Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

Üstadın Vefatının 25. Sene-i Devriyesi Münasebetiyle

Recommended Posts

Üstadın vefatının 25. sene-i devriyesi münasebetiyle...

 

 

 

Dün gibi hatırlıyorum. Dersten çıktım. Teneffüste bir çay içeyim derken, 'ziyaretçiniz var' dediler. Baktım bizim eski arkadaşlarımızdan birisi. Üstadın vefatını ve cenazenin Fatih Camii'nde kılınacağını, müteakiben Eyüp Sultan'a defnedileceğini söylerken, kelimeler adeta boğazında düğümleniyordu. Okuldan izin verilmemesine rağmen Fatih'e nasıl geldiğimizi, o mahşerî kalabalığı, eller üstünde (ufak-tefek olaylara rağmen) polis kontrolünde Eyüp Sultan'a yürüyerek ne şartlar altında geldiğimizi, Üstad Necip Fazıl'ı Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin eteğine defnettiğimizi sanki dün gibi hatırlıyorum. Cenazeden sonra gönül dostlarıyla 'Üstadla Hatıralar' bahsiyle uzun sohbetlerimizi, bize kazandırdıkları 'özgüven'i, heyecanlarımızı, imanın bedel istediğini, her Müslüman'ın bu bedeli ödemesi gerektiğini, kendisinin her türlü dünya nimetlerine; hapis hayatı ve işkenceyi tercih ettiklerini, 'imtihan dünyası'nın her çeşidine hazır olunması gerektiğini, 'dâvâ adamlığı' şartını taşıyan bir adamdan nasıl korkulduğunu yaşanmış misallerle anlatmıştık birbirimize.

 

Üstadın;

"Söndürün lambaları uzaklara gideyim,

Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim."

Mısralarını tekrarlayıp duruyorum. Hangi lambalar? Hem kafesi aydınlatan, hem kapısını kapatan lambalar... Üstad'ın aynı konuya yakın mısralarını hatırlamaya çalışıyorum.

"Pencereme vurmayın ödüm patlayabilir,

Dokunmayın vucudum boşluğa kayabilir."

Nasıl bir duygu bu? Hassasiyetin zirve noktalarındaki incecik dengede yaşanan bir özel hal... Özel halin tabiî hayatta hiç kimseye anlatılamayacak derûni arzusu, bekleyişi, özlemi. Saygı ricası, rikkat bekleyişi, sezgi umudu...

 

 

Üstad, mihverin sözcüsüdür, temsilcisidir, dâvâcısıdır. O, "aşırı uçlar", "karşı odaklar" tasnifine tâbi tutulamaz. Önce bu husus bilinmelidir. O'nun sanat gücünü inkâra, ciddiyet alınabilir vasıftaki hiçbir edebiyat tarihçisinin tâkati yetmez. Yetmemiştir de. Necip Fazıl, bu hakkının teslimini, takdir bekleyerek değil, mukavemet edilemez gücüyle sağlamıştır. Kapıları kırarak, tuzakları aşarak, zincirleri parçalayarak, surları delerek sağlamıştır.

 

Öyle bir sanat gücü vardı ki; haksız bir tezi bile söz ve yazı ustalığıyla, haklıyı savunmaya çalışanlara karşı üstün gösterebiliridi. Hakikati savunan Necip Fazıl'ın gücünü varın hesap edin... Onu yok saymaya çalışan biri, kendini yok sayılmaya mahkûm eder. Bunu da, solcu olsun olmasın, hiçbir akıl sahibi göze alamaz.

 

Sol, üstâda yanıktır. Öfkeleri buradan kaynaklanıyor. "Ah, ilk halinden sonra, sola meyletseydi!" hasreti-hayıflanışı içlerinin dinmeyen sızısıdır. Şöyle bir tespiti var: "40 sene evvel Rusların kültür ateşesi Mihailof isminde bir adam, (Bize senin gibiler lazım. Nazım'lar falan değil. Komünist olsan Moskova'nın yarısını verirdik) demişti" Biz solun da kabul etmek durumunda kaldığı insanlarımız dışında, kendi kıymet takdirimiz kendi ölçülerimizde gerçekleştiremiyoruz. Sol kabul etmemişse, ansiklopedilere, edebiyat tarihlerine, okul kitaplarına giremezsin. Asıl çözülmesi ve üzerinde durulması gereken mesele budur. Bir kıymet ifade eden eserler vermiş yüzlerce isim sayabilirim ki; haklarında tek satırlık bilgi edinebileceğimiz hiçbir kaynak bulamazsınız. Ama solun acemi kalemlerine bile yer ayrılmıştır! Acıdır ama gerçektir. Kendi kıymetlerimizi, solun vizesine muhtaç kılmışızdır. Bu bazen, aynı şahsın değişik yönleri için uygulanıyor. Sol Necip Fazıl'ın sanat yönünü kabul etmiştir; biz de ediyoruz. Sol, tefekkür yönünü kabul etmiyor, biz de tereddütte kalıyoruz! Burada solun tutumu "yok sayma" değildir, varlığını çok iyi bildiği keyfiyetin tesirlerini yok etme çırpınışıdır. Yok sayma durumunda bırakılmak istenilen biziz; ve maalesef, lâfzen olmasa da fiilen o duruma bir nisbette düşürüldüğümüz vâkıadır. Niçin mi? Şunun için: Bir büyük kıymetin varlığını anlamak ve benimsemek, ona bağlılık arz etmekle değil, onun yolunu takib etmekle olur. Necip Fazıl'ın dil anlayışını, san'at-şiir-tefekkür anlayışını devam ettiren, (cevheri varsa aşarak tekâmül ettirerek devam ettiren) kaç kişi yetiştirebildik? Yetiştiremeyişimizin önemli sebeblerinden biri, "solun vizesini şart kabul eden" vahîm anlayıştır.

 

 

Büyük şâir, büyük nâsir. Büyük tiyatro yazarı. Büyük fikir adamı. Büyük kavga adamı. Zaten şahsiyetini mayaladığı dergisinin ismi de büyük... "BÜYÜK DOĞU"...

 

67-68'lerde ortaokula giderken "Büyük Doğu" dergileriyle tanıştım. Daha sonra konferanslar, çeşitli gazetelerde yazdığı makaleleri... Bir diğer üstad Sezâi Karakoç'un "Diriliş"i bize o günlerde anne sütünü emen çocuklar gibi besliyordu. Zamanının en güzel fikir ve sanat dergisi idi Büyük Doğu. Sahafları dolaşmamız, eski sayılarını temin için yapılan pazarlıklar... Dönüş parası kalmadığı için eve yaya dönüşler, vs. Her sayısını incelerken "aşağılık kompleksi"nden kurtulduğumuzu hissediyor, din düşmanlarına karşı mücadeleye hazırlanıyor, meşrû zeminde bilgili ve kültürlü yetişerek muhataplarımızı susturuyorduk. Zamanla bu dergi fikrî mücadelenin kavga dergisi oldu. Eski sayıları bize "tarih şuuru" veriyordu. Meselâ; bir sayının kapağında kocaman bir kulak resmi. Altında da şu yazı: "Başımızda kulak istiyoruz..." İsmet paşanın dergiyi kapattığını ileriki sayılarından anlıyoruz.

 

Bakıyorsunuz bir başka gün, bir başka kapak. Bir cennet ırmağı ve altında Yunus'un mısrası ile Anadolu'yu târif ediyor:

"Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu..."

 

Bir başka kapakta harikûlade güzel yüzlü bir kız çocuğunun ağlayan resmi altında izahat: "Milletçe Ağlıyoruz" Tabiî CHP'nin elinden...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl ve Menderes

 

 

Büyük Şair Necip Fazıl Kısakürek'in mecmua çıkarmak gayesi ile Ankara'da Adnan Menderes ile görüşmek istediğini ve uzun bürokratik engelleri aştıktan sonra sabaha karşı Başvekil Adnan Menderes ile görüştüğünde ona:

"Sizin Başvekil olduğunuz bir ülkede ben şu kadar eserin sahibi olarak, omzuma bir boyacı sandığı atarak Eminönü meydanında karnımı doyurmak için boyacılık yapsam, bu sizin için şeref midir?!..." diye oldukça sitemli konuşması üzerine. merhum Menderes büyük bir inkisar içinde şöyle der:

"Necip Fazıl Bey, ben her şeyi biliyorum... Fakat bilsen ne haldeyim. Üstümde Celal Bayar, altımda Medeni Berk; iki mason arasında, iki değirmen taşı arasındaki tane gibiyim. Al şu parayı da git mecmuanı çıkart!... Arada bir de bana çat ki; onu Menderes besliyor demesinler!..."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstâd mahkemede!

 

 

 

Mahkemelerdeki müdafaaları ve jestleri ise alışılmamış, görülmemiş güzellikte idi. Nitekim sonradan bunları "Müdafaalarım" diye bir kitapta neşretmiştir.

 

Bir defasında o kadar tesirli bir müdafaa yapıyor, hapishanede çektiği işkenceyi öyle canlı bir şekilde anlatıyor ki; mahkeme üyesi bir hanım hâkimin gözlerinden gayrıihtiyârî yaş süzülüyordu. Durdu ve gösterdi:

-İşte dinin bir hükmünün gerçeği daha ortaya çıktı:

"Kadından cezâ hâkimi olmaz!"

 

Mahkemelerdeki müdafaa ve taktiği şahaneydi. Kendisi en katı kelimelerle en mücerret gerçekleri anlatmakta üstâd idi. Bir başyazarı anlatan yazıda "Sen beş kere namussuzsun" demişti. Başyazar mahkemeye koştu. Sanık sandalyesinde Necip Fazıl şunları söylüyordu:

-Benim yazımda isim yok. Ben beş kere namussuz bir insandan bahsediyorum bu yazıda. Müştekinin şikâyet hakkı doğması ve müdahalesinin kabulü için kendisi önce o beş kere namussuz adamın kendisi olduğunu ispat etmesi gerekir.

 

Yazıda kendi ismi geçmediği halde ismi geçmişcesine başarıyla anlatılan başyazar; dikkatsizliğine ve Üstâd Necip Fazıl'ın hukukî zeka ve seviyesine kurban gitmiş, dâvâ düşmüştü.

Share this post


Link to post
Share on other sites

EL-DİL-KALB... (N. FAZIL KISAKÜREK)

 

 

 

Müslüman'ın kötüye itmekte ve iyiye çekmekte üç silahı vardır: Eli, dili, kalbi... Kalb, niyet ve irade olarak her iki fiilin de içinde olduğuna, dil ise eli bırakmayacağına göre silah tektir. Yalnız el!... El yâni fiil, aksiyon, doğrudan doğruya icra vasıtası...

 

Müslüman'a, her şeyden önce, üç silahı da birleştirmiş olarak eliyle hareket etmesi emredilmiştir. Onu yapamadığı, yâni eli ve kolunun bağlı olduğu yerde iş dile kalmakta, ağız açmaya bile imkân olmayan yerde de kötüyü kalble reddetmekten başka çare kalmamaktadır. Şu kadar ki; el dururken işi dilde bırakmak, hele kendi kendisini tecrid edici bir susma ve katlanma seciyesiyle yalnız kalbden protesto tesellisine sığınmak, İslâm ruhuna asla uymaz! Ancak kat'i zor altında kaldığı zaman işleyecek olan ikinci ve üçüncü (fakülte), iyice bellemek ve kavramak lâzımdır ki; kıymetçe, mareşal rütbesinden olan ele nisbetle çavuş ve er bile değildir. Üstelik mâzur vaziyetlerde dahi makbul sayılmazlar. Hele kât'i zor ve eli işlemekten alıkoyucu sebeb bulunmaksızın lâftan ve yürekteki gizli duygudan ibaret kalmak, Müslüman'ı küfrün eşiğine kadar sürükleyen bir iman ve ahlâk zaafına kadar varabilir.

 

Eğrinin gölgeside eğri... Bunun gibi, küfre rıza göstermek de küfür... Kötülüğü yalnız kalble reddetmekte, küfre rıza gösterme yoksa da, rıza göstermeye kapı açmak gibi bir şey vardır ve bu hâl, mutlaka sonunda "Herkes ne yaparsa yapsın; bana ne?" demeye, yâni bir nev'i rıza göstermeye gider.

 

Her ferd, öz evinde, işyerinde, her türlü şahsi tasarruf sahalarında bir nev'i devlet reisi değil midir? İşte müslüman, kendi öz resmi devletine malik bulunmadığı şartlar altında bile şahsi ve hususi devlet reisliğini göstermek ve gerçek bir riayet ölçüsüyle kanunun verdiği müsaade nisbetinde elinin kullanmak mükellefiyeti altındadır.

 

Bizi hapsettikleri camilerde bağdaş kurmuş, ellerimizi hâcet dergahına açmış, kendimizden geçmiş, dua ediyoruz:

-Yâ Rabbi, bu vatanı kâfirlerden kurtar! Yâ Rabbi, her gün biraz daha sukût eden ahlâkımızı önle! Yâ Rabbi, gençliğimize Senin ve Sevgilinin aşkını ilham et! Yâ Rabbi, asırlardır, geçit resimleri bitmeyen Batı taklitçisi sahte kahramanların foyasını meydana çıkar! Yâ Rabbi, Sevgilinin ümmetine hikmet ve hareket, ilim ve eşyaya hakimiyet ihsan eyle!...

 

Bu duayı edip ondaki dileklerden hiçbirinde hisse sahibi olmaksızın, cami kapılarında pabuç giymek ve sonra kalabalığa karışmak kadar denî ve şenî bir eda tasavvur edilemez.

 

Sen, Allah'tan istediklerinin hangisi üzerinde bir hamle ve teşebbüs sahibisin ki; bu aziz duayı ağzına alabilmek cesaretini gösteriyorsun?

Nice "Marka Müslüman'nın" duası Allah'tan, kendisine donunu giydirmesini istemeye kadar varabilecek bir ruh sarhoşluğu içindedir.

Allah'tan, her nefes alışımızda bize nefes alma kudretini vermesi için dua etmiyoruz. Halbuki bu fiil bile duaya muhtaçtır ve topyekün kainat, dua üstünde durmaktadır. Ama duanın sırrında, onu icrada aramak en ince hikmet noktasıdır.

 

Müslüman! Aynanın karşısına geç ve alnındaki "Müslüman" yazısına her an ihanet halinde olup olmadığını düşün! Ve duayı icrada ara!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl anlatıyor...

 

 

Bir ara Güzel Sanatlar Akademisi'nde hocalığım oldu. Kültür dersi hocalığı. Girdim sınıfa. Sınıfım gayet enteresan, hepsi kibarzâde Galatasaray mezunu malûm tipler. Karşılıklı oturduk. Talebede usûldür, hocasını imtihan eder. Hoca da talebesini. İki taraf evvela bir göz düellosu yapar. Konferanslarda da aynı şeydir. Evet; sınıf konuşmamı bekliyor, sesime kadar merakta. Şöyle bir yoklama yaptım; döndüm dedim ki:

"Çocuklar garibinize gidecek ama sorayım; İslâm'ın kaç mezhebi vardır? Bunu bana söyleyecek var mı? "Tıss" "Hayret" dedim. Yahu fenalaşıyorum, hepiniz Müslümân çocuğusunuz; mezhep ismi istiyorum o kadar. Bir müddet sonra -şimdi gülenler ağlasın- bir delikanlı ayağa kalktı:

"Efendim müsaade ederseniz ben söyleyeyim!" dedi.

"Şimdiye kadar niçin söylemedin?" diye mukabele ettim.

"Sebebi var efendim!"

"Söyle!" söyledi. Tek tek. Sordum:

"İsmin ne?"

"Dimitro" buyurun! Hayâsından da önce Müslümanların cevabını bekliyor. Bakın inceliğe, "Tüh suratınıza" dedim;

"Utanmazlar"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dua

 

Bıçak soksan gölgeme,

Sıcacık kanım damlar.

Gir de bak bir ülkeme:

Başsız başsız adamlar...

 

Ağlayın, su yükselsin!

Belki kurtulur gemi.

Anne, seccaden gelsin;

Bize dua et, e mi!

 

 

 

Necip Fazıl Kısakürek

 

 

-------

 

(Kaynak: Vakit Gazetesi, Yaşar DEĞİRMENCİ)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...