Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Vakıf Ahmet

Ruh

Recommended Posts

RUH

 

1 - Ruh

 

Allah sizi her türlü sıkıntıdan korusun ve dünya ve ahiret Efendisinin hürmetine, dünya ve ahiret nimetlerine kavuştursun...

 

Dünya lezzetleri ve elemleri iki türlüdür: Birincisi cismin, ikincisi ruhun zevk ve acıları... Cisme lezzet veren herşey, ruha elem verir; ve cismi inciten herşey ruha tatlı gelir. Demek ki, ruh ile ceset, birbirinin zıddı, aksi... Fakat bu dünyada ruh, cisim makam ve derecesine düştüğü ve cisimle birleştiği için kendisini cisme kaptırmış, cismin hâlini almış, cisme lezzet veren şeylerden elem duyar olmuştur. İşte avam, yani aşağı tabaka halk böyledir.

''Ruhu, sonra en aşağı dereceye indirdik!''

 

Meâlindeki âyet, bunların halini belirtir.

 

İnsanda ruh, bu esirlikten kurtulmaz, bu bağlardan çözülmez, kendi öz derecesine yükselmez, gerçek vatanına ulaşmazsa, onun sahibine yazıklar olsun!..

 

Beyit:

 

Mahlukların en üstünü insan...

O yüksek makamdan mahrum kalan da o...

Bu mahrumluk yolundan geri dönmezse,

Hiçbir mahrumluk onunkine eş olamaz...

 

Ruhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması, lezzetini elem saymasıdır. Onun bu hâli, midesi bozuk bir kimseye benzer ki, tatlıyı acı hisseder. Böylelerini tedavi etmek nasıl gerekirse, ruhu da bu hastalıklardan korumak icap eder. Ruhun, tedavi göre göre, cisim acılarından lezzet bulacak hâle gelmesi lazımdır.

 

Beyit:

 

Kavuşmak için bu lezzet ve neşeye,

Can çıkasıya çalışmak, didinmek gerek...

 

İyice düşünür ve incelersek anlarız ki, dünyada eğer dert ve musibet olmasaydı, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın karahatınlığını, onun acılık veren hâdiseleri gidermektedir. Dertlerin ıstırapların acılıkları, hastaya iyi gelen ilacın acılığı gibi.

 

Bu fakir, görüyorum ki, kötü niyetle gösteriş için, menfaat kaygısından tertiplenen ziyafetlerde, meselâ, yemeğe kusur bulmak ve ziyafet sahibinin hatırını kırmak, yemekteki karanlığı gidermeye ve ziyafet sahibinin kötü niyetini temizlemeye, ziyafet sahibinin kabul edilmesine yetiyor. Eğer misafirlerin şikayet ve hakaretleri olmasaydı ve ziyafet sahibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günah olacak, sevabı kalmayacaktı. Kalbin kırılması kabûle sebep oldu. O halde, hep cisim ve cesedimizin rahatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz.

 

Allah,

 

''İnsanları ve cinleri, yalnız ibadet etmeleri için yarattım!''

 

Buyuruyor. İbadet dei kalbin kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. O halde, insanın yaratılması, kendini hakir bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünya, müslümanların ahiretlerine, Cennetteki nimetlere göre, bir zindan gibidir. Müslümanların, bu zindanda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O halde, dünyada eziyet, sıkıntı çekmeye alışmak lazımdır ve mihnetlere katlanmaktan başka çare yoktur.

 

Cilt: 1 - Mektup: 64'den

 

Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, İmam-ı Rabbân-î Mektûbat

Share this post


Link to post
Share on other sites

2 - Ruhun Terakkisi

 

Kıymetli mektubunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden bazıları, Allaha her ân âgâh olduklarını, uyku esnasında bile O'nu daima hatırda tuttuklarını haber vermişlerdir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Bunu anlatabilmek için önce birkaç şeyi bildirmek lazım:

 

İnsan, ruhu bu cesetle birleştirmeden önce terakki edemez, ilerleyemezdi; kendi makam ve derecesiyle hudutlu, mahpus gibiydi. Fakat, ruhu cesedi indikten sonra insana tekâmül hassası, yükselme kuvveti verilmiştir. Bu hassadır ki, onu melekten üstün ve şerefli saymıştır. Allah, lûtfen ve ihsanı neticesi, ruhu, bu hissiz, hareketsiz, karanlık, hiçbir şeye yaramayan ceset ile birleştirdi.

 

Ruh ışığını, karanlık cesetle birleştiren, madde olmıyan, zaman ve mekânla kayıtlı olmıyan ruhu, maddî cesetle birleştiren, onları bir arada tutan Allah ne büyüktür... Bütün büyüklük ve üstünlükler yalnız O'na mahsus... O'nda hiçbir eksiklik olmaz. Bu sözün mânasını, ilmini, iyi kavramak lâzım...

 

Ruh ile ceset, her bakımdan birbirinin zıddı olduğundan, bir arada kalabilmeleri için, Allah, ruhu nefse âşık etti ve bu sevgi onların birleşmesine sebep oldu. Kur'an, bu hâli bize haber veriyor:

 

Meâlen,

 

''Biz insanın ruhunu, güzel bir surette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik.''

 

Buyurulur. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması kötülemeğe benzeyen bir medihtir.

 

İşte ruh, nefse karşı bu aşkı sebebiyle, kendini nefs âlemine attı, ona tâbi ve esir oldu. Hattâ kendinden geçti, aşkını unuttu, ''emmare nefs'' halini aldı; sanki en aşağı derecesiyle nefs oldu.

 

Ruh, herşeyden daha lâtif olduğundan, her ne ile birleşirse onu hâline, şekline, rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde iken Allaha olan bilgisini de kaybetti, cahil ve gâfil oldu; nefs gibi, cehalet karanlığı ile karardı.

 

Allah çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, Peygamberler gönderip, bu büyük davetçiler vasıtasiyle, ruhu kendine çağırdı; sevgilisi olan fâsid nefse uymamasını ona emretti. Ruh, bu emri dinleyerek, nefse uymazsa felaketten kurtulur; nefsen yüz çevirmez, madde dünyasından ayrılmamak isterse, saadetten uzaklaşır, yolunu şaşırır, karanlığa batar gider. Demek ki, ruh, nefsle birleşmiş, hattâ kendisini unutup nefs halini almıştır. İşte ruh, nefsle birleşmiş, hattâ kendisini unutup nefs halini almıştır. İşte ruh, bu halde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefsten yüz çevirir, ondan soğur, kendi gibi bir mahlûku sevmekten kurtulup sonsuz var olan, hakiki bâkiye âşık olup bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yani nefsin gaflet ve cehaleti, bâtına yani ruha, sirayet etmez, Allah'ı bir an unutmaz. Nefsin gafleti ona nasıl tesir eder ki, o nefsten tamamen ayrılmış, zahirden batına hiçbir yol kalmamıştır. İşte bu vakit, zâhir gaflette iken batın uyanıktır, her an Rabbi iledir. Meselâ badem yağı, badem çekirdeğinde bulunduğu müddetçe ikisi de aynı şey gibidir. Yağ, posadan ayrıldıktan sonra, hassaları başka her bakımdan ayrı iki şey olurlar.

 

İşte bu hâle yükselmiş, bahtiyar bir kimseyi, bazen, tekrar bu âleme indirirler. Allaha ârif ve âlim olduğu halde bu maddî âleme döndürülen o mübarek kimsenin şerfli varlığı vasıtasiyle, âlem, nefslerin karanlığından kurtarılır. Böyle ulvî bir kimse, insanların arasında bulunur, görünüşte herkes gibidir; fâkat ruhu hiçbirşeyi sevmez, hattâ hatırlamaz. Çünkü ezeldeki Allah bilgisi ve sevgisiyledir ve istemediği halde onu bu âleme döndürmüşlerdir. Ruhun terakkisi, neticede, sahibini bu hakikat memuriyetine eriştirir.

 

Böyle bir müntehî, görünüşte, başkaları gibi Allahtan gafil mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Halbuki, hakikatte, onlarla hiçbir benzerliği yok... Bir şeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup yüz çevirme alâkası arasında çok fark var... Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin yaratıklara olan âlaka ve sevgisi, kendi meylinden dolayı ve kendi ihtiyarında değildir. O, dünyaya rağbet etmez; ancak, Allah, bu âlakayı istemekte ve beğenmektedir. Başkalarının sevgisi ise, kendilerindendir ve Allah bu alakalardan razı değildir, onu beğenmez. Diğer bir fark da, başkaları, bu âlemden yüz çevirip Allahı tanımak ve sevmek derecesine kavuşabilirler. Müntehînin halktan yüz çevirmesi ise, imkânsız... Halk ile olmak, onun vazifesidir. Ancak, vazifesi biterse, o zaman onu, bu muvakkat dünyadan ebedî âleme ve oradaki hakikî makamına naklederler.

 

Tarikat büyükleri, davet makamı ile irşat derecesini başka başka anlatmışlardır... Çokları, ''Halk arasında, hak ile olmaktır.'' dedi. Sözlerin başkalığı, söz sahiplerinin hâl derecelerinin başka başka olmasından... Herkes, kendi makamına göre söylemiştir. Herşeyin doğrusunu, Allah bilir.

 

Cüneyd-i Bağdadi'nin, ''Nihayete varmak, başlangıca dönmektir.'' buyurması, yukarıda bildirdiğimiz dâvet makamına uygun bir tariftir. Çünkü, başlangıçta hep mahlûkat görülmektedir.

 

Nitekim;

 

''İki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz.''

 

Meâlindeki hadîs, Peygamberler Peygamberinin Allaha olan daimi bağlılık ve uyanıklığının değil, belki kendilerinin hâllerine karşı gafil olmadığını, uyanık bulunduğunu bildirmekte... Bunun içindir ki, Peygamberlerin uyuması abdestini bzomazdı. Peygamber, ümmetini korumakta bir sürünün çobanı gibi olduğundan, bir ân ümmetini unutması Peygamberlik makamına uygun olmaz.

 

Bunun gibi;

 

''Allah ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez.''

 

Meâlindeki hadîsin ifade ettiği hâl, her zaman değil bazandır. Böyle anlarda Peygamberin, yaratıklardan yüz çevirip ayrılması icabetmez. Çünkü, Allah, ona tecelli etmektedir; yoksa O, mahlûkatı unutup tecellileri aramakta değildir. Mâşukun âşıka cilvesi gibi olup, âşık, mâşukun peşinde, arama halinde değildir.

 

Ruhun terakkisiyle varılan bu mertebede, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler geri gelmez. Onlar bir defa açılmıştır. Arada perde olmaksızın, onu, yarartıklar arasına salıp mahlûkların uyandırılmasına, kurtulmasına vasıta kılarlar. Böyle kimse, büyük bir padişaha çok yakın devlet adamı gibidir. Bununla beraber kendisine millet işlerini görüp dertlerine çare olmak vazifesi de verilmiştir.

 

Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, İmam-ı Rabbân-î Mektûbat

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çok kıymetli bilgiler Ahmed gönüldaş. Bu başlığa tüm mektubatı istiyorum :)

Birde Rehber bilmezler İmam-ı Rabbani Hazretlerine neder!

İmam-ı Rabbani kendisinden sonrakilerin yol çizicisi...

Allah razı olsun hemn Üstaddan hemde senden kardeşim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...