Sultanü’ş Şuarâ Günü Konuşması

SULTANÜ’Ş ŞUARÂ GÜNÜ KONUŞMASI

Muhterem dâvetliler!

İçinde yaşadığımız cemiyet…

İnsanın başlıca dört cihazından dimağî olanını kişniş şekeri kadar küçültmüş, asabî, hazmî ve tenasülî olanlarını da yumak yumak ve tepe tepe urlaştırmış bir cemiyet.. Sizi, öyle bir cemiyette hâlâ sanat ve edebiyat cazibesi duymakta devam eden aydınlar olarak ihtiramla selâmlarım.
Edebiyat… Bizde sadece şiir, roman, tiyatro, hikâye gibi bazı ifade kalıplarını kuşattığı sanılan bu mefhum, Batı adamının kafasında (Lettres) tabirinden de anlaşılacağı üzere, sınırsız bir genişlik ve derinlik belirtir. (Lettres), yani harf, kelime, cümle, yazı dili ve bu vasıtalara bağlı bütün sâf ilimler… Teknik hariç, bütün sâf ilim ve tefekkür çeşitleri, kendilerini edebiyat dairesi içinde görürler.

Öyleyse edebiyatı, mücerret idrak şubelerinin umumî çerçevesi kabul edebiliriz. Bu şubeler arasında baş köşeye oturtulacak, şiiri, romanı vesairesiyle kelâm sanatı… Yunus Emre’nin tabiriyle, hece taşları üstündeki kelâm…
Edebiyatı böyle anlarsak onun izzet ve kıymetini ve muhtaç olduğu şartları anlamaya yol açarız. Edebiyatı olmayan millet, zatiyle de mevcut değildir. Milletler kendilerini, teknik harikalardan ziyade geniş şümûlüyle bu noktadan mîzana çekerler. Büyük İskender, taş üstünde taş kalmamacasına yıkılmasını emrettiği bir şehrin meydan yerindeki şair büstune dokunulmamasını irade etti.

İmdi… Evet, imdi ve şimdi… Bütün acılığı içinde ilân ve itiraf edeyim ki, bugün edebiyat diye birşeyimiz kalmamıştır bizim!.. Öyleyse biz, millet olarak, var mıyız, yok muyuz? Bu korkunç sualin cevabını tefekkür, ruh, ahlâk, iktisat, inzibat, idare, lisân sahalarında yaşadığımız ana-baba gününe bakarak siz veriniz!

Ne korkuyoruz! Üzerimizden bir sam yeli estirildiğini, bu yelin her sahada bütün millî kabiliyetleri kavurduğunu, sonunda bizi zaman ve mekân dışına ittiğini ve her şeyi bir çıkartma kâğıdı taklitçiliğinden ibaret bıraktığını haykırmaktan ne korkuyoruz?

Mücerret ilimler arasında üstün düşünceyle derin duyguyu meczeden edebiyat, içtimaî fayda yönünden ne kadar âciz görünürse görünsün, toplum uzviyetinde kalbdir; ve tüm hayatı doğuran müessir… Ona kâinatın künhünü arayan fikrin, çok defa fikri yaya bırakıcı füze çapında tahassüs vasıtası diyebiliriz.

Milletimizin gerçek büyük devlet ölçüsüyle 13’üncü Asrın sonundan 19’uncu Asrın başına kadar beş asırlık empriyal asliyet ve şahsiyet hayatına bakınca görürüz ki, üstün fikri derin tahassüs edâsına kavuşturmuş azîm yaratılışlar çıkmakta karşımıza…

Yunus Emre’de maverâî hasret…
Fuzulî’de beşerî rikkat…
Bakî’de sultanî haşmet…
Nefî’de hamâsî belâgat…
Nedim’de garamî hassasiyet…
Şeyh Galip’de bediî zarafet…
Ve hepsinde, teker teker bu kıymetlerin hepsi…

Bunlar, alaca karanlıkta İstanbul’a bakarken kubbe ve minare şeklindeki silûetlerini gördüğümüz devlerdir; ve metafizik temel üstünde fizik, plâstik ve ideolojik nakışlarını âbideleştirmiş bir «devlet-i ebedmüddet»in edebiyatta işaretçileridir.

Bizce bugün onların yanında, Süleymaniye Camiine bitişik arsız arsız dilini çıkarmış, «Bu kubbeyi babam yaptı ama metelik etmez!» diyen bir gecekondu manzarası arzediyoruz.

Kültür Sarayını maddede çatmak ve yapmak kolay iş… Onu meccânen günde şu kadar varil petrol üreten Asyalı ve Afrikalı kabîleler de yaptırabilir. İş onun ruhunu, özünü, tohumunu, cevherini, protoplâzmasını ele geçirebilmekte…

Ruhun pabuçlukta beklediği, maddenin de mihraplaştırıldığı son yarım asırlık devremizde, birbuçuk asırdır reçel kavanozunu dışından yalama ananesiyle gelen, kurbağaları bile güldürücü şahsiyetsizlik ve aslîyetsizlik belâmız zirve noktasına çıkarken, Kültür Sarayı isimli bu süslü kafeste hangi kuş nev’ine yer verileceğini sormak başlıca hakdır.

Herhalde kargalara değil… Demin, «kurbağaları bile güldürücü» tabirini kullandım. İşte size, tepeden inme, halis Türkçe bir cümle:
«Türkiye’yi batıran sâiklerin bir müessire bağlanamamasındaki âmil sebep nedendir ve nedir?»
Ve işte bu cümlenin kurbağacası:
«Türkiye’yi batıran nedenlerin bir nedene bağlanamamasındaki neden neden, nedendir ve nedir?»

Kafamızdaki renk renk nisbet ve mâna tonlarının ne türlü törpülendiğini ve silindiğini ve her şeyin nasıl bir gaga şangırtısına terkedildiğini lütfen görünüz! Nedenin nedenindeki neden nedir?.. Tımarhanelik bir zekâ geriliği!.

İşte böyle bir hengâmede…

Kıtlığın ne petrol, ne ilâç, sadece insan yokluğundan geldiği bu dehşet gününde…

Şiir yerine kâbuslardaki sinek vızıltısı hezeyanları alt alta dizmenin marifet sayıldığı bu deliler panayırında…

Üç katlı Türk evinin, alt katında 25’likler, orta katında 50’likler, üst katında 75’likler, birbirini boğazlayan ve kötüleyen nesillerle çatırdadığı bu efsanelik iklimde…

İşte saray, Kültür Sarayı…

Tek vasıf ve haysiyeti, cemiyetinin ıstırabını yaşamak, acısını haykırmak ve istikbâlini hecelemekten ibaret bu yetmişbeşlik ihtiyarı içine alabiliyor ve değerlendirmeye davranıyor. Ulvî ve asil davranış!..

Bu davranışın bana ilham ettiği şükran duygusu bir tarafa, belirttiği cesaret ve celâdeti kaydetmeden geçemem.

Ben, taş kafalı komünistlerin, köksüz ve başıboş liberallerin, kanser virüsü siyonistlerin, iç tahrip ajanı devrimcilerin ortaklaşa düşmanı olduğu ve sistemli şekilde ademe mahkûm ettiği, okuma kitaplarında ismini kazıdığı, fakat buna rağmen ilâhî bir tecelli ile toprağı altından kaynatmayı ve üstüne meltemler, ürpertiler, zelzeleler sermeyi ve etrafına çelikten bir gençlik hisarı çekmeyi gaye edinmiş ve tam 44 yıl tek derece yön değiştirmemiş belâlı adamım; ve bedbaht olduğum kadar mesudum!

Vâkıâ bu benimsenme imkânını bana hazırlayan, bizzat devlet değildir; 25’lik ve 50’lik iki nesil arası, köprü nesil vaziyetinde, selîm akıl ve duygu sahiplerinin kurmuş bulunduğu bir cemiyetdir; devletin bu mevzuudaki tavrı ise böyle bir benimsenmeyi kötüye almamak faziletinden ibaret…

Ve işte yarım asırdır zuhurunu beklediğimiz bu fazilet, hususiyle otuz yıldan beri kâh açılan ve kâh kapanan havalar gibi, bugün gerçekleşme ve yerleşme vaadinde bulunuyor. İnkılâp çapında, inkılâp habercisi bir hâdise!..

10 küsûr yıl önce, dekanı bulundukları Dil Tarih Fakültesinde, konferans salonunu dâvamıza tahsis etmek suretiyle aynı fazilet ve cesareti gösteren muhterem zatı, bugün Kültür Bakanlığındaki müstesna rolünden ötürü, Bakaniyle birlikte en takdirkâr hürmetlerime hedef olarak belirtirim. Onları alkışlayınız!

Öte yandan, hâdisenin asıl müellifi, Edebiyat Vakfı Reisini, lütfen ayağa kalkmaya ve teşekkürleri kabul etmeye dâvet ederim.

Şair, Allah’ın bahşettiği nisbette gelecekten sesler alan nazik bir antendir. Bu bakımdan (avan-gard) dedikleri öncü ve arayıcı sanat adamı rüyasındaki ideal devlet ve hükûmet dururken, mevcut ve eskimiş bulunandan zevk almaz ve ondan hakkın takdir edilmesini beklemez. O, daimî bir isyan halindedir ve bu ideal hayatı arama cehdinde…

Bir Fransız edibi, bu ince hikmeti şöyle ifadelendiriyor.

– «Üç şey gerçek sanatkârı şerefsiz kılar: Fransız Akademisine âzâ kabul edilmek, (Lejyon d’onör) nişanıyla lûtuflandırmak, zamanenin münekkidi tarafından övülmek…

Bu hissî ve teessürî sözde, sanatkârın hemen her zaman ihtilâf halinde olduğu cemiyetine bakışı olarak derin bir gerçeklik payı var. Ama elbette ki, gaye, aynı sanatkârın, içinde yaşadığı devlet ve cemiyetten itminan sahibi olması…

Bu itminan duygusuna nail ve son derece nadir kahramanlardan biri, Eski Yunanda (Perikles), Çağının lirik şairi (Pendar-Pindaros), Attik Medeniyetin şahika noktasında yaşamış olmasına rağmen, bakınız kendi öz cemiyeti hakkında ne diyor:

– «Meğer ben, bir ömür, katırların yemliğine saman yerine orkide doldurmuşum!..»

Yunan Medeniyeti’nin en olgun cemiyet manzarasiyle kemâl devresinde, meydanları Sokrates’ler, Platon’lar, Eşil’ler, Sofokles’ler doldururken, ya bizim o elmas halden bu kömür hale düşmemiz karşısında cins sanatkâra ne demek düşer!..

(Kalite)nin, isim ve sıfatı birbirine karıştırmış bozuk bir Türkçeyle «kalite makarna» diye kullanıldığı, bütün ulvî mefhumların olanca vitaminini kaybettiği ve en ışıklı (kozmos)un en karanlık bir (Kaos)a döndürüldüğü bu hiçlik pazarında hangi keyfiyet dâvası?..

Cins sanatkâra bu maddî ve manevî anarşi diyarında ya çatlamak, patlamak, kıvılcım kıvılcım fezada uçmak ve kendisine yeni bir plânette vatan aramak… Yahut, işte bizim yaptığımız gibi, son nefesine kadar çırpınmak, yırtınmak, zindanlarda güneşi boru içinden seyretmek ve… Evet, ve…

Ve ürettikleri tezek nesilleri has ekmeğe çevirmek için, tırnaklarımıza kan oturmuş, hamurkârlık yapmak borcu kalıyor.

Sabır, tevekkül, ümid, iman, çile ve ıstırap kol kola…

Şimdilik yalnız ıstırabı azizleştirebilsek yeter! Keşke esirler kampı gibi çitle çevrilmiş bir mustaripler kampımız olsa…

Şimdi en belâlı sual:

Hayalimizdeki fert içi ve fert dışı tantanalı oluşa, zaman ve mekân müsait midir. Sakın, zaman geçmiş ve mekân pörsümüş olmasın?..

Dünyanın en güzel aşk serenatlarından biri olan «Romeo ve Jülyet»de, Şekspir, bu sualin cevabını kahramanına, vaziyetine göre şöyle verdiriyor:

Jülyet, sabaha kadar penceresinin dibinde kendisine dalan Romeo’ya:

– «Artık git, der; vakit çok geç!»

Divâne âşık cevap verir:

– «O kadar geç ki erken kabul edebiliriz!..»

Bu noktada bir ân sükûtu dinleyelim… Ve haykıralım: GÜNEŞİN DOĞMASINA YAKIN VAKİT ERKENDİR! Muhabbetle selâmlarım.

Necip Fazıl Kısakürek

(25 Mayıs 1980 – 75. Yaşgünü ve Sultanü’ş Şuarâ seçilişi dolayısıyla yapılan toplantıdaki konuşması)

(Kabaklı, Ahmet. Şairler Sultanı Necip Fazıl. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 3. Baskı / s. 110-116)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.