Zavallı Türkçe

ZAVALLI TÜRKÇE

DÖRT MÜESSİR
Toz, duman içinde yıkılan, alev alev yakılan, kırılan, dökülen, talan edilen, ırz ve haysiyeti kendisinden başka her el uzatana ait bırakılan dil vatanımız, içli dışlı binbir istikametten yediği darbeleri, tam dört esaslı ve istiklâlli felâket müessirinde toplıyabilir:
1 – Uydurma dil hareketi.
2 – Sarf ve nahiv, yani mefhum ve ifade mimarîsine üşüşen gizli mikroplar.
3 – Arab ve Fars kelimelerinin kış kış koğulmasına karşılık, Garp kelimelerinin bili bili çağırılması ve ruhumuzu didik didik gagalaması.
4 – Istılahlar faciası…

RUHUMUZUN DİŞLERİ
Maarif Vekâletinin (Dünya Edebiyatından Tercümeler) umumî başlığı altında meşhur filozof (Dekart)dan tercüme ettirdiği ve 1943’te bastırdığı (Felsefenin ilkeleri) isimli kitabı açınız!
Hatalarımız istem alanının arılıkımızınkinden daha geniş olmasından ileri geliyor. (Sahife 58, satır 12)
Her tözün bir sanı vardır, ruhunki düşünce, cisminki uzamdır. (Sahife 72, satır 13)
Nasıl düşünen töz, cisimsel cevher ve Tanrı üzerine seçik fikirler edinebiliriz? (Sahife 73, satır 7)
Ve bakan ve başkan ve danıştay ve sayıştay ve yargıç ve savcı ve eğitim ve yönetim ve anlam ve önem ve onaylamak ve sağlamak ve ilke ve gelirge ve arıus ve us-deyi ve acun ve evren ve amaç ve kıvanç ve okul ve kurgul ve ulusal ve kutsal ve filân ve fişman…
Evet, ruhumuzun mana öğütücü öz dişleri sökülmekte ve yerine bu teneke kaplı (porselen) dişler takılmaktadır. Bu dişlerle, suyu bile çiğnemeğe imkân yoktur. Sebebini göstereceğiz.

MUHAL
Ha dil, ha kâinat!.. İkisi arasında ne fark var? Mademki kâinattaki maddî ve mâneyî her unsurun bildiğimiz kadar, karşılığı dilde mevcut; öyleyse lisana kainatın nazari pilânı göziyle bakabiliriz. İnsanoğlunun gayesi, merkezini teşkil ettiği kâinatın sırlarını aramak ve onu ferdî ve içtimaî fayda ve imkân çerçevesinde tensik ve ıslah, tarh ve tanzim etmek değil mi? Bu böyledir; ve hiçbir zaman ve mekânda hiçbir kimse, gökten zenbille düşme yepyeni bir kâinat icat ve ibda etmek gayretine düşemez.
Delilerin bile kavrıyacağı bedahet…
Aynı şekilde hiçbir dil de, gökten zenbille düşme, yepyeni bir tarzda icat edilemez. Diller, yarı kâinat benzerliğiyle istikraî, bizden evvel mevcut, yalnız kendi kanunlarına bağlı ve sadece kendi iç tekâmülü içinde kaynaşan ve esrarlı esrarlı olgunlaşan müesseselerdir. Diller, herhangi bir topyekûn aşı sunîliği altında, öz mensuplarının bilmediği ve anlamadığı hale gelince, işte, deminki kâinat misaliyle dil arasındaki münasebet bakımından, muazzam ve muhteşem bir abes doğar: Bir muhale çalışmak…

SAMİMÎ OLALIM
Mucip sebeplerini ortaya döküp işin müthiş abesini teşrih etmeğe bile değmiyen bu muhal çalışması karşısında, niçin Türk münevveri, âlimi, (profesör)ü, muharriri, önünü hürmetle ilikleyip teşebbüs sahiplerine şöyle hitab etmedi:
– İnanmıyoruz efendim, bu dâvanın gerçekliğine İnanmıyoruz! Buna inanmak, bir emirle dünyanın müselles şeklinde ve yalnız iki buudlu bir şey olduğuna inanmak kadar güçtür!
Böyle yapılacağına tam aksi yapıldı; ve herkes, ama istisnasız herkes, tecrübeyi, dünyanın müselles şeklinde ve yani iki buudlu bir şey olduğunu ispat gayretinden daha değerli bulmazken, dudaklarda, kalblere zıd olarak şu hal görüldü:
– Harika! Deha! Kurtuluş! Buluş! Şahsiyet, İstiklâl!
Ve bu, bugün değil, tam 10 – 12 yıl evvel yapıldı. Zira dünyanın yuvarlak olduğunu bilmekte ve söylemekte gerçeklik haysiyetinden başka hiçbir menfaat yokken, bu işde hisse senetlerinin en kârlısı vardı.

ÖZ TÜRKÇE (ANLAYIŞ)
Öz Türkçe, (Kalu belâ) danberi malımız olan ve elden ele bugüne kadar devrettiğimiz kelimelerle, kendi hançere ve lisan mimarîmize uydurulabilmiş yabancı dillerin kelimelerinden ibarettir.
Kendi öz kelimelerimiz üzerindeki ana ölçü, bunların mutlaka hususî hayatımızın ifade çerçevesini kaplıyan ve en küçüğümüzden en büyüğümüze kadar hepimizce bilinen kelimeler olmasıdır. Dilimize başka kaynaklardan girip de hançeremize ve lisan mimarîmize tam manâsile kaynamış bulunan kelimeler hakkındaki Ölçü de, bunların asılları ile bütün telâffuz ve sarf ve nahiv alâkalarını kaybetmiş bulunmaları…
Faraza, (Cennet)in Türkçe, (Uçmak) kelimesinin patagonyaca; faraza (millet)in Türkçe, (ulus)un kakaronyaca olduğu, fakat (Cennat) ve (Milel) kelimelerinin Türkçe olmadığı üzerindeki şamil ve mutlak ölçüden çıkarılacak anlayış şudur:
Dil üzerinde (şoven), zalim ve yobaz ırkçılık gayreti, nihayet o dili de, o milleti de harap etmekten başka bir yola çıkmaz. Milletler, kendi öz ve canlı kelimelerini sımsıkı göğüslerine basmakta haklı oldukları kadar, bağlı bulundukları irfan zümrelerine göre başka ve büyük dillerden de bol bol kelime devşirmek ve bu kelimeleri benimsemek hakkına maliktirler. Benimsemek; bütün incelik bu noktada… Bu incelik, aynı irfan zümresinden yabancı dillere ait kelimeleri aslî maddeler halinde alıp kendi sarf ve nahiv kalıplarına, iştikak ailelerine, ve hançere dehasına uydurmaktan ibarettir. Bu olunca, her şey olmuş ve her şey o dile kazandırılmış olur.

TOPYEKÛN ÖLÇÜ
Dilimize, kılık ve tabiiyet değiştirerek girmiş ecnebi kelimelerle, hem kılığını ve hem de tabiiyetini bir an bırakmaksızın lisan vatanımızı işgal altında tutan ecnebi kelimeler hakkındaki ölçümüzü, oldukça geniş misaller kadrosunda belirttik.
Bu ölçüyü tekrarlıyalım:
Dilimize, kılık ve tabiiyet değiştirerek girmiş, yani hançere dehamıza uymuş ve öz kaynağı ile alâkasını kesmiş her ecnebi kelimenin, aslî maddesi kime ait olursa olsun, o kelime, öz, halis, saf Türkçedir.
İkinci şekle, yani kılık ve tabiiyet değiştirmiyen, hançere hususiyetimize uymayan ve kaynağile ilişiğini muhafaza eden kelimelere gelince; bu tarzda kelimeleri kullanmak imkânından bahseden her kim olursa olsun, Türk nüfus kütüğünden silinmesini gerektirecek kadar büyük bir suç işliyor demektir.
Davayı aynile Arapça ve Farsça kelimelere de tatbik edebiliriz: Bunlardan ya hançeremize, ya hayatımıza, ya ifade ruhumuza uymuş, fakat herhalde kendi sarf ve nahvile alâkasını kesmiş her kelime, buz gibi, bal gibi Türkçedir.
Nihayet bir lisanın millî cevheri, maddî unsurları değil, fakat unsurlar arasındaki bağlantı ve yapı dehasında olduğuna göre, ruhumuzdaki ifade kazanında eriteceğimiz ve kendi damgamızla mühürliyeceğimiz her kelime, menşe şahadetnamesi istemeğe lüzum kalmaksızın Türkçe olacaktır.
Dilimizin kurtuluşu bu kadar basit bir düsturun içine sığdığına, ruhumuzdaki ifade kazanının bir türlü kabul etmediği sözde Türkçe kelimeleri, sun’î menşe şahadetnamelerile bize mal etmeğe kalkmak da, yüzde yüz ecnebi kelimeler hakkındaki ölçümüzden yumuşatmış olmaz.

İLLET
İki illetimiz oldu: Biri, yabancı dillerden, son derece doğru ve haklı olarak aldığımız kelimeleri, millî hançeremize tatbik etmek ve kendi sarf ve nahivlerinden ayırmaktan başka vazifemiz olmadığını şuurlaştıramamak… Öbürü de, bir zamanlar Arap ve Fars kelimelerine karşı olduğu gibi, hattâ onlara karşı olduğundan daha fazla, Fransızca kelimeleri bir Fransızdan daha sadakatle temsil ettirici bir şahsiyet esirliğine, bir müstemleke gönüllülüğüne, bir maymun seviyesine düşmek…
Halbuki Arapça ve Farsçayı, bir taraftan kendi dilimize uydururken, bir taraftan da olduğu gibi bellemekte son derece haklı ölçülerimiz vardı.
Bu iki illet birdir; ve şimdi de ikisinden beter,
makûs bir illet doğmuştur:
“Mademki bu iki illet vardır, ikisinden birden kurtulmak için yepyeni bir dil icat etmek gerektir!”
İşte bu son illet, her illete rahmet okutabilir. Oluşların bütün sırrı, (doz) ve ahenk, had ve itidal hikmetine bağlıdır.

YİNE ÖZ TÜRKÇE
Kafalarda mutlaka kanunlaştırılmaya muhtaç, mutlak bir gerçek tanıyoruz: Yeryüzünde hiçbir dil, bütün unsurlariyle, altın gibi sâf ve müstakil bir madde olmak enayiliğine düşmemiştir. Böyle bir enayilik, milletleri, geniş insanlık kadrosundan mücerred, o kadroya karşı bütün tesir ve teessür kapılarını kapamış bir verimsizliğe sürükler. Halbuki milletlerin hayatı, geniş insanlık kadrosuna verdikleri ve o kadrodan aldıkları şeylerin belli başlı vahitler hâlinde temsillerden ibaret… Bu yüzdendir ki, Yunanca ve Lâtince gibi bütün Garp dillerini, o dillerin farikaları içinde, hattâ o dillerin farikasını bizzat vücuda getirircesine emzirmiş lisanlara eş olarak, dilimize Arapça ve Farsçadan girip hançeremize yiv yiv intibak etmiş olan unsurların topuna birden Öz Türkçe göziyle bakmağa mecburuz. (Midenüvaz) tarzında ille yabancılaştırmağa kalkmakla bunun arasında, esasî bakımdan hiçbir fark yoktur.

KANUN
Kanun; hakikatin kanunu beş maddeliktir.
1 – Dilimiz hakiki Türkçedir. Hakikî Türkçe, yani annemiz, çocuğumuz veya kardeşimizin bildiği ve konuştuğu, bütün yapma ve uydurma puanlar dışındaki öz dil…
2 – Bu dili kullanırken, hakikî, istikraî ve itiyadı Türk sarf ve nahvine ve hançere dehasına tam bir sadakat…
3 – İster gökten zenbille düşmek ve ister başka dillerden ayniyle devşirilme yabancı kelimelere tam bir düşmanlık…
4 – Muazzam ıstılah dâvamızı, yine ip uçlarını millî Türk hançere dehasından alarak, yabancı dillerin seslerini kendi öz sesimize tatbik etmek yolunda hususî bir dâva sahibi olmak…
5 – Asılda ve esasta, mefhum ve kelime devşirebileceğimiz bütün malzeme kaynakları üzerinde köklü bir şuur sahibi olabilmek; ve bunlar dışında her istikameti kapamak…
Mucip sebepler ne yapmamız gerektiği bakımından aydınlatıcı olacaktır.

BİRİNCİ MADDE
Birinci madde, şu hususiyetleri iyice kafalarda şuurlaştırmak işidir:
Dilimiz, esasında neyse, öylece, olduğu gibidir. Anne ve baba, dadı ve çocuk, kibar ve serseri dilinde görülen iştirak vasatisi… Dilin temeli budur; ne yapılırsa yapılsın, bu temel zedelenemez. Asırlar boyunca dilin için için ve gizli gizli kazandığı istikraî tekâmül seviyesini ihtar eden bu temele zıt hareketler, millî bir cinayet olur.
Bu şuurlaştırmanın mânası, Tanzimattan, Meşrutiyetten, eski Mütareke devrinden, hele Cumhuriyetten beri dil dâvasının tuttuğu şaşkın istikametleri merkezî bir noktaya mıhlayacak kadar kıymetlidir.
Halk diline geçmiş ne kadar Arapça ve Farsça kelime varsa hepsi Türkçedir. Ayrıca mevcut Türkçe kelimeler, sadece bizim bildiğimiz kadardır. Halis, feyizli ve mütefekkir Türkçe, bu üç dilden mürekkep bir hamurdur. Ve her islâh hareketi, bu hamurdaki lezzet, çeşni ve kıvamı bozmaksızın meydana gelmeğe mecburdur.

İKİNCİ MADDE
Bir kelimenin, kaynağı ne olursa olsun, nefsimize mal edilmiş olduğunun tek delili, o kelime üzerinde istikraî ve itiyadı Türk hançere dehasının damgasıdır. Bundan sonra o kelimenin aslında arapça veya farsça olduğu, yalnız bu dillere mücerret saygı duymamızı gerektirir; yoksa kendi dilimiz içinde onlara uymamızı değil…
İmdi: Nasıl fikr, zikr, lûtf, gusl, birer hece ilâvesile dilimizde fikir, zikir, lütuf, gusül, olmuşsa, böylece şivemizde yeni bir hususiyet almış olanları mutlaka o hususiyet altında, almamış olanları da sadece kendi sarf ve nahiv mimarîmiz içinde benimsemek, bundan sonra da bize hayat ve kâinat getiren o kelimelerin asla yabancı olmadıklarını ve hiç bir kelimeyle değiştirilemiyeceklerini bilmek lâzımdır. Ah, ne küçük bilgi; fakat ah anlatılması ve anlaşılması ne zor!..

ÜÇÜNCÜ MADDE
“İster gökten zenbille düşme, ister başka dillerden ayniyle devşirilme yabancı dillere tam bir düşmanlık…”
Bu maddenin kasdında, yeni Türkçe dediğimiz, bütün hadleri taşırıcı ve her türlü himayeye mazhar cereyanla, Lâtince ve Fransızcadan ayniyle devşirilen ve yine her türlü himayeye mazhar kelimeler ve ıstılahlar faciası yaşıyor. Birincisi hakkındaki hükmümüzü, bütün isbatiyle başlangıçta verdik. İkincisine gelince; tanzimattan beri bütün olamayış ve gerçek oluşlardan hergün biraz daha kopuş felâketimizin bunda müdhiş bir tezahürünü buluyoruz.
– “Meteoroloji stasyonlarının raporlarına göre Manşta oraj vardır.”
Bir zamanlar Ankara radyosunun ağzından kapıp kaydettiğimiz ve içinde “göre” ve “vardır”dan başka Türkçe kelime olmayan bu cümle, dün, Arap ve Farsı hiç olmazsa hazm ve massederek ve yüzde yüz benimseyerek içimizde yaşatmamıza karşılık, bugün, dalda ve kökte tam zıddı olduğumuz Firenklerin ruhî müstemlekesi haline ne nispette girdiğimizi ilâna yeter!

DÖRDÜNCÜ MADDE
Muazzam ıstılah dâvamızı, yine ip uçlarını millî Türk hançere dehasından alarak, yabancı dillerin seslerini kendi öz sesimize tatbik etmek yolunda hususî bir dâva
sahibi olmak…
Dil meselemizin en nazik köşelerinden biri olan ve ilerde bütün tesviye şekilleriyle belirtmek niyetinde olduğumuz bu dâvayı, şimdilik yalnız ana prensibine bağlıyalım:
Dilimizi müstemlekeleştiren bütün zaaf, işte bu merkezden tütmekte; ve hiç kimse, mevcut yabancı ıstılahlara halk dilinin vurduğu hançere damgalarını bir ip ucu diye kullanmak zevk ve şuuruna erişememektedir. Zira nasıl bir zamanlar (midenüvaz)a (maydanoz) demek hafiflik ve cahillik sanılmışsa; ayni ruh haleti bu gün, resmî ve hususî hayatta (terbiye)yi (pedagoji), (politika)yı (poletik) (pilân)ı (plân) ve (ciğer veremini) (Ftizis Pulmonum) ile değiştirmek zevkindedir. Şahsiyetsizlik ve idraksizlikten başka âmil aramayın!

BEŞİNCİ MADDE
Usûlde ve esasta, mefhum ve kelime devşirebileceğimiz bütün malzeme kaynakları üzerinde köklü bir şuur sahibi olabilmek ve bunlar dışında her istikameti kapamak…
Bizim, usulde ve esasta üç kaynağımız olabilir: Türkçe, Arapça, Farsça… Evvelâ bugünkü canlı Türkçede ne varsa o… Türkçede olmayınca Arapça ve Farsçada mevcut bulunan ve kendi sarf ve nahiv ailem ve hançere hususiyetim içine davet edilecek olan… Ve ancak ondan sonra Garp dillerinden devşirilecek ve mutlaka kökünden ayırt edilip Türkçeleştirilecek olanlar…
İşte ancak böyle ve gayet Ölçülü bir bulamaçtan sonradır ki, dilimiz, dünya çapında bir kıymet belirtebilir; ve büyük tefekkür hamlelerine zemin kurabilir. Dâva, başta Türk, Arap ve Acem, her şeyi nefsimizde özleştirmektir; yoksa Osmanlıcada olduğu gibi bir yamah bohça dikmek değil…

ISTILAH DAVAMIZ
Türkçeye, Garp ıstılahlarının gümrükçülüğü vazifesini yapmış olan Fransizcada, ıstılahlar, umumiyetle üç zümreye ayrılabilir; ve bu üç zümreden her biri sonunda belli başlı edatlar taşır.
Bu edatlar şunlardır:
(que), (isme), (ie)…
Onları telâffuzu ve kendi imlâmızla yazalım:
1 – (Mistik), (Astronomik), (Fonetik) kelimelerinin sonundaki (que) edatı…
2 – (Nasyonalizm), (Natüralizm), (Kapitalizm) kelimelerinin sonundaki (isme) edatı…
3 – (Jeografi), (Pedagoji), (Sosyoloji) kelimelerinin sonundaki (ie) edatı…
Şimdi bunlardan 1 numaralısını ele alalım:
Bu cins ıstılahlardan dilimize pek çoğu girmiştir. Bir dile, yabancı bir dilden sızan kelime, mutlaka o dildeki millî telâffuz dehasının markasını, damgasını taşımak zorunda olduğuna göre, şimdi halkın bu kelimelere nasıl şekiller verdiğine dikkat edelim:
Fabrika, antika, Amerika, entrika, Afrika, politika…
İşte halk hançere dehası diye boyuna üstünde durduğumuz incelik…

İPUCU: 1
Görülüyor ki halk, (fabrik) kelimesini fabrika, (antik) kelimesini antika, (Amerik) kelimesini Amerika, (entrik) kelimesini entrika, (Afrik) kelimesini Afrika, (politik) kelimesini politika yapmış; böylece, Fransızcadaki sabit edat şekline eş hususî bir edat icat ederek kelimeleri kendine mal etmiştir. Artık İtalyancada da buna benzer sesler ve edatlar olduğunu ileriye sürerek bunların yine Türkçe olmadığını iddia etmek saçmadır. Kime benzerse benzesin; madem ki her şeyden evvel kendi mizaç ve hususî hançere dehamıza benzer bir şekil buluyoruz, o halde buna hâlis Türkçe demekte tereddüt edemeyiz. Ve böylece temin ettiğimiz ip ucundan faydalanarak ayni yasayı hemen öbür zarurî ıstılahlara tatbik edebiliriz: Mistika, teknika, taktika vesaire…
Ve bunu yaparken, yine esas itibariyle bunları halkın benimseyip benimsemiyeceği kanununa göre hareket edileceğini asla unutmadan… Fakat bir cevherin, halktan alınarak yine halka teklifi vazifesinin de bize terettüp ettiğini daima şuur ve irademizde muhafaza etmek şartiyle…

İPUCU: 2
İkinci ıstılah dâvamız da, evvelki yazımızda toplu olarak gösterdiğimiz üç zümreli ıstılahların Fransızcada (ie) edatiyle nihayetlenen şubesidir.
İşte onların telâffuzu ve bizim imlamızla birkaç misal:
(Jeografi), (Azi), (Topografi), (Etnografı), (Besarabi) ve daha birçok mekân ve memleket ismi…
İşte, ayniyle geçen sayımızdaki misalimizin kanunlarına eş olarak millî hançere dehamız, bunları coğrafya, Asya, Topografya, Etnografya, Besarabya diye, kelimelerin aslî maddesine bir (ya) eki ilâve ederek dilimize mal etmiştir.
Öyleyse, bu familyadan olan ıstılah ve isimleri de, halkın bize sormadan yaptığı tecrübeye uyarak ve biz de ona sormıyarak yapar ve benimseyip benimsemiyeceği hususunda son kararı kendisine terkederiz:
Psikolocya, sosyolocya, tracedya, komedya, senfonya, demokrasya, aristokrasya, vesaire, vesaire, vesaire…
Bu, son karar yine halka ait olarak, yapılması mümkün yegâne tecrübedir.

İPUCU: 3
Üçüncü ipucu, Fransızcada sonları (isme) edatı, yâni (izm) sesiyle biten ıstılahlara ait…
Millî Türk hançeresi, bu (izm)leri belli başlı kelimeler üzerinde (izma) şeklinde seslendirerek ve edatlaştırarak kendisine mal etmiştir.
(Mekanizm) = Mekanizma
(Manyetizm) = Manyetizma
(Spiritizm) = İspiritizma
(Rümatizm) = Romatizma
Birinci ve ikinci ipuclarında olduğu gibi, halkın bir hançere hususiyeti halinde benimseyip bize teklif ettiği bu şekilleri, bizim de aynı hançere dehasına uyarak ona teklif etmemizden başka yol tasavvur edilebilir mi? Komünizma, sosyalizma, ümanizma, kapitalizma, sembolizma, idealizma vesaire…
Halk, daha evvel kaydettiğimiz gibi, bunları ya kabul eder, ya etmez… Halktan kasdımız, okur yazar sınıf olduğuna göre, o eğer hakkımızı teslim ederse, daima şuursuzca cereyan eden bu işe biraz da şuur karıştırabilir. Şu kadar ki, Türkçede ve Türkçenin ana kaynaklarında mukabili bulunan hiçbir ıstılahı ille bu tarzla değiştirmenin hiçbir mânası yoktur.

ASLI MADDELER
Istılah dâvamıza ait olarak verdiğimiz ipuçlarından sonra, sıra, aslî maddeler halinde lisanımıza ve her lisana girmiş bazı frenkçe kelimelerin ne olacağını düşünmeğe geliyor. Bu kelimeler, bazı meslek, madde ve âlet isimleri halinde, mücerret mefhumlara nazaran çok daha umumî ve zoraki bir yoldan her dile kendilerini (empoze) etmek mevkiindedirler: Doktor, (radyo), avukat, (otomobil), (bisiklet), (gramafon), (klişe), (fotoğraf) vesaire gibi…
İleride, mufassal bir lügatçe vermek suretiyle halledeceğimiz bu mevzuda, tek çare, bu kelimelerden kerre İçine aldıklarımız gibi, hiçbir şive değişikliği arzetmeden girenleri, çaresiz, aynen almak; küçük bir hançere farkı belirtenleri de, mutlaka ve ısrarla bu fark içinde benimseyerek kabullenmektir. (Doktor) yerine doktor, (motor) yerine motor, (avoka) yerine avukat, (spor) yerine (sipor), (plân) yerine pilân demek; ve bunu bir ayıp ve cehl değil, bir şeref ve ilim telâkki etmek…
Evet, ileride, bütün bunların bir lûgatçesini vereceğiz.

HÜLÂSA
Netice şudur ki:
1 – Eski kaynaklara ve bazı iştikak delâletlerine göre, bir dile yeni aşılar tatbik etmek mümkün olsa da, bunu, bir vücuda tatbik eder gibi, son derece büyük bir dikkat, hassasiyet ve tedriç usûliyle yapmak lâzımdır. Her şeyden evvel bu kelimeleri hakikî edebiyatçılara, sanatkârlara benimsetmek lâzımdır. Yoksa gökten kar yağdırırcasına bir dilin üzerine, onun kırk yıllık mefhum seslerine uymıyan kelimeler serpiştirilemez.
2 – Dilimize girmiş, sarf ve nahiv mimarîmiz içinde şekil almış, aslî kaynağiyle alâkasını kesmiş, ayrıca millî hançeremize göre de ses değiştirmiş Arap ve Fars malzemesi, bizim öz malımızdır. Bunları içimizden kovmak manevî bakımdan bütün topraklarımızı bırakıp yalnız Haymana çölünde devlet kurmaktan farksızdır.
3 – Dilimize, aslını ve tâbiiyetini muhafaza ederek giren her Garplı kelime, bir beşinci kol unsurudur; ve mutlaka içimizden sökülüp atılmalıdır.
4 – Istılah dâvamız, ancak, bir taraftan Türk, Arap ve Fars malzemesi içinde karşılıklar aranırken, öbür taraftan da Garp ıstılahlarını, misalleştirdiğimiz şekillerde, Türkçeleştirmek yoliyle halledilebilir.

BOZULAN DİL
Artık Türkçe üzerindeki umumî prensip mülâhazalarını bitirmiş bulunuyoruz. Şimdi canım Türkçenin müşahhas yaralarına geçebiliriz.
Şimdi size bir cümle vereceğiz. Bu cümleyi Anadolu Ajansı, radyo veya herhangi bir baş muharrir Türkçe kabul etmekte tereddüt etmez. Halbuki içinde tam 9 tane müthiş Türkçe hatası var. Buyurun:
“Dün sabah Müttefik tayyareler Batı Avrupa kıyıları üzerinde uçmuşlar ve birçok noktaları bombardıman ettikten sonra ne bir düşman tayyaresi, ne de bir düşman ateşine tesadüf etmemiş olarak geriye dönmüşler ve İngiliz umum karargâhına raporlarını vermişlerdir.”

LİSAN YARALARIMIZ
Verdiğimiz örneğin, kerre içindeki yanlışlarla beraber, doğrusunu takdim ediyoruz:
“Dün sabah müttefik tayyareleri (tayyareler), Batı Avrupası (Batı Avrupa) kıyıları üzerinde uçmuş (uçmuşlar) ve bir çok noktayı (noktaları) bombaladıktan (bombardıman ettikten) sonra, ne bir düşman tayyaresi, ne de bir düşman ateşine tesadüf etmiş (etmemiş) olarak geriye dönmüş (dönmüşler) ve İngiliz umumî (umum) karargâhına raporlarını vermiştir (vermişlerdir).”
İşte, bildirdiğimiz 9 yanlışı, 9 kerre içinde görüyorsunuz. Şimdilik, izahını takdim edeceğimiz güne kadar bu yanlışlar üzerinde oldukça zihin yormanızı istirham edeceğiz. Bu cümlede toplanan 9 yanlış, hemen bir çok Türkün müştereken Türkçeyi öldürmekte müttefik olduğu şeydir.

BİRİNCİ YANLIŞ
Müttefik tayyareler, Müttefik kuvvetler, Müttefik tanklar, filân, falan… Birinci sunturlu yanlış budur; ve lisan dehası bakımından ayıpların ayıbıdır. Böyle bir terkip ancak tavsifi terkip olarak kullanılabilirdi; izafet terkibi olarak değil… Halbuki burada (müttefik) sıfatı, sıfat değil, isimdir. Müttefikler kelimesinden, Birleşmiş Milletler zümresinin hâs ismini anlıyoruz. O halde ve mutlak olarak Müttefik tayyareleri, Müttefik kuvvetleri, Müttefik tankları, filân falan demeğe mecburuz. Bu kadar basit bir hatayı anlamamak, zevken olsun idrâk etmemek için insanın ancak (bobstil) olması lâzım…
İşin korkunç tarafı şudur ki, bu (bobstil)lerin başında, Anadolu Ajansı, Radyo gazetesi, bazı haşmetlû muharrirler gibi (makamat) vardır. Ve zahir, bu edayı bir yenilik diye kullanmaktadırlar. Meselâ Şimal Afrika, Batı Fransa, Doğu Asya gibi… Bunlar da aynı sunturlu yanlış familyasından… Şimal Afrikası, yahut Şimalî Afrikası, yahut Şimalî Afrika… Cenup Fransası veya Cenubî Fransa… (Hitler) Almanyası veya (Hitler)ci Almanya olmalı… Türkçe budur! (Parkotel), (Minervahan) gibi lisan kepazelikleri de, ayak takımından yukarıya doğru çıkan cehil ve züppelik ağzının başka bir misali… İşte (Sümer Bankası) yerine Sümerbank, (Eti Bankası) yerine Etibank diyen ve dedirten zihniyetin kökü… Bu zihniyet, otobüste bile şoföre:
– “Taksim bahçe!..”
Dedirtecek kadar Türkçeyi bozmuştur.
Görülüyor ki, dil bozgunumuzun birinci âmili, Türkçe izafet terkiplerinin ek dehasını bozmak ve kırmak temayülüdür.

İKİNCİ YANLIŞ
Verdiğimiz misâlin ikinci yanlışı, pek az istisnasiyle, her ân ve herkesin yaptığı bir lisan suikastı olarak, fiil ve fail arasındaki cemi münasebetleri üzerinde işlediğimiz suçtur. Bu hususta, dilimizin mimarî hususiyet ve dehasından çıkacak mutlak kaide şudur ki, Türkçede, fail cemi olduğu zaman fiil cemedilmez, müfret kalır. Meselâ “Askerler geldiler” diyemeyiz; doğrusu “Askerler geldi’dir. Hele fail, cemat, nebat, hayvan ve mücerret mefhumlardan biri olduğu zaman, bunların fiillerini cemetmek, ancak tatlısu Frenklerine yakışır: “Taşlar düştüler, çiçekler açtılar, eşekler anırdılar, fikirler birleştiler” ifadelerindeki gülünçlüğe dikkat buyurun! Lisanımız bu hale, ancak insanda; o da, cümle uzun olduğu ve faille fiilin arası uzak bulunduğu zaman müsaade eder: “Askerler, Anadolunun birçok mıntakasında toplandıktan ve sıkı yoklamalar geçirdikten sonra, kış mevsimini geçirmek üzere İstanbul’a geldiler” gibi…

ÜÇÜNCÜ YANLIŞ
Yanlışlıklar kumkuması mahut örnek cümlenin üçüncü hatası, cemi isimlerini takip eden faillerin ceme-dilmesi hatasıdır: Birçok adamlar, müteaddit tayyareler, bölük bölük askerler gibi…
Türkçede cemi isimlerinden birkaçı: Birçok, pek çok, müteaddit, yığın yığın, bölük bölük, sıra sıra, dizi dizi, çeşit çeşit vesaire vesaire…
Cemi ismini takip eden fail, ister cemat, ister nebat, ister insan olsun, asla cemedilmez.
Birçok insan, pek çok hayvan, müteaddit gazete, bölük bölük asker, yığın yığın buğday, sıra sıra yalı, dizi dizi karga, çeşit çeşit kıyafet… Doğrusu budur.
Hâdiseyi, kaideler bir tarafa, zevk yoliyle kavramak pek basit… Türkçenin mimarî dehası, nasıl sayı sıfatlarını takip eden kelimelerin cemedilmesine mâni ise, sayı sıfatlarından hiçbir farkı olmayan cemi isimlerine de aynı muamelenin tatbikini âmirdir. Nasıl, 8 liralar, 12 elbiseler, 24 mebuslar diyemiyorsak, öylece, birçok liralar, çeşit çeşit elbiseler, müteaddit mebuslar diyemeyiz.
Diyemeyiz ama, diyoruz; ne buyurulur? Buyurulacak olan Türkçenin öldürüldüğüdür.

DÖRDÜNCÜ YANLIŞ
Hatalar sergisi mahut cümlenin dördüncü yanlışı, yabancı kelimeleri, doğrudan doğruya ve kendi sarf ve nahivleri içinde kullanmaktır.
(Bombardıman etmek) gibi… Bu hususta ana Ölçümüz, ilk yazılarımızda belirttiğimiz gibi, ya ecnebî kelimenin telâffuz şeklini millî hançeremize tatbik ederek, onu müstakil ve öztürkçe aslî bir madde halinde kendi sarf ve nahvimize tâbi kılmak; veya bir karşılığını bulmaktan ibarettir.
Meselâ, (bombardıman etmek) yerine (bomb) kelimesinin Türkçeleşmişi olan bomba’yı, bombalamak tarzında kullanarak…

BEŞİNCİ YANLIŞ
Beşinci yanlış, “Ne Ahmet, ne Mehmet, ne Ali gelmedi” tarzında yapılagelen muazzam hata… (Ne) edatı, Türkçede nefy edatıdır; ve bir kere fiil nefyedildikten sonra, ayrıca fiili menfi göstermek, onu iki kere nefyetmek olur. İki kere nefyetmek de, neticeyi müsbet gösterir. Yâni “ne Ahmet, ne Mehmet, ne Ali gelmedi” demek, “hem Ahmet, hem Mehmet, hem de Ali geldi” demektir. Doğrusu şudur: “Ne Ahmet, ne Mehmet, ne Ali geldi…” O zaman, bunlardan hiç birinin gelmemiş olduğunu anlarız. Bu kadar basit bir hakikatin kavranamayişına hayret ve ibret!.. Bu mânada hemen bütün (muharririni kiram) ve sözde münevverler müşterektir. Başta birçok muharrir, resmî müessesese, devlet ve hükümet büyükleri ağzı, kimsenin, kullandığı dile ne dikkati, ne riayeti kalmıştır; yâni kendi yanlış ifadeleriyle kimsenin ne dikkati, ne de riayeti kalmamıştır.

ALTINCI YANLIŞ
Tek cümle halinde misalleştirdiğimiz hataların sonuncusu (umum) kelimesi üzerinde toplanıyor. Bu kelime hiçbir ismin evveline getirilerek o ismi tarif etmek iktidarında değildir. Zira bizzat kendisi isimdir. Nasıl “ağaç bahçe” diye bir bahçeyi tarif edemezsek, onu tarif etmek için nasıl “ağaçlı bahçe” tarzında ilk ismi sıfatlaştırmak mecburiyetindeysek, böylece (umum) ismini de her hangi bir isme tarif unsuru haline getirebilmek için onu sıfatlaştırmak zorundayız. Yâni, birçoklarının müsaadeleriyle, umumî müdürlük, umumî karargâh, umumî şu, umumî bu…
Bu mevzuda ilk mes’ul, hükümet ve bütün devlet daireleridir. İbretlere şayan bir tarzda, başta (Basın ve yayın umum müdürlüğü), binbir devlet dairesi arasından bir tanesi çıkıp da “Yahu, bu ne büyük hatadır, şunu umumî müdürlük yapalım!..” diyememektedir.
Mahut, hatalar kumkuması cümlenin öbür pataları, işte bu saydığımız yanlışların taaddüdünden İbarettir.

ÜÇ EKSİK
18 milyon Anadolu Türkünün hep birden trahom hastalığına tutulmasından daha ehemmiyetli ve yirmi tane Erzincan zelzelesinden daha felâketli olan müzmin dil buhranımıza daha fazla tahammül ve tevekkül göstermenin zamanı geçmiştir. Yarım yamalak varlıkların sapır sapır döküldüğü bu ruhî, aklî, ferdî, içtimaî, sınaî, iktisadî, siyasî, askerî muhasebe hengâmesinde, ordunun eline verilecek silâhla, milletin ruhî tamamiyetine vurulacak kilit arasında hiçbir kıymet ve ehemmiyet farkı yoktur.
Millet millet insanlığı tam ve hakikî tekevvüne, yahut iflâsa davet eden bu beşerî metabolizma ihtilâli mevsiminde, dâvayı ruhî tamamiyetimizin merkezi olan dil cephesinden görebilsek yeter!..
Dil buhranımız üzerinde kurduğumuz ölçü teşhisleri üç ana merkezde toplanıyor:
1 – Sarf ve nahvimizi örgüleştireceğiz!
2 – Istılah ve kelimelerimizi derliyeceğiz!
3 – Büyük ve resmî Türk lügatini kuracağız! Bunlardan üçü de yok; fakat maarifimiz olduğu rivayeti var!
Sarf – nahiv kanunlarımızı, şahsiyet ve istiklâl belirten usûllerle, kendi ifade dehâmız içinden süzmeliyiz. Oradan, şuradan gelecek usûllerin burada işi yoktur. Unsur buralı, tezgâh buralı, usûl buralı olacak.
Istılah ve kelimelerimizi, sadece millî Türk hançeresine uymak ve uymıya mecbur olmak zaviyesinden derlemeliyiz. Avrupa kanunların kopyacılığını anlayanlardan değiliz.
Büyük ve resmî Türk lügatini de, son iş olarak, Türkçe heykelini tunca dökmek İçin yapmıya mecburuz.

(Dil Raporları, Büyük Doğu Yayınları)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.