Milliyetin Hâli

MİLLİYETİN HÂLİ

Şu “Milliyet” gazetesinin 200 bin civarında bir okuyucu kitlesine malik olduğunu inkâr edemeyiz. Ya bu 200 bin ferdin, en aşağı 150 binini, sadece itikatta olsun, Allah ve Resulüne bağlı müslümanlar olarak kabul edemez miyiz?

Peki, nasıl oluyor da bu gazete, Allah Resulünün mukaddes hâs ismini “cüce” sıfatiyle birleştiren bir kitabı reklâm ettiği halde, satışından 150 binini kaybetmiyor? Bu 150 bin fert, vaziyeti bile bile, göre göre bu gazeteyi almakla müslümanlıktan çıkmak arasında hiçbir fark bulunmadığını kestiremiyor mu?..

Ne hazindir ki, viranelere atılmış konserve kutularının, boyaları dökük ve harfleri silik markaları şeklinde müslümanlar, bir asrı aşkın zamandan beri cemiyetlerinin kendilerini ayıplayıcı, küçük düşürücü cereyanları karşısında şuur ve iradelerini kaybetmişler, âdeta hakaret gördüğü insana için için bağlılığı arttıran bir nevi maraz psikolocyasına düşmüşlerdir.

Bu gazete, sırası gelir, (Makaryos)un Kur’ân tefsirine kalkmasından daha az güvene lâyık insanlara Allahın Kelâmını Türkçeye nakletme işini verir; ve bir ân, doğru sanılarak okunması inkâr etmek kadar büyük bir suç olan bu teşebbüs, gazeteyi sıfıra düşüreceği yerde 100 bin nüsha arttırır.

Ve bütün bunlar, müslümanların, müslüman sanılanların, müslüman geçinenlerin gaflet madenlerini istismar yüzünden olur. Zaten her iş bu yüzden olmakta; üstelik “istismarcı” sıfat ve fiili bize yakıştırılmaktadır.

Bu gazetenin, 500 milyon belirsiz müslümana hakaret ettikten sonra kendi belirli mahiyetine çattığımız için bize karşı açtığı hakaret dâvasını biliyorsunuz. Mukaddesat meşaleleri halinde binlerce ateşli gencin, Adliye Sarayını ana-baba gününe çevirecek kadar muazzam bir alâkayla takip ettiği bu dâvayı eğer malûm büyük (!) gazeteler belirtmedilerse, bu, onların bizim zaferlerimize karşı perde çekmek mesleklerine ait, tabii bir taktiktir ve mazur görülebilir.

Fakat bizzat dâvayı açanın, yâni hâdiseyi nefsine mal etmek mevkiinde olanın tek kelime yazmamasından büyük ayıp, hezimet tavrı, acizlik edası olabilir mi?

Acınacak hal doğrusu!…

Gel sen, “Milliyet” gazetesi, bu acınacak halden bir adım daha ileriye git de, hatâlarını kabul et. Okuyucuların huzurunda Allah’tan af dile ve göz yaşartıcı bir ulviyet edasına bürün.

İşte o zaman milletine kavuşmuş ve “Milliyet” adına liyakat belirtmiş olursun!..

Yeni istanbul Gazetesi 15 Mayıs 1965

(Hücum ve Polemik’ten)

**

Yukarıdaki konuyla paralel doğrultuda olduğu için üstadın “Hücum ve Polemik” adlı eserinden aşağıdaki kısmı iktibas ediyoruz.

LANET ÜSTÜ NEFRET

Bayramın ilk günü “Çerçeve”nin yerinde ve bir çerçeve içinde, vasıflarını daha evvel kaydetmiş bulunduğum “Milliyet” gazetesinin, mahkeme kanalıyle gelmiş, tekzip veya tavzih soyundan bir yazısını okudum. Bu yazıyı tepeye oturtan gazetem mazur olduğu bir fiili yerine getirirken, baş tarafına, onun kanun bakımından mecburîliğini belirtici hiçbir kayıt kondurmamış, böylece, bilmeyenler için, Öz muharririne rağmen, malûm gazeteye söz vermişçesine yersiz bir anlayışa imkân açmıştı. Her şeyden evvel gazetemin bu hatâsını kaydedip bahse gireyim:
Allah Resulünün mukaddes hâs ismiyle “cüce” sıfatını birleştiren mahut reklâm, aslında, herhangi bir Türk köyünde bu türlü anılan herhangi bir adama aitmiş, onun hikâyesinden ibaretmiş ve kendi son (!) tabirleriyle “Hazret-i M……d”le alâkalı değilmiş. Onun için, gazetenin ilân prensiplerine uygun olarak yayınlanmış ve yine onun için, asıl lanet, işin aslını incelemeden iddia ve İthama kalkışan yazara (Necip Fazıl) yöneltilmeliymiş…
Eğer kitabın sahibinde ve reklâmcısında, kasıtlarının bu olduğu ve herkesin görüşünde serbest bulunduğu tavrını takınacak kadar bir haysiyet kırıntısı mevcut olsaydı, lanetimize devam eder, elimizden geldiği kadar onları fikirde tepelemeye çalışır ve daha ilerisini düşünmeyebilirdik. Fakat bu adamlar, kasıtlarına bir de esfel bir tevil yolu aramak ve zift ocağı ruhlarının kapağını kapayıvererek ağızlarıyle kalblerinin arasını namütenahi açmak suretiyle, küfürden beter olan münafıklığı tercih etmiş bulunduklarına göre, kalblerini, artık lanet değil, lanet üstü nefretten başka bir duygu ifade edemez.
Sanki biz böyle bir tevil geleceğini bilmiyor muyduk? Mahsus, sırf ahmak balıkların hemen yakalanıvereceği bir olta yemi diye bu ihtimali noktayı öne sürüp peşinen karşılamadık; ve bir taktik icabı olarak, kâinatın Efendisine hakareti, hiçbir tevil ihtimaline yer vermezcesine kesin bir vakıa kabul ettik.
Şunun için ki:
Mutlak “Bir”in, yâni Allahın, insanlık ehramında son zirve noktası halinde eşsiz ve benzersiz olarak yarattığı Sevgilisi, kimseyle eşitlik, benzerlik ve umumîlik kabul etmez bu vasfını, hâs ismi olan “M…….d” adında belirtir. Öbür isimleri, “Mustafa”, “Ahmed” vesaire, sıfat isimleri mesabesindedir ve ilk isimle asla bir değildir. Bu bakımdan şurada veya burada, “Namussuz Mustafa”, “Kaatil Ahmed”ler bulunabilir ve bunlar kendi kendilerinden ibaret kalır. Amma ki, bütün insanlar ve Peygamberler arasında, birlik, teklik, eşsizlik, benzersizlik ve hususîliğin ifadecisi, kul ve resul çapında
mutlak “bir”in göstericisi olan “M…….d” hâs ismi, bu ismi
aynen taşıyan Arap ülkelerinde bile mücerret bir anlatışla, kötü bir sıfata bağlanamaz. Kaldı ki, Türkiye’de sırf aziz ve mübarek Türk milletine mahsus bir saygı inceliği olarak bu ad peçelenmiş, değiştirilmiş ve onu taşıyan şahıslarda “Mehmed” olmuştur. Türk nüfus kayıtlarında, asırlarca geriye gitmek şartıyle, “M……..d” diye okunan tek fert mevcut değildir. Öyleyse nasıl olur da, herhangi bir köyün tipik bir ferdine “Bekri Mustafa” tarzında -bin kere hâşâ- cüce “M…….d” ismi verilebilir? Böyle bir iddiadaki şenaat, kasıttaki şenaati bir kat daha arttırır.
Muhalfarz, böyle bir isim verilmiş olsa, kitabın yazarı ve reklâmcısı, saydığımız hususiyetler karşısında bunun çekileceği ve korkunç bir iltibasa yol açılacağı üzerinde nasıl kaygıya düşmez?
Evet, ancak lanet üstü nefrete lâyık bir münafık olursa bu kaygıya düşmez!…
Biz, yeltenecekleri teviller arasında, aynı ismi taşıyanlar bulunması bakımından, hattâ Arap illerindeki bir tipin bile Öne sürülebileceğini düşünmüştük de, oradaki ismi bu şekilde Türkiye’de kullanmanın yine küfürden başka bir şey olamayacağı ve böyle bir tevilin de sökmeyeceği hükmüne varmıştık.
Aldığımız bir kulis haberine göre, malûm gazete; “niçin kitabı yazana çatılmıyor da reklâmını basana hücum ediliyor?” diye de hayrete düşmüş… Ne ahmak hayret!… Ayol; kendi dar ve âdi muhitinde işi gücü küfürden ibaret bir sefile mi çatılır, yoksa bu sefili omuzlarına çıkarıp cemiyete ilân eden sözüm ona büyük müessese ve sorumlu iş sahiplerine mi?
İmanlı Türk hâkimleri, halkı ve gençliği önünde bizi hesaba çekeceğini bildiren malûm ve merkum gazeteye bu müjdesinden Ötürü en hararetli şükranlarımızı takdim eder ve o mutlu günü dört gözle bekleriz.
Yeni istanbul Gazetesi 6 Şubat 1965

(Hücum Ve Polemik, Büyük Doğu Yayınları, 4. Baskı / s. 215-216)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.