Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Yavuz Bahadıroğlu

Recommended Posts

Geçenlerde büroya gelirken, her gün kullandığım yolda yeni bir şeyler fark ettim: Yol boyunca güller, çiçekler, gelincikler açmıştı.

Bunu fark ettim, çünkü otomobili bu kez ben kullanmıyordum. Anladım ki, dikkatimi tek şeye (otomobil kullanmaya) yoğunlaştırmam, aslında var olan, var olduğu için de görmem gereken bazı güzellikleri görmemi engelliyor.

Ne dersiniz? Kendimizi tek konuya, yahut birkaç konuya (diyelim ki savaşa, paraya, işe, politikaya, ideolojiye) kilitlememizden dolayı, hayatın bazı güzelliklerini kaçırıyor olabilir miyiz?

Yazının başlığı, aynı zamanda son kitaplarımdan birinin adıdır. Oradan size bir hatıramı aktarmak istiyorum...

Bir gün ilkokul öğretmenimiz dedi ki:

“Bugün değişik bir şey yapın, eve her gün kullandığınız yoldan değil de, başka bir yoldan dönün.”

Üç kişi dışında kimse bu öğüdü tutmadı: O üç kişinin içinde ben de vardım. Biraz dolambaçlı, ama değişik bir yoldan gittim eve. İlk defa kullandığım için de çevreye dikkat ettim...

Yolun iki tarafı yabani çiçeklerle süslüydü. Yer yer ağaçlar tepede kafa kafaya vermiş, patika yol tam anlamıyla yeşil bir tünele dönüşmüştü. Yeşilin her tonu yol boyu sere serpe uzanmıştı. Bizler bu muhteşem renk bestesinde notalara dönmüştük.

Bir kulağımda Kalecik Deresi’nin çağıltısı, öbür kulağımda Karadeniz’in hırçın dalgalarının sesi vardı. O ana kadar böylesine bir duyum ve görüntü zenginliği yaşamamıştım...

Her şey gerçekten de çok muhteşemdi.

Hayatın ve hayatı güzelleştiren her şeyin benim için (insan için) yaratıldığını sanırım ilk o gün fark ettim. Galiba öğretmenimin de gayesi buydu.

Ertesi gün, öğretmenimiz, kimlerin değişik yollardan eve döndüğünü sordu. İki arkadaşımla birlikte parmak kaldırdım. Karatahtayı gösterdi:

“Gel ve gördüklerini arkadaşlarınla paylaş.”

Dilim döndüğü kadar muhteşem güzelliği anlattım. Herkes hayran hayran dinledi. Ve o gün herkes aynı yoldan eve döndü.

En çok neye şaştım biliyor musunuz? Hani birlikte yürüdüğüm iki yol arkadaşım vardı ya: Bunlardan biri ilk teneffüste koluma girdi ve benim sınıfta anlattığım hiçbir şeyi görmediğini söyledi.

Anladım ki, görebilmek için bakmayı bilmek lâzım.

Güzellikleri görebilmek için değişik yollar kullanmak bile gerekmeyebilir...

Her gün kullandığınız yola (her gün gördüğünüz kişilere) biraz daha dikkat edin, yeter.

Gözünüzden hep kaçırdığınız alımlı baharı belki o gün yakalarsınız, belki o gün fark edersiniz hayatın sırrını ve belki o gün tanışırsınız hayatın gülümseyen yüzüyle...

İyisi mi, siz önce kendinizle iyice bir tanışın: Gözbebeğinizdeki “yaşama sevinci”ni dikkatle bir okuyun...

Kendinizle birlikte hayata sımsıkı sarılın ve hayatı da okumaya başlayın.

Hayatı okuyabilmek için her gününüzü hep “ilk gün” olarak yaşayın...

Her yere ve her şeye “ilk kez” görüyormuşsunuz gibi bakın...

Gülleri, çiçekleri “ilk defa” kokluyormuş gibi koklayın... (Hayatın olumsuzluklarına, yani dikenlerine öyle bir kilitlenmişiz ki, gülü göremiyoruz)

Kelebekleri, renkleri, yıldızları “ilk” görüyormuş gibi yapın...

Daha mutlu, daha huzurlu yaşamak için aslında dünyayı değiştirmemiz filan gerekmiyor, sadece dünyada hep var olan bazı güzellikleri fark etmemiz, bazen de keşfetmemiz gerekiyor.

Yani dünyaya değişik pencerelerden bakmayı öğrenmeliyiz.

Bunu yapabilmenk, hayata salt gözümüz ve beynimizle değil, biraz da yüreğimizle bakmayı gerektirir!

Yani her bakışımıza biraz duygu katmalıyız...

Hadi hemen bugün eski olumsuzlukları ve eski olumsuzluklardan kaynaklanan bazı kötü alışkanlıkları değiştirip dünyamıza yeni bir pencere açalım...

Gökkuşağı’nın yedi renginde saklı sınırsız renk cümbüşünü, yıldız sağnağını, mehtabı, gece karanlığına sarınmış sır dolu güzellikleri görelim...

Menekşelere, şebboylara, yediverenlere dikkat edelim...

Kısacası, her güzelliğin bizi mutlu etmek için yaratıldığını bilerek hayata bakalım.

Unutmayalım ki, hayatın tümünü değil, sadece görmek istediğimiz parçaları görürüz!

Share this post


Link to post
Share on other sites

seviyorum bu adamı. sesi ile görüntüsünü bağdaştıramadığım bi insan. geçmişe, eski dönemlere ait yazılarında unuttuğumuz hatta tadı damağımızda kalan bazı lezzetli güzel şeyleri ısıtıpta gündeme getirmesini gayet manidar buluyorum

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk'ün maaşı ve serveti

 

Üsküdar'dan Sırma Hanım'ın sorusu şöyle: "Atatürk'ün maaşı ve mal varlığı uzun zamandır internette dolaşıyor ama farklı değerlendirmeler ve rakamlar var; acaba bu işin gerçeği nedir?"

Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı maaşı ortalama 13.000 TL. Bugün için hayli müteva­zı bir rakam gibi gözüküyor. Ama bu paraya bugünkü altın değeri üzerinden baktı­ğınızda karşınıza 700 bin TL: civarında bir meblâğ çıkıyor ki, yine altın üzerinden bugünkü Cumhurbaşkanı'nın maaşından en az 24, TL üzerinden ise 44 kat fazla ol­duğu görülüyor.

 

Hâlbuki o günkü Türkiye, bugünkü Türkiye'den 20-30 kat daha fakirdir. Bu da göz önüne alınırsa, ilk Cumhurbaşkanı'nın, son Cumhurbaşkanı'ndan reel olarak 350-400 kat daha fazla maaş aldığı ortaya çıkıyor.

 

Çok para: "Bu kadar parayı ne yapardı?" sorusu hemen akla geliyor. Harcayabildiği kadarını harcar, ar­tan parasını İş Bankası'ndaki özel hesabında biriktirirdi.

 

Ayrıca da İş Bankası, Hintli Müslümanların (şimdiki Pakistanlılar ve Bangladeşliler) her kuruşunun Mil­li Mücadele'de kullanılması için aralarında toplayıp gönderdikleri 500 bin TL. ile kurulmuştur.

 

Savaş yıllarında bu paranın sadece 120 bin TL'si harcanmış, geriye kalan 320 bin TL. ile de İş Bankası kurulmuş... Mustafa Kemal da bankaya ortak...

 

Diyeceksiniz ki, İş Bankası'ndaki ortaklığını CHP'ye devretmedi mi? Etti. Hatırı sayılır servetinin önem­li bir bölümünü de Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'na bağışladı.

 

Ama Türk Tarih Kurumu, düne kadar, tarihi çarpıtmak için kullanıldı, Türk Dil Kurumu ise dilimizi boz­mak için akla mantığa sığmaz kelimeler uydurdu...

 

Bunlar bir yana, 1950 seçimleri dâhil, girdiği tüm seçimleri kaybeden halkın desteğinden mahrum bir CHP'nin, halkın kurtuluşu için gönderilen bir paradan hâlâ nemalanıyor olması, sizce normal bir du­rum mudur?

 

Zaten servetinizi kime bıraktığınız değil, nasıl edindiğiniz önemlidir.

 

Şimdi artık Atatürk'ün servetine gelebiliriz...

 

*

 

Kendisi hem CHP'li, hem "Atatürkçü", hem de Atatürk'ün hemşehrisi olan eski bakanlardan, eski TRT Genel Müdürlerinden yazar İsmail Cem, "Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi" isimli eserinde, Ata­türk'ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın "Atatürk'ten Hatıralar" isimli kitabına (Cilt.2, s.689) daya­narak, Atatürk'ün mal varlığının dökümünü dört sayfa halinde şöyle veriyor:

 

Bu dökümden ortaya çıkan gerçek şu ki, Atatürk, ülkenin en geniş topraklarına ve sanayi tesislerine sa­hip zengin bir insandı.

Arazilerinin toplam büyüklüğü 154 bin 729 dönümü geçiyordu.

Ankara'da, Silifke'de, Tarsus'ta, Dörtyol'da, Yalova'da dev çiftlikler kurdurmuştu.

Bu çiftliklerin gelirini ise 1927 ile 1937 tarihleri arasında yine CHP'ye bırakmıştı.

1 bira fabrikası, 1 malt fabrikası, 1 buz fabrikası, bir gazoz fabrikası, 1 tarım aletleri fabrikası, 2 pastöri­ze süt fabrikası, 2 yoğurt imalathanesi mevcuttu.

 

Atatürk ayrıca 13 bin koyun, 443 sığır, 69 at, 2.450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer-döver, 5 kamyon, 2 oto­mobil, 19 araba ve bir deniz motoru sahibiydi.

 

45 dairesi, 7 ağılı, 6 mandırası, 8 ahırı, 7 ambarı, 4 samanlığı, 6 hangarı, 4 lokanta ve gazinosu, 2 fırını, 2 de serası vardı...

 

Oysa Atatürk, Milli Mücadele başlangıcında gerçekleşen kongrelere ödünç elbiselerle katıldığını "Nu­tuk" isimli eserinde gururla anlatıyor.

 

Elbette ne fakir olmak ayıptır, ne zengin olmak suçtur; sonradan zengin olmuş bir sürü fakir var. Önem­li olan zenginliğin kaynağıdır.

 

Bazılarımız, "Cumhuriyetin kurucusuna feda olsun" diyebilir. Ben ise Hintli Müslümanların gönderdiği o parada küçücük bir hakkım varsa, CHP'ye helâl etmeyi düşünmüyorum.

http://www.habervaktim.com/yazar/ataturkun-maasi-ve-serveti-54710.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yavuz Bahadıroğlu'ndan cesur yazı!...

 

 

 

 

Sultan Abdülmecid üzerinden Osmanlı’yı vurmak

 

 

“Kılavuzu karga olanın…” diye başlayan bir atasözümüz var… Galizdir, ama açıklayıcıdır: Yansımalarını hayatın her alanında görebilirsiniz.

 

Meselâ şu son yılların modası Kanuni tartışmalarında ağzı olan konuşurken, herkes bir birinden bir şeyler nakledip duruyor.

 

Osmanlıca okuma-yazma bilmeyen, bu konuda “elif”i “mertek” zanneden köşe yazarları, mangalda kül bırakmıyor! Etrafta yalan yanlış internet bilgileri uçuşuyor. “Kaynak” soruyorsunuz, lâtince birkaç karalamayla Lord Kinross isimli bir İngiliz’den ve Osmanlı’yı kirletme amaçlı birkaç Fransız romanından söz ediyorlar.

 

Kala kalıyorsunuz… Yahu efendiler! Bunlar kaynak değil, iddia… Osmanlı bir arşiv devletidir. Bu kadar bol belge bırakmış başka devlet zor bulunur. O kadar ki, saray mutfağına giren bir bağ taze soğanın bile defterde kaydı var. Her dönemin “vak’anüvis”i yaşanan her olayı günü gününe, hatta saati saatine yazmıştır. Buna rağmen Osmanlı düşmanlarından ve abuk-sabuk romanlardan bilgi derlemek, ya zihniyet açısından onlarla bütünlük içinde olduklarını ya da “cehl-i mürekkep” içinde bulunduklarını düşündürüyor. “Kılavuzu Lord Kinross olanın” hali budur!

 

Bu adam Atatürk biyografisiyle meşhur: Yazdıkları ise bizim “Atatürkçü” yazarların övgülerini aratmayacak cinsten. Üstelik de bu eseri çok istediğinden değil, İngiltere hükümeti tarafından Atatürk hakkında bir biyografi yazmakla görevlendirildiğinden yazdı (1952). Meşhur Türk düşmanı İngiliz Başbakanı Churchill’in eski karısıyla evli olduğunu da söylersem, sanırım tencere-kapak hikâyesi tam yerine oturmuş olur.

 

Bu ve benzeri saçmalıklardan beslenerek, roman yahut köşe yazısı yazanlar, Osmanlı padişahlarına “sarhoş” diyor, Fatih, Yavuz ve Kanuni dâhil, hemen hemen tüm padişahlara her gece “çilingir sofrası” kurdurup kafa çektiriyorlar.

 

Hani ya “belge?” diye sormayın sakın! “Kinross” diyorlar, “roman” diyorlar, geçiyorlar.

 

Milliyet’in köşe yazarı Mehmet Tezkan bile, Abdülmecid’i sarhoş ilân ederken, Cumhuriyet Gazetesi’nde yetişen gazeteci Hıfzı Topuz’u kaynak gösterdi…

 

Güler misiniz, ağlar mısınız?

 

Naima, Vasıf, Nişancı (Karamani) Mehmed Paşa, Aşık Paşazade, Enveri, Mehmet Neşri, Sinan Çelebi, Ruhi Çelebi, Keşfi Mehmed Çelebi, Kemal Paşazade, Matrakçı Nasuh, Muhyiddin Cemali, Lütfi Paşa, Hoca Sadüddin, Gelibolulu Mustafa Ali, Koçi Bey, İbrahim Peçevi, Solakzade Mehmed Hemdemi, Müneccimbaşı, Fındıklılı Mehmed Ağa, Sadullah Enveri Efendi, Mehmed Edib Emin Efendi, Halil Nuri Efendi, Pertev Efendi, Amir Efendi, Mütercim Asım Efendi, Mehmed Ataullah Efendi, Mehmed Esad Efendi, Cevdet Paşa, Ahmed Lütfi Efendi, Muallim Naci ve son vak’anüvis Abdurrahman Şeref Bey gibi “bizden” külliyetli kaynaklara sahip bir milletin çocuklarını gazeteci taifesi ile yabancı yazarlara mahkûm etmek akıl kârı mı?

 

“Kaynağını söyle, kim olduğunu söyleyeyim” hesabı!

 

Tezkan, bu çerçevede Sultan Abdülmecid’e veriştiriyor. Ne sarhoşluğunu bırakıyor, ne de çok çocuklu oluşunu…

 

Sultan Abdülmecid “Batılılaşma dönemi” padişahı olarak kendi devrinde de zaten pek sevilmezdi. İngiltere’den borç para alarak Batılı anlamda şatafatlı bir saray (Dolmabahçe Sarayı) yaptırması, sıradan vatandaşların bile bedduasını almasına sebep olmuştu. Verem olup genç yaşta ölmesini buna bağlayan tarihçiler az değil.

 

Avrupa’da yayınlanan birçok mecmuaya abone olduğu, Batı musikisi ile yakından ilgilendiği, hatta piyano çaldığı biliniyor. Kısacası, bizim çoğu köşe yazarlarımızın bayıldığı türden, “Alafranga” yaşamaya meraklıydı. Bazı tarihçilerin “büyük sapma” olarak eleştirdiği Tanzimat, onun padişahlığı döneminde ilân edildi.

 

Anlaşılan o ki, Yıldırım’a, Fatih’e, Yavuz’a, Kanuni’ye “sarhoş” damgası vuranlar, tutturamayınca, Abdülmecid’e sarıldılar. Sultan Abdülmecid’i şimdiye kadar Osmanlı’ya kim “referans” gösterdi ki, onun üzerinden Osmanlı’yı vurmaya çalışıyorlar?

 

Hazır “içki” konusu açılmışken, meşhur “Çankaya sofraları”ndanı da konuşur musunuz?..

 

Yöneticilerin özel hayatına bu kadar meraklıysanız, “Lâtife Hanım’ın Anıları”nı da açar mısınız?..

 

Fikriye Hanım’ın ense köküne, kimin kurşun sıktığını da açıklar mısınız?

 

Abdülmecid’in kadınlarını ve çocuklarını saydığınız gibi (Mehmet Tezkan’ın 28 Kasım 2012 tarihli Milliyet’teki yazısı), Mustafa Kemal’inkileri de sayar mısınız?

 

Hadi bakalım, kolay gelsin!..

 

http://www.habervaktim.com/yazar/58097/sultan-abdulmecid-uzerinden-osmanliyi-vurmak.html

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk'ün maaşı ve serveti

 

Üsküdar'dan Sırma Hanım'ın sorusu şöyle: "Atatürk'ün maaşı ve mal varlığı uzun zamandır internette dolaşıyor ama farklı değerlendirmeler ve rakamlar var; acaba bu işin gerçeği nedir?"

Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı maaşı ortalama 13.000 TL. Bugün için hayli müteva­zı bir rakam gibi gözüküyor. Ama bu paraya bugünkü altın değeri üzerinden baktı­ğınızda karşınıza 700 bin TL: civarında bir meblâğ çıkıyor ki, yine altın üzerinden bugünkü Cumhurbaşkanı'nın maaşından en az 24, TL üzerinden ise 44 kat fazla ol­duğu görülüyor.

 

Hâlbuki o günkü Türkiye, bugünkü Türkiye'den 20-30 kat daha fakirdir. Bu da göz önüne alınırsa, ilk Cumhurbaşkanı'nın, son Cumhurbaşkanı'ndan reel olarak 350-400 kat daha fazla maaş aldığı ortaya çıkıyor.

 

Çok para: "Bu kadar parayı ne yapardı?" sorusu hemen akla geliyor. Harcayabildiği kadarını harcar, ar­tan parasını İş Bankası'ndaki özel hesabında biriktirirdi.

 

Ayrıca da İş Bankası, Hintli Müslümanların (şimdiki Pakistanlılar ve Bangladeşliler) her kuruşunun Mil­li Mücadele'de kullanılması için aralarında toplayıp gönderdikleri 500 bin TL. ile kurulmuştur.

 

Savaş yıllarında bu paranın sadece 120 bin TL'si harcanmış, geriye kalan 320 bin TL. ile de İş Bankası kurulmuş... Mustafa Kemal da bankaya ortak...

 

Diyeceksiniz ki, İş Bankası'ndaki ortaklığını CHP'ye devretmedi mi? Etti. Hatırı sayılır servetinin önem­li bir bölümünü de Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'na bağışladı.

 

Ama Türk Tarih Kurumu, düne kadar, tarihi çarpıtmak için kullanıldı, Türk Dil Kurumu ise dilimizi boz­mak için akla mantığa sığmaz kelimeler uydurdu...

 

Bunlar bir yana, 1950 seçimleri dâhil, girdiği tüm seçimleri kaybeden halkın desteğinden mahrum bir CHP'nin, halkın kurtuluşu için gönderilen bir paradan hâlâ nemalanıyor olması, sizce normal bir du­rum mudur?

 

Zaten servetinizi kime bıraktığınız değil, nasıl edindiğiniz önemlidir.

 

Şimdi artık Atatürk'ün servetine gelebiliriz...

 

*

 

Kendisi hem CHP'li, hem "Atatürkçü", hem de Atatürk'ün hemşehrisi olan eski bakanlardan, eski TRT Genel Müdürlerinden yazar İsmail Cem, "Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Tarihi" isimli eserinde, Ata­türk'ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın "Atatürk'ten Hatıralar" isimli kitabına (Cilt.2, s.689) daya­narak, Atatürk'ün mal varlığının dökümünü dört sayfa halinde şöyle veriyor:

 

Bu dökümden ortaya çıkan gerçek şu ki, Atatürk, ülkenin en geniş topraklarına ve sanayi tesislerine sa­hip zengin bir insandı.

Arazilerinin toplam büyüklüğü 154 bin 729 dönümü geçiyordu.

Ankara'da, Silifke'de, Tarsus'ta, Dörtyol'da, Yalova'da dev çiftlikler kurdurmuştu.

Bu çiftliklerin gelirini ise 1927 ile 1937 tarihleri arasında yine CHP'ye bırakmıştı.

1 bira fabrikası, 1 malt fabrikası, 1 buz fabrikası, bir gazoz fabrikası, 1 tarım aletleri fabrikası, 2 pastöri­ze süt fabrikası, 2 yoğurt imalathanesi mevcuttu.

 

Atatürk ayrıca 13 bin koyun, 443 sığır, 69 at, 2.450 tavuk, 16 traktör, 13 biçer-döver, 5 kamyon, 2 oto­mobil, 19 araba ve bir deniz motoru sahibiydi.

 

45 dairesi, 7 ağılı, 6 mandırası, 8 ahırı, 7 ambarı, 4 samanlığı, 6 hangarı, 4 lokanta ve gazinosu, 2 fırını, 2 de serası vardı...

 

Oysa Atatürk, Milli Mücadele başlangıcında gerçekleşen kongrelere ödünç elbiselerle katıldığını "Nu­tuk" isimli eserinde gururla anlatıyor.

 

Elbette ne fakir olmak ayıptır, ne zengin olmak suçtur; sonradan zengin olmuş bir sürü fakir var. Önem­li olan zenginliğin kaynağıdır.

 

Bazılarımız, "Cumhuriyetin kurucusuna feda olsun" diyebilir. Ben ise Hintli Müslümanların gönderdiği o parada küçücük bir hakkım varsa, CHP'ye helâl etmeyi düşünmüyorum.

http://www.habervaktim.com/yazar/ataturkun-maasi-ve-serveti-54710.html

l4fj7.jpg

 

Müslümanların halife kurtulsun diye yolladıkları paraları, tam zıd istikamette Allah'ın açıkca yasak ettiği faiz alışveriş işine bulaştırdılar.

Ondan sonra çıkıp demiyorlar mı, Chp ve malum lideri olmasaydı din elden giderdi.

Aynı eskiden Thk'nun derileri toplayıp içki alemlerinde kullanması gibi abesle iştigal bir durumdur.

Deniz Fenerindeki yolsuzluk olayını sürekli gündeme getirenler, bunu neden hiçbir zaman gündeme getirmezler.

Deniz Fenerini aklamıyorum, ama deniz fenerinde birkaç tane sütü bozuk insan yolsuzluk yapmış da olabilir.

Fakat burda Müslümanlar başka bir şey için gönderdikleri paraları, tam aksi istikamette gasp etme var!!!

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...