Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
tarık026

Mehmed Zâhid Kotku (rh.a) Hazretleri

Recommended Posts

Eselamü Aleyküm.

 

Değerli arkadaşlar.

 

Yayınlamayı düşündüğüm ve üç-dört sürdürmeye niyetlendiğim bu başlığı Sene-i Devriyesi başlığından ayrı açmamın sebebi: sadece muhtelif zamanlarda ardından yapılan söyleşileri paylaşmak olduğundandır.

Rabbim cümlemizi Hak'kı arayan, bulan ve Hak'kın rızasını kazanmak için yaşayan kullar zümresinden eylesin İnşaallah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Esselamü Aleyküm.

 

M.Es’ad COŞAN (R.A) ile Yapılan Söyleşi:

 

“Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanakları, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına, tanımadığına selam verir, güler yüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkansız, esrarlı ve derin manalı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

Hafızası çok kuvvetli, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır. Karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, manalı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.

Fevkalâde mütevâzı idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti alemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvanı arasında lâalettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.

Kendi üstadlarına fevkâlade saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.

Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.

Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile mutlu eder, ziyaretçilere güler yüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmaya çalışırdı.

Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerine de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiği bilir, gelenin sorusunu sormadan cevaplar, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket, gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber gezer, en hücra, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddi ve manevi hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı….....

 

Kaynak: Kadın ve Aile Dergisi, 15 Ekim 1990

Share this post


Link to post
Share on other sites

ve Aleykum selam değerli büyüğümüzü bize hatırlattığn icin sağolasın kardesim

insan yüzüne baknca huzur buluyor.keske görebilseydim

Share this post


Link to post
Share on other sites

Esselamü Aleyküm.

 

 

Hacer Muhterem COŞAN Validemiz Anlatıyor;

 

Hacer Muhterem Coşan, Merhum M.Es’ad COŞAN Hoca Efendi’nin eşi,

M.Zahid KOTKU (R.A.) Hoca Efendi’nin de kızıdır:

 

“Biz iki kız kardeşiz. Ben, anne ve babamın küçük kızları oluyorum. 1941 yılı Kurban Bayramı sabahı, babam camiye gitmiş ve ben doğmuşum. Rahmetli annem bayram sabahı doğduğum için “Hacer” ismini arzu etmiş. Büyükannem, “Muhterem” demiş. Hacer Muhterem Koktu olmuşum.

 

Çocukluğumun bir kısmı, dedemden sonra sevgili babamın da imamlık vazifesi gördüğü

İzvat köyünde geçti. Sonra babam Bursa içindeki Üftade Cami-i Şerifi’ne naklolduğu zaman,

Hisar içindeki dede yâdigârı bahçeli eve taşındık.

 

Rahmetli babam her Ramazan ayında camide İ’tikâfa girerdi. Biz ona yemek götürürdük.

Bursa’da hafızlığa başlamış üçüncü sayfaya kadar çıkmıştım. Bu sıralarda İstanbul’a naklimiz oldu,

Zeyrek Yokuşu’ndaki Ümmü Gülsüm Camii’ne taşındık (1952). O sırada bulvara ve Haliç’e karşı çok manzaralı bir yerdi.”

 

“Muhterem babacığım Rahmetullahi Aleyh, çok halim selim idi.

Bizlere güler yezle, lütuf ve latife ile muamele eylerdi.

Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar camiden gelmez,

Evrâd-ı Şerif ile meşgul olurdu. Biz evde sofrayı hazır ederdik.

Ekseriya misafirlere gelir, kahvaltı ederdi. Cemaat olursa sabah,

ikindi ve yatsıda Zikir ve Hatm-i Hacegân yaparlardı.

Yatsıdan sonra ihvanın evlerine gidilir veya bize topluca gelinir, sohbet olurdu. Akşam soframızda da misafir eksik olmazdı, elhamdülillaâh…

 

-Bize Hoca Efendimiz Hazretleri’nin bazı fevkalade hallerinden birini nakleder misiniz?

Bir çok kereler olmuştur. Bazen hanımlar gelir, “Babanızı filanca yerde gördük” derlerdi.

Biz de, nasıl olur? “Hep evde idi bugün; hiç dışarı çıkmadı ki…” filan diye itiraz ederdik.

O zamanlar, bunun keramet olabileceği aklımıza gelmezdi.

 

Bir kere de bir içki müptelası, galiba Antepli bir zat tövbe etmek istermiş: ama gene de kurtulamazmış.

“Bir de İstanbul’da Hoca Efendi’ye git, sana dua etsin!” demişler. Babama gelip ziyaret etmiş.

Giderlerken babam ellerine bir kağıt yazıp vermiş. “Bunu, falanca yere gelince açacaksınız!” demiş.

Vedalaşıp yola çıkmışlar. O falanca yere geldiklerin zaman arabaları kaza yapmış, hastaneye kaldırılmışlar.

Neden sonra kağıt akıllarına gelmiş, kağıdı açmışlar. Bir de ne görsünler “Geçmiş Olsun!” yazıyor.

Bunun üzerine o sarhoş kişi çok duygulanmış, derhal tövbe etmiş, Salah-ı Hal sahibi bir insan olmuş.

 

Kaynak: Kadın ve Aile Dergisi, 15 Ekim 1990

Share this post


Link to post
Share on other sites

Esselamü Aleyküm.

 

Avukat Yusuf TÜREL anlatıyor.

“Onda Aradığımız Veliyi Bulduk”

 

Mehmed Zahid Efendi Bursa’dan Zeyrek’teki mescide gelmişlerdi.

Ben yine Fatih’te Kıztaşı’nda oturmaktayım. Bir arkadaşım vardı, şimdi rahmet-i Rahman’a kavuştu. Eskişehir mebusu Ahmet OĞUZ, Demokrat Partinin en ileri mebuslarındandı. O da kıztaşı’n da otururdu. Zaman, zaman onunla oraya giderdik. İşittik ki oraya bir veli zat gelmiş. Gittiğimiz zaman kalabalık bir gençlik huşu içinde namazdan sonraki dersleri dinliyordu. Biz de kendimizi o havaya kaptırmıştık. Bir dinledik, iki dinledik ve dedik ki işte aradığımız veliyi bulduk. Kalp muhabbeti ile bağlanmıştık. Henüz iltifatına mahzar olmuş değiliz.

Bir müddet sonra Zeyrek’ten İskenderpaşa’ya geldi. O ana kadar İskenderpaşa haraptı, bakımsız bir cami idi. İçeride kediler, köpekler yaşıyordu. İskenderpaşa’ya geldiklerinde bu manzara vardı. Ama onun birdenbire burada duyulmasıyla, Fatih’in eşrafı kısa zamanda camiyi ihya edip tertemiz etti. Bizim muhabbetimiz burada da devam etti. Çok kısa bir zamanda iltifatına mahzar oldum. Ve halka öyle bir halka idi ki tarif edilmesi çok güç. Bir gençlik ki, bir cemaat ki, insan birdenbire şaşırıyor. Ve o cemaatle temasa geçildikçe memleketin en ileri insanları ticarette ve sanayi de, ilim de, siyasi makamlar da en ileri insanlar o cemaatin içinde. Birden bire kendimizi orada kaybolmuş vaziyette görüyoruz. Kısa bir zaman da İstanbul’un en ileri hakimleri, üniversite hocaları ve en yüksek rütbeli fiilen vazifeli kurmay albayları, hatta generaller o cemaatin daimi insanları oldu.

 

-Bunlardan hatırladığınız isimler var mı?

 

İsimleri şimdi söylemeyeyim. Ama birkaç tanesini söyleyebilirim mesela o zaman ki, İstanbul Üniversitesi Rektörü Ekrem Şerif Egeli, bir baş asistanı ile gelmişti. Gelişinin sebebi sırf bunun talebe ve asistanlarının aktardıkları bilgiler sebebiyle bir merak saikasıyla geldi. Yoksa onun İslami hayatı çok iyi değildi. Bir namazdan sonra çıkarken ben kulağımla işittim “Biz buraya devam edersek galiba hem doktorluğumuz, hem üniversite rektörlüğümüz uçup gidecek, hepsini buraya teslim edeceğiz” dediğini.

Yine meşhur ikinci ağır ceza reisi rahmetli Reşit Ömer de bir merakla gelmişti, Cuma namazını kıldıktan sonra bana hitaben: Yusuf bey hayatımın en tatlı saatlerini bugün yaşadım. İnşallah hayatımın sonuna kadar cemaate devam etti, Hoca Efendi’ye bütün bağlılığıyla yaşadı. Bir albay vardı, ismi bende, Hoca Efendi rahmetliye çılgınca bağlı idi. Öyle ki çok zamanlarda resmi vazifesini unutarak Hoca Efendi’ye hizmet edebilmek için camide yatacak hale gelmişti.

 

-Hoca Efendi ile özel zamanlarınız, seyahatler, sohbetler olmuştur. Onlardan biraz bahseder misiniz?

 

Tabii bir çok birlikteliğimiz oldu. Bana “Hacı Yusuf” diye hitab ederdi. Bir yere gittiğimiz zaman beni mutlaka koluna alır ve öyle yürürdü. Ben bu yürüyüşü yaparken kendimi uçuyor zannederdim. Benim fakirhaneye de birkaç defa gelmiştir. Benim yeğenimin nikahını, Abdülkadir Çavuşoğlu’nun nikahını da kendileri yapmıştır.

Bir çok seyahatler de bulunduk, O çok mütevazı bir hayat yaşardı. Az yer, lüzumlu olmayan yerde konuşmazdı. Konuşunca da sanki ağzından hikmetler dökülüyor durumda olurdu ve çok tesirli olurdu. İlme o kadar aşıktı ki her sohbette ilimden, kitap okumaktan bahsederdi.

 

-Hoca Efendi Hazretleri’nin zamanında siyasi çevrelerle, hükümetle, bakanlarla, değişik bürokratlarla ilişkisi var, daha doğrusu bu gibi çevrelerden gelenler çok var, bunların çoğunu görmüşsünüzdür, bu ilişkiler nasıldı?

 

Efendi Hazretleri yalnız ve yalnız birliği isteyen bir mübarek zattı. Birlikten asla sapmamıştır. Binaenaleyh

kendisine ziyaretler, iltifatlar olmuşsa da bir tarafa meylettiğini söylemek doğru değildir. Evet arz ettiğiniz gibi üst makamlardan tutun da valilere kadar ziyaretçileri olmuştur. Ama bu hiçbir zaman siyasi bir sebeple olmamıştır. Daima birliği tavsiye etmiştir.

 

-Ülkenin geleceği ile ilgili, yani Türkiye ile ilgili bizzat ilgilendikleri işler olur muydu?

 

Bakın bunu da bana sık, sık söylerdi. Biz Abdülkadir Çavuşoğlu, Mehmet Güler beyi hiç ayrı tutmazdı. Herkes gittikten sonra, kendisi şiltesine oturur, bizi de mutlaka sedire oturturdu. Bu da bizim nail olduğumuz iltifattı.

Şunu derdi,bu kapının önünde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum. Küffar diyarlara ekmek parası için giden işçilerin, o küffar diyarlara gitmemesi var iken buna mecbur kalınması beni üzüyor. O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa ve bu vatandaşlarımıza iş bulunsa hem onlar İslam diyarında yaşama imkanı bulurlar, hem de biz kafirlerin kölesi olmazdık. Bunu defalarca tekrarlamıştır. Ve gençlere hep zanaat, zanaat derdi. Pek öyle memur olmalarını istemezdi.

 

-Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın da derslerine devam ettiği söyleniyor.

 

Turgut arz ettiğim gibi Zeyrek Camiine geliyordu. O zaman Turgut İstanbul Teknik Üniversitesi’nde talebe idi. Kardeşi Korkut'da inşaat bölümünde idi. Onlar tâ o zaman devam ediyorlardı. Turgut tabi Ankara’da olduğu için her namazda bulunmazdı. Ama İstanbul’a geldiği zaman mutlak surette buraya gelirdi. Hele Cuma namazlarını İskenderpaşa’da kılar, namazdan sonra Efendi Hazretleri’nin odasına gelir, diz çökerdi. Sükunetle Hoca Efendi’yi dinlerdi. Yine bir gün aynı vaziyette Cum’adan sonra bizim de bulunduğumuz sohbetten sonra Hoca Efendi bana şöyle dedi: “Hacı Yusuf Bey, bu çocuğu takib edin, geleceği parlak olacaktır.” Onun manası reisi-i cumhur olacak demekti. Lakin Turgut o zaman Devlet Planlama’da henüz müsteşardı…

 

İSLAM Aylık Mecmua Kasım/1996 Sayı: 159. Sayfa: 63-64

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dr. Alaaddin KAYA:

“Son Dakikalarında Yanındaydım.”

 

“Aman Yâ Rabbi derken dervişleri için Allah’a niyazda bulunuyordu.

Benim o andaki hissim, kendisi için değildi.”

 

Kendisiyle ilk tanışmamız, Aziz Efendi Hazretlerinin vefatından sonra Bursa’dan geldiği zaman oldu.

Ben çocuğum o zaman. Orta ikideydim. “Adın ne senin”, dedi.

Mehmed dedim (göbek adım). “Adaşız seninle” dedi. Bir zaman derslere devam ettim.

Sonraları bıraktım. 1971 yılında hacdan gelenlere karantina uygulanıyordu,

ben de doktor olarak görevliyim. Baktım Hoca Efendimiz de geldi. Vardım, elini öptüm.

“Dokotor bey, seni eve de bekleriz!” dedi. Ben de içimden çağırırsanız gelirim Efendim dedim.

Aradan üç-beş ay geçtikten sonra bir gece rüyamda, “Haydi oğlum, artık gel!” dedi.

Geliş o geliş hamd olsun.

Her Pazar günü İkindiden sonra hadis dersi yapıyorlardı. 1977 yılında bir Pazar günüydü.

Bizler ders dinlemeye geldik. Hoca Efendimiz, yanında Es’ad Efendi olduğu halde geldi. Onu kürsüye oturttu.

Sonra cemaate döndü. “Bundan sonra bu derzleri Es’ad yapacak!” dedi. “Es’ad bizim damattır,

Ankara İlahiyat Fakültesinde hocadır!” dedi. Sağ tarafa yanına oturdu, on dakika kadar dinledikten sonra gitti. Es’ad Efendi çok heyecanlıydı, tir, tir titriyordu. O günden sonra, dersleri Es’ad Efendi yaptı.

 

Bir seferinde oğlan hastalandı, 7 aylıktı. Bağırsak takınması teşhisiyle hastaneye yatırıldı.

Çok üzülüyorduk, annesi başında ağlıyordu. Ameliyata karar verildi. Hoca Efendimize de arz etmiştim.

Ameliyat olacağı sabah, çocuğun başında beklerken uyuya kalmışım. Rüyamda Hoca Efendimiz geldi. “Bismillâhirrahmânirrahim” dedi ve elini çocuğun karnına koydu. Uyandım, baktım, çocuk gaz çıkarmaya başladı, ameliyata gerek kalmadı.

 

Son günlerinde Hoca Efendimiz Hazretlerinin yanında bulundum.

Geceleri uyuyamıyordu, bir şey yiyemiyor, ateşleniyordu.

Rahatlatıcı tedaviler yapıldı. Son akşamında ağırlaştı, sonra düzeldi.

Hatta akşam namazı koma halinde geçmişti, uyandı, “Akşam oldu mu?” dedi, ben de, “Efendim geçti” dedim. Hemen tuğlayı getirdik, kollarını sıvadık, teyemmüm ettirdik, Namazını kıldı.

Sonra çağırdı büyük ablayı, kulağına bir şeyler söyledi.

Demiş ki; “Bunlar aç, bunlara yemek yedirin içeride…” demiş. Biz içeri geçtik.

Bir ağabeyimiz orada bekliyordu. Açmış gözünü, “Sen de git, sen de yemek ye “demiş.

 

O akşam durumu iyileştiği için, biz tahmin etmiyorduk sabahleyin bir şey olacağını,

Örfi idare de (Sıkıyönetim) vardı. Yasaktan önce eve gittik.

Gece telefon ettiler, rahatsızlığı arttı diye.

Arabaya atladım geldim. Baktım mübareğin durumu ağırdı. Tansiyon 5’e düşmüştü.

Tansiyonu biraz yükseldi. O gün öğleye doğruydu. Yatıyordu, gözleri kapalıydı, etrafıyla ilgisi yoktu.

12’yi 5 geçe civarında, oturdu. Ellerini açtı:

“Aman Yâ Rabbi!” dedi. Biz irkildik.

Ondan sonra tekrar uzandı yattı. Sonra bir daha kalktı.

“Aman Yâ Rabbi!” diye ellerini açtı.

Ondan sonra yattı, göğsünden hafif bir hırıltı geldi.

Baktım ruhunu teslim etmiş. Saat 12’yi 10 geçiyordu.

Aman Yâ Rabbi derken dervişleri için Allah’a niyazda bulunuyordu.

Benim o andaki hissim, kendisi için değildi.

 

İSLAM Aylık Mecmua Kasım/1990 Sayı: 87. Sayfa: 42

Share this post


Link to post
Share on other sites

Esselamü Aleyküm.

 

Değerli Arkadaşlar,

13 Kasım 2008 Perşembe günü M.Zahid KOTKU (K.S.) Hazretleri'nin

Sene-i Devriyesi olması münasebetiyle açmış olduğum konu başlığına

bu akşam itibari ile son 'Söyleşi'yi yayınlamış bulunuyorum.

(R.A.) Hoca Efendi ile ilgili açmış olduğum diğer başlıkta da belirttiğim gibi bu foruma üye

Siz değerli arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğunun,

Tasavvufu, Evliyaullah'ı ahirete irtihal etmiş Mübarek Hoca Efendi'leri ve Alim'leri eminim ki biliyorsunuz,

kesinlikle niyetim sadece sadece Rahmetli Hoca Efendi'yi hatırlatmak idi.

Bu konu başlığı altında geçen bu dört gün boyunca herhangi bir Su-i Zana sebebebiyet verdim ise

Hakkınızı helal edin İnşaallah...

 

Rabbim hepimize Hak Din olan İslam'ın Kitab-ı Kur'an-ı Kerim'i okumayı,

Okuyup anlamayı,

Anlayıp O'nun üzerine amel etmeyi,

O'nun üzerine amel edip son nefesimizde bile O'nu zikretmeyi Nasip eylesin İnşaallah.

Ahirette Hz. Muhammedi-nil Mustafa (S.A.V. Efendimizin şefaat ettiği kullardan olmayı,

Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Sancağı altında,

Kevser Havuzu'nun başında,

Mübarek Hoca Efendilerimiz birlikte haşrolunmayı Nasip eylesin İnşaallah...

Vel-hamdülillahi Rabbil Alemin El Fatiha...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ahlâk ve Şemâili

 

Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

 

Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.

 

Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

 

Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.

 

Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

 

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.

 

Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.

 

Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

 

Çok açık eli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.

 

Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

 

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...

 

Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

 

Halil Necâtioğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...