Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

idrak

Üye
  • Content Count

    43
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by idrak


  1. NEREDEDİRLER ?

     

    Bize, akıllıkar değil,divaneler lazım ! Nerededirler?

     

    Bize ,deftere bakıp hesap çıkaranlar değil,defteri ve hesabı bir toplayışta kapatanlar lazım! Nerededirler?

     

    Bize,babasından lüpçüklükle öğrendiği hakkı sürükleyen ve süründürenler değil,kalbinde çileyle süzdüğü hakikati fışkırtan ve şahlandıranlar lazım ! Nerededirler?

     

    Bize,mafsal yerlerindeki maddi alışkanlıkla Kıbleye dönüp iskelet kıyamıyla duranlar değil,namaz hakikatinin ruh kıyamıyla doğrulanlar lazım ! Nerededirler?

     

    Bize,İslami ölçülerin kerrat cetveli ezbercileri değil,aşk habercileri lazım ! Nerededirler ?

     

    Bize,edebiyatı feda edip birkaç yıllık pis ömrü alıkoyan açıkgöz hasisler değil,pis ömrün topunu birden verip ebediyeti sağlayan gözü kapalı cömertler lazım ! Nerededirler ?

     

    Bize,arkasından gittikleri adamın hususi tıynetini münakaşa edenler değil,umumi istikametini görenler ve öyle yürüyenler lazım!Nerededirler ?

     

    Bize,sahiplik mevkiinde bulunanlar değil,bu toprağın gerçek sahipleri lazım! Nerededirler ?

     

    Bize,lafta değil,hakikatte Müslümanlar lazım ! Nerededirler?

     

     

    29 eylül 1950 Büyük Doğu Dergisi (1001 çerçeve) 

     

    Orhan Okay'ın Üstadla alakalı eserinde hakkında yapılan tenkidden biri de Üstad'ın tekrarlayıcı yanının çok olduğuydu. Şu yazıda benzerlik hayli fazla;

     

    Bize, kuru akıllar değil, ulvi divaneler lazım.... hani ya?

     

    Bize, deftere bakıp mantık hesabı çıkaranlar değil, kör defteri ve bön mantığı bir toplayışta dürüp üstün sezişe yapışanlar lazım.... hani ya?

     

    Bize, babasından meccanen devşirdiği iman ruhunu kilitli dolabında ekşitenler ve kokutanlar değil, onu her an ocak üzerinde tutan ve fıkır fıkır kaynatanlar lazım... hani ya?

     

    Bize mafsal yerlerindeki maddi alışkanlıkla kıbleye dönüp, Allah'ın huzurunda iskelet kıvamı halinde duranlar değil, ruh şahlanışı içinde dizilenler lazım.... hani ya?

     

    Bize islam ölçülerinin kerrat cetveli ezbercileri değil, aşk habercileri, rahmet müjdecileri ve sırasında kahır bildiricileri, savaş naracıları lazım..... hani ya?

     

    Bize, ebediliği feda edip, bir kaç yıllık pis ömrü elde tutan açık göz hasisler değil, fani hayatı topyekün gözden çıkarıp, sonsuzluğu arayan gözleri cömertler lazım.... hani ya?

     

    Bize, kötülüğü derece derece eli dili ve kalbiyle önlemek emrine karşı, işi kalbe bırakanlar değil, dili bile az görenler ve elden başka hiç bir çareye inanmayan, güvenmeyenler lazım.... hani ya?

     

    Bize, içi boş ve cilası dökük konserve kutuları halinde marka müslümanları değil, 'nar-ı beyza' gibi, içine düşen ve içine düştüğü her şeyi kendisine çeviren, keyfiyet müminleri lazım.... hani ya?

     

    Biz, bonmarşe arslanının gerçek arslana benzediği kadar müslümanız!

     

    11 ARALIK 1966

     

    http://Bize, kuru akıllar değil, ulvi divaneler lazım.... hani ya?


  2. Gördüğüm kadarıyla BD haberin yazar kadrosunda değişme olmuş. Av. Özbek, Sayın Yahya Düzenli ve bir çok isim ayrılmış. Bunu bir duyuru ile de duyurmuşlardı. Teşkilat olarak daim mutabakat halinde olmak zor tabi.Üzüldüm açıkçası.

     

    Eski paylaşımlarda gördüm, Sayın Düzenli'ye burada yazması için teklif götürülmüş ve kabul edilmiş. Bunun üstü sıra olunablir mi acaba?

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/14081-yahya-duzenli-yazylaryyla-n-f-kcomda/


  3. Aşağıdaki soruların cevaplarının hazırlanmasında yardımcı olan Davud ve Burak beylere teşekkürü bir borç bilirim.)

    1. Üstad Bediüzzaman'ın itikatta, fıkıhta, ahlakta bir ehlisünnet büyüğü olduğunun delilleri nedir?

    - Üstad hazretleri ehl-i sünnet ve cemaatın ehl-i hak ve istikamet olduğunu (26. mektup), ehl-i sünnetten ayrılmanın ise fırka-i dalleye girmek olduğunu (26. söz) beyan etmiştir. Sünnet-i seniyyeye riayet etmeyi de hizmetinin bir düsturu olarak kabul etmiştir.

    2. Üstad Bediüzzaman'ın kendinden önceki ehl-i sünnet âlimlerine bakışı nasıldır?

    - Bediüzzaman hazretleri ehl-i sünnet büyüklerine çok hürmet etmiştir . Hattâ Abdülkadir Geylanî, İmam Rabbanî, Mevlana Celalüddin Rumî, İmam Gazalî ve Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî gibi alimlere 'üstadım' demiştir. (Emirdağ Lahikası, Şualar)

    3. Bediüzzaman'ın zaruriyat-ı diniyye hakkındaki görüşü nedir?

    - Hazreti üstadın zaruriyat-ı diniyyeye aykırı hiçbir görüşü yoktur, bunlara ictihad giremeyeceğini söylemiştir. (Sözler)

    4. Bediüzzaman'ın Hz. Muhammed'i (Sallallahu aleyhi ve sellem) red, inkâr ve tekzib eden ehl-i kitabın cennetlik olduğuna dair bir görüşü var mıdır?

    - Bediuzzaman hazretleri 1993 yılında Patrik Athenagoras'a şunları tebliğ etmiştir: "Hıristiyanlığın din-i hakikisini kabul etmek, Hz. Muhammed'i (a.s.) peygamber ve Kur'anı Kitabullah kabul etmek şartıyla ehl-i necat olacaksınız." (Bilinmeyen Yönleriyle Bediuzzaman, Necmeddin Şahiner). Hıristiyanlığın din-i hakikisi bugünkü Hıristiyanlık olmayıp Üstadın bu sözleri İslama davettir.

    5. Bediüzzaman âhirzamanda dindar Hıristiyanlarla Müslümanların hangi konuda ittifak edeceğini söylüyor?

    - Üstad hazretleri ateizme ve bolşevikliğe karşı İsevîlerin hakikî dindarları ile Ehl-i Kur'anın ittifak edip müşterek düşmanlarına karşı dayanacaklarından bahsetmiştir. Böyle demek, bugünkü Hıristiyanlığın hak din olduğu manasına gelmez. (Lem'alar)

    6. Üstad Bediüzzaman Risâle-i Nurların, dinî kitapların ve matbuatın Latin harfleriyle basılmasına nasıl bakıyordu?

    - Üstad hazretleri Latin harflerini ladinî huruf olarak nitelendirmiş ve bid'at olduğunu söylemiştir. Fakat nurların, zaruret miktarınca yeni huruf ile neşrine müsaade etmiştir. Burada ölçü şudur:"Risâle-i Nurun bir vazifesi huruf-u Kuraniyyeyi muhafaza olduğundan, yeni hurufa zaruret derecesinde inşaallah müsaade olur." (Kastamonu Lâhikası).Yani bu ruhsat, öğrenme imkânını bulduğu ve Risale-i Nurları da anladığı halde hâlâ zaruret var diyerek o yazıyı kabulü hoş görmez.

    7. Bediüzzaman islamî kıyafeti ve serpuşu bırakıp Avrupa elbisesi giymiş, başına Frenk serpuşu geçirmiş midir?

    - Hazret-i üstad baskılar altında bile sarığını çıkarmamış, Frenklerin serpuşunu asla giymemiştir. İslamî kıyafetlerden ödün vermemiş, asrî elbiselere muhalefet etmiştir.

    8. Üstad Bediüzzaman namaz kılarken üzerinde, suret bulunan kâğıt ve madenî para bulundurur muydu?

    - Pek çok talebesinin ittifakla söylediğine göre bulundurmazdı.

    9. Üstad Latin harfleriyle okumayı öğrenmiş midir?

    - Üstad bu hurufu bilmediğini 14. Şua'da söylemiştir.

    10. Üstad Bediüzzaman Mevlana Halid Bağdadî (k.s) hakkında ne düşünürdü?

    - Mevlana Hâlid (k.s) Risale-i Nurun farklı yerlerinde methedilmiştir. İsmi, Nurlarda Şah-ı Geylanî (k.s), Şah-ı Nakşibend (k.s) ve İmam Rabbanî ile beraber zikredilmiştir (Sikke-i Tasdiki Gaybî). Hazret-i Halid'in 100 senelik cübbesi kendisine geldiğinde Üstad Said Nursî çok memnun olmuş ve hürmet göstermiştir.

    11. Üstad Bediüzzaman'ın Vehhabîliğe bakışı nedir?

    - Mesleğinde Al-i Beyt muhabbetini esas alan hazret-i Üstad "Vehhabilik damarı, hiçbir cihetle Nurun hakiki şakirdinde olmamak lazım geliyor" (Emirdağ Lahikası) demiştir. Üstad, Ehli Sünnet düsturlarının Vehhabiliğin aykırı fikirlerini içermediğini hatta aksini ispat ettiğini ders vermiştir. (4. Lem'a)

    12. Bediüzzaman'a göre manasını anlamadan okunan Kur'an sevap kazandırır mı?

    - Bediüzzaman Hazretleri okunan her bir Kur'an harfinin sevap ve ahiret meyveleri kazandırdığını söylemiştir. Hayatı boyunca bilenleri Kur'an okumaya, bilmeyenleri ise Kur'an okumayı öğrenmeye teşvik etmiştir.

    * (İkinci yazı)

     

    Tartışmalı Dinî Konularda ne Yapmalıyız?

     

    SORU: İhtilaflı, tartışmalı dinî konularda ne yapmamız gerekir?

    CEVAP: Ehl-i Sünnet İslamlığında usûlde, temellerde, esasta, inanç şartlarında ihtilaf yoktur. Sünnî Müslümanları inanç konusunda İmamı Eş'arî ile İmamı Mâturidî'ye bağlı ve tâbi olur. İki imam arasındaki farklılıklar lafzîdir ve kesinlikle esasa taalluk etmez. Füruata (işlemeye) ait konuların esasında da ihtilaf yoktur. Fıkıh konusunda dört mezhepten biri, bütünüyle uygulanır, kesinlikle telfik-i mezahib yapılmaz. Çok istisnaî durumlarda, zaruret varsa, icazetli ve yetkili müftünün fetva ve ruhsatıyla, sadece bir konuda başka bir mezhebin hükmüyle amel edilebilir. Genel olarak telfik-i mezahib yapmak dini oyuncak etmektir. Bu yolu Telfik-i mezahib mezhebini) , bozuk fikirli ve bid'atçi Reşid Rıza çıkartmıştır. Muttefakun aleyh (üzerinde ittifak edilmiş) konu, hüküm ve meselelerde şazz ve aykırı ictihad, fetva ve görüşlere itibar edilmez. Zarurat-ı diniyede ictihad yapılamaz. Füruata ait ihtilaflı meselelerde, mesela kan çıkması abdesti bozar mı, bozmaz mı konusunda Müslüman kendi mezhebinin fıkhına tabi olur. Zaruriyat-ı diniye tartışma konusu yapılamaz. Namaz Kıyamet'e kadar günde beş vakitte kılınacaktır. Mukim kimselerin öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etmeleri Ehl-i Sünnette yoktur. Bu konudaki (Beşi üç vakitte kılmak) aykırı ictihadlar, fetvalar bâtıldır, geçersizdir, hükümsüzdür.

    Üzerinde ihtilaf (çeşitlilik) bulunan tartışmalı konularda Müslüman cumhur-i ulema yolunda, Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunur. Zamanımızda bazı reformcu, değişimci, yenilikçi, kimisi Kemalist, kimisi Fazlurrahmancı, kimisi Mason Afganîci ilahiyatçıların, Ehl-i Sünnet ulemasının cumhuruna aykırı gülünç ictihadlarının, aykırı fetvalarının kıymeti yoktur. Bunlar bid'atçidir. Bazı bid'atler Müslümanı dininden imanından edebilir. İslam'da kader yoktur diyen kişi zındıktır, ondan dinî bilgi öğrenmek mânevî intihar olur. Din ve inanç bilgileri ehliyetli, liyakatli, ihlaslı, taqvalı, faziletli, icazetli Ehl-i Sünnet ulema ve fukahasından, kâmil mürşidlerden öğrenilir. (Bütün ilahiyat hocaları bid'atçi, reformcu, yenilikçi, değişimci, Kemalist, Fazlurrahmancı, paracı, iktidar yağcısı, mezhepsiz değildir. Ehl-i Sünnet ilahiyatçılar da vardır. Onlar cumhur-i ulemanın doğru yolunda yürürler, sahih itikattan ve fıkıhtan ayrılmazlar. Onlar mezhepsiz değildir. Onlar ihlaslı, ahlaklı, faziletlidir. Onlar Allahın ayetlerini ucuza veya pahalıya satmazlar. Kendilerine hürmet ederiz.)

    Müctehid derecesinde fakih olmayan hiçbir Müslüman Kur'andan ve Sünnetten kendi re'y ve hevası ile hüküm çıkartamaz.

    Müteşabihat, tenzih inancına aykırı olarak lügavî manalarına alınmaz. Allah zamandan, mekandan, cihetten, inmek ve çıkmaktan, diğer noksan sıfatlardan münezzehtir. (O adamın eli uzundur demek, elinin ve kolunun fizikî olarak uzun olduğuna delalet etmez... Polisin her yerde gözü ve kulağı var demek, bildiğimiz göz ve kulak demek değildir...)

    Dinini, imanını, âhiretini, ebedî saadetini kurtarmak isteyen akıllı, firâsetli, vicdanlı Müslüman cumhur-i ulema yolunda, Sevâd-ı Âzam dairesi içinde bulunsun; şazz , aykırı, şeytanî vesveselere kapılmasın, aykırı ve bid'atçi kişilerin saçma sapan aldatıcı, saptırıcı beyanlarına ve iddialarına itibar etmesin.

    Rabbanî ulema, fukaha ve mürşidler, silsileli icazetleriyle Resulullah (Sayat ve selam olsun ona) Efendimize irtibatlıdır.

    Din alimi gibi görünen ulema-i su'a da kulak asılmamalı ve itibar edilmemelidir.

    Dünyevîleşmiş, dünya-perest, paragöz olmuş din alimlerine (Ehl-i Sünnetten görünseler bile) kulak asılmamalıdır.

    Hakikî din alimi, hakikî fakih ve kâmil mürşid, Resul-i Kibriya Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) vekili, varisi ve halifesi durumundadır.

    Allah'ın rızasını kazanmak isteyen akıllı ve firasetli Müslüman şu silsileye dikkat etsin:

    1. Resulullah... 2. Ashab-ı Kiram... 3. Tâbiîn... 4. Tebe-i Tâbiîn... 5. Eimme-i müctehidîn... 6. Sahih inancın ve İslamın bayrağını yücelten ve halkı irşad eden Ehl-i Beyt-i Mustafa... 7. Her devirde gelip geçmiş ve bu devirde yaşayan ve hizmet eden icazetli ulema, fukaha ve mürşidler...

    Zındıklardan uzak durulmalıdır. Hz. Osman Zinnureyn radiyallahu anh'ı tenkid ve tahkir eden kişi sapıktır. Ondan din öğrenilmez.

    Kur'andaki üç yüz küsur muhkem ayetin bugün geçerliliği yoktur, onlar tarihseldir diyen kişi zındıktır. Ondan din öğrenilmez.

    İlahî İslam dini ile (....) ideolojisi uyuşur diyen kişi zındıktır.

    İslamdan başka hak ibrahimî dinler vardır diyen zındıktır.

    Laikçilik hak ve doğrudur diyen kişi zındıktır.

    Müesseselerinde çalışan tesettürlü hanımlara başınızı açın diye baskı yapan, açmayanların işten atanlar zalimdir, zındıktır.

    Ben Müslümanım ama Şeriati kabul etmiyorum diyen zındıktır.

    Şeriatın tâzimini istediği değerleri, kurumları ve şahısları tahkir eden; tahkirini istediklerini tâzim eden zındıktır, kafir olur.

    "Allah gerçek bir Janustur=Hoda Janus-i hakikî est" diyen kimseyi İslam büyüğü, önder ve mücahid olarak kabul eden kimseye ne lazım gelir?

    Cenab-ı Hak cümlemizi Kur'an, Sünnet, Şeriat, fıkıh ve sahih itikad dairesinde bulunan bahtiyar kullarından eylesin ve bizlere hüsn-i hâtime nasip eylesin. Bizleri insî ve cinnî şeytanların, zındıkların, reformcuların, bilhassa (Pakistan'da binden fazla ulemanın, fukahanın, müftünün ve din büyüğünün protesto ettiği) kovulmuş Fazlurrahmanın tuzaklarından korusun.

     

    22 Ekim 2012


  4. MORO DESTANI-

     

    Salih Mirzabeyoğlu

     

     

    BİR

     

     

     

    "Yeni biten savaş ertesi

    beraber geçen bir günün batımında

     

    -henüz silahları çatmadan

    sessizliği duyamadan orman

    çocuk sarılamadan babaya

    baba yiğidine kavuşamadan

    kadın erini karşılamadan

    yavuklular göremeden birbirini

    çiçeği burnunda delikanlıların

    analar sırtını sıvazlayamadan-

     

     

     

    Kurtuluş Savaşıyla kurtardıklarımız

    birlik oldu birlikte savştıklarımızla

    -bedeli ihanet oldu kanımızın-

    kara bir bulut gibi

    kapkara düşünceyle

    -kiralık düşünceleriyle-

    "giydiler çıkardıkları çizmeleri"

    emperyalistlerin.

    -efendi olma hevesiyle

    silahları bize döndü-

    (gözardı olurken

    çürüten, iyiyi, doğruyu, güzeli

    çelik örgülü canavar çenesi.)

     

     

     

    canavar ki engizisyon kültürlü

    -dişleri çağımı dişleyen

    -dişleri birbirini dişleyen

    -dişleri MORO'yu dişleyen

    kendi için kendi benzerine

    -çağdaş uygar- Marcos'a bıraktı

    çizmelerini.

    (farketmez zaman ve yer

    ismi ister Ferdinant Marcos

    ister TATÜR olsun

    köpekler birbirine benzer)

     

     

     

    böyle başladı anlatmaya

    -unutulmuş sesizliği dinlerken-

    kurşunların türküsünü.

     

    böyle başladı anlatmaya

    bağımsızlık için savaşın

    -bir uçtan bir uca örnek

    kükreyen yüreklerin-

    destansı öyküsünü.

     

     

     

    ...Ferdinant Marcos

    "Mutlak Fikir" düşmanı

    Ferdinant Marcos

    celladı insanımın

    -ülkemin hali ayna-

    yüzünü gör gerçeğin:

    -Bangsa Mora'da kanlı kırım

    ...şen kahkahalar

    -Amerikan emperyalizminin

    ...kayıtsız bakışlar

    -dökülen kanı kardeşimin

    ...ahmak tebessüm

    işi var fahişe yüzlü devlerin

    -birleşmiş milletler toplantıları

    silahsızlanma konferansları

    ve anlatmak barış masalları-

    cücelerse kuyrukçusu devlerin.

     

     

     

    sandılar yanlızlığımız

    suskunluğumuz olacak

    suskunluğumuzun bahanesi olacak

    yalnızlık.

    sandılar sesi soluğu çıkmaz

    kolu kanadı kırık insanımın.

     

     

     

    bilemediler dağın, taşın

    açan tomurcuk, uçan kuşun

    ak öfke kesileceğini...

     

     

     

    bilemediler her inançlı

    bir kıvılcım taşır

    böyle günlere...

     

    bilemediler yalnız "mutlak hakim"e

    bağlılığımızı

    -yalnız ona kul ona eğileceğimizi-

    bilemediler oy

    kadın, ihtiyar

    genç, çocuk

    her can bir siper olup

    burç burç

    direneceğimizi!..

     

     

     

    uşaklık eskimedi eskimesine

    kölelik eskimedi eskimesine

    "aşkta", "bağlılıkta", "yiğitlikte"...

     

    sürüyor; sürecek zaman sahnesinde

    iyi ve kötünün başlayan savaşı

    ve zafer mutlak iyinin

    bu dünmya ve ötesinde

     

     

     

    sigara dumanı... kelimeler... Hayal

    tekrar canlanan canlar

    diken döşeli yollar

    ve imkanın ihanetinde

    moroda savaşanlar.

     

     

     

    sigara dumanı... hayal... kelimeler

    hayali aşkın gerçek

    gerçeğe ayna haber

    ışıyor elçinin dilinden

     

     

     

    çözüyor bilinen kördüğümü

    korkunun kurduğu kördüğümü:

    sabır ve savaş...

    savaşla zafer

    korkağa kaçıştır sabır

    AKINCI'ya savaşta sabır

    ve yürekler arındı mı pastan

    kılıçlar arındı mı pastan

    kördüğümler çözülür.

    savaş ve sabır

    sabır ve umut

    umut ve zafer

    savaşla zafer

    duman... hayal... kelimeler...

     

     

     

    düşmanın üstüne gidemiyorsan eğer

    eğer "yaradandan" çok korkuyorsan ondan

    kölece de olsa yaşama tutkun

    aşkınsa yaradana sevginden

     

     

    ve fikir dediğin eğer

    kaçanın can simidi

    kuş tüyünden bir yataksa

    öfkeden ıraksa

    sığınaksa

    ve inanç dediğin

    yürüyeni durdurmaksa

     

    sen! kötü kadından beter

    git kuyruk salla düşmanına

    yaran, zararsızlığını göster

    ve seyret elde silah döğüşeni

     

     

     

    ülkeme utanç... ülkeme işaretler

    savaşın sıcağından, sıcağına bir haber

     

     

     

    heberde canlar

    kardeşim canlar

    sondan başa doğru

    baştan sona doğru:

     

     

     

    ...yeni başlıyor savaş

    -hem dünya akıncılarına katkı-

    yeni başlıyor savaş

    -bir günün doğumunda-

     

     

     

    tohum çatladı çürümeden

    kıvılcım tutuştu sönmeden

    -bakış aşka döndü-

    inanç eyleme döndü

    mindanao adasından

     

    -başladı ölümsüzlük sınavımız-

     

     

     

    geç kalmışlığımız olmayacak

    ne yaldızlı tasmalar; kul sistemleri

     

    -ne doğrusu doğru

    ne iyisi iyi

    ne güzel güzeli

    köstebek tünelleri-olmayacak

    geleceğe mirasımız...

     

    onlar yükselecekler

    eylem birikimimizden

     

     

     

    işte

     

    çekildi

     

    isyan

     

    bayrağı

     

    "gemileri yakmışız isteyerek

    mümkünü yok dönüşümüzün

    çizgimize gelen gelsin"

    köy köy

    dağ dağ

    ve şehir şehir

     

    yankı gelir

    bu kutsal çağrıya.

     

     

     

    akınlarda besteliyor,

    -tellerde ses

    dudaklarda söz gibi-

    kula kulluğa karşı

    silahlı isyanını.

     

     

     

    bilen geldi "aşkına"

    ölesiye savaşmaya

    "bilen" bildi suskunluğun

    kurtuluş olmadığını

    bir yürek, bir bilek, bir seste

    BİRleşti BİRler...

     

     

     

    artık ne gam yeryüzünün

    şeytana utanç zebanilerinden

    ateş de olsa yürüyecekler.

    ateş de olsa yürüyecekler

    ateşe kalmamak için;

    insan olma bedeli için,

    iyi için, doğru için, güzel için

    yeni bir dünya, yeni insan için

    yüzlerinde aydınlığı kurtulmuşluğun.

     

     

     

    "sonsuzluk kazancı çileden"

    bir taze havayla ürperdi orman

    açtı kucağını yüreklere,

    nasırdan arınmış yüreklere,

    ve gök sardı sarmaladı

    hayat bağrına aldı

    gelenleri.

     

     

    doğru ve yanlış arasında

     

    -insan-

    hayat va gaye?!..

    karanlık zıddına gebe kaldı!.

    haykırmak kurşun gibi

    haykırmak inançla:

     

     

     

    ey karaya bulanmış çağ

    ey marcoslar doğuran çağ

    palet yürekli yaratıkların

    artık çiğneyemeyecek

    insan onurumuzu

     

    çiğneyemeyecek

     

    yabancı adam

     

    toprağımızı

    çiğneyemeyecek yabancılaşmış adam...

     

     

    ey karaya bulanmış çağ

    ey marcoslar doğuran çağ

    -insanı gerçeğe yaban kılınmış-

    tutuşturduk

    buradan da

    meş'alemizi

    yüzün ağartmaya geldik.

     

     

     

    çiçekler açıyor unutulmuş bahar

    ilk aşka benzer ilk heyecan

    ilk duyar gibi toprağın kokusunu

    ilk gider gibi ilk savaşa

    alevleniyor damarlarda kan

    bu incecik kız gelinlik yaşta

    bu desen oyun yaşında çocuk

    bu ihtiyar-delikanlı.

    ateş önü çatılmış tüfekler

    ve ölüme hazır binler:

    çiğneyemeyecek yabancı adam

    toprağımızı

    çiğneyemeyecek yabancılaşmış

    adam.

     

     

     

    bu ses

    kan ter ve gözyaşı içinde

    -en son nefese kadar-

    yüzyıllardır

    durmadan duraksamadan savaşanların

    -öz akıncının-

     

    (ingiltere, hollanda, ispanya

    en son amerikayı

    dize getiren

    kuyrukçularına

    baş eğmeyen)

     

     

     

     

     

    bu ses

    çağa vurulmuş mührü taşıyan

    bin tufan yaşamış

    bin engel aşanların

    bu ses

    -insanı kobay- dünyaya

    kafa tutuş

    hesap soruşun

    bu ses o mana:

    inançtan işlemez kurşun.

     

     

     

    bu ses gönül gönül

    ülke ülke

    yayılsın

     

     

     

    her cephesi bir vatan

    -başağa gelişen tohum-

    her cephesi bir bütün

     

    bu ses

    moro akıncısının

    -aydınlık savaşçısının-

     

     

     

    ...aydınlık savşçısı

    -önderin seriyyesi-

    gelen bir iz pembe şafaktan

    -altın nesilden-

    (her biri bir gökkubbeydi

    kutba güneş

    çöle vaha taşıyan)

     

     

     

    akıncı o zaman bu zamandır

    -bu zamandır-

    zulmün dumanı tüten yerde

    akıncı o zaman bu zamandır

    -bu zamandır-

     

     

    "ne uzlaşma, ne teslim

    ne hiçlik

    yalnız mutlak fikirde birlik

    yalnız mutlak fikrin iktidarı"

     

     

     

    dehşetin soluğu er ya geç

    silinir hıncın gökgürültüsünde

    ışık sütunlarından kurulur hayat

    bilinir "yaşanmaya değer hayat"

    sönük kalır deyişler:

    ufuk açan leyla

    dağlar delen ferhat...

    ve silinir ne varsa

    unutulmuş insanlıktan.

    kanım yoluna... harcına kanım

     

     

     

    moro dağları başkaldıranlar

    bu manayı yaşatanlar:

    bırak haksıza boyun eğeni

    sıcak odalardan seyretsin

    soğuktan ciğeri delinenleri

    açları, çıplakları

    unutsun ipe çekilenleri

    kurşunlananları...

     

    malı azalmasın onun

    teni incinmesin tek.

     

     

     

    bırak karışmayıp seyredeni

    candan geçen gelsin safımıza

    kavga kaçkını

    fistan giysin dolaşsın...

     

    gizli inançsız için değil

    kılıçların gölgesindeki yer.

     

     

     

    moro dağları gibi dik

    moro dağlarında başkaldıranlar

    onlar, bu manayı yaşatanlar:

     

    çölde susuz nasıl yürürse suya

    öylesine bir akıştır bizimki

     

    kararlı

    inançlı

    inatçı

     

    ister bozkır olsun ister çöl

    ister yemyeşil vadi

    senin vatanın benim vatanım özüm

     

     

     

    sen oradan kıracaksın zinciri

    ben buradan

    bir gün mutlaka kavuşacak

    ellerimiz

     

     

    her şey

    aydınlığa çıkmak için

    her şey

    "mutlak bir" için...

     

     

     

    bu yol

    bu uğurda

     

    ne yasası, ne ilkesi

    ne polis, ne askeri

    ne topu-tüfeği marcosun

     

    ne zulüm ne işkencesi

    durduramadı onları

    ne onu oynatan eller...

     

     

     

    onlar

    -mutlak hakimin hükmüyle

    hükmetmeyene itaat

    etmeyenler-

     

    onlar -zafere kadar- savaşın

    sabır heykeli.

     

    onlar hıncını savaşta bileyenler

    nefsini yenen

    savaştan dönmeyenler-

     

     

    işte jolo

    işte mindanao

    işte bajlban

    -adaları-

     

     

     

    onlar -her biri- cesaretin rengini giyinmiş

    onlar şehitler safında yer arayan

     

    onlar tek kalsamda

    dönmem diyenler

    (dönmemek için

    tek kalmayı

    bekleyenler değil)

     

    kaçkınların -seyredenin- tersine

    savaş alanında gösterenler

    -ölüm pahası-

    dönmeyeceklerini.

     

     

     

    moro dağları

    başkaldıranlar

    gerçeğe esirler

    onlar gerçeği iletenler

    çelik dişliler arası

    dünyaya

     

    (ki manzarası

    varlıkta açlık

    toklukta açlık

    açlığa çözüm

    çözümde can sıkıntısı

    sürünenlerle sürüngenler arası

    bir dünya.-)

     

     

     

    dur demeli bu gidişe

    herşey "mutlak bir" için

    herşey "mutlak fikir"le

     

    sen oradan kıracaksın zinciri

    ben buradan

    işte jolo

    işte mindanao

    işte bajlban.

     

     

     

    bir yudum su

    kısa bir durak

    sürüyor kükreyen yüreklerin

    öyküsü...

    sürüyor hayali aşkın gerçek

    gerçeğe ayna haber

    elçinin dilinden

     

    heberde canlar

    kardeşim canlar...

     

     

     

    - gelecek aydınlık ellerinde

    aydınlık savşçılarının

    geleceğe ışık tutuyor

    bacalod grande de

    dökülen kanlarımız.

     

    yas tutanımız yok, akıncıyız

    yok içimizde sızlayanımız

     

    "oyuncak tanımadan tüfeği tanıdı

    kurşunu tanıdı

    gerçek dostu

    düşmanı tanıdı

    konuşamadan öğrendi

    özgürlüğün ne olduğunu

    yürümeden daha ölümü tanıdı

    çocuklarımız.

     

     

     

    öğrendiler onlar için olmadığını

    insan hakları beyannamesinin

    öğrendiler birleşmiş milletler

    domuzlar diktatoryasını

    ve tanıdılar parçalanmış göğüslerinde

    annelerinin

    çağdaş uygarlığın sırtlan yüzünü

     

     

     

    filipin ordusu

    amerikan uydusu

    ya moskof ayısı

    ya çin

     

    işi var fahişe yüzlü devlerin.

     

     

     

     

    AYDINLIK SAVAŞÇILARI, İBDA YAYINLARI


  5. "Fakat sırası gelmişken, netice bahsinin en mânalı teşhisi halinde bildireyim ki, bizde, müslümanlarda, en doğrusu kendisini müslüman sanan insanlarda, herhangi bir liyakat ve zafere ehliyet hassası yoktur. Cahiliz, akılsızız, vecd ve aşk mahrumuyuz, siyaset ve zerafet öksüzüyüz, medenî dünya ve onun bütün usüllerinden gafiliz, dünyadan ve entrikalarından habersiz, kanun çevresinde müttehit hareket ve içtimaî dayanışma gibi en hayatî kıymetten uzağız; yani istenmediği gibi sürülebilecek ve alnına istenildiği gibi kara lekeler çekilecek bir sürü halindeyiz. Düşman da bu halimizi biliyor; ve kaç kişi olursak olalım üç çoban vasıtası ile bizi dilediği gibi muhafaza etmenin sırrını elinde tutuyor."


  6. Mesele yok azizim. Burası öyle sanıyorum ki medeni bir platform. Kimse de fikrinizi beyan ettiniz diye sizi protesto edecek değil. Saygı duyarım. Bir diğer başlıkta mesela zatın biri deist olduğunu yalnız fikirlerinin değişmeye durduğunu yazmış. Çok renklilik güzeldir. Herneyse.

    • Like 1

  7. Zeminin uygun olmadığı fikri ayrı ben destekleyen biri değilim demek ayrıdır. Birinde acziyet diğerinde kat'iyyet var. Henüz hazır olunmadığı fikri burada eminim herkeste vardır, ama o ideal herkesin hayalidir yahud hayali olmalıdır. Dayatmıyorum ama İslamın hayatta işlevselliği olan şeriatten, islami nizam ve işleyişten uzak bir yaşam islamı buharlaştırmaktır. Şeriat dinimizin ete kemiğe bürünmüş halidir. Ve onsuz hiçbir kare tasavvur edilemez. Aksi halde alın size Türkiye'nin hali.

    • Like 1

  8. Öncelikle klavye başında ilmi meselelerin öğrenilmeye çalışılması sağlam bir girişim değildir.

     

    Efendimiz ile Cibril Emin her ramazan ayında hatim ederlerdi. Mukabele geleneği de oradan gelmekte. Yani bir işi karşılıklı yapmak. Bir hata (haşa) olmuş olsaydı kesinlikle düzeltilirdi. Ayrıca Efendimiz kendisine inen vahyi yazdırırken azami derecede dikkat ile yapıyordu bu işi, telaffuz ettiği ayeti doğru şekilde yazılmasını kontrol ediyordu. Yazılmasında kesinlikle bir hata vuku bulmamıştır. Aynı şekilde yine Rabbimiz kendisini vekil kılmış ve koruyacağını vaad etmiştir, gerisi laf.

     

    Sehven yazılmıştır gibi bir görüş var ki akli olmaktan fersahlar uzaktır, ne bir harf ne de kelime asla beşeri hattında dahili mümkünler dahilinde olamaz, değildir. İndirilişi ilahi olan, sıralanması ilahi olan, her şeyiyle ilahi muhafaza altında olan kutsal kitaba ne vav ne de hariç harf asla takviye edilmemiştir.

     

    Genel de "kul" de ki fiili Efendimiz'e hitap olup muhatabının farklı mecralar olduğu olur. Misal Firavun'un Menrud'un söylemlerinin nakledildiği ayetler hakkında ne düşüneceğiz o halde? Haşa orada kafiri konuştururken de Allah Nemrud mu yahud Nemrud Allah mı olmuş oluyor? Karun'un konuştuğu ayetler hakeza ele alınacak olursa..

     

    Burada Kurtubi'nin görüşü sahihtir, rivayet ihtilafı olup zahire göre karardan kazçınılmalıdır. Kul de ki kısımlarını lüzumsuz görme fikri Kaddafi tarafından ortaya atılmıştı. Buna taraf isimler demek varmış.

     

    Bu meseleleri alimler tezgahında işlemek lazım.Bilgim yok ama ilk görüş bana bile çok absürt geldi.


  9. Üzerine gidilip ürgütülmemesi, insanların fikirlerini serbestiyet içinde paylaşması taraftarıyım yalnız islami rejim taraftarı olmayan bir zihniyetin bence neye taraf olduğu sorusunu cevapsız bırakmamasını rica ederim.

     

    İslami rejime (bildiğimiz anlamda "şeriat"a) taraf olmayan neye taraftır?


  10. Gemuhluoğlu'nun "Dostluk Üzerine" eseri malumdur. Timaş baskısı ve Seçil Ofset baskısı mukayese edildiğinde esere sansür uygulandığı ortaya çıkıyor. Timaş'ın kestiği ve konu ile de kısmen ilintili olan kısım şudur:

     

    “Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevatı, zevat-ı kiram demiyorum, onlar da küfür vazifelerini, nifak vazifelerini yapmışlardır. Bilmezsiniz, tarihe dost olamazsınız. Ali Süvai kendisine, yanına, koynuna verilen kadınla birlikte ajandır. Prens Sabahattin, Ermeni komitecileri ile Paris toplantıları yapan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu olan, yani eski Türk ahlakına göre, töresine göre yabgu ancak olan, ama kendisini prens olarak takdim eden Prens Sabahattin; Edmond Demolins’nin, yani “science sociale”i (Frédéric Le Play’nin sosyoloji ekolünü) getirmek isteyen Prens Sabahattin’in de Katolik Kilisesi’nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır. Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır.”

    “Türkiye’de küfür ve Türkiye’ de nifak kemalini bulmuş ve zevali olmuştur. Tekrar söyleyeyim, bu beldenin üstünde, bu Belde-i Teyyibe’ nin üzerinde küfür ve nifak hükümlerini irca’ etmişlerdir.”


  11. ‘‘Değişim’i ‘Değişmez’de Arayan Adam : Necip Fazıl

     

    Bugün adeta bir ‘fetişizm’ haline gelen ‘değişim’, ‘dönüşüm’ söylemlerinin müslüman aydınlar da dahil olmak üzere sadece bir ‘damak tadı’ ve ‘marka tutkusu’ haline geldiği günümüzde, Değişim’i ‘iliklerine kadar tüm hücreleriyle birlikte yaşayan’ ve bunu İdeolocya Örgüsü’yle projelendirip manifesto haline getiren ve (Bütün eserleri ve hayatını buna adayan, hususiyle) İhtilal kitabıyla da ‘nasıl’ının cevabını veren Üstad Necip Fazıl’ın 1940’lı yıllardan başlayıp 1983 yılında ölümüne kadar süregelen mücadelesi’ni bütün boyutlarıyla bir ‘değişim mücadelesi’ olarak görmek ve algılamak yanıltıcı olmaz sanırım.

     

    “Bu dünya bir yeniye muhtaçtır” diyen, tarihsel dönüşüm ve değişimlerin çağımızdaki büyük kişiliklerinden Üstad Necip Fazıl’ın manasını, davasını, kavgasını sadece bir ‘zihin konforu’ ve ‘ölüyü anmak’ şeklinde yılda bir kez hatırlamak O’nu anlamamak demektir.

     

    Onu, onun deyimiyle “alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalarla” değil, “ya ol ya öl” tavrı ve çizgisinde, ülkemizi, toprağımızı ve insanımızı tarihinden ve uygarlığından koparanlara karşı yeniden “büyük zuhur”un başlatıcısı bilerek anlamalı anmalı ve yaşayabilmeliyiz.

     

    Genellikle Üstad Necip Fazıl’ın hamasi duygular ve heyecanlar’la anılmasının adeta vazgeçilmez hal aldığı da dikkate alınacak olursa, heyecan ve hamasetten sıyrılıp “lafımın dostusunuz çilemin yabancısı” mısrasını usül ilkesi bilerek tarih ve toplum bilincimizi perdahlamak, hamaset ve heyecandan biraz arındırıp onun tezlerine, analizlerine, düşüncelerine ve kıymet hükümlerine yöneltmek ve bu yönde çaba sarfetmek O’nu hatırlamanın en sağlıklı yollarından biri olacaktır.

    O’nun ‘Eserleri’.. bahsinde 100’den fazla eserinin tek tek isimlerini ardarda sıralamak onun bağlılarına yakışmaz.

     

    Bağlılarına yakışan O’nun en büyük eseri olan, arkasında bıraktığı destansı Büyük Doğu kavgasını ‘yaşayan bir organizma’ halinde sürdürebilmektir.

     

    Eserini kavgasıyla bütünleştirmiş ve kavgasını eserleştirmiş bir ‘büyük çilekeş ve değişimci’nin izinden gidenlere de bu yakışır sanıyorum.

     

    Bugün dünyamızın ve ülkemizin hızlı bir değişim sürecine girdiği ve bu değişimin ‘niçin ve nasıl’ının oldukça karmaşık ve belirsiz hale geldiği aşamada Üstad Necip Fazıl’ın yıllar önce büyük kafa ve ruh çileleri sonunda ‘künhüne ulaştığı’, mihrak ve istikametini gösterdiği şu hüküm ifadelerine muhatap olmak durumundayız:

     

    “... Dünya bir iman ve düzen kaybetmiştir. Yeni zaman ve makan şartları içinde bunlara muhtaçtır. Dünyamız şu anda yanlış olanlarla doğru olamayanlar arasındaki kavgada, bir an için yanlışın tasfiyesi fakat doğrunun tesviye edilemeyişi buhranını yaşamakta ve kendisine yeni bir sentez ve düzen getirecek haberciyi beklemektedir..

     

    Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayanlara içtimai manada ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve ürediklerini izah edemeyenlere, yarın üstünde süründükleri stepleri sulamak görevini verecektir.

    Böyle bir dünyanın doğmak üzere olduğunu ve bütün medeniyetler, son oluş buhranlarını çekerken bizim biricik kurtarıcı sistemi kendi öz cebimizde kaybettiğimizi bilelim ve dışımızdakiler bizim kaybettiklerimize gelmeden, biz dönüp dolaşmaksızın onu kendimizde arayalım !..”

     

    Necip Fazıl, tarihimizi bütün iniş ve çıkışlarıyla irdelemiş, ayıklamış ve yarının tarihçisine yol başlarını göstermiş, ülkemizi ve insanımızı üstün halden bugünkü hale düşürenleri tek tek işaretlemiş olarak bugünün gençliğine (kendini sorumlu hisseden her yaştan insana ) “yapması gerekenleri” ihtar etmiştir:

     

    “Bize düşen aziz borç asırlık zamanlardan

    Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan!”

     

    O’nun “bir ömür davayı temsil edecekleri bulabilmek için her kapıyı çaldım!” ölçüsü içerisinde siyasi hayatımızdaki çabaları, kimilerinin asla itibar edilmez düşüklüklerine muhatap olamayacak kadar soylu basiret örnekleridir.

     

    Demokrat Parti’den başlayıp Milli Selamet Partisi’ne kadar her türlü girişiminin sadece “Allah ve Resulü davasının en ince, en nazik ve en halis manada yolunu açmak için” olduğunu anlamamak O’nu ve kavgasını tanımamak olacaktır.

     

    Biz O’nu kimileri gibi;

     

    ‘Almanlar’ın Goethesi, İngilizler’in Shekeaspare’i bizim de Necip Fazıl’ımız var’ gibi niceliklerle büyütmenin değil, “Çağın büyük adamı çağının isteğini dile getirebilen ve bu isteği yerine getirebilendir. O’nun yaptığı çağının yüreği ve özüdür. O çağını gerçek kılar!” hakikatiyle heykelleştirmenin davasında olabilmeliyiz!

     

    Yani Necip Fazıl, şiirinin ve sanatının şahikasından önce İdeolocyasının büyük adamıdır. Hayatıyla ne yapmak istediyse, şiiri, sanatı ve eseriyle onu yapmak istemiştir ve yapmıştır !

     

    Necip Fazıl, bugün ‘değişim.. değişim’ diye diye yalama olmaya giden değişim söylem ve düşüncesinin gerçek anlamda kavgasını vermiş, bu işin mutlaka bir “inkılap ve ihtilal işi” olduğunu gözleri kör edecek biçimde zuhur ettirmiş, “İdeolocya Örgüsü” ve “İhtilal” kitaplarıyla da örgüleştirmiş büyük değişimci, büyük inkılapçı ve büyük eylem adamıdır.

     

    O, değişimi, ne olursa olsun değişimde arayanların değil, değişimi mutlaka değişmezde arayanların öncüsüdür.

     

    O’nu nasıl anmak ve nasıl anlatmak gerekiyor?

     

    En zor ve cevabı verilemez soru..

     

    Ama, anlatılamazlığını biraz olsun anlamak isteyenlerden ve “O’nun ‘ayak sesleri’ni ruhunda hissedenlerden olmak O’nu ‘doğru tanıma’ya doğru yönelmiş adımlarlardandır”, diye teselli bulabiliriz.

     

    Son yıllarda Türkiye’nin gündeminde yer alan “Tarihimizle barışmak” tartışmalarının yoğunlaştığı noktada, Necip Fazıl’a karşı yıllarca direnseler ve karşı olsalar da düşmanlarının bile artık kabul ettiği büyük tarihi tezlerinden bazılarına değinmek yerinde olur sanıyorum:

     

    75 yıldır Sultan Vahdettin’i Vatan Haini, O’na karşı olanı da Vatan Kurtarıcısı gösterme girişimlerinin tutmadığını görüyor, aksine Üstad’ın “Vatan Haini değil büyük Vatan dostu Vahidüddin” tezinin etkisini değişik kesimlerde görmeye başlıyoruz.

     

    Gene bütün yakın tarih arka planını Abdülhamit düşmanlığı ve Kızıl Sultan karşı serenadlarıyla süsleyenlerin çabalarını boşa çıkararak “Ulu Hakan” teziyle ispattan müstağni bir biçimde bir dönemin ve kişiliğin arka planını ‘tarihi doğru okuyabilme’ perspektifiyle bize ilk olarak Necip Fazıl kazandırmıştır. Bu yönüyle o, bir büyük (analitik değil sentetik yöntemiyle ) tarih adamıdır da.

     

    O, İdeolocya Örgüsü’yle “Olanca saffet ve asliyetiyle İslama yol açma geçidi ve çoktandır kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi”nin haritasını çizmiş bir büyük ideolog-sentezcidir de !

     

    Bugün; “Ceberrut Devlet, Kutsal Devlet” gibi devletin yapısal işlevi üzerindeki tartışmaların 40 yıl öncesinde “Jandarmayı ve Vergi tahsildarını korku olmaktan çıkarmaya” ilişkin tezleriyle çağının önüne geçmiş bir büyük evrimcidir de !

     

    Gene bugün İkinci Cumhuriyet tartışmalarının, Neo Osmanlılık tartışmalarının, Redd-i Miras tartışmalarının, Ulusal Kimlik tartışmalarının, öncesi ve sonrasıyla büyük ve tarihi tezlerini 40 yıl önce ortaya koymuş ve çevresini örmüş bir büyük öncüdür Necip Fazıl !

     

    Necip Fazıl, halen yaşayan ve hayatta olmayan Devlet ve Siyaset adamlarıyla yakın ve etkin ilişkiler kurarak tarihi, coğrafyası ve insanıyla savaşma’nın değil, barışmanın diyalektiğini telkin etmiş bir büyük siyaset adamıdır da !

     

    O, en ulvi tecritten en süfli ayrıntılara kadar herşeyin herşeyle ilişkisi içerisinde ilgilenmiş ve;

    “Niçin şiirden çok politika ile uğraşıyorsunuz? Şiiri bıraktınız mı?” sorusuna “Alt katını alevler bürümüş evin üst kadında satranç oynanmaz” şiirsel ifadesiyle toplumsal kavgasını bütün şiddetiyle sürdürmüş bir kavga adamıdır!

     

    O, bu dünyada bazılarını memnun etmek için yaşamadı !

     

    İşte toplumsal yaşamımızın bazı cephelerini sorgulayıcı ifadelerinden birkaç anekdot:

    Boyacı küpü tercüme kazanına sokulup çıkarılmış İsviçreli Medeni Kanunu nedir

    Ya aynı kazana bir kerecik sokulup çıkarmakla elde edilen Ceza Kanunu?

    Kitaplık çap yareni bir cep defterinin tek sahifesine yerleştirilen Cumhuriyetin dünya görüşü..

    Tamtamlar diyarında bile gülünç Parti vecizeleri..

     

    Broşürden bile yoksun esersiz profesörler..

    Kusmuk haline getirilen müzik ve sanatımız..

    Ucuz kalıplar içinde dondurulup ciğerci dükkanına kadar düşürülen mimarimiz..

     

    Bütün bunlar Cumhuriyet kurucularının uydurduğu “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” mısrasının belirttiği ucuzculuk iklimidir. Bu ucuzculuktan kurtulmadıkça kurtuluş olamaz !”

     

    Yeni Dünya Düzeni’nin çağımızın egemen güçlerince oluşturulmaya çalışıldığı/oluşturulduğu günümüzde hafızalarımızı yoklayıp, Orta Asya’dan Balkanlara ve Ortadoğu’ya kadar büyük bir coğrafya üzerinde tarihsel misyonumuzu hatırlayabilmenin ve gereğini yapabilmenin sorumluluğunu da Necip Fazıl ihtar etmiştir :

     

    “İslam Türkiye’de bozuldu ve heryerde bozuldu, bu durum Türkiye’de düzelirse bütün İslam aleminde ve topyekün dünyada düzelebileceğine ilişkin ilahi bir ihtardır !” ihtarına ‘indirgemeci ve temellükçü‘ bir anlayışla değil ‘sorumluluk bilinci’yle kendimizi muhatap kılmak durumundayız.

     

    Nihayetinde Üstad Necip Fazıl;

     

    Kimilerine göre Büyük Şair yani Sultan-üş Şuara,

    Kimilerine göre Büyük Hatip, Usta Konuşmacı,

    Kimilerine göre büyük tiyatro ve hikaye yazarı,

    Kimilerine göre şiiri bırakmış politik arenada kıvrılan politikacı,

    Kimilerine göre sanat ve estetik dehası,

    Kimilerine göre Oedipus kompleksi’ne kapılan birisi,

    Kimilerine göre Çölde bir çığlık,

    Kimilerine göre büyük polemikçi,

    Kimilerine göre Çile Yumağı,

    Kimilerine göre ..... .... idi.

     

    Değişik çevre ve bakışların bütün bu çeşitli ve çelişkili tanımlamalarına karşı, gerçekte kimdi Necip Fazıl?

     

    O’nun en çok nefret ettiği ‘..dır ve tır..’dan kendimizi soyutlayarak bu sorunun cevabını kendisi versin:

     

    “Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız ! Hele hele düşmanlarını. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız !”

     

    Bu son cümlesini yeni dünyanın ‘yükselen değerler’inin büyüsüne tutkun ( gene O’nun ‘en ulvi tecrit ve manalandırmalara en süfli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur’ usul ölçüsüyle bakarak ) “İnsan Hakları, Çoğulculuk, Küreselleşmek, Değişimi yakalamak, Barış içinde birarada yaşamak, “ kavramlarının fetişizmine kapılmadan düşünmeyi teklif etmek O’nun vasiyetine sadakat olmaz mı ?

     

    Yahya Düzenli

     

    (27.5.1998 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmıştır.)

     

    http://www.buyukdogu.net/‘degisimi-‘degismezde-arayan-adam--necip-fazil-makale,214.html


  12. ŞİMALLİM

     

    Şimal dağların kafir sarmış,

    sevişmek olmaz bize

    Şimal dağlarının en yücesine,

    Kayaları aşarak, rüzgârlara binip kartallaşarak,

    Sakladığımız soyumuzu buldular,

    kör ve kızıl kurşunlar,

    Yukarlardan senin ve benim

    kalbime çarparak yuvarlananlar var.

    Sevişmek olmaz bize şimallim,

    sevişmek olmaz!

    Şamil'im diyen köpüklü ağızlara,

    Yalınkılıç şimşek gözlü, bizim yağızlara,

    dipçik basıyorlar şimallim.

    Şimali asıyorlar,

    dedenin at oynattığı bozkırlarda.

    Şimalde kızıl bir kar!

    Şimalde kızıl bir çarlık!

    Şimal avullarında kıtlık var,

    şimallim kıtlık!

    Dağ çocukları kızıl kardan önce eriyor,

    karıştı kanları Karadenize...

    Ak denizim ak, köpüklen şahlan,

    bahtı karam, adı karam.

    Boğazda duruyoruz selam sularına.

    Depreşti yaram, yaram depreşti de şimallim,

    sevişmek olmaz bize!..

    Dağıt saçlarını şimallim dağıt,

    Rüzgâr dağıtsın, efkâr dağıtsın,

    Ver saçlarını şimallim ver,

    bayrak olsun ellerime!

    Ger saçlarını şimallim ger,

    önüne koy kalbimi.

    Siper doğacak yavrularına,

    Siper dağ çocuklarına,

    Siper toprağımıza!...

    II

    Kalbimi oymuşlar, oymuşlar da şimallim

    Hayalini, resmini değil

    seni koymuşlar içine

    Onun içindir adınla atışı

    Adını besteleyen kanlı bir kalb

    Bir fildişi kule değil

    Ötesi berisi toprak

    Bir Mecnun bir Kerem, bir Ferhat

    Gören göz, duyan kulak o

    Alperenler imanı

    Bir derviş sabrı, ganî

    Unutmuş deliya çıkan adını

    Kalbimi oymuşlar, oymuşlar da şimallim

    Hayalini, resmini değil

    seni koymuşlar içine

    Onun içindir adınla atışı

     

    Mayıs 1949

     

    Gemuhluoğlu

     


  13. FETHİ GEMUHLUOĞLU’NUN 22 KASIM 1975 TARİHİNDE ‘DOSTLUK’ ÜZERİNE İRTİCÂLEN YAPTIĞI HARİKULADE KONUŞMA

     

     

    DOSTLUK ÜZERİNE

    Kalbimi oymuşlar, oymuşlar da şimallim

    Hayâlini, resmini değil

    Seni koymuşlar içine;

    Onun içindir adınla atışı…

    Fethi Gemuhluoğlu

     

    Efendim,

    5526.jpgEvveli, âhiri, zâhiri, bâtını selamlarım. El-Evvelü Allah, El-Âhirü Allah, Ez-Zâhirü Allah, El-Bâtınü Allah. Sâhib’i selâmlarım. Sâhib-i Hakîki’yi selâmlarım. Sağımı, solumu, önümü, ardımı selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. Vâlidesini, Hadîce Vâlidemi, Fâtıma Vâlidemi selâmlarım. Cihâr-ı Yâr-ı Güzîn’i selâmlarım. Erkân-ı Erbaa’yı: Selmân’ı, Mikdâd’ı, Ammâr’ı, Ebu-Zerr’i selâmlarım. İmâmeyn’i Muhteremeyn’i selâmlarım. Tâife-i ecinnîyi selâmlarım, mü’minlerini ve müslimlerini. Ve sizi selâmlarım.

    Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde buyuruyorlar ki, “Önce selâm, sonra kelâm”. Önce sizi selâmlıyorum. Yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki bir hadîs-i nebevilerinde, “Önce refîk, sonra tarîk”. Önce yolda yoldaş, sonra yol.

    Dostluk üzerine konuşmak gibi, hiç mu’tâdım değil konuşmak. Elli üç yaşındayım. Kırk senedir söz orucu tutuyorum. En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne çizerim. Zaten okur-yazar takımından da değilim. Ama bu sözleri size sanki bir vedâ gibi, sanki son sözlerim gibi… “Hâl sârîdir” buyurulmuştur. Maraz da sârîdir. Dilerim ve umarım ki, benim marazım sârî olmasın ve burada şevk sârî olsun, cezbe sârî olsun ve aşk sârî olsun.

    Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk”de kâinâtın aşk için halk edildiği meydanda. Onu… Eşrefoğlu diyor ki:

    Yoğ idi levh ü kalem, aşk var idi

    Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr idi

    Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr iken

    Cebrâil ol arada ağyâr idi

    Cebrâil, Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-ı Ekber ol arada ağyâr idi, der. Demek ki, kâinât, eflâk aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir.

    Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatın ta kendisidir. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.

    Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâ’dan doğuruyorlar. İnsanlar hâl-i cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı” olmuyor. Tasavvufta, yol oğlu olmak, bel oğlu olmaktan; yol evlâdı olmak, bel evlâdı olmaktan onun için mukaddemdir.

     

    Benim, size, bir mübârek söz gibi arz edeceğim bir husus yok. Her şey söylenmiştir. Kur’ân-ı Mecîd’de söylenmiştir, Kelâm-ı Kadîm’de söylenmiştir. Peygamber-i Ekber Hadîs-i Şerîflerde söylemişlerdir; tefhîm edilmiştir, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir. Tefhîmi ilâhîdir, teklîmi de ilâhîdir; tefhîmi Rabb’dandır, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir, Levlâke Sırrının Mazharı’ndandır. Her şey söylenmiştir.

    Türkiye’deki yanlışlık tenkid fikrinden başlıyor. Yanlışlık dost olmamak, fikre dost olmamak… İnsana dost olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücûduna dost olmak, komşuya dost olmak, gibi kademe kademe, ama entegre bir bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecbûrdur. Bütün dostluklar söylenmelidir. Ama fikre dost olmak, İslâm’da tenkidi mümkün kılmıyor. Tenkid İslam’da yok. İslâm, Mübelliğ-i Hakîkî’ye imtisâlen -ki Mübelliğ-i Hakîkî Peygamberlerin Peygamberi, Peygamberlerin İmâmı olan, Levlâke Sırrının Mazharı olan Zât-ı Akdes’dir- tenkid yok; ama O’nun tebliği var. İslâm onun için tenkid üzere değildir; İslâm tebliğ üzeredir. Biz şimdiye kadar… Bizim son zamanlarda çektiğimiz, tenkid ile vakit geçirmiş olmamızdandır. Meseleyi bir disiplin üzere, meseleyi bir nizâm üzere ortaya koymuş olamamanın hicâbıdır bu. Meseleyi bu şekilde va’z etseydik… Tenkidle vakit geçireceğimiz yerde tebliğ vazifesini yüklenseydik, o zaman dünya, ki yaşama sevincini yitirmemek gerekir; “Dünya bir cenâbetin elinden bir cenâbetin eline geçen hamam tasıdır” dense bile, dünya yaşanmaya değer. Ve Bedri Rahmi doğru söylüyor tabiî, tasavvufla hiç alâkası olmadığı halde bir şair hassasiyetiyle “Dünya, kiri ile pası ile sevmeye değer”. Batı adamınındır bunalım. Fikre dostluk, nasıl fikre dostluk tebliğ ile başlıyorsa…

    Mü’min kişi, yerinmenin ve sevinmenin ötesindedir. Mü’min kişi yerinmez ve sevinmez, çünkü gerçekçidir. Sarîh, Kur’ân-ı Kerîm, Kur’ân-ı Mecîd, Kelâm-ı Hakîkî. Mü’min kişi zann üzere değildir. Zannın büyüğünden de küçüğünden de sakınmıştır. Hırs-ı mâl, hırs-ı câh üzere değildir. Tûl-i emel sahibi değildir. Hayâlperest değildir. Mâl ve mevkî hırsından âzâdedir. Zannın büyüğünden ve küçüğünden nefsini berî kılmıştır. Zaten nefsi yoktur. İzzet-i insânı ve izzet-i İslâm’ı vardır. Nefsin izzeti olmaz. İzzet-i insânı ve izzet-i İslâm’ı vardır. İzzet buna râci’dir.

    (Yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Peygamber-i Ekber, “Önce selâm, sonra kelam” buyuruyorlar, “Önce refîk, sonra tarîk” buyuruyorlar. Ben bu yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Selâm veriyorlar bana, mukabele ederim. Daha mergubu ile, daha güzeli ile, daha izzetlisi ile de yine onların selâmlarına mukabele ederim.)

    Şimdi, Batı adamınındır bunalım, diyorum. Doğu adamının, gerçek mü’min ve muvahhid kişinin bunalımı olmaz, diyorum. Ve bunu şiir yazan, hikâye yazan, roman yazan dostlarıma da her zaman bıkıp usanmadan söylüyorum. Ben hayatın cezbe ve şevk üzerine binâ edildiğine kailim. Hani ilk defa Kelime-i Şehâdet getiriyor gibi getirmedikçe, Kelime-i Şehâdet olmaz. İlk defa âşık oluyor gibidir, ilk defa yürek çarpmışa dönüyor gibidir. İlk defa şevk içindedir, vecd içindedir, istiğrâk halindedir ve aşk-ı ilâhîde müstağraktır. Onun için… biz müstağrâk adamlara pek tahammül edemiyoruz.

    Bu makam-ı temkîn ayrı şey, makam-ı telvîn ayrı şeydir. Buradaki cezbe, buradaki istiğrâk, buradaki müstağrâk oluş makam-ı telvîn üzeredir. Yoksa, Peygamber-i Ekber her şeyi gördü, hiç birinde renkten renge girmedi; yalnız Makâm-ı Ahmediyyet’de idi, Makâm-ı Ahadiyyet’de idi; onun için, O temkîn sahibidir. Mûsâ, O da ulü’lazm peygamber, hem risâleti var hem nübüvveti var ama makam-ı telvînde olduğu için, bir yerde Peygamber-i Ekber’in, Peygamberlerin Peygamberi’nin, Peygamberlerin İmâmı’nın makamını hâiz olamadı.

     

    Yani aşk diyorum. Yani… Bunalıma gelince, biraz önceki sözümü itmâm edeyim. Batı adamının bunalımı çok tabiîdir, muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah’adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzun olmayız. Bizim olsa olsa… Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saâdet’de gülmediler, hele ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi.

    Yine insanoğlu, Peygamber-i Ekber’e ittibâen ve inkıyâden Hakk’ın ayâli olan halka hizmet için mükelleftir. Peygamber-i Ekber geceleri Hakk’a âid idi, teheccüdle; gündüzleri tebliğ ile halka âid idi. Tebliğ gündüz ve gece duraksızdı, ayrı. Gece ile gündüz bu mânâda tefrîk edilmez; gece ile gündüz ancak birbirini itmâm eder, ancak birbirini tamamlar. Yalnız buradaki Hakk’a âidiyetle halka âidiyet, Hakk ve halk tefrîkini ortadan kaldırmak ve halka hizmette ibâdet neşvesi duymak gibi, yine burada da halka dostluk var.

    Fikre dostluk, tebliğe dostluk… Düşmanlık yok. Tenkide düşmanlık mânâsına söylemiyorum. Hiçbir şeye düşmanlık söylemeyeceğim. Hiçbir şeye düşman olunmaz. Dostlukları, insanlar ayırırlar. Karşımızdakiler düşman olup olmamakta muhtârdırlar. Her sabah evinizden, Allah’a ev halkını, hâne halkını ısmarlayarak çıkınız. Onlar size “güle güle” deyip dememekte muhtârdırlar. Hâne halkına yaptığınızı, gayrı olmayan halka da yapınız. Yine, herkese, her zaman…

    (Teşekkür ederim, bu yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Yine “Önce selâm, sonra kelâm” derim; yine “Önce refîk, sonra tarîk” derim ve Allah’ın selâmı üzerlerine olsun derim; ve görüneni, görünmeyeni selâmlarım; ve evveli ve âhiri ve zâhiri ve bâtını ve Sâhib-i Hakîkî’yi selâmlarım; Ricâlü’l-Gayb’ı selâmlarım; ve selâmlarım, ve selâmlarım, ve selâmlarım. Sizi yeniden yormamak için bu selâmları mükerreren arzetmiyorum; mükerreren arzetmiyorum, mükerreren arzında fâide olduğu halde. Mükerreren arzı bize şevk ve cezbe vereceği halde, bizi müstağrâk kılacağı halde edeb ediyorum, hayâ ediyorum. Belki acaba bu selâmda da, bu coşkunlukta da nefs var mı, diye edeb ediyorum; ondan imtinâ etmek istiyorum, ondan hayâ ediyorum. Onun için burada birinci selâmımla iktifâ ediyorum. Son selâmı söyleyeceğiz “Nefesler pâyende ola” diye; o da bir nevi son selâm olacak.)

    Tabiî, insan fikre dost olunca tarihe, coğrafyaya, ormana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fakültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu’da. Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde fem-i saâdetlerinden buyuruyorlar, “Kıyâmet alâmetleri belirse, kıyâmet ân meselesi hâline gelse, elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyâmete hazırlanınız.” Orman… Orman için, ormana destan düzmek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı kutsallaştırmak için, ağaca orman fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için, orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emânet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadîs-i nebevîden hareket etmek kâfidir.

    Komşuya dost! Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Bana komşu hakkından öylesine bahsedildi ki, komşunun komşudan mîrâs yiyeceğini zannettim”. Kurda kuşa dost! Görünene, görünmeyene dost! Her ân kendi raksı üzerine olan madde zannettiklerimize dost! Yani… “Beni Allah te’dîb etti, onun için edeb-i ilâhî ile müeddebim” diyor Peygamber-i Ekber. Bir hadîs-i kudsîlerinde de, “Allah’ın ahlâkı ile tahalluk ediniz” diyor. Allah’laşınız gibi bir şey. Sanki, Allah’laşınız, diyor.

    Ömerü’l Halvetî Azîz, Türbedâr Ahmet Amiş Efendi Hazretlerine, “Ubûdiyyetiniz rubûbiyyetinizi, rubûbiyyetiniz ubûdiyyetinizi tecâvüz etmesin.” buyurmuşlar. Ulûhiyyet tarzında biliyordum, huzûr-ı ulyâlarınıza gelirken öğrendim ki, rubûbiyyetmiş. Çok fark var aralarında, ulûhiyyetle rubûbiyyet arasında çok fark var. İbrâhîm’in İsmâil’i durumunda olan bir mübârek zât, boynu ile “Evet, öyledir” diyor, İsmâil Hakkı Bey. İbrâhîm’in… “İbrâhîm, içimdeki putları devir” İbrâhîm’inin, “ibrâhimüyyü’l-meşreb olunuz.”, “Duânın iyisi Fâtiha-yı Şerîfe’den ibârettir.” denilen İbrâhim’in İsmâil’i öyle diyor; o da tasdîk ediyor. Öyle imiş.

    İBRAHİM

    İbrâhîm

    içimdeki putları devir

    elindeki baltayla

    kırılan putların yerine

    yenilerini koyan kim

    güneş buzdan evimi yıktı

    koca buzlar düştü

    putların boyunları kırıldı

    ibrâhîm

    güneşi evime sokan kim

    asma bahçelerinde dolaşan güzelleri

    buhtunnasır* put yaptı

    ben ki zamansız bahçeleri kucakladım

    güzeller bende kaldı

    ibrâhîm

    gönlümü put sanıp da kıran kim

     

     

     

     

    Asaf Halet ÇELEBİ

    *israiloğulları’nı kudüs’ten süren Babil imparatoru. -Nebukatnezar-

    Tabiî, orman dedik, komşu dedik… Ana toprak diyelim isterseniz, çünkü gök yağmurla, rahmet-i ilâhîyle ana toprağı döllüyor. Azîz olan ana toprak; döllenen ana toprak; gizleyen ana toprak, settarü’l-uyûb olan kendisinden aksi gibi, simgesi gibi ana toprak…

    Burada bir husûsu arzedeyim. Bu büyük Osmanoğlu, bu efsanevî Osmanoğlu, bu İ’lâ-yi Kelimetullah üzere halkedilmiş olan Osmanoğlu… İ’lâ-yi Kelimetullah kendisine verilmiş olan Osmanoğlu, ve alınmamış olan Osmanoğlu… Verilmiş de alınmış değil; buna bilhâssa işâret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emânet onlara verilmiş fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş hâle getiriniz. Bu emânet verilmiştir, alınmamıştır. Min tarafillah’dır. Min tarafillah kaldırılabilir. Min tarafillah kaldırıldığına dâir bir işâret yok. Bu Osmanoğlu’na çok ihânet edilmiş. Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak istemişler. “Niye Âl-i Midhat olmasın” demiş. Âl-i Midhat olsun diyen, Rumelihisarı’ndan bir misyonun hem de bir Bektâşî Tekkesi toprağından, ama Türklerin girdiği yerden şehre girmesini istemiş; bayrağa haç koymuş. Bakınız kitaplara, bilhâssa son devrin ciddî kitaplarına bakınız. Büyük Reşid Paşa’dan, -beyefendiler ve hanımefendiler-, Büyük Reşid Paşa’dan Bülent Ecevit’e kadar gelen ihânet çizgisini iyi bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Büyük Reşid Paşa’dan, Âl-i Midhat’ı yapmak isteyen Midhat Paşa’dan, Carbonari Cem’iyyetlerinin ilk nizâmnâmelerini tercüme eden Ziyâ Paşa’dan, oğlu Ali Ekrem Bey’i sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamîd Han’dan, Hân-ı Mahlû’dan atiyye talebinde bulunan, hürriyet kahramanı zannedilen, hâlâ –mekteplerin, edebiyat fakültelerinin hocaları burada- edebiyat fakültelerinin resmî devlet şairi olan Nâmık Kemâl ve Fikret’i şimdi anlatmak isterim size. Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevâtı –zevat-ı kirâm demiyorum, onlar da küfür vazifelerini, nifâk vazifelerini yapmışlardır- bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Ali Suâvi kendisine, yanına, koynuna verilen kadınla birlikte ajandır. Prens Sabahattin, Ermeni komitecileri ile Paris toplantıları yapan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu olan, yani eski Türk ahlâkına göre, töresine göre yabgu olan, ama kendisini prens olarak takdim eden Prens Sebahattin… Edmond Demolins’in, yani “science sociale”i [Fréderic Le Play’nin sosyoloji ekolünü] getirmek isteyen Prens Sebahattin’in de Katolik Kilisesi’nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır. Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır. Eski Jön Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında, ihânet bakımından çok büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için, tarihe dost olamadığımız için… Tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilimle ilimlenmediğimiz için, talib olmadığımız için ilim ve irfana, tarihe de, tarih fikrine de dost değiliz.

    Ağaca dost, komşuya dost, süflî olmayana dost…. Görüyorsunuz, tabîatde her şey yerli yerinde. Nasıl klasik medrese târifinde Allah “ezdâdı câmi” ise, insan da ezdâdı câmi’dir. İnsanda da süflî yoktur. İnsan bağırsaktan ibâret değildir. Bağırsak da insanda vardır. Ama insan gönülden ibârettir. “Elem neşrah leke sadrek” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını yarmadık mı, genişletmedik mi?” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını yarmadık mı, genişletmedik mi?” Sizin sadrınız ne zaman yarılacak, ne zaman genişleyecek?

    Size, coğrafyaya da dost olmadığımız için, Anadolu Beylerbeyliğini de artık çok görüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın mülkünü, particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vâlî gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdad vâlîlerinden biri, Süleyman Nazif Bey; Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Beyrut vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut’u görüyorsunuz. Bıraktığımız Lübnan’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda. “Fitnenin evveli Şam, âhiri Şam.” Görüyorsunuz. Sefîr gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de dostluğunuz yok.

    Uzuvlarımıza da dostluğumuz yok. Uzuvlarımıza dostluğumuz olsa… “Dost yüzünü göremezsem bu gözlerim nemdir benim” diyor. Biz dost yüzünü göremiyorsak gözlerimizin vazîfesi nedir? “Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi” diyor. “dilsizler haberini kulaksız dinleyesi” diyor; kulağımıza dost değiliz. Gönlümüze dost değiliz. Gönlümüz Beytullah değil. Kan deverân ettiren –ettiriyor mu ettirmiyor mu benimki, o da meçhul- bir uzuv. Biz uzuvlarımızın da hakkını vermiyoruz. Çünkü kendimize dost değiliz.

    Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar. Kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar. Kaldı ki, savaş yoktur. Dünya, dostluk üzere halk edilmiştir. Makâm-ı Mahmûdiyyet, Makâm-ı Ahmediyyet ve hepsinin müncer olduğu Makâm-ı Ahadiyyet dostluk makamlarıdır. Derece derece dostluk makamlarıdır. Ve Levlâke Sırrının Mazharı’na mevdû’dur.

    Tarihe dost değiliz. Coğrafyaya da dost değiliz. Coğrafyaya dost olmadığımızı göreceksiniz. Türkiye bir iç harbin eşiğindedir. Bir doğu-batı meselesi çıkabilir. Anadolu Beylerbeyliğini bile size çok görürler. Sonra, bu içinizdeki çocuklardan Batı Trakya’yı yahut Kırım’ı kurtarmalarını ve belki orada yaşamak imkânımız olup olmadığını araştırmak gibi bir gaflete düşeriz.

    4281.jpgİnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye’de insanlar, Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i İslâmiyye’nin insanı, İslâm Milleti’nin insanı, yeniden bir “ba’sü ba’de’l-mevt” sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ etmek istiyorsa, yeniden bir ba’sü ba’de’l-mevt’e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost olmayalım. Ben parayı sol elleri ile tutanların destanımsı, mucizemsi hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım.

    “Feleğin kahpe başında paralansın parası”, “Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye” diyor büyük Hazret-i Neyzen. Kaddesallahu sırrâhul azîz, diyorum.

     

    Belki şaşıracaksınız bir şâribü’l-leyli ve’n-nehâr, bedmest bir zât-ı âliye öyle diyorum. Öyle demenin, bu şekilde kendisini tekrîm etmenin dahi gerçekte tekrîm mânâsının dışında kaldığına kailim; yetmiyor, bu tekrîm ve bu takdîs dahi yetmiyor.

    Kusura bakmayın, ben, meslekinde konuşmak olan bir arkadaşınız değilim. Biraz önce, pek muhterem ve muazzez Süleyman Bey, “1948’de” dedi. Biraz sonra, “İlk geldiğiniz zaman”, Ergun Bey, “ilk geldiğiniz zaman, Almanya’dan döndüğünüz zaman 1964’de konuşmuştunuz” dedi. Beni müsâmaha ile karşılayın. Kelâmın hakkını veremiyor olabilirim. Kelâma saygısızlık etmekten, Hakk beni vikaye buyursun. Himâyet-i Azîzân’a ilticâ ederim. Burada bu itirâfımı da yapayım.

    Mesleklere de dost olmak var. Büyük Osmanlı, kurduğu fütüvvet düzeninde, bazı meslekleri fütüvvet düzeninin içine almamış. Sayyâdları almamış, -avcıları-. Kassâbları almamış, -kasapları-. Her mahalleye bir kasap lâzımdır beyefendiler, o siz olmayın. Kan dökücü olmayın. Maktûl olun, katil olmayın. Mazlûm olun, zâlim olmayın. Size kassâb olmak, sayyâd olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz. Dellâkler, vücudumuzdaki kiri önümüze koyarlar, Allah’ın Settârü’l-Uyûb vasfını rencîde ederler. Dellâller, iki kişinin mâbeyninde bir kişiyi iltizâm etmek durumunda kalırlar. Dellâl olmayın, dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-insâf olmayın. Bazı mesleklerin de, mesleklere sülûk da… Onlara düşmanlık ilân edilmemiş, cem’iyyette onların da bir fonksiyonu var. Cem’iyyet, onları da bu edebin dışında olanlara bırakmış, yahut bunu bilmeyenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl dolayısıyla makâm-ı aftadır. Cehl bir nevi sebeb-i afdır. Seyr-i sülûkda, cehl, makâm-ı mâzeret sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere sülûk edemezsiniz. Bazı meslekler de dost meslekler değildir.

    Tarihe dost, kişinin kendi uzuvlarına dost, komşuya dost, coğrafyaya dost ve bazı mesleklere dost! Öyle ise, öyleyse âdeta her şey tanzîm edilmiş. Hani, çok açık tanzîm edilmiş. Ne güzel söylüyor onu, Melûl Hoca, kendi melâli içinde, kendi rıfkı içinde. Kendisine karşı rıfk üzere değildi de, gayrıya karşı, bu memleketin halkına karşı melâl üzere idi ve hakîkaten melûl Meriç’di. Ne güzel söylüyor:

    “Her dâveti hep mağfiret, âsâniyyet,

    Marûf-ı safa, münker-i nefsâniyet,

    Tahkîk ile bi’n-netice öğrendim ki,

    İslâmiyyetle birdir insâniyet.”

    Yine bunun şevkini de söylüyor:

    “Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür.

    Mahz-ı ezelliyet ebediyyet görünür.

    Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,

    Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür.”

    [Rıfkı Melûl Meriç]

    “Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte, Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür”…

     

    Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk içinde olsun eğer günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız insanlar görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere giriyorlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun için, kırgınlıkta bir feyz buluyorum. Çünkü, -vâ’d-i ilâhîde hulf yok, Allah vâ’dinde sâdıkü’l-emîn olduğu için-, Allah diyor ki, “Gönlü kırık olanlarla beraberim”. Onun için gönlüm kırık. Onun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey, hiçbir şevk, hiçbir neş’e bir mânâda tashîh etmiyor. Bir felâketin eşiğindesiniz. Felâket mukadderdir, lâyetegayyer gibidir. Ola ki, kurbiyyeti olan bir zât-ı akdes ilticâ ede. Yoksa muhakkakdır.

    İnsan kendi kendisiyle dost olsa, insan kendi kendisine karşı saygılı olsa, sâcid ile mescûd secdede bir olur, hâl-i tevhîdde olur. İnsanın, biraz önce ubûdiyyet ve rubûbiyyet dengesi olarak söylediğimiz insanın, kendi kendisini gözden geçirmesinin, kendi içine bakmasının, kendi karanlığını kendi aydınlığı ile aydınlatmasının tek mihengi, tek ölçüsü, secdede sâcid ile mescûdun ayniyeti, tevhîdî hâlidir. Onun için Şâh-ı Velâyet, vücûdlarına saplanan okun secdede iken çıkarılmasını istediler.

    Ben konuşmayı bilmediğim için, içimden geleni söylemeye çalışıyorum. Akıl kutsaldır beyler. Dîn-i mübîn, akıl sâhiplerine teklîf edilir. Dîn-i mübîn, şerîat-ı garâ, akıl sâhiblerinedir teklîf. Fakat akıl akılsızlara gereklidir. Aklı olanlar, aşkı seçsinler ve aklı terketsinler. Akla mâlik oldukları halde… Asıl saltanat, asıl saltanat-ı ilâhiyye mâlik olduğu şeyi terketmektedir. Allah, hiç şüphesiz, her verdiği nimeti, hamde vesîle olsun diye, nimetini üzerimizde görmek ister.

    Size diyorum ki, tarihe dost… ama bir yerde diyeceğim ki, ölüme dost olunuz. Âhiret dünyada başladığına göre, dünya ve âhiret tefrîki bizim izâfî değerlerimiz olduğuna göre, biz dünya ve âhireti kendimiz tefrîk ettiğimize göre, hadd-i zâtında kendisi bir olduğuna göre, Bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve yaşam diye iki ayrı şey olmadığına göre; o zaman, nasıl kendimize dost olmak mecbûriyyetinde isek, ölüme de dost olmak mecbûriyyetindeyiz. Çünkü ölüm, insana gözünün akının siyahına yakınlığından daha da yakındır. Peygamber-i Ekber, “Ölüm, insana, gözünün akının siyahına olan yakınlığından daha yakındır.” buyuruyorlar ve asıl daha güzeli, yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ölüm, mü’minin tuhfe-i cânıdır”. Sâhib’ine, Rabb’ına canını hediye etmesidir, tuhfedir.

    Yaşama sevincini yitirmemek, amma hiçbir şeye yerinmemek ve sevinmemek mesleki İslâm’ındır. Bunalım, Batı insanınındır. Batı insanı zann ile melûftur. Batı insanı hayâlperesttir. Batı insanı tecessüs ile ma’lûldür. Ve Batı insanı vehimlidir. Doğu insanı yerinmez ve sevinmez, tekrar söylüyorum. Mecelle’de ne güzel, ne güzel bunlar anlatılmıştır, vehme itibâr yoktur. Mecelle, bunu fevkâlade güzel, kendi izzeti içinde, kendi Kelâmullah’a nisbeti içinde, Kur’ân-ı Mecîd’e nisbeti içinde vehme itibar olmadığını ve asıl tam ta’rîfiyle tevehhüme itibar olmadığını bildirmiştir. Yine, zaten hatâsı zâhir olan zanna da itibâr yoktur.

    Şimdi bazı hukukî meseleler söylemek istemiyorum. Hangi Marksist diyebilir ki, toprakta mâlikiyyet yoktur? Ben size, yine Kelâm-ı Kadîm’e göre diyorum ki, toprakta mâlikiyyet olmaz. Toprağın, ancak topraktan müteneffi olanlar –ve müteneffi olmak için de ona hizmet edenler, hâdim olanlar, ancak ondan müteneffi olurlar. Ve buradaki sistem de çok âşikârdır. Bunların bir disiplin içinde îzâhı artık gerekmektedir. Vakit gelmiştir.

    Burada vakit için de bir şey söyleyeyim. Vakte de dost olmak gerekir. Çünkü, beyefendiler, vakit de mahlûktur. Vakit de halkedilmiştir. Vaktin de bir eceli vardır. İnsanın eceli gibi, vaktin de bir eceli vardır. Ve vakit de mahlûktur. Şair doğru söylüyor, “vakit dar olsa gerek” diyor. Vakit dardır. İnsan ömrü kısadır. Bu Osmanlı’dan kalan halk, kendisini gözden geçirsin. Biz İ’lâ-yi Kelimetullah üzere Allah’ın vazifelendirdiği halkın devamı mıyız? Yine kendimizi gözden geçirelim, biz Hakk’ın ayâli olan halk mıyız? Biz Hakk’ın ayâli olan halk mıyız, kendimizi gözden geçirelim. Yine kendimizi gözden geçirelim, Ensâr’dan mıyız, Muhâcirîn’den miyiz? Hangi ahlâk ile, Allah’ın ahlâkı ile tahalluk etmiş miyiz? Kim karşımızda Muhâcirîn’dendir, kim Ashâb ahlâkı ile ahlâklanmıştır, kim Ensâr’dandır? Öyleyse oturup kendi kendimizi de… Başımızı ellerimizin arasına alarak, her türlü silâhı terk ederek, “Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim hem gâzî” diyerek, cihâdın küçüğünden büyüğüne dönerek; “Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim hem gâzî”yim diyebilerek, bunu demenin iffetini yaşayarak, bunu diyebilmenin temrînini icrâ ederek; kendimize karşı saygılı olarak; kendimize karşı çok halîm, selîm ve kerîm olmadan gayrıya karşı çok halîm, selîm ve kerîm olarak; gayrıya karşı rıfk ile, hilm ile; gayrıya asıl dost olarak, ama önce kendimize dost olarak; tarihimize, coğrafyamıza, ağacımıza, komşumuza, uzuvlarımıza, dişimize… Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki fem-i saâdetlerinden, “Diş fırçalamak farz olacaktı.” Eğer Peygamber-i Ekber’in Ümmet’inden ağzında dişi olmayanlar varsa, bir tanesi bile delikse, ağzı bomboşsa, onların Kelime-i Şehâdet getirmekten adeta utanmaları gerekir. Hayâ sâhibi olmaları gerekir. Dişimize bile saygıyı emrediyor, bütün uzuvlarımıza, sonra gönlümüze, sonra insanımıza, sonra vakte… Yani dostluk.

    Sözümüzün başına dönüyorum, yani aşk. “Aşk gelicek cümle eksikler biter” dendiği doğrudur. İlmin kîl u kâl olduğu doğrudur. Çünkü gerçek olan aşktır. Doğru söylüyor Eşrefoğlu, gayet tabiî Hakk kelâmı ediyor, şiir yazmak gayreti içinde değil. Diyor ki, “Gökten belâ yağmur gibi yağsa / Başını ana tutmaktır adı aşk”. Tabiî, Yunus doğru söylüyor, “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyerek. Tabiî, bunlar doğru. Tabiî, biz meczubu yanlış anlıyoruz. Biz istiğrâkı yanlış anlıyoruz. Biz aşkta müstağrâk olmayı yanlış kıymetlendiriyoruz.

    Ve Peygamber-i Ekber yine söylüyorlar… Bir zaman, bir küçük çalışma yapıyordum. Okur-yazar olmamam buna mâni oldu. Bilemedim, emri bilemedim, kıymetini bilemedim, kendimi bilemedim, kendime saygısızlık ettim. Ama bu saygısızlık esnâsında Yunus’la meşgul oldum. Yunus’da kırka, elliye yakın beyit ve mısrâ yakaladım. İlm-i hadîsde ileride değilim, ama gördüm ki, Yunus’un çok sevilen mısrâları ve beyitleri hadîs tercümeleri. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz.” Yunus diyor ki, “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar.” Görüyorsunuz ki, hilkât muhabbet üzere ve aşk üzere halkedilmiş.

    Benim size emânet sözüm yok. Dost ol kişidir ki… Şimdi emânetimi geri alıyorum. Bu kadar emânet diye konuştuktan sonra, şimdi kendimi geri alıyorum. Ben de size emânetim. Söz kalsın ve devam etsin. İbtidâ’da kelâm vardı tabiî. Biz, kelâmı selâm ile itmâm ettik. Selâmdan başladık, kelâmı tüketiyorum. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, Şâh-ı Velâyet’tir. Dost ol kişidir ki, mağara arkadaşıdır, Yâr-ı Gâr’dır, Ebû Bekr’dir. Ve bütün delikleri tıkadıktan sonra, yılanın gelmesi muhtemel son deliği tabanı ile tıkar ve oradan O’nu yılan ısırır.

    Bir vakittir… Bir vakittir diyerek size bu mânâda da bir şey söylemeyeyim. Yalnız yine dostluk için, hani “Susayınca çağıldak sesi” diyor, “Kara ekmeğimin akça mayası” diyor. Size bir dostluk şiiri okuyarak, bana hakkınızı helâl etmenizi taleb edeyim. Diyor ki:

    Dost, dost diye deli derviş gezdiğim,

    Bir ağladığım, bir güleyazdığım,

    Adını dağa taşa kazıdığım

    Benim bir tanem dost, gözümün nuru!

    Tutmaz elim, topal ayağım uğru,

    Amansız kara bahtımdan ötürü

    Kan ter dolandığım yollar gölgesi.

    Kara ekmeğimin akça mayası,

    Susayınca çağıldak sular sesi,

    Biraz sonra diyecek ki, “Gözyaşımı gözden gizli silenim”. “Susayınca çağıldak sular sesi”, “Kara ekmeğimin akça mayası.” Şiire dönüyorum:

    Ay aydınlığım, gün ışığım, canım,

    Bayramım, bolluğum, yemişim, yenim,

    Gözyaşımı gözden gizli silenim!

    Pek garipçe kaldım köyümde, ıssız,

    Otsuz, ocaksız, akılsız, ayvazsız.

    İki elin kanda olsa, durma, tez

    Dağ başını duman almadan beri,

    Eyüb sabrım, eyi düşlerim yoru,

    Yet bu yana! Avarayım, yet, yürü!

    [Ahmet Muhip Dranas]

    Eyi düşlerimin yorumu, kara ekmeğimin akça mayası, susayınca çağıldak sular sesi… Dost budur. Hakk dost!

    Şimdi, bir şey daha, bir emânet daha söyleyeyim. Hep cezbeden, aşktan bahsettim. Fakat size ehl-i aşk için de bir hadîs-i nebevî söyleyeceğim. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ehl-i aşk ile meşveret eylemeyiniz.” Onlar ehl-i temkîn değillerdir. “Ehl-i aşk ile meşveret eylemeyiniz. Zira onların kalpleri muhterik, akılları maslûb olduğundan re’y-i tedbîrleri olmaz.”

    Ve kelâm, ölüme dostluğa kadar kelâm burada tükeniyor. Kelâmı tükettim. Yine selâma dönmüş oldum. Ve size diyorum ki, gözü ışımış olun. Çünkü sabah oluyor. Şeb-i yeldâdan geçtik, küfür bitti. Küfür bir zatta kemâlini bulmuştu, bitti. Şimdi onun önünde duruyorlar, şimdi putperestliği onun önünde icrâ ediyorlar. Nifâk bir zatta idi, o da bitti. Riyâ devrini geçiyoruz beyler. Hiçbir tünel ebedî değildir; ebedî olursa adına tünel denmez. Hiçbir tünel ebedî değildir. Ve Yahya Kemal Bey yanlış söylüyor, “İmân bir şevk olan zamanlar geçti” diyor. Geçmemiştir. İmân bir şevk olan zaman tekrar gelmiştir. Ebedîdir. Her zaman öyledir. Her zaman imân bir şevktir. O zaman geçmemiştir. Onun vakt-i eceli… Hani, onun vakti henüz ecelsizdir; sonunda mukadderdir o.

    Son sözüm: “Nefesler pâyende ola. Demler, safâlar müzdâd ola. Kulûb-ı âşıkan küşâde ola…”

    Bana hakkınızı helâl ediniz.

    Fethi Gemuhluoğlu,

    Dostluk Üzerine, İstanbul Yayınları (2001), s. 9-26.

    • Like 1
×
×
  • Create New...