet hazinesi” tabirinden murad, bizzat Osmanlı düzenidir... Bu fikre “haydi canım sen de” diyecek olanlar, Divan şiirini hiç bilmeyen, orada “bade-şarab”ın doğrudan Osmanlı üslûbuna remz olduğunu anlamayanlardır... Hayır, Osmanlı olup olmaması da mühim değil: Fakat bu mısralara bakarak Fuzûlî’ye öyle iftiralar atılmıştır ki, “her sözü te’yid-i Hakk bulan” bir dervişe bunların bir zerresini kondurmaktansa, bilhassa bu yönden cevab vermeyi uygun bulduk... Nasıl ki, Perinçek düzeni içinde de, bir zaman kayması olsa, “Fuzûlî Tanrı” diye bir zebellâ ortaya çıkacak...

 

 

 

Dostoyevski: Büyük Ahlâkçı

 

Aslında bu çalışmayı şöyle bir başlık altında yürütmek mümkündü: “Bir rejim muhalifi olarak Dostoyevski...” Nihayet bunun da bir fikir olduğunu ve bir öcü olmadığını belirtmek bakımından, fenâ da olmazdı. Fakat böyle yüksek çizgiler bile, büsbütün temellerini yitirmişlere meram anlatmaktan âciz kalır da, sonunda güneşin varlığını davul-zurnayla duyurmak gibi “gürültülü” bir yol gerekir!..

 

Sahiden bakın: Dostoyevski okumamış bir tane edebiyatçı, ondan “şöyle büyük”, “böyle büyük” diye söz etmeyecek bir tek edebiyatsever gösterebilir misiniz? Bu mu Dostoyevski? Eğer ona bu kelimelerden biriyle hitab edecek olsaydınız, derhal başını öbür tarafa çevirir ve aynen Üstad gibi mırıldanarak, yoluna devam ederdi:

 

- “Kuru-sıkı pohpoha bakmam... Bir kelime fetheder beni!..”

 

Ama itiraf edin: Ona sağlığında gidip, en küçük bir övgü bile düzemezdiniz... Ancak cenaze merasimindeki o parlak hitabeden, belki de yüz sene sonraki bir “anma töreni”nin şatafatlı cümlelerinden sonra, binbir kafadan “şöyle büyük”, “böyle çiçek” tezahüratının yankılarını duyunca, kendi “orijinal” (!) görüşünüzü (!) serdedebilirdiniz. Onun da nasıl bir yaralı serçe inleyişi olacağını tahmin etmek hiç zor değil: “Evet, Dostoyevski şöyle büyük ve böyle çiçek bir yazar!..”

 

Ne çıkar bundan?.. 1840’ların Çarlık Rusya’sında, tam da ihtiyacı olduğu sırada yapmak gerekmez miydi asıl, bu “orijinal” (!) tesbiti (!) ?.. Bugünün diline tercüme edersek, o zamanın “İnter TASS” ajansı, aşağı-yukarı şöyle tanıtıyordu diyebiliriz, “büyük” ve “çiçek” yazarımızı, bütün Rusya’ya:

 

- Yasadışı örgüt çökertildi. (...), (...), (...), Fyoder Dostoyevski ve (...) adındaki gençlerin oluşturduğu rejim aleyhtarı gizli cemiyet kıskıvrak yakalandı. Örgüt üyeleriyle beraber, çok sayıda “örgütsel doküman” da ele geçirildi. Gogol’den okuyarak Çarlık rejimini yıkmaya çalışan örgütün, Alman gizli servisiyle ilişkisi olup olmadığı araştırılıyor. Araştırma süredursun; yüce Rus yargısı, gençlerin hepsine idam cezasını giydirdi bile...

 

Sizde orada olsaydınız, bugün okuduğunuzda dudağınızı uçuklatan yazarın suratına tükürürdünüz: Günün “hâkim akıl” prizması size böyle buyurduğu için, “tabiatıynan”, hiç kimseden emir almadan, sadece “akla uygun” ve “içten gelen” davranışınızla, bunu yapardınız... Eski Yunan’da olsaydınız Sokrat’a da, Bağdad’da Mansur’a da böyle yapardınız... Çünkü onlara başka türlü muamele etmek için, birkaç yüzyıllık bir düşünce birikimine ihtiyaç vardır ve bu arada, unutmadan: Her rejim muhalifi, çağın alçağıdır!..

 

 

Tıpkı, elleri arkadan bağlanarak, bir manga asker önünde, itile-kakıla idam sahasına çıkarılan Genç Dostoyevski ve arkadaşları gibi... Onların üzerine tüfek doğrultulmalı, soğuk soğuk terler dökmeleri sağlanmalı, başka türlü düşünen kafalarına yumruklar indirilmeli; fakat tam tetiğe basılacak sırada, bir haberci, müjdeci çıkagelmeli:

 

- Çözün gençleri... Çar Nikolay Hazret ve Cenabları, hepsinin canını bağışlıyor... Bu, hiç kimsenin yapamayacağı bir büyüklüktür... Yaşasın Çarımız ve rejimiz!..

 

 

Üslûbumuz, mânâya mümkün olduğunca yaklaşabilmek maksadıyla bu şekildedir... Yoksa, gençlerin bu haber üzerine sevinçle birbirinin boynuna sarılıp sarılmadıklarını veya “Bu saçmasapan tertibi anlamayacak kadar çocuk değiliz, ama şimdi zek­â gösterisinin sırası değil” diye diş gıcırdatıp gıcırdatmadıklarını, vakıa olarak elbette bilemiyoruz. Ama hakikat, bu dediğimiz gibidir ve Rus Çarı, “gençleri önce idama mahkûm ettirip, sonra canlarını bağışlayarak kendine minnettar bırakma” taktiğini izlemiştir... Bunun Genç Dostoyevski’ye mâliyeti ise, 4’ü ağır hapis ve 5’i sürgün olmak üzere, toplam 9 yıl mahkûmiyet olmuştur... Ve Dostoyevski’nin Dostoyevski olması da, işte bu hadiseden sonra, Sibirya dönüşüne rastlar!..

 

 

“Çarlık rejimi” deyip geçmeyelim... Eski Çarlığın devlet modeli, pek çok yönüyle Sovyet Rusya’da yaşatılmış, bununla da kalmamış, dünyanın birçok “devletçi devlet” anlayışlarına da, özlü biçimde özümlenmiştir... Meselâ, faraza, söz temsili, “Arjantin”deki kılık-kıyafet, saç-sakal yasakları, “kamusal alan” uygulamaları, bütünüyle Çarlık rejiminden muktebestir... Sovyetler ve uydusu devletlerde, “kamusal alan” tarifinin kapsamını mahsus belediye otobüslerine kadar geniş tutarlardı ki, hiçbir başörtülü kadın, feraceli nine, sarıklı dede bu “hizmet”ten yararlanamasın... Bazı yazarlarımızın farkettikleri gibi, bu politikaların mimarı, Deli Petro idi; lâkabı tesadüf değildir, sakalları devlet eliyle kesince vatandaşın kafasının daha çok çalışacağını sanacak kadar, kaçıktı... Uzatmayalım: Çarlık Rejimi, “farklı” ile “suçlu”nun hukukta aynı şey olduğu teorisini (!) geliştirmişti ve bizim ttihadçılar da tamamen aynı görüşteydi!..

 

 

Dostoyevski, böyle bir “sulusepken” atmosferinde şehrin meydanına indi ve üstadı Puşkin’i anma merasiminde, o meşhur “Batı Çıkmazı” konuşmalarının ilkini irâd etti... Yer yerinden oynadı, Deli Petro devrimlerinin temelleri sallandı, bütün Rusya manevî bir şahlanışla ayağa kalktı... O güne kadar hiç kimse, Puşkin’in bir “Batı aleyhtarı” olduğuna, bunca derinden farketmemişti... Batılı devletlerin zafer üstüne zafer kazandığı, rejim sevici üst tabakanın iliklerine kadar Fransızlaştığı o günlerde, “Batılılaşma”ya meydan okumak; üstelik İttihadçılar gibi kakavancasına değil de, fikrî bir üstünlük ve kültürel bir açıklıkla meydan okumak, küçük bir iş değildi...

 

 

Puşkin, tıpkı Goethe gibi, İslamiyete hayrandı. Dostoyevski’nin bu yönüne dair kesin bir şey söyleyemesek de, hemen bütün eserlerinde işlediği fikirleri gözönünde bulundurunca, onun da “İslâma benzer bir inanışla Rusların şahlanışı” dâvâsını yürüttüğü rahatlıkla söylenebilir... Bize inanmayanlar, “Suç ve Ceza”yı, “Karamazof Kardeşler”i, “Yeraltından Notlar”ı, tekrar ve dikkatle okusunlar... İçkiden fuhşa ve bütün ahlâk dâvâsına değin tez’lerinin, Kilise dövizlerine mi, yoksa İslâm prensiplerine mi benzediğini bir daha düşünsünler... Fakat böyle olup olmaması da bir şeyi değiştirmez; “şöyle büyük”, “böyle çiçek” demeden önce, hastalığımızın teşhisi kabilinden gerçekçi bir hüküm, yeter:

 

- “Dostoyevski; büyük ahlâkçı!..”

 

 

 

RUHÇULUK

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

· Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahade ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.

 

· Ruhçu odur ki, beş hasse kadrosu içindeki ham ve kaba madde âlemini, o kadronun dışında ve üstünde, gıyabında ve mâverasında, üstün bir sebep kutbuna iliştirerek mânalandırır.

 

· Hakir bir gözyaşı damlası, herhangi bir dış tesir yüzünden herhangi bir guddenin maddî tagayyürüne mi işarettir; yoksa aynı maddî tekevvün zincirinin başında, maddeye hâkim, fakat madde çerçevesinde gâip, üstün ve manevî bir kuvvete mi delâlet? Sualin ikinci şıkkına “evet!” diyen ruhçudur.

 

· Ruhçunun usulü (enfüsî – sübjektif) ve onunla beraber muğdil ve girift, maddecinin usulü de (âfâkî – objektif) ve onunla beraber basit ve düpedüzdür? Öyle ki, ruhçu, kâinatı topyekün ebediyet yolcusu insanın mihrakında toplarken, maddeci, kâinatı topyekûn fenâya mahkûm maddenin mihraksızlığında dağıtır.

 

· Maddenin uzviyet üzerine doğrudan doğruya tesirinden doğma hayvanî ve nebatî ihsasların üstünde bütün haz ve elem manzumesiyle beraber, vatan, millet, aile, aşk, merhamet, namus, kahramanlık gibi mefhumlar, baştanbaşa ruhçuluk kadrosunun mallarıdır.

 

· Ruhçuluğun ufuk çizgisi Allahçılıktır; her Allahçı, kendi kendisine ve en mükemmel ruhçudur; fakat her ruhçu mutlaka Allahçı değil… Ama Allaha erişemeyen ruhçu, bir zaviye teşkil eden iki hattın çapraz gidişini kabul ettikten sonra, birleşme noktasını inkâr eden tezatlı insana benzer ve hiçbir kıymet belirtmez.

 

· Sebepleri ve neticeleri üzerinde sonsuz tekerlemelere düşmeden billûrlaştıralım ki, biz, ruhu ve ruhçuluğu, hava tabakasının yeryüzüne mıhlı olması gibi, bütün kemmiyet ve keyfiyet plânlariyle insanın tahayyüz sahasına perçinli görüyoruz. Onun olmadığı yerde bizce, bütün kemmiyet ve keyfiyet plânlariyle insan ve insan hayatı nâmevcuttur.

 

· Madde ilimlerinin, büyük ruh muvazenelerini altüst edecek ve kurucusunun elinden kaçıp kurtulacak kadar murakebesiz terakkisini çerçeveleyen asrımızda, (robot)laşmış insanoğlunu yeniden avlama ve maddeyi yeniden sindirme kudretinde bir imanın fışkırmaması yüzünden, dünya, en derin buhranını çekti ve nihayet bu buhranın fiil halinde kıymetini yaşadı ve hâlâ onu yaşamakta…

 

· Bugün, gelenin, önde getirdiği ulviyetten ziyade, gidenin arkada bıraktığı süfliyet manzarasından anlıyoruz ki, bize eski ruh muvazenemizi, eski aşk huzurumuzu getirecek olan büyük imân manzumesini bilmesek ve tanımasak da, ona ihtiyacımız mutlaktır; ve bu seziş, devrimizde tam bir bedahat şerefine ulaşmıştır.

 

· Dinin ruhunu yıkmak üzere kurulan komünizmanın sabık mekânında ardına kadar açılan kilise kapıları; en bâtıl politika uğrunda bile olsa bütün verimini ruhçuluğundan alan nazizmanın insan ve makineye tahakküm hamleleri; ve ruhçuluğun en hür barınağı demokrasya âleminin dilinden düşmeyen “Allah” âvâzeleri şahittir ki, medenî insanlık dünyası, yeniden ruhunu ve yeni ruhçuluğunu arama yolundadır.

 

· BÜYÜK DOĞU’nun, bütün bir vatan kurtarıcılığı çapında gördüğü ruhçuluk, ilmî ve felsefî delâleti içinde, ferdî ve içtimaî bütün mukaddesler zeminini kucakladıktan sonra, bu zeminin ufuk çizgisine de muhtaç olanıdır; yâni Allahtan gelen, Allaha giden ve arada, yeni insan ve cemiyeti bütün mukaddesleriyle ihtiva eden ruhçuluk… Ve bizim elimizde ruhçuluk, Allaha, hem de Peygamberinin mutlak yolundan bağlı olmanın bir neticesidir. Gerçek mânasiyle mü’minlerin, eşya ve hâdiselere bakışındaki mizaç ve uslûp ölçüsü… Bütün cemad, nebat, hayvan ve insan kadrolariyle kâinatın, ezelî ve ebedî, kendi kendini aşma cehdi içinde derin bir mâvera humması çekmesi ve bütün iş ve hamle merkezlerini bu nokta etrafında ayarlaması mefkuresi… İşte ruhçuluk…

 

 

 

* İdeolocya Örgüsü, s. 393-395, b.d.y.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...