Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Kalemdar

Admin
  • Content Count

    996
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    45

Kalemdar last won the day on February 17 2015

Kalemdar had the most liked content!

Community Reputation

293 Çok İyi

About Kalemdar

  • Rank
    Co Admin
  • Birthday April 27

Profil Bilgisi

  • Cinsiyet
    Erkek
  • Nereden
    Kayseri
  • İlgi Alanları
    NFK

Recent Profile Visitors

27,363 profile views
  1. Selamlar, Çalışmanın maksadı, sosyal medya üzerinden paylaşılan ancak menşei belli olmayan ve Üstad'a mâl edilen sözlerin onun şahsına ait olmadığını vurgulamaktır. Yukarıda beyan edilen sözlerin ekserisi mana, muhteviyat ve keyfiyet bakımından kıymet arz etmediğinden bu sözlerin kime ait olduğunun tespitine ihtiyaç duyulmamaktadır. İstisna tutulan veciz sözlere ait önermenize yönelik yapılacak çalışma içinde geniş bir kadroyla, uzun soluklu ve kapsamlı bir çalışmanın yapılması gerekir bu çalışmada şu an için mümkün görünmüyor. Değerli öneriniz ve yorumunuz için teşekkür ederiz.
  2. Çağdaş İngiliz ve Amerikan edebiyatının 10 şahane romanı, öykü koleksiyonu, oyunları ve şiirleri, The Top Ten: Writers Pick Their Favorite Books (En iyi 10 Roman: Yazarların Favori Kitapları) adlı bir listede toplandı. Listeye katkıda bulunan yazarlar arasında Normal Mailer, Ann Patchett, Jonathan Franzen, Claire Messud, and Joyce Carol Oates gibi isimler de var. 20. yüzyılın en iyi 10 romanı: 1. Lolita – Vladimir Nabokov 2. Muhteşem Gatsby – F. Scott Fitzgerald 3. Kayıp Zamanın İzinde – Marcel Proust 4. Ulysses – James Joyce 5. Dublinliler – James Joyce 6. Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez 7. Ses ve Öfke – William Faulkner 8. Deniz Feneri – Virginia Woolf 9. Bütün Hikayeler – Flannery O’Connor 10. Solgun Ateş – Vladimir Nabokov 19. yüzyılın en iyi 10 romanı: 1. Anna Karenina – Leo Tolstoy 2. Madame Bovary – Gustave Flaubert 3. Savaş ve Barış – Leo Tolstoy 4. Huckleberry Finn’in Maceraları – Mark Twain 5. Anton Çehov’dan Hikayeler – Anton Çehov 6. Middlemarch – George Eliot 7. Moby-Dick – Herman Melville 8. Büyük Umutlar – Charles Dickens 9. Suç ve Ceza – Fyodor Dostoevsky 10. Emma – Jane Austen Seçilen kitap sayılarına göre yazarlar 1. William Shakespeare – 11 2. William Faulkner – 6 3. Henry James – 6 4. Jane Austen – 5 5. Charles Dickens – 5 6. Fyodor Dostoyevski – 5 7. Ernest Hemingway – 5 8. Franz Kafka – 5 9. James Joyce, Thomas Mann, Vladimir Nabokov, Mark Twain, Virginia Woolf – 4 Kazandıkları puana göre yazarlar 1. Leo Tolstoy – 327 2. William Shakespeare – 293 3. James Joyce – 194 4. Vladimir Nabokov – 190 5. Fyodor Dostoevsky – 177 6. William Faulkner – 173 7. Charles Dickens – 168 8. Anton Çehov – 165 9. Gustave Flaubert – 163 10. Jane Austen – 161 Kaynak :Edebiyathaber
  3. Eşrefoğlu’nun saydığı dört mürşid-i kamil Eşrefoğlu Rumi, “on yedi şeyhe yetiştim, her birine hizmet ettim. İçlerinden dört tanesi mürşid-i kâmildi” der ve onları sıralar.. 13. ve 14. yüzyıllarda, Anadolu ve Balkanların İslam nuruyla aydınlanması ve Türk adının İslam’la özdeşlemesinde büyük katkıları olan nice dervişler yaşamış. Bunlardan kimilerinin adı bizlere kadar gelmiş, kimlerinin adı unutulmuş gitmiş, kimilerinin adı hiç bilinmemiş. Adı bize kadar ulaşanlara baktığımızda, o büyüklerin şiirler yoluyla bize kadar ulaşabildiklerini görüyoruz. Yûnus Emre, Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumi hep bu şekilde bize kadar ulaşmış olan büyükler cümlesinden. Toprağın fethinden önce gönüllerin fethi gerekir düsturundan hareketle, önce gönül erlerini göndermiş büyükler, fethedilecek topraklara. Bu erler, halkın İslam’la tanışmasına, İslam’ı sevmesine yardımcı olmuşlar. Böylece yerli halk İslam’a kendi istekleriyle girmişlerdir. İşte Tarık Buğra’nın Osmancık, Kemal Tahir’in Devlet Ana romanları bu konularına değinen edebî eserlerdendir. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun eserlerini de unutmayalım. Osmanlının kuruluş devrinde (1353–1469) yaşamış bir Allah dostudur Eşrefoğlu Rumi. Asıl adı Abdullah olan Eşrefoğlu, Mısır’dan Anadolu’ya göç etmiş bir aileye mensuptur. Medresede ilim tahsili görür ve bugünkü anlamda doçentlik seviyesine kadar yükselir. Gördüğü bir rüya üzerine tasavvufa meyleder. Önce Emir Sultan’a gider. Emir Sultan yaşlandığını söyleyip ölümünün yakın olduğunu belirterek kendisini Ankara’ya, Hacı Bayram hazretlerine gönderir. “Aradığını orada da bulabilirsin” der. Hacı Bayram Veli’ye intisap ederek 11 yıl hizmetinde bulunan Eşrefoğlu, hazretin kızıyla evlenerek damadı olur. Bir müddet sonra, Hacı Bayram Veli’nin işaretiyle, Abdulkadir Geylani’nin Suriye’de bulunan torunlarından Hüseyin Hamavî’ye intisap eder. Suriye’den dönerek İznik’e yerleşir. İlkin bir uzlet hayatı yaşayan Eşrefoğlu, daha sonraları insanları irşad etmeye başlar. Eşrefoğlu Rumi hazretleri hakkında piyasada bir menakıp kitabı var Eşrefoğlu Rumi’nin özellikle yazdığı şiirler çok önemlidir. Onu, Yûnus Emre’nin müteakibi olarak değerlendirenler bulunmaktadır. Gelgelelim Eşrefoğlu Rumi Türkçede daha çok Müzekkin Nüfus (Nefislerin Tezkiyesi) adlı kitabıyla tanınmaktadır. Ki bu güzel eser, yıllarca ülkemizde halk kitabı olarak basılmış ve İhyau Ulumid Din’in, Büyük İslam İlmihali’nin, Tenbihu’l-Gafilin’in, Envaru’l-Âşıkın’ın, Menakıb-ı Çehar-ı Yar-ı Güzin’in, Hz. Ali Cenklerinin, Kara Davut Şerhi’nin yanında kendisine yer edinmiştir kütüphanelerimizde. Müzekkin Nüfus sade bir dille İslam dinini anlatan bir kitaptır. Halkımız yıllar yılı bu eserlerden istifade ederek imanlarını kavi tutmuşlar ve amellerinde ihlâslı olabilmişlerdir. Eşrefoğlu Rumi hazretlerinin hayatı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Birçok mutasavvıf gibi, onun hakkındaki bilgilerimizi de hakkında kaleme alınmış menakıp kitaplarından öğreniyoruz. Hazret hakkında piyasada bir menakıp kitabı var. Günümüz Türkçesinde ilk olarak Bedir Yayınları tarafından basılan bu eseri, Abdullah Uçman hazırlamış. Rıza Tevfik uzmanı olarak nam salmış olan Uçman’ın nice titiz çalışmasından biri de bu menakıpname. Bursalı Mehmed Veliyyüddin namında bir zatın hazırladığı bu eser, Menakıb-ı Hazret-i Eşrefzade eş-Şeyh Abdullah er-Rumî el-İznikî adını taşıyor. Eseri, son olarak Mustafa Güneş hazırlamış, Sahaflar Kitap Çarşısı da 2006 yılında basmış. Kitabın önemli bir özelliği var. Hem orijinal eskimez Türkçe, hem eskimez Türkçenin latinize edilmiş hali, hem de sadeleştirilmiş metin bir arada bulunuyor kitapta. Böylece, gerek Osmanlıca bilenler, gerek bilmeyenler, hem halk, hem araştırma yapmak isteyenler kitaptan yararlanabiliyor. Topyekûn bir eğitim sistemimiz tasavvuf mayasıyla yoğrulsa… Menakıp kitabından öğrendiğimize göre, Eşrefzade’nin soyu Hz. Ali vasıtasıyla Peygamber Efendimize kadar ulaşmaktadır. Bu anlamda Eşrefoğlu bir seyyiddir. Eşrefoğlu Rumi, Hacı Bayram Veli hazretlerinin dergâhına kabul edildiğinde kendisine önce tuvaletlerin temizlenmesi görevi verilir. Daha sonraları dergâhın imamlığı görevini üstlenir. Burada hemen bir parantez açmakta fayda var. Tasavvufta nefislerin terbiyesi ve tezkiyesi, kibirden, riyadan ve ucuptan arınabilmesi için, sıkı perhiz ve tedbirlere başvurulduğunu görüyoruz. Örneğin Şah-ı Nakşibend hazretlerinin öğrencilerinden, daha sonra Nakşibendî yolunun büyüklerinden ve hazretin damadı olacak Alâeddin Attar hazretleri, Buhara sokaklarında elma satmıştır. Yine Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, kadılık yaptığı Bursa sokaklarında ciğer satmıştır. Yine Nakşibendî yolunun Halidiyye kolunun serçeşmesi Mevlana Ziyaeddin Halid-i Bağdadî hazretleri de Abdullah Dehlevi hazretlerine intisap ettiğinde, helâların temizlenmesi görevi kendisine verilmiştir. Aynı manzarayla Eşrefoğlu Rumi’nin hayatında da karşılaşmak şaşırtıcı olmasa gerek. Nitekim Hz. Ömer, halife olduğu dönemde bir gün, eline aldığı su kırbasıyla insanlara su dağıtıyor. ‘Size yakışmaz, siz halifesiniz’ denildiğinde, ‘Nefsime bir kibirlenme geldi, onu kırmalıyım’ cevabını veriyor. Yine aynı şekilde Hz. Ömer’in sırtında un çuvalı taşıması da meşhurdur. Hele bu olayı Mehmed Akif’ten okumak ise başlı başına bir edebî ve dinî bir lezzettir. Tasavvufun kibri ezmek için, insanı böylesi kerih işlerle uğraştırması, elbette bir terbiye metodudur. Bugün, daha küçücük yaşlardaki çocuklarımıza kendisine güveni gelsin diye, türlü hokkabazlıklar ve şaklabanlıklar yaptırıyoruz. Kendisini göstermesini istiyoruz, egosunu şişirmeye çalışıyoruz. Benliğini okşuyoruz. Eğitim sistemimiz de maalesef bu yöne doğru deli dereler gibi akıyor. Akan dereler, önüne kattığını götürüyor. Geriye ne kalacak, bilemiyoruz. Tasavvuf bize eğitim konusunda da unuttuğumuz şeyleri hatırlatamaz mı acaba, bugünün insanının sayrılı ruhuna ilaç olamaz mı acaba? Topyekûn bir eğitim sistemimiz tasavvuf mayasıyla yoğrulsa ne olur acaba? Denemeden karar vermek zor olsa gerek. İçlerinden dört tanesi mürşid-i kâmildi Tasavvuf, insanın nefsini, kibrini, hasedini ve cimriliğini kıracak nadide bir yoldur. Eşrefoğlu Rumî de, ilmin kendisine verdiği büyüklükten tasavvuf yolundaki hizmetleri sayesinde kurtulmuştur, menakıpnamede geçtiğine göre. Eşrefoğlu Rumi, “on yedi şeyhe yetiştim, her birine hizmet ettim. İçlerinden dört tanesi mürşid-i kâmildi” der ve onları şöyle sıralar: Hacı Bayram Veli, Şeyh Hüseyin Hamavî, Akşemseddin ve Emir Sultan. Kitap sadece Eşrefoğlu Rumi’nin menkıbelerini anlatmıyor, hazretten sonra Eşrefîlik yolunun sürdürücüsü olan zatların da menkıbelerine değiniyor. Bu anlamda Eşrefoğlu Rumi’nin dergâhının ve türbesinin nasıl yapıldığını da bu eserden öğrenmemiz mümkün. Kitapta keşke hazretin şiirlerinden de bir güldeste yer alsaydı diyesi geliyor insanın. İsmail Demirel, “Allah, gönül erlerinin aydınlık yollarında yürüyebilen kullarından eylesin” diyerek okudu ve tavsiye etti Kaynak
  4. Hadis okumayı tavsiye edermiş Mahmud Sami Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s) Hocamızın hatıraları salih bir kul nasıl olunur'un güzel bir cevabı niteliğinde..Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Efendimiz son devirde yetişmiş, yüzüne bakıldığında Hakk'ı hatırlatan bir güzel insan... Güzel ahlakı, edebiyle, kitaplarıyla hayatımızda örnek teşkil etmesi gereken bir Hak Dostu Hukuk fakültesini birincilikle bitirmiş Mahmud Sami Efendimiz... Arapça, Farsça ve Fransızcayı da çok iyi biliyormuş. Talebesi olmaya çalışan bizlere, kendisini tanımamız için yol gösteren, Erkam Yayınları'nın basmış olduğu iki ciltlik Mahmûd Sâmî Efendi'den Hatıralar isimli kitapta merhum Mahmud Sami Efendimiz'in hayatını okuduğumda onun her anında sünnetlere gösterdiği özeni gördüm. Bu da O'ndaki Rasulullah (s.a.v) aşkını gösterdi bana. Her yönüyle insanlığa örnek Efendimiz (s.a.v)'in sünneti seniyyesiyle yaşayan bir zatı tanıdım. Kitabın her sayfasında rahmet damlaları düştü sanki ellerime Bazen de 'hayret Ya Hayy' dedirtti. Ramazanoğlu Efendimiz, Allah'ın her an kendisini gördüğü şuuru ile ayaklarını uzatarak oturmaya çekinirmiş. Hep dizlerinin üzerine otururmuş. Nasıl bir haşyet bu Ya Rabbi... Vefatında, Allah'a kavuştuğunda yine dizleri bükükmüş. Hayret ettim hatıralarını ve O'na dair bilgileri okudukça. Anladım ki bu kitabı okuyunca, Allah dostları Allah ile yüz yüze gibi yaşamışlar ve yaşıyorlar. Her bir hatıra üsve temsilcisi İnsanı yaşanmış hikâyeler her zaman kurgudan daha çok etkilemiştir. Filmler bile yaşanmış bir hikâye uyarlamasıysa daha çok gişe yapar. Bu okuduğum kitabın etkisi de bu nedenle fazlaca... Çünkü her bir hatıra birer üsve-i hasene... Mustafa Eriş'in derlediği Mahmud Sami Efendi'den Hatıralar beni bambaşka bir âleme götürdü ve koltuğumdan kalkana kadar o zamanda yaşattı. Geçmiş günlere götürüp günümüzün muhasebesini yapmama yardımcı oldu bu kitap Bizzat kendi hayatında yaşadığı hatıralar açık bir şekilde anlatılıyor çünkü Tevbe suresi 119. ayet-i kerimeyi hatırladım kitap sayfalarında çok kez. "Salih ve sâdıklarla beraber olun." buyruluyor. Salih ve sâdık olun değil İşte Allah bize salihleşmenin yolunu da ayetinde öğretiyor. Sırrı içinde saklı bir nevi Mahmud Sami Ramazanoğlu'yla beraber olanlar da hep O'na benziyor zamanla Seven sevdiğine benzer der ya hani büyükler, bu sözün tezahürünü gördüm kitapta Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendimizin hatıralarını okuduktan sonra bizzat yazmış olduğu, kaleme almış olduğu eserleri de okumamız bizlere çok büyük istifade sağlayacaktır. İslam'ı hassas yaşayan, kul hakkına girme korkusuyla yaşayan güzel zat Said Nursi Hz. ile de aynı zamanda yaşamış Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendimiz... Birbirleriyle karşılaştıklarında aralarında büyük bir muhabbetin zuhur ettiğini yanlarındaki kişiler farkedermiş. Şam'da yaşadığı süre içerisinde orada bulunan fakir talebelere de çokça yardım etmiş. Bir gün Şam'da Mustafa Alemdar kapısını çalmış, Sami Efendimiz hemen hadis okumalarından bahsetmiş. Çok etkilenmiş Mustafa Alemdar bu halden... Şam'a Sami Efendimizi Türkiye'ye davet için gittiğini tam kendilerine bildirecekken, bir ay sonra inşallah döneceği cevabını alıp mutlu olarak yanından ayrılmış. Mahmud Sami Efendimiz ticaretle uğraşmasına rağmen hiç bir zaman kulluğunu unutmamış. Büyüklerin tabiriyle 'el kârda gönül yarda' yaşamış. Her gün Erenköy'den Tahtakale'ye vapurla ve dolmuşla gidermiş. Yolculara ve çalışanlara sıkıntı vermemek için hep paralarını bozuk olarak öncesinden hazırlarmış. Bu, vapur jetonu satanların veya dolmuş şoförlerinin bile dikkatini çekmiş. İşte İslam'ı böylesine hassas yaşayan, kul hakkına girme korkusuyla yaşayan güzel zat Mahmud Sami Efendimiz... Ve o gün dolmuş ve vapur parasını karşılayacak kadar Allah ona lütfettiği için o miktar parayı şükür mahiyetinde infak edermiş. Hem fakiri gözetmek, hem şükür... Ne güzel bir anlayış... Çok da cömertmiş. Kendisine hediye edilen en güzel seccade, tesbih, halıları hemen aynı günü kimin ihtiyacı varsa infak edermiş. Kendisine biri bir avuç lokum verdiyse o üç avuç verirmiş. Birçok yolculuklarında fakir birini gördüğünde arabayı durdurur, hemen yardımına gidermiş. Yanındaki insanları göndermek değil, kendisi bizzat tevazu ve nezaket içinde verirmiş. O'nun terbiyesinden geçen Musa Topbaş Hocamız da yine ihtiyaç sahiplerine para infak ederken zarf içinde ve zarf üzerinde kime verecekse ismiyle yazarmış. Hatta isminin yanına da muhterem diye eklermiş. Paraları bile eski, buruşmuş, katlanmış şekilde değil, yeni olanlardan seçermiş. Bu nasıl bir incelik? Bu nasıl bir incitmemezlik? İşte salihler, diğer yandan da bizler... Peygamberimiz (s.a.v)'in ayak ucuna defnedilmek nasib oldu Sami Efendimiz ömrünün son beş yılını Medine'de geçirmiş. Vefatı da Medine'de gerçekleşmiş, Peygamber (s.a.v.) âşığı Sami Efendimiz dünyada ve ahirette O'na (s.a.v.) komşu olmuş. Her sohbetlerinde değinirlermiş 'nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz' hadis-i şerifine... O, sünnet-i seniyye ile yaşadı; Cennetül Baki'ye, kutlu topraklara defnedilmekte ona nasip oldu. Kabri Hz. Osman Zinnureyn'e ve Hz. Ebu Said el Hudri'ye yakınmış. Ayak ucunda durulduğunda Mescid-i Nebevi tam karşısına denk gelirmiş. Abdullah Sert Hocamız bu durumu şu cümleyle özetler: "Hayatında Peygamber'in ayak izlerinden yürüyen Sami Efendimiz'e Peygamberimiz (s.a.v)'in ayak ucuna defnedilmek nasib oldu." Ömrünün son zamanlarında eserlerinin basılmasını ve kütüphanelerde bulunmasını istemiştir Sami Efendimiz. Bu vasiyete binaen hayatını, hatıralarını öğrenmeye bu kitap ile başlayabiliriz. İşte hatıralarıyla kalplere aşı yapan bir gönül sultanı Sami Efendimiz... Sadrında derya olan insanlara satırlar yeterli gelmez vesselam. Rabbim hepimize bir nebze de olsa hayatından hayatımıza katreler nasip etsin inşallah Eslem Nilay Bozdemir yazdı
  5. Necip Fazıl neden uçakla git demiş ki?! Mustafa Yazgan TYB İstanbul Şubesi Necip Fazıl’ın talebesi Mustafa Yazgan’ı misafir etti. Bir hatıralar geçidi sunuldu.. Mustafa Yazgan Bey, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le uzun yıllar teşrik-i mesai yapmış kıymetli düşünce ve aksiyon insanlarımızdan bir tanesi. Samimiyetinden ve vefasından olacak ki Üstad’ın güvendiği ve sevdiği isimlerden birisi olma şerefine kavuşmuş. Adeta bir vazife bilinciyle 18 yıl fahri olarak Üstad’ın emrinde çalışmış. Bülent Arınç Bey, Beşir Atalay Bey ve birçok ünlü simanın da üyesi bulunduğu Büyük Doğu Kulübü’nün Ankara başkanlığını yapmış. Üstadın Anadolu’nun çeşitli yerlerinde verdiği konferanslarında yanında bulunmuş ve birçok kere onun takdimini gerçekleştirmiş. Yani kısacası zor zamanlarda hak dava için çalışmış ve bunun bedelini de ödemekten geri durmamış. Örnek bir faaliyet oldu Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi geçtiğimiz günlerde Mustafa Yazgan Bey’i misafir etti. Mahmut Bıyıklı’nın sunumuyla çok güzel bir söyleşi gerçekleştirildi. Bizler de gençlik için numune-i imtisal olan böyle kıymetli şahsiyetleri dinlemekten büyük mutluluk duyduk. Böyle örnek şahsiyetlerin çağırıldığı hayırlı programları her zaman takdirle karşılıyor ve devamını diliyoruz. Ayrıca böyle şahsiyetleri gençlerle buluşturmanın önemli bir vebal olduğunu da buradan çeşitli kurum ve derneklere hatırlatmak istiyoruz. Yani açıkçası; biz gençliğe örnek olmayacak hafif meşrep kişilerdense böyle ağır dava adamlarını kürsülerde görmek istiyoruz. Bu bakımdan Türkiye Yazarlar Birliği’ne teşekkür ederiz. Fikir ve aksiyona devam Konuşmasına gençlerden fikir ve aksiyon hareketlerini devam ettirmelerini rica ederek başlayan Mustafa Yazgan Bey, kendisinin uzun süredir Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konferanslara gittiğini söyledi. Karda kıyamette otobüslerle gittiği konferanslardan cebini parayla doldurup gelmediğini, Allah rızası için oralara gittiğini söyleyen Mustafa Yazgan Bey, bu işlerde ihlas olmadan hiçbir şey elde edilemeyeceğini, Rıza-yı Hak için olmayan işlerin bereketsiz olacağını ifade etti. Mustafa Yazgan Bey’in anlattığına göre Üstad Necip Fazıl, kendisinin konferanslara gittiğini duyunca; “Duydum ki konferansa gidiyormuşsun. Neyle gidiyorsun?” diye sormuş. Mustafa Yazgan Bey de; “Otobüsle” deyince; “Olmaz, uçakla gideceksin” demiş. Bunun üzerine Mustafa Yazgan Bey içinden; “Bu konferanslara öğrenciler kendi harçlıklarından yol paramı çıkartarak davet ediyorlar, nasıl onlardan uçak bileti isterim” diye geçirmiş fakat Üstad’a bu düşüncesini söyleyememiş. Daha sonra çalıştığı kurumun müdürü cumartesi pazarları konferansa gittiğini öğrenince on beş gün içinde görevine son vermiş. O yıllar fecaat dönemiydi Konuşmasının baş kısmında çocukluk yıllarındayken Türkiye’nin nasıl bir atmosferde olduğunu özetleyen Mustafa Yazgan Bey, bu konuda şunları söyledi: “Sene 1948, İslam’a karşı müthiş bir hareket var. Basın Yayın Genel Müdürü Vedat Nedim Tör imzasıyla tamim yayınlandı, denildi ki; ‘Basında Allah’tan ve ahlaktan bahsetmek yasaktır, böyle bir yayına girişmiş olan dergilerin en geç bir haftaya kadar bu yayınlarına son vermesi rica olunur.’” Mustafa Yazgan Bey’in anlattığına göre o dönemlerde Müslümanların aleyhine birçok kirli oyunlar kurulmuş. Bir keresinde bir provokasyon düzenlemişler. Polis bir meczubu giydirip kuşatıp Sıhhiye’deki M. Kemal heykeline saldırtmış. Meczup kılıklı adam heykelin üstüne çıkmış ve elindeki çekiçle heykeli kırmış. Ertesi gün gazeteler “Ankara’da irtica” diye manşetler atmışlar. “Ticaniler atamızın büstüne saldırdı” gibi haberleri yaymışlar. Ticanilik adı altında ne kadar Müslüman varsa hepsine çeşitli zulümler yapmışlar. O yıllarda irtica yaygarası yapan öğretmenler varmış O yıllarda Mustafa Yazgan Bey okula gittiğinde öğretmeni sürekli şunları söylüyormuş: “Çocuklar, cumhuriyet size emanet, mürteciler bakın gördünüz mü ne yapmış? Bu mürteciler cumhuriyeti yıkmak istiyorlar.” İşte böyle bir ortamda büyüyen Mustafa Yazgan Bey sürekli irtica yaygarası dinleyerek yetişmiş. O dönemde Mustafa Yazgan Bey’in bir nasibi varmış ki o da; babasının evlerine bütün dergileri almasıymış. Üstad’ın Büyük Doğularını sekiz-on yaşlarında okumaya başlamış. Sonra da Çöle İnen Nur adlı kitabını okumuş ve çok derinden etkilenmiş, adeta çarpılmış. Çocuğu kitap isteyince yüzünü buruşturan anneler var Burada şunu hatırlatmak isteriz ki dergi giren evlerle dergi girmeyen evler bir değildir. Bir çocuk hayırlı bir dergi giren bir evde yetişirse Allah’ın izni ile bunun bereketi görülür. Maalesef bu konu benim çok üzüldüğüm konulardan birisidir. Bir Müslüman okumasa bile, hayırlı bir yayın yapan bir dergiyi desteklemek amacıyla abone olmalıdır. Hiç olmazsa bu konuda çocuklarına örnek olmak için bunu yapmalıdır. Bir baba çocuğuna; “Benim babam parasıyla abone olarak İslamî içerikli bir dergiyi desteklerdi” dedirtebiliyorsa ne mutlu o babaya... Bir de annesine babasına; “Bir dergiye abone olalım” dediğinde ya da; “Bir kitap almak istiyorum” dediğinde asık bir suratla karşılaşan çocuklarımız var ki kitabın ve derginin önemini kavrayamayan anne babaları olduğu için Allah onlara yardım etsin. Üstad’la böyle bir atmosferde tanıştım İrtica yaygaralarının çokça yapıldığı bir dönemde üniversitede asistanken Üstad’la tanıştığını söyleyen Mustafa Yazgan Bey, Üstad’la tanışmasını şöyle anlattı: “Antep’te bir konferansın başında bir arkadaşımız beni Üstad’la tanıştırmak için odasına götürdü. Bana çok nazik bir şekilde davranan Üstad ile orada biraz sohbet ettik. Üstad; ‘Konferansın başında beni takdim eder misiniz?’ dedi. Bunun üzerine onun takdimini yaptım. Takdimim 15 dakika sürünce uzattığımı anladım ve hemen üstadı anons ettim. Daha sonra Üstad’ın bir huyu varmış, onu öğrendim. Üstad kendisini takdim eden takdimi beş dakikadan fazla uzatırsa hemen girer sahneye, elinden mikrofonu alır ve ‘teşekkür ederim’ dermiş. Bana öyle yapmadı. O günden sonra birçok kereler daha Üstadın takdimini yaptım.” 12 Eylül’ü yaşamayan bilmez 12 Eylül darbesi olduğunda Mamak’a düştüğünü söyleyen Mustafa Yazgan Bey, cezaevi günleri ile ilgili şunları söyledi: “Allah bu memlekete bir daha 12 Eylülleri yaşatmasın. Ergenekoncuların ve darbecilerin ne menem adamlar olduklarını ancak biz biliriz. Yaşamayan bilmez. İdamlıkların olduğu yerde kalıyordum. Koridorun iki tarafında iki tane petrol bidonu vardı, temizlemişlerdi, biz onunla abdest alıyorduk. Yoğurt kaplarını gazete ile siliyorduk, onu demirin altından askere veriyorduk, o da o bidondan doldurup bize veriyordu. Bir gece saat 2’de uyuyoruz. Yastık yok, yorgan yok, çuval gibi bir şeyin için teneke kola kutuları, şişeler, marangoz artıkları doldurulmuş yatak diye bize verilmiş... Gece yarısı nöbet değişimi için bir gürültü kopardılar. Koridorun başındaki asker öbürüne bağırıyor; ‘Bu koridordaki su neyin nesi?’ diye. Ötekisi; ‘O buradaki Müslümanların abdest suyu’ diye bağırıyor. Öbürü; ‘Ben onların abdest suyunun içine bilmem ne yaparım’ diyor ve çok affedersiniz onun içine idrarını yapıyor. Biz o günden sonra artık duvarlara teyemmüm yaparak namazımızı kıldık. Bu asker Müslüman değil mi diye düşünüyorum.” Üstad’la Bağlum’a giderdik Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in mürşidine çok özel bir bağ ile bağlı ve ona vefalı bir insan olduğunu söyleyen Mustafa Yazgan Bey, bir gün Bahri Zengin, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan ve Erdem Bayazıt (Allah hepsine rahmet etsin) ile beraber Bağlum’a gittiklerini ve orada Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin mezarını ziyaret ettiklerini anlattı. Mustafa Yazgan Bey bu ziyaretten şu anıyı paylaştı: “O gün mezarın yanındayken Üstad bize dedi ki; ‘Gidin, karşı yolda bekleyin.’ Biz arkadaşlarla dediği yere gittik, kendisini yirmi beş dakika orada bekledik. Biraz sonra sendeleyerek yanımıza geldi, o arada biz arabaya binme telaşındayken bir arkadaşımız mezara tekrar gitti. O arkadaşımız bize Üstad’ın akıttığı gözyaşlarından toprağın çamur olduğunu anlattı.” “Özal Türkiye için bir kıymet” dedi Mustafa Yazgan Bey, Üstad ile olan son görüşmesini ise şöyle anlattı: “Üstad vefatından bir yıl önce, 1982 yılında bir gece saat 2’de beni aradı. ‘Yarın Ankara’ya geliyorum, kimseye haber verme, bir araba bul, beni karşıla’ dedi. Gittik onu karşıladık. O gün kendisi Çankaya’da Turgut Özal Bey ile bir görüşme yaptı. O görüşürken biz de arabada bekledik. Bir saat sonra geldi: ‘Müthiş bir insan, Türkiye için bir kıymet. Ona gereken şeyleri söyledim’ dedi. Bir de; ‘Semra Hanım benim şiirlerimi ezberden okuyor’ dedi.” Dursun Ali Taşçı teşekkür etti Son olarak dinleyiciler arasında olan Dursun Ali Taşçı Hoca’nın teşekkür mahiyetindeki konuşmasıyla program nihayete erdi. Dursun Ali Taşcı Hoca bu konuşmasında Üstad Necip Fazıl hakkında şunları söyledi: “‘Bir Adam Yaratmak” eserini geçen bir tiyatro eseri daha yazılmadı. Bize yabancıları çok büyütüyorlar ama hayır öyle değil! İnsan ruhunu ilgilendirmeyen hiçbir şey o kadar büyük değildir.” Aydın Başar haber verdi Kaynak
  6. Nobel Edebiyat Ödülü Mo Yan'ın 2012 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Çinli yazar Mo Yan kazandı. Kariyeri boyunca sansüre maruz kalan Mo Yan, gelmiş geçmiş en ünlü Çinli yazar olarak biliniyor. 2012 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Çinli yazar Mo Yan kazandı. Nobel komitesi eserlerindeki "evham verici gerçeklik" nedeniyle Mo Yan'ın ödüle layık görüldüğünü belirtti. Amerikalı yazar William Faulkner'den esinlendiğini kabul eden, roman ve kısa hikaye yazarı Mo Yan, 1,2 milyon dolar para ödülünün de sahibi oldu. 1955'te dünyaya gelen yazar, gelmiş geçmiş en ünlü Çinli yazar olarak anılıyor. Kariyeri boyunca sansüre maruz kalan Mo Yan'ın eserleri birçok kez korsan yollarla okurlara ulaştı. 1987 yapımı 'Red Sorghum' adlı filme ilham veren iki romanıyla Avrupa ve ABD'de ünlenen Mo Yan, Franz Kafka ve Joseph Heller'e Çin'in verdiği cevap olarak niteleniyor. 'Engel ve sansür edebi yaratım sürecini kamçılar' Sabit Fikir'in haberine göre; Mo Yan, Granta dergisinden John Freeman ile yaptığı röportajda romanlarında yer verdiği güçlü kadınlardan, deyim kullanımları ve sözcük oyunlarından, sansürün bir yazar için ne anlama geldiğinden bahsetmişti Yan. Zaman içinde yazdıklarının temalarının değiştiğine de dikkat çeken yazar, Red Sorghum romanını yazdığında 30 yaşına bile gelmemiş olduğunu, bu nedenle geçmişine baktığında daha duygusal davrandığını, oysa 40'lı yaşlarında yazdığı Life and Death Are Wearing Me Off romanında önceden hissettiği duygusallığın, yerini daha mantıklı bir düşünce yapısına bıraktığını söylemişti. Anavatanı Çin'in geliştiğini ve ilerlediğini, ancak bu esnada ahlaki değerlerdeki çöküşü ve doğaya verilen zararın da arttığını söylediği röportajda, son 30 yıldır ülkesinin geçirdiği değişimleri kitaplarında yazdığını ve edebiyatın önündeki engellerin ve sansürün edebi yaratım sürecini kamçıladığını da belirtmişti. Çinliler Mo Yan hakkında ne düşünüyor? Offbeatchina.com sitesinin görüşüne göre, Nobel Edebiyat Ödülü Çinliler için adeta bir takıntı haline gelmiş durumdaydı. Nobel'i ülkelerinden birinin mutlaka almasını istiyorlardı; ancak buna rağmen, Mo Yan'ın Nobel alma olasılığına karşı, negatif görüş bildiriyorlardı. Mo Yan'ın Çin'de, hiç yoksa çok tartışmalı bir figür olduğu çok açık. Kendisi, ülkesinde yasaklı bir yazar. Ancak, öte yandan, baskıcı tutumuyla bilinen Çin aleyhinde tek bir kelime etmişliğini bile bulmak mümkün değil. SabitFikir olarak, halk onu sevmiyor desek, abartmış olmayız herhalde. Nobel'i alma olasılığı kulaktan kulağa konuşulmaya başlandığında, internet üzerinden yapılan oylamalarda Çinlilerin çok büyük kısmı kendisine karşı oy kullandı. Hatta Nobel'i kazandıktan hemen dakikalar sonra Çin'den yayın yapan İngilizce kaynaklar, kendisinin Nobel'i almak için yeterli olup olmadığını tartışmaya ve elbette sonunda negatif görüş bildirmeye başladılar. Oysa, söylediğimiz gibi, Mo Yan, Çin'e karşı hiçbir zaman hiçbir kötü söz etmedi. Weibo.com'un aktardığına göre, bir seferinde "Çin'de romancılar üzerinde hiçbir sansür ve baskı bulunmadığını" dahi açıklamıştı. Frankfurt Kitap Fuarı'nda Çin'in konuk ülke olduğu sene, Mo Yan'ın muhalif yazarlar Dai Qing ve Bei Ling'in yanına oturmayı reddetmişliği de vardı. Kendisine, Çinli entellektüel ve insan hakları savunucusu Liu Xiaobo'nun 11 yıllık cezası sorulduğunda ise, bu konuyla ilgili çok şey bilmediğini ve söyleyecek hiçbir şeyi olmadığını belirtmişti. Mo Yan, ayrıca Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu Mao'nun 1942 yılında yaptığı ve Çin'de kültür ve sanatın nasıl olması gerektiğine dair görüşlerini bildirdiği ünlü Yan'an konuşmalarını elyazısı ile kağıda aktarmış ve bu tavrı "Bir 'diktatör'ün konuşmasını bu şekilde kopyalaması özgürlükçü biri olmadığını gösterir" yaklaşımıyla eleştirilmişti. Geçen yılki Nobel Edebiyat Ödülü'nü İsveçli şair Tomas Transtromer kazanmıştı. Favori Murakami'ydi Dünyanın en büyük bahis şirketi Ladbrokes'un verdiği oranlara göre kazanması en muhtemel isim Haruki Murakami olarak görülüyordu. Ladbrokes'un bu yılki tahminleri arasında ayrıca Suriyeli şair Adonis, Hollandalı yazar Cees Nooteboom, Britanyalı yazar Ian McEwan ile söz yazarı Bob Dylan bulunuyordu. Kaynak
  7. Neşet Ertaş Bozkırın Neşet'i, babası, ağabeyi, yetimi, sesi, sözü havalandıranı, oy anam oy, bir can, bir can u dili, Avşar illerinin sessiz delikanlısı, Anadolu’nun haldaşı söz ustası Neşet Ertaş da sırlandı. 90’ların sonu ve 2000’lerin başı benim neslim için sıkıntı günlerin yaşandığı günlerdir. Bu günler birkaç nesil için sıkıntının hüküm sürdüğü, her şeyin zorlandığı yıllardı. Polis baskınları, sıkıntılar üstüne sıkıntılar… Yeni dostlarım sıkıntı içindeydi. İmam-hatipli arkadaşlarım sıkıntı içindeydi. O dönemde kader beni Bihmed ile buluşturdu. İki can var orda: Hamza Meral ve Anadolu delikanlısı göynü yanık Oymacı Bekir Usta. Okul için İstanbul’dan her dönüşünde gecenin bir saati iki can beni orda beklerdi; sabaha kadar sohbet devam ederdi ve Neşet Ertaş ile dinlenirdik. Ah o günler ne güzeldi. Menfaatle henüz tanışmamıştım. Yaşım 18 idi. Neşet Ertaş kimimizin sevdiğine hasretinin dildeşi “Yazımı Kışa Çevirdin” dedi mi görmeliydiniz o anı. Kimsede derman kalmazdı. Sıkıntı günlerinin ne olduğunu sıkıntıyı bilen bilir. Muharrem Ertaş’ın gariban oğlu, babası gibi Bekir Ustanın derdini dile getirmişti. Bir adam ki 20 yıldan fazladır memleketine, dünyaya merhaba dediği yere uğramasın da yolu Neşet Ertaş’tan geçmesin. Efendim, bizlerin tarihi göç tarihidir. Yeryüzünde gurbeti duyandır insan dediğin. Bilir hasreti, yanar göynü. Hele “Mühür Gözlüm”e ne demeli. Kim sevmiş de mühür gözlüsü için yanmamış. “Mühür gözlüm seni elden, sakınırım kıskanırım, yağan kardan esen yelden sakınırım kıskanırım ey.” Gel de sevdiysen dayan ey can. Neşet Ertaş kimimizin çocukluğu, kimimizi gençliği, kimimizin sevdiğine hasretinin dildeşi. Onun gibi bir dildeş daha değer mi toprağımıza? Zaman hükmünü verecek elbet. Biz de şahit olur muyuz, onu da kader diyecek. Sevgiliye sorulan zor sorudur, “Neredesin Sen?” “Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor” demesi yeter. Kaç sinede kaç yara var acep? Ben sayısını unuttum sinesi yaralıların. Yalan dünya bu, zorumuş meğer çilesi Anne dedem Aşık Zarrafi’ye hasret idi bu göynüm. Onun hasretini giderdiğim tek insandı Neşet Ertaş. Sesinde ve nefesinde dedem rahmetlinin hatırası vardır. Vefat haberini aldığımda içimden dedeme Fatiha ile bir selam ettim, “bekle” dedim, “bekle, senden bir ses daha Rabbine kavuştu” dedim. Dedem dağların sessiz sesi, Neşet Ertaş bozkırın sessiz sesi. “Gönül Dağı”m yaralandı efendim. Sevdiklerimiz bir bir sırlanıyor hüküm gereği. Yalan dünya bu, zorumuş meğer çilesi. Doyulur mu doyulur mu, canana doyulur mu, doyulmaz elbet. Şimdi can u cananı ile baş başa. Allah rahmet eyleye, bozkırın sesine bizden de bir Fatiha ersin inşallah. Zeki Dursun, derinini susturarak yazdı... Kaynak
  8. Bu tefsir bambaşka Beklenen tefsir çıktı Seyh Abdülkadir Geylani Hazretlerini en büyük eseri yayımlandı. Uzun zamandan beridir beklenen GEYLANİ TEFSİRİ nihayet elimizde. Geylani Tefsiri Arapça neşrinden sonra şimdi Türkçe’ye çevrildi. Çeviriyi “Abdülkâdir Geylânî ve Kâdiriyye’nin Kolları” isimli yetkin doktora çalışmasıyla tanıdığımız Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Dilaver Gürer’in de aralarında bulunduğu sekiz ikişilik bir ekip gerçekleştirdi. Bu kıymetli tasavvufi tefsir 6 cilt olarak Beyrut'ta bastırıldı. Bu tefsirin dünyanın değişik kütüphanelerinde dört adet nüshası vardır. Tefsir, tam bir işarî yani tasavvufî tefsirdir. Bu Tefsirde, Kur'an-ı Kerim, baştan sona kadar işarî bir üslup ile tefsir edilmiştir. Bu tefsir, daha önce Nehcüvani adına basılmış. Ama yapılan karşılaştırmada iki tefsirin birbirinden farklı olduğu, Nehcüvani adına basılan tefsirin Geylani Tefsirinin bir haşiyesi (ilaveli şekli) olduğu tespit edilmiştir. Kaynak
  9. Necip Fazıl haccı nasıl anlatıyor? Necip Fazıl'ın Hac'dan Çizgiler, Renkler ve Sesler kitabı o güzel beldeyi zarif kelimelerle anlatıyor. Nefes nefese kalıp okunacak bir kitap varsa hayata dair Necip Fazıl'ın Hac'dan Çizgiler, Renkler Ve Sesler'idir. Umre'ye veya Hacc'a gitmek isteyen arkadaşlara şiddetle tavsiye edeceğim bir kitap. Necip Fazıl her zamanki ilginç çözümlemeleri ve yaşantısı eşliğinde kaleme almış bu kitabı. Hac'dan çizgileri birleştiren Üstad Üç hafta önce elime geçti kitap, Büyük Doğu Yayınları'ndan. (10. b., 2009) Umreye hazırlanırken okumam için tavsiye edildi ve okudum. Akıcı ilerleyip bittiğinde, farklı hisler vardı içimde, o mübarek beldeye gidecektim ve hazırdım. Oralardaki hâller, insanları, ibadetleri, hepsi ele alınmış kitapta. Hanımlara Cennet'ül-Baki'ye girmek yasaktı ama Cennet'ül Baki'nin nasıl olduğunu Üstad Necip Fazıl'dan öğrenmek zor olmadı. Mescid-i Nebevi'yi, Hz. Peygamber'in kabrini, ravzasını öyle güzel anlatmış ki gözlerim dolu dolu okudum. Bu kitap benim aklımdaki soru işaretlerini alıp götürdü. Bir de oradaki el kesimlerini ve hırsızlıkları anlatan bölüm beni çok etkiledi. El kesiminin hak edenlere yapıldığını yani hırsızlık edenlere uygulandığını, sadece Arapların değil, başkalarının da hırsızlık ettiğini ve Suudi Arabistan yönetiminin bu konuyla alakası olmadığını dışardan gelen Filistinli, Pakistanlı ve Türkiye'den gelenlerin hırsızlık yaptığını anlatmış üstad. O beldede her şey yerli yerince Bu kitapta herşey düzgün, güzel, ince ve hoş idi. Okuduğunda anlamamak mümkün değil, hak vermemek beğenmemek olamazdı bu kitapta. Bütün olumsuz cümleler lügattan silinmişti adeta. Kitap bittiğinde seslice düşünmeye başlamıştım, Necip Fazıl yapmış yapacağını, yine hayran bırakmıştı beni bir kitabına. Allah rahmet etsin Üstad'a. Rabbim rahmetiyle muamele etsin. Allah bizlere de onun gibi dinine sahip çıkan insanlar olmamızı, güzel insanlar yetiştirmemizi nasip eder inşallah. Merve Nur Tüfekçi bir temrinle birlik yazdı Dünyabizim.
  10. SAHİB'ÜL-VEFA İDİ O! Hayatını ümmete hizmete adadı Musa Topbaş Hocaefendinin vefatının 12. sene-i devriyesinde sevenlerine onu sorduk. Musa Topbaş Efendi 16 Temmuz 1999'da vefat etmişti. Yani onu Yeni Sahra Camiinden uğurlayalı 12 yıl geçmiş. Bugün onu yeniden tanımak için onu sevenlerine sorduk. Murat Uçur Yüzünü hiç görmemiştim. Hep fotoğraflarından seyrettim o anki güzelliklerini. Yok, yüzüne bakmak değil. Fotoğrafı seyretmek de değil. En doğru ifade; güzelliğini seyre dalmak. O nasıl vakur bir duruştu!.. O nasıl tatlı bir gülümsemeydi!.. O nasıl celadetli bir bakış idi!.. Kötü ile iyinin siyah ile beyaz kadar keskin olduğu bir dünyada; iyi'nin, beyaz'ın ve güzel'in resimleriydi her biri. Her biri ayrı bir esma-i hüsna çizgisiydi. Efendimiz'in (s.a.v..) sûretiydi. Üniversitede okurken, 'ehl-i dünya' diye tanımlayabileceğimiz bir arkadaşım cüzdanımda sakladığım küçük resmini görmüştü. ''Kim bu?'' dedi. 28 Şubat histerisinin aşırı tedbir hissiyle "dedem!.." diye cevap vermiştim. Demişti ki; 'Mümkün değil! Çünkü bu insan, insan ötesi bir varlık olmalı. Şu bakışı bile kalbimi sızlattı' Böyleydi işte. İnsanlar ondan emindi. Çocuklar ondan emindi. Hatta kediler de ondan emindi. Aziz Mahmud Hüdayi (Hz.) Camiinin içinde, avlusunda rahat rahat gezinmeleri bundandı. Ve bir gün, sevenleri yetim kaldı. Çocuklar yetim kaldı. Ve kediler Çünkü o gün; güzel olan, güzel duran, güzel gülen, güzel konuşan, ve 'Nur Topu' Osman Efendimiz gibi güzel miras bırakan Sahib'ül Vefa Musa Efendimiz 'yüz akı ile ahirete göçtüler.' Mustafa Burak Balıkçı "Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakk'ın rızâsı" diyerek yola çıkmıştı o. Yaşlanmak ve ihtiyarlamak arasındaki dev gibi uçurumu 'genç'lere idrâk ettirmek için ömrünü harcamış (kazanmış), yürüyen bir vakıftır benim nazarımda. Yetimlere ve hastalara karşı beslediği merhamet duygusu, onun nasıl bir peygamber ahlakıyla yetiştiğinin en büyük kanıtıdır. O, kendisini ümmet için hizmete adadı. Kendi tabiriyle hizmetle yoruldu, hizmetle dinlendi. Bizler kat ve kat razıyız ondan, Allah da razı olsun. Sümeyye Şeker Çocuktum henüz... İnsanların karınca misali kaynaştığı bir bahçede beni yanına oturtan annemin sesi işaret etti ilkin onu: "Bak Sümeyye, Musa Deden". Ona baktığımda ve dahî gördüğümde içime bir sükunet yayıldı. Gözlerindeki müşfiklik tüm çocukluğumu sarmıştı bir anda. Ne yaptığımı bilmez bir şekilde usulca ayrıldım annemin yanından. Ona yakınlaşmak arzusu adımlarıma güç vermişti. Kalabalığı geçerek yanına ulaştım. Çevresinde çocuklardan bir grup. İzledim bir zaman, elini öpen çocuklara dua dua mırıldanışını. Ve yaklaştım. Bana dünyada o an en sevgili olan Musa Dedemin duasını almak bir çocuğun hayal dünyasını süsleyen her şeye kavuşmasından daha büyük bir sevinç idi. Titreyen ellerimi, kalbimi sakinleştirmek için bir kenara çekildiğimde fark ettim ki annemden bir hayli uzaklaşmıştım. Korkmalıydım belki ama gülümsedim. Hayatımda ilk kaybolduğum gün kendimi bulduğum gün idi. Bir daha göremedim Musa Hocamızı. Sılasına geri dönmüş, bizlere de sızlayan gönlümüzle arşa yönelip rahmet dilemek düşmüştü... Betül Ertürk Ben böyle insanları bilenler arasında çok yeniyim aslında. Çocukluğumdan hep nur yüzlü dede diye hatırlardım üstadı. Bu yola bir gönül titremesiyle giriliyormuş meğer. Benim gönlümü titretenlerden en öncü isim diyebilirim Musa Efendi için. Mücahit Aksut Musa Topbaş deyince; Asr-ı Saadet geliyor aklıma. Sünneti bu kadar hayatının bütün alanlarına nüfuz ettiren nâdir âlimlerdendir muhterem. İslâm'ın güler yüzünü , cenneti onun simasında görmek mümkün. Keşke tanışmışlığım olsaydı. Daha mesrur oacaktım belki. Bir de aklımda onunla ilgili şunlar kaldı: "Secdeyi çok özledim" demiş hasta iken. Ne demek bu? Şekeriniz, tansiyonunuz yokken, başınız yere gidip oradan sağ olarak kalkarken, beliniz, ayaklarınız, bacaklarınız işliyorken; ey insanlar, agâh olun, bol bol secde edin. Emre Talha Özdemir İnfak etmenin tadına varmış, maneviyat denizinde yükselen abide bir şahsiyettir Musa Topbaş Hocaefendi. Hoca Efendi; Asr-ı Saadet'ten aldığı örneklerle bu duruma geldiyse biz gençler de Musa Topbaş ve onun gibi ulu yürekli insanların kıstasları ile kendi adımlarımızı atmaya çalışmalıyız. Bizlere güzel müesseseler ve güzel insanlar hediye etmiş bir insanın ardından tekrar Allah'tan rahmet diliyoruz. Mustafa Çetinkaya Ben onun bahsi geçince meşhur bir fotoğrafı vardır; bir divanda kedileriyle birlikte oturduğu Hep o aklıma gelir ve kocaman gülümserim. Sultantepe'nin bütün kedilerine sarılmak gelir içimden. Suphi Bayram Ben Musa Topbaş Hocayı sadece duydum. Allah (cc) rahmet etsin büyüklere her zaman muhabbetim olmuştur. İslâm'a hizmet eden herkesin başımız üstünde yeri vardır. Biz onların ayağının tozu bile olamayız ancak onları severiz. Allah (cc) bizleri kendisini sevenleri sevenlerden, sevenlerine destek olanlardan eylesin. Dünyabizim.com
  11. Cahit Zarifoğlu, vefatının 24. seneyi devriyesinde sevenleri tarafından anılacak. Aczi Allah'a olan şair Mavera Gençlik Hareketi‘nin tertiplediği anma programı 10 Haziran Cuma akşamı saat 19:00‘da Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi‘nde başlayacak. Programa Zarifoğlu’nun ailesi ile yaşayan dostları ve birçok yazar-şair katılacak. İsmi Yedi Güzel Adam içerisinde zikredilen Ersin Nazif Gürdoğan ve yaşayan yakın dostlarından Nurettin Durman’ın Zarifoğlu ile ilgili hatıralarını paylaşacağı anma programında, Zarifoğlu birçok açıdan anlatılacak. Video gösterimlerinin ve sürpriz hediyelerin yer alacağı programın sonunda ise İbrahim Sadri katılımcılara bir şiir dinletisi sunacak. Asım Gültekin, İbrahim Paşalı, Ali Ayçil, Zeki Bulduk, Nurettin Durman, Ömer Erdem, Mehmet Doğan, Yıldız Ramazanoğlu ve sürpriz isimlerin katılımı, İbrahim Sadri'nin Zarifoğlu şiirlerini okuyacağı programa geniş bir katılımın olması bekleniyor. Haberkültür
  12. Kalemdar

    Tarihde Bugün ?

    Bu başlık altında tarihde cereyan eden önemli hadiseleri paylaşacağız. Bu paylaşımlara mukabil dip notlar düşebilir fikir beyanında bulunabilirsiniz. Ancak paylaşımların forum ciddiyetine ve mizacına uygunluğu dikkat edeceğimiz en önemli hususlardan biridir. Katılımın fazla olması bilgi yelpazesini genişletecek fikir teatisinde bulunmamıza sebebiyet verecek bu vesileyle hem ziyaretçiler hemde üyeler hafızalarını tazeleyeceklerdir. İstifade etmemiz temennisi ile...
  13. ALVARLI MUHAMMED LÜTFİ (Efe) Nakşibendî büyüklerinden. 1868 (H.1285) târihinde Erzurum'un Hasankale ilçesine bağlı Kındığı köyünde doğdu. Babası Hâce Hüseyin Efendi, annesi, Seyyide Hadîce Hanımdır. İlk tahsîlini babasından aldı. Sonra Erzurum'daki tanınmış bâzı âlimlerin derslerine devâm etti. 1890 yılında Hasankale'nin Sivaslı Câmiine imâm oldu. Aynı yıl babasıyla Bitlis'e giderek Muhammed Küfrevî hazretlerine talebe oldu. Bâtınî ilimlerde ilerledi. Her gün iki saat hocasının sohbetinde bulunurdu. Efe hazretleri anlatır: Bir gün sohbetten sonra hazret-i Pir dışarıya çıkmışlardı. Ben de kendimde olmaksızın kapıya yöneldim. Odadan dışarı çıktığımda hazret-i Pir'i bir kolunda büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, diğer kolunda Şeyh Abdülbâkî hazretleri olduğu halde sofada ayakta bekler gördüm. Elleriyle yaklaşmamı emrettiler. Yanına vardığımda mübârek ellerini şakaklarıma koyup öyle bir nazar ettiler ki, başımArşa değdi sandım." Muhammed Lütfi Efendi, bu nazarla bilinmeyen, anlaşılmayan derecelere kavuştu. Ertesi sabah Pîr-i Küfrevî hazretleri kendisini halîfe seçtiğini ve halkı irşâda memur ettiğini bildirdi. Böylece icâzetini (diploma) aldıktan sonra bir müddet daha Sivaslı Câmiinde göreve devâm etti. Sonra tâyini Erzurum'un Dinarkom köyüne çıktı. Burada iken 1916'da Rusların doğuda Van, Muş ve Bitlis'i ele geçirmeleri üzerine Erzurum'a geldi. Rus istilâsının devâm etmesi ile Tercan'ın Yavi Köyüne gitti. Burada bir taraftan imâmlık yaparken diğer taraftan gönlüne girdiği herkesi Rus zâlimlerine karşı silahlandırdı. 1917'de Rusya'da bolşevik ihtilâlinin vukû bulmasından sonra Ruslar, Osmanlı topraklarından çekilirken silahlarınıErmenilere vererek onları mâsum ve savunmasız Türkler üzerine kışkırttılar. Ermenilerin hedefi, Doğu Anadolu'yu da içine alan büyük Ermenistan devletini kurmaktı. Bunun için Türk ve Müslüman olan halkın bölgeyi terketmesini istiyorlardı. Bu gâyeleri tahakkuk ettirmek üzere görülmemiş bir kıyım ve imhâ hareketine başladılar. Beşikteki bebeklere ve yatalak hastalara varıncaya kadar öldürdüler. Bâzılarını câmi, ev ve ahırlara toplayarak sonra ateşe verdiler. Bu mezâlim, doğudan batıya doğru büyük bir göç dalgasının başlamasına sebep oldu. Ermenilerin bu insanlık dışı fiillerine karşı, Muhammed Lütfî Efendi, Yavi ve komşu köylerden topladığı altmış kişilik bir müfrezeyle harekete geçti. Önce Oyuklu köyü yakınındaRusların karargâh deposu olan ve Ermenilerin elinde bulunan bir silah deposunu bastı. Bu silah ve malzemeleri Haydari Boğazı'ndaki Zergide köyünde bulunan Türk ordusuna ulaştırdı. 12 Mart 1918'de Türk ordusu ile birlikte Erzurum'a girdi. Ancak aynı gün babası Hâce Hüseyin Efendi şehîd düştü. Doğu'nun Ermeni mezâliminden kurtarılmasından sonra tekrar Hasankale'ye döndü. Kendisine Hasankale müftülüğü teklif edildi ise de kabûl etmedi. Bu sırada Alvar köyü insanlarının ısrarlı istekleri üzerine oraya yerleşti. Bundan sonra halk arasında"Alvar İmâmı" ve "Efe hazretleri" ünvanıyla tanındı. Bir Nakşibendî-Hâlidî şeyhi olarak 1939'a kadar bu köyde, bu târihten sonra da Erzurum'da halkı irşâd ile meşgûl oldu. 1947, 1949 ve 1950 yıllarında olmak üzere üç defâ hacca gitti. 12 Mart 1956'da vefât etti. Cenâzesi Alvar köyüne götürülerek oraya defnedildi. Sen Mevlayı Sevende Sen Mevlayı sevende, Mevla seni sevmez mi? Rızasına erende, rızasını vermez mi? Sen Hakkın kapısında canlar feda eylesen Emrince hizmet kılsan Allah ecrin vermez mi? Varlığın mahv eylesen, terk-i vücud eylesen Bu sahra-yı ademde, Yar yanına varmaz mı? Şer-i şerif yolunda, peygamberin halinde Allah desen dilinde, bin kez halin sormaz mı? Derd ile cangahından canan diye çağırsan Derdin derman ederler, yaran merhem urmaz mı? Sular gibi çağlasan, Eyyub gibi ağlasan Cihergahı dağlasan Ahvalini sormaz mı?” Alvarlı Hace Muhammed Efe (k.s)
  14. Çocuk yaşta televizyonlar tarafından eğitilmeye başlıyoruz.Karakterimiz bunların elinde şekil almakta.Onların anlayış ve görüşleri ile fikir kumaşımız ilmik ilmik dokunmakta, tabiat boşluk kabul etmiyor ya siz hükmedeceksiniz çocuklarınıza yada birileri muhakkak hükmedecekler.Sonra neden zamane çocukları aksi vede anlayışsız diye hayıflanıp duracağız.Hadisenin vehameti bunun farkında olamayışımızdır.Allah yardımcımız olsun.Amin
×
×
  • Create New...