Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
adles

Sezai Karakoç'un Odasında

Recommended Posts

Sezai Karakoç’un odasında

 

KEMAL VAROL

 

“Kim verecek kedilere trafik bilgilerini,

Ki hayatlarıyla ödemekteler bir yandan

öbür yana geçmeyi”

Sezai Karakoç / Ayinler

 

Çocukluğunun tamamı ya da kısa bir dönemi taşrada geçmiş, taşranın nasıl bir duygu ile sarmalandığına vâkıf olan herkesin bileceği bir duygu vardır. Taşrada yaşayan çocuklar, kendi yetmezliği ve tıkanmışlığıyla, bir türlü telafi edilemez olan o eksik kalmışlık, gecikmişlik duygusuyla baş edebilmek için şehirde yaşayan uzak akrabaların hatırasıyla övünüp kendi tanımını genellikle uzaktaki yakınlarının üzerinden yaparlar. Taşrada yaşayan her çocuğun uzak şehirlerde yaşayan varlıklı, başarılı ya da övünülecek başka bir meziyete sahip bir akrabası sırf bu yüzden vardır sanki. Orada, uzakta, taşrada yaşayan çocuğa dayanak olmak için.

 

Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğup büyüdüm. On yaşlarında olmalıydım. Sürekli şiir okuyan, şiir yazan iki ağabeyin kanatları altında şiire heves eden bir çocuk. Okul temsillerinde en öndeki sırada elindeki şiire son bir kez bakıp sahneye koşan bir çocuk taşrada. Henüz hikâyeleriyle böbürleneceği bir uzak akrabası yok çocuğun. On yaşındayken, kasabadaki müthiş halk kütüphanesinden çıkıp büyük bir dağın eteğine yerleşmiş olan kasaba merkezinden evine doğru yürüyor. Kasabanın tek gazetesi var: Ergani Gazetesi. Aldığı ilanlarla ayakta duran haftalık bir gazete. Gazete binası hep toz içinde. Kurşun harfler hep cam kenarında. Düzgün bir şekilde yan yana dizilen kutulardaki harfler o kutulardan alınıp uzun bir cümlenin ortasına atılmayı bekliyorlar. Tek katlı gazete binasının önünden geçen çocuk, bir kitap görüyor gazete camında: Şahdamar! Kitabın adı çocuğun ilgisini çekiyor. Cebindeki para kitabı almaya yetmiyor ama. “Önemli değil” deyip kitabı çocuğa uzatıyor gazete sahibi, peşinden de ekliyor adam: “İyi oku bu kitabı. Yazarı Erganili çünkü”. Sonraları çok fazla okuyamasa da asla aklından çıkaramayacağı dizeleri ilk o gün okuyor çocuk: “Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk / Günahlarım kadar ömrüm vardır / Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum / Saçlarımı acının elinde unutuyorum / Parmaklarımdan süt içmeye çağırıyorum seni / Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk”.

 

Uzak akraba

 

Lise yıllarında II. Yeni etkisi baş gösteriyor çocukta. Artık kendisi de şiir yazma derdine düşmüş çünkü. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar derken Sezai Karakoç’un adını yeniden anımsıyor çocuk. Zülküfül Dağı, Zülküfül bahçeleri ve gülleriyle Sezai Karakoç’ta kendi kasabasını görüyor. Şiirlerindeki mistik öğeler mutlu ediyor genç çocuğu. Hepsi çok tanıdık çünkü onun için. Ama daha da önemlisi mistik öğeleri modern şiirin imkânlarıyla yorumlaması çekiyor onu. Sonra sonra “Doğu” diye bir derde düşünce dönüp dönüp yeniden okuyor Sezai Karakoç’u. Yıllar sonra Erganili genç şair üç şiir kitabı yayımlıyor. Bazen söyleşi için gittiği şehirlerde nereli olduğu soruluyor şaire. “Ergani” diyor, “hani Sezai Karakoç’un doğduğu kasaba”. Artık uzak şehirde yaşayan “uzak bir akrabası” var çünkü. Düşünsel ayrılıklarına rağmen hâlâ kendi tanımını uzak akrabası üzerinden yaptığını fark ediyor bazen. Yıllarca şiirlerini okumasına rağmen hâlâ bir türlü tanışma imkânı bulamamış ama. Hem Sezai Karakoç’un kimseyle görüşmediğini biliyor hem de şiirle olan tanışıklığı yeterli buluyor galiba. Ama bir gün kendisine yapılan bir teklifi geri çeviremiyor o genç adam. Şimdilerde yeniden yaşadığı Ergani’den İstanbul’a gidecek ve Sezai Karakoç’u Ergani Kaymakamlığı’nın kendisi için yapacağı sempozyuma davet edecek; uzak akraba dediği Sezai Karakoç’la nihayet tanışmış olacak böylelikle. Yıllardır kimseyle görüşmeyi kabul etmeyen Sezai Karakoç’la, Doğunun Yedinci Oğlu’yla görüşme düşüncesi bile başlı başına heyecan duyulacak bir olay genç adam için. Kendisine çok çeşitli çevreler ne kadar çok sıfat yakıştırırsa yakıştırsın, onu hangi anlama yerleştirirse yerleştirsin, Sezai Karakoç’un genç adam için daha dolaysız, daha yalın, çocukluğu taşrada geçenlerin daha iyi bileceği bir anlamı var çünkü: Aynı yerde doğmuş olmak.

 

Aslında cevabını çok iyi bildiği bir davet götürüyordu Sezai Karakoç’a: Gelmeyecekti. Zülküfül Dağı eteklerindeki köylerden getirilmiş kuru üzümleri, adına yaptırılan okulun resimlerini, Ergani’deki bir okulun arşivinde bulunan Sezai Karakoç’un ilkokul karnesini ve şairin çocukluk imzasını da yanına alarak İstanbul’a gitti genç adam. Şair arkadaşı Can Bahadır Yüce ile beraber Diriliş Yayınları’nın merdivenlerini tırmanırken, bir çocuğun uzak hafızasına sığınarak Karakoç’un dizelerini okumaya başladı içinden: “Biz inkâr eder, inkârı severiz/ Bayram hediyenizi iade ederiz / Biz mahcup ve onurlu çocuklarız / Başımızı kaldırıp bir bakmayız / Siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz (...) Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız / Biz kirli ve temiz çamaşırları / Aynı zaman aynı minval üzerine katlarız / Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”.

 

Can Bahadır’la beraber kapıyı çalıp içeriye giren genç adam, “Ergani” deyince hâlâ gözleri dolan münzevi ve mütevazı “uzak akraba”sıyla göz göze geldi. İki saate yakın bir süre çoğu Ergani’yle ilgili olmak üzere, Türk şiiri, İslâm’ın güncel sorunları, Diriliş Hareketi, Sezai Karakoç’un çeşitli alanlara yayılmış ilgileri üzerine kesik kesik de olsa uzun bir sohbetten sonra, vakur bir edayla ayakta durmaya çalışan bir aydın portresi belirdi. Sohbeti özetleyen tek kelime ise galiba “kopukluk” oldu. Başından beri kendine özgü bir Sezai Karakoç düşüncesini, bir tür kopuşu esas alan Karakoç’un bu “kopukluğa” biraz da kederle baktığını hissetti o gün. Ya kendi tabiatı ya da Diriliş Hareketi’nin çok fazla dolaşıma girmemesinden olsa gerek bir şair olarak Sezai Karakoç’un bizzat Sezai Karakoç tarafından “korunmaya” çalışıldığını gördü genç adam. Söyleşi, fotoğraf çektirme, sempozyum için kısa bir mesaj: Hiçbirine yanaşmadı Karakoç. Sadece uzun uzun sohbet etti. Dünyaya hem şair hem de bir fikir adamı olarak gelmiş ama yeterince anlaşılamamış, kıymeti yeterince bilinmemiş, bu dünyanın dışındaki kimi özel insanlar gibi “mahcup ve onurlu” duruyordu konuklarını kapıdan uğurlarken.

 

CAN BAHADIR YÜCE

 

Diriliş Yayınları’na çıkan o dar ve loş merdivenlerde çoğu kimse aynı tedirginliği duymuştur. İnsanı ürperten bu tedirginliğin sebebi, okurun, sevdiği şairin yüzünü görecek olması değil sadece - Sezai Karakoç’tan başka bir şair söz konusu olduğunda geçerliliğini yitiren bir ‘eşiği geçme’ duygusu size eşlik eder. Bu -adını tam koyamadığım- tuhaf duyguyla kapıyı çalıyoruz.

 

Vakit ikindiye yaklaşıyor. Sezai bey, iki elini birbirine kavuşturmuş, dirsekleri masada, onu tanıyanların iyi bildiği vakur ama mütevazı duruşuyla bizi bekliyor. (O anda ilk aklıma gelen, Necip Fazıl’ın Nurettin Topçu’yu ziyaretini anlatırken kullandığı cümle: “Buram buram Müslümanlık kokan bir oda”.) Büyük pencereli o küçük odada, Karakoç’un arkasındaki beyaz duvarda yalnızca bir Diyanet takvimi ve Yüce Diriliş Partisi’nin bir afişi göze çarpıyor. Demir ayaklı kahverengi masası şaşırtıcı ölçüde sade; hiç kitap yok. Yalnızca parti bildirgeleri ve eski bir faks-telefon. Sezai Karakoç’u bir yere davet etmek, bir sempozyuma katılmaya ikna etmek için yanına gittiyseniz, olumlu cevap alamayacağınızı baştan kabullenmişsiniz demektir. Ve onunla karşılıklı otururken çoğunlukla sessizliği bozmaya mecbur kalan siz olursunuz.

 

Ergani’den söz edildiğinde umduğumuzdan çok ilgi gösteriyor. “Ergani” derken bazen sesi titriyor (O dizesini hatırlayacaksınız: “Çocukken çok gözledim samanyollarını.”) “Son zamanlarda şiir yazıyoruz denemez” diyor (elbette birinci çoğul kişi ağzından konuşuyor). Şairlerin çoğunun ölünceye kadar yazdıklarını, belli bir tarihten sonra da kötü yazmaya başladıklarını söylüyor. Bir de şu cümlesi: “En çok şiir yazdığım dönemde bile kendimi temelde şair olarak değil de daha başka bir şey olarak görüyordum.” Diriliş’te yayımlamaya başladığı ve çok kişinin sabırsızlıkla beklediği hatıralarını da yazamadığını öğreniyoruz. Sezai Bey’i dinlemek insana iyi geliyor. Sesini duyarken, o ânı yaşamakla anlattıklarına dikkat kesilmek arasında tuhaf bir tereddüt… Sonra bölük pörçük cümleler… “Bazı şeylerin tamiri gecikmeden olursa oluyor” diyor örneğin. “Kimsenin yokken, ilk kez biz günlük gazeteye teşebbüs ettik fakat bizim böyle beş sayfa, bir yapraklı oldu ondan sonra herkesin gazetesi oldu. Bizim olmadı, kader…” diyor, sesinde sitem yok. “Bizim dönemimizde İslam diyemezdiniz, İslam kelimesini telaffuz edip onun için bir şeyler yapmak yasaktı”… İkinci Yeni şiiriyle ilişkisinin yanlış değerlendirildiği görüşünde: “Beraber çıktık, aynı devirde çıktık. Bir dergi, ortak şeyler de var ama aslında bizimki tamamen başka. Benimkine ‘Diriliş Ekolü’ denmesi lazım. “

 

Cümleler akıp gidiyor. Bazı sözcüklerin arkasında yatan hayal kırıklıklarını anlamaya çalışıyorum. İçinde bulunduğu konumda, gözlerinin parlamasına yeten o azıcık umut bile inanılmaz geliyor bana. (O konuşurken hatırlayamadığım bir cümlesini daha sonra Edebiyat Yazıları adlı kitabında bulacağım: “Sanatçı, âdeta bilmediğimiz bir dünyadan, bir kaza sonucu, dünyamıza düşmüş bir yaratıktır.”) Dünya gerçekliğini ve Sezai Karakoç’u düşünüyorum. Sıkılgan bir şekilde karşısında otururken, “Gam yemeyin efendim” demek istiyorum, olmuyor.

 

Veda ederken, Sezai Karakoç’a ne çok şey borçlu olduğumuzu söylemek istiyorum. “Tanrıya teslim olmayanın eşyayı teslim alamayacağını” ondan öğrendiğimizi, Dirilişin Çevresinde’den Diriliş Çağrısı’na gelinmesinde ne büyük emeği olduğunu söyleyemiyorum. Kapıdan çıkarken, Cemal Süreya’nın günlüğünde yıllar önce okuyup unuttuğum bir cümle, sanki sırf o anı bekliyormuş gibi, birdenbire belleğin derinliklerinden çıkıp geliyor: “Yaşlandık be Sezo!”

 

KİTAP ZAMANI

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

İran'da Sezai Karakoç paneli yapıldı!

 

iran-sezai-karakoc.jpg

 

İran'da on yıllardır Orhan Pamuk, Aziz Nesin, Nazım Hikmet kitaplarının çevrildiğini duymaktan bıktığımız bir vakitte güzel bir haber geldi.

 

İran’ın başkenti Tahran’da üstad Sezai Karakoç hakkında panel düzenlendi. Tahran Büyükelçiliği ve Yunus Emre Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği panelde Türkiye’den davet edilen Arif Ay, Şaban Abak ve Doç Dr. Münire Kevser Baş, Karakoç’un fikir ve sanat eserlerini tanıtıcı konuşmalar yaptılar.

 

Hikmet Burcunda Bir Şair; İnsan-ı Kâmil Burcunda Bir yazar: Sezai Karakoç başlığıyla düzenlenen paneli EİT’e üye ülkelerin büyükelçileri, akademisyenleri, şair ve yazarları ilgiyle takip ettiler. Panele Yunus Emre Türk Kültür Merkezi’nde Türkçe kursuna katılan 600 civarındaki kursiyer öğrenci de büyük ilgi gösterdi.

 

Çağın Mevlanası, Yûnusu…

Sezai Karakoç paneli, Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Ümit Yardım’ın takdim ve açış konuşmasıyla başladı. Panelde şair Arif Ay konuşmasında Karakoç’un şiiri hakkında genel bir değerlendirme yaparken O’nun çağımızda yaşayan Yûnus Emre ve Mevlana Celaleddin-i Rumî olduğunu, bu durumun gelecek yüzyıllarda yaşayanlarca daha açık görüleceğini söyledi.

Doktorasını Sezai Karakoç üzerine yapmış olan (Karakoç Düşüncesinde Temel Kavramlar-Lotus Yayınları-2008) Yıldırım Bayazıt Üniversitesi öğretim üyesi Münire Kevser Baş ise düşünce eserleri ile sanat eserleri arasındaki tematik ve duyuşsal birlikteliğe dikkat çekti. Karakoç’un çağımızda insanlığın, özellikle dünya Müslümanlarının yaşadığı büyük buhrandan çıkış yolları gösterip ışık tutan büyük bir mütefekkir olduğunu hatırlatan Baş, şiirinin de “bir mütefekkirin şiiri” olduğunu söyledi. Kevser Baş’ın ikinci kitabı Karakoç Şiirinde Metafizik Vurgu ise İnsan Yayınları’nca geçtiğimiz yıl basılmıştı.

 

Panelde Şaban Abak ise “Bir Siyasî Düşünür Olarak Karakoç ve Yüce Devlet Düşüncesi” başlıklı bir tebliğ sundu. Öğle arası ve ikramlardan sonra TRT’nin hazırladığı “Sezai Karakoç Belgeseli”nin gösterimi yapıldı ve ardından şairler ve kursiyerler Karakoç’un şiirlerinden örnekler okudular. Hatırlanacağı gibi Türkiye, İran ve Pakistan’ın kurucusu olduğu ECO olarak da bilinen Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, geçtiğimiz günlerde (16 Ekim 2012’de) Azerbaycan’da Sezai Karakoç’a Uluslararası Kültür-Edebiyat Büyük Ödülü vermişti. Ödülü, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’den “Diriliş Akımı” düşünürlerinden kabul edilen Dışışleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu almıştı.

 

Karakoç’un, ilk kez 1967 yılında kitaplaşan “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” adlı çarpıcı eseriyle EİT’nin fikir öncülüğünü yaptığı kabul edilmektedir. “Diriliş” dergisinin 1966-67 yıllarındaki sayılarında yayımlanan bu yazılarda “İslam Birliği”, “İslam Ortak Pazarı”, “İslam Ortak Para ve Kambiyo Birimi” gibi kavramlar Türkiye’de ilk kez Sezai Karakoç tarafından seslendirilmişti. EİT ilk kez 1974’te Türkiye, İran ve Pakistan tarafından kurulmuş, 1991 sonrası Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Afganistan’ın da katılımıyla, Asyalı 10 İslam ülkesinin “ortaklık” kuruluşu olmuştu.

 

Fatma Ünal /dunyabizim.com

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...