Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Cavit

Üye
  • Content Count

    22
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by Cavit


  1. Batı'nın küresel üstünlüğünü sona erdirecek bir savaş bu!/İbrahim Karagül

     

    Kriz üstüne kriz üretiyorlar. Bu coğrafyaya nefes aldırmıyorlar. Beş yıllık travmadan sonra şok edici senaryolarla yine kapılarımıza dayandılar.

     

     

     

    Kriz üstüne kriz üretiyorlar. Bu coğrafyaya nefes aldırmıyorlar. Beş yıllık travmadan sonra şok edici senaryolarla yine kapılarımıza dayandılar.

     

    Müslümanların kutsallarına yönelik saldırı yeryüzünün neresinde Müslüman varsa orada öfke ile lanetleniyor. Bu tepkinin "taşkınlık" boyutunu sorgulayanlar, Batı'nın kültürel ırkçılığını masaya yatırmıyor. Kuzey Afrika sokaklarındaki insanlarla Endonezya sokaklarındaki insanlar, bu hakareti aynı cümlelerle, aynı öfkeyle lanetliyorlar. Ortak siyasal dil oluşuyor. Bir önceki yüz yıl birbirine düşman olan ülkelerin çocukları bugün aynı dili konuşuyor. Kalpleri aynı heyecanla çarpıyor. Aynı hedeflere yöneliyor.

     

    Hal böyle iken Avrupa'da birileri Kur'an-ı Kerim'in yakılması çağrıları yapıyor. İsviçre'de yayımlanan SD-Kuriren gazetesi, dünyayı ayağa kaldıran 12 karikatürü yayınlamakla kalmıyor, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) karikatürlerinin yapılması için yarışma başlatıyor.

     

    21. Yüzyılı İslam dünyası için kanlı bir yüzyıla dönüştürmek için her tür yöntemi kullanıyorlar. Afganistan ve Irak işgalinin ve yaşanan onca acının üzerinden ne kadar zaman geçti? Bu ülkedeki insanların yaşamadığı ne kaldı? Yenilerini hazırlıyorlar. Yapmazlar demeyin, yaparlar! Hiroşima'da kırk saniyede yüz bin kişiyi öldüren, Dresten'i şehir suyunu kaynatacak derecede bombalayan bir kültür bu. Kendi dışındaki hiçbir insana, topluma yaşama hakkı tanımayan, dünyanın bütün zenginliklerini talan etmeye alışkın bir kültür.

     

    Doğu ile Batı arasındaki uçurum tehlikeli biçimde büyüyor. İslam ile Batı sarasında her geçen gün yeni düşmanlık tohumları filiz veriyor. Bütün tezlerin "çatışma" üzerine kurgulandığı bir dünyada "barış" adına girişimler sönük kalacaktır. Barış değil, savunma eğilimlerinin güç kazanması gerekir. Bu coğrafyanın insanları barış söylemini ne adına güçlendirecek? Barışa şans tanımayan bir güç karşısında kendini savunmaktan daha akıllıca ne olabilir?

     

    Hamas seçimleri kazandı, ayağa kalktılar. Hamas'a oy verdi diye Filistin halkını cezalandırmaya kalkıştılar. Suriye ve Lübnan ziyaretlerine çıkan Muktada Sadr, İran, Suriye ve Lübnan'la dayanışma çağrıları yapıyor. Keskin bir hesaplaşmanın ayak sesleri duyuluyor. Kendilerini savunma arayışına girdiler diye İran ve Suriye'ye savaş açmaya hazırlanıyorlar. Türkiye'yi bu iki ülkeye karşı kışkırtıyor. Onların projeleri, onların petrol hesabı, onların İslam fobileri için bizler yüzyıllardır birlikte yaşadığımız insanlarla neden savaşacakmışız?

     

    Saflar keskinleşiyor. ABD ve Avrupa, dünyanın geri kalanıyla arasına kalın duvarlar örüyor. Onları ölümcül bir savunma refleksine itiyor. Bütün bunlar, çatışma üzerine kurulu bir 21. yüzyılın kapılarını açıyor.

     

    İngilizler Basra'da temelli kalacak üsler inşa etmeye hazırlanıyor. ABD zaten orada. Bütün bölgede... Suriye'yi dağıtmak, S. Arabistan'ın petrol bölgelerini koparmak, İran petrolünün yüzde 90'ının bulunduğu Huzistan'ı işgal etmek istiyor. ABD ve İngiltere, bölgede örtülü operasyonlar yapıyor, terör saldırıları düzenliyor. İran'ın nükleer tesisleri yerin 16 metre altında ve üzeri 2 metre beton kaplı diye nükleer silah kullanmayı açıkça dile getirebiliyorlar.

     

    Türkiye nerede? Ne yapacak? İslam ile Batı arasındaki bütün krizlerin merkezinde olan Türkiye, kendine nasıl bir yol çizecek? "Köprü" olmakla bu krizden sağ çıkabilecek mi? Bölgesel istikrarı, komşularıyla barışı mı tercih edecek yoksa ABD-İngiliz-İsrail baskılarına mı boyun eğecek?

     

    İran'ı tamamen işgal edemezler. Ancak ağır hava saldırılarıyla bir çok kenti yakıp yıkmaya, Huzistan bölgesini de işgal etmeye hazırlandıkları bir gerçek. Bu bölge "terörle savaş"ın yeni cephesi olarak öne çıkıyor. Böylece Ortadoğu petrolleri üzerinde tam bir denetim sağlanacak. Ama konu petrol değil. Batı, tek yanlı bir 21. yüzyıl inşa etmeye hazırlanıyor. Oyunu bozan Müslümanlar. Büyük savaş Müslümanları diz çöktürmeye yönelik. Siyasi, askeri, ekonomik ve toplumsal bütün planları bu gerçeğe ayarlı. Bu toprakları ateşe atabilirler. Ama, Batı'nın küresel üstünlüğünü sona erdirecek bir savaş olacak bu.

     

     

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewfor...5a031f2ccd3cfc3


  2. Kurtlar Vadisi'ni izledim...

     

    Şaron, Bush, Blair veya Fetullah gülen mantığıyla konuşan ve direniş eylemlerinin çok büyük günah olduğunu, bunu yapan direnişçilerin de cehenneme gideceklerini söyleyip duran tarikat şeyhi tipi olmasaymış güzel bir film olacakmış... Belki de filme pazar açmak ve ABD ve İsrail'e yaranmak için filme sokuşturulan bu tip her şeyi bozmuş...

     

    http://www.amorfistan.net/forum/forum_post...=264&PN=1&TPN=3


  3. Kurtlar Vadisi Irak Türk’ün kırılan onuruna teselli olur mu?

     

    05.02.2006

    OSMAN ÖZSOY

     

     

     

    11 EYLÜL’de İkiz Kule’ye uçaklar saldırdığında, Amerikan Başkanı Bush’un ilk icraatı, Hollywood yapımcılarını Beyaz Saray’a davet ederek, Amerikan halkının kırılan onurunu tamir etmelerini istemek oldu. Nitekim, yapımcı Alain Brigand, 11 ülkeden seçtiği 11 yönetmenle, tarihi olayın gününe vurgu yapmak üzere, 11 dakika 9 saniyelik kısa filmlerle hemen işe koyuldu. Şu an vizyonda olan ve izleyicilerin yoğun ilgisini çeken iki film var sinemalarda. İlginçtir, afişleri yan yana duran her iki film de aynı temayı işliyor: İntikam.

    Bunlardan ilki yabancı yapım. 23 Aralık’ta dünyada sessiz sedasız girdi vizyona. 2005’in önemli yapımlarından sayılan ve daha şimdiden Oscar’a aday gösterilen Münih filminden bahsediyorum. Steven Spielberg imzalı film, 1972’de Filistinlilerin Münih Olimpiyat Köyü’nü basarak İsrailli sporcuları öldürmelerinin ardından, İsrail’in bir intikam timi kurarak, olaydan sorumlu tuttuğu 11 Filistinli’yi öldürmek için harekete geçmesini konu ediyor.

    Bahsini edeceğimiz ikinci film, Cuma günü vizyona giren Kurtlar Vadisi Irak filmi. Kurtlar Vadisi’nin televizyonlarda yayınlanan bölümlerini hiç izlemedim. Fakat akademik çalışma alanım kitle psikolojisi ve kamuoyu oluşturma teknikleri olunca, Kuzey Irak’ta 11 Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayının intikamını almayı konu eden filmin, izleyici üzerinde nasıl bir etki oluşturacağını doğrusu merak ettim ve kayıtsız kalamadım. Türk izleyicisinin, yüzlerce defa seyrettiği halde Kemal Sunal filmlerinden neden usanmadığını da, sosyolojik bir analiz çerçevesinde kitaplaştırmıştım.

    Nasıl bir gençlik...

    FİLME iyi ki gitmişim. Doğrusu ilginç gözlemlerle ayrıldım. Tıklım tıklım dolu olan sinema salonuna göz gezdirdiğimde ilk dikkatimi çeken, en az yüzde 80’inin 25 yaş altında olmasıydı. Kız erkek oranı yarı yarıyaydı. Uzun yıllardır yediği, içtiği, giydiği, izlediği, dinlediği müziğe varıncaya kadar Amerikan kültür bombardımanı etkisinde olan gençliğin, nasıl oluyor da, Amerika’dan bu kadar nefret etme noktasına geldiğini film süresince hayretle gözledim. Bunu sadece çuval olayına bağlamak yanlış olur.

    Amerika’nın Irak’ta sergilediği vahşeti gözyaşlarıyla izlediler. Dikkat çekici olan, Müslümanlara zulmeden, sivil halkı katleden Amerikan askerlerinin öldürüldüğü sahnelerde salonda alkış sesleri yükselmesiydi. Seyircinin en gerildiği an da, Amerikalı komutanın, “Biz İsa’nın çocuklarıyız...” sözüne karşılık, Polat Alemdar’ın ekip arkadaşı Memati’nin söylediği; “O.... çocukları” sözü salonda uzun süre alkışlandı. Film boyunca gergin dakikalar geçiren seyircinin sinemadan çıkarken mutlu ayrılmasını sağlayan en önemli kare, Polat Alemdar’ın, eline aldığı hançeri, izleyicinin “vur, vur” sedaları arasında, Türk askerinin başına çuval geçiren Amerikalı komutana saplamasıydı.

    Amerika’yı kendi silahıyla...

    YAZININ başında da belirttiğim gibi, Hollywood Amerika için sadece bir film endüstrisi değildir. 1991’i takip eden 10 yılda Amerikan yönetimi, ülke ve dünya kamuoyunu öncelikle 11 Eylül saldırılarına, sonra da, Avrasya operasyonlarına Hollywood aracılığıyla ustaca hazırladı. 11 Eylül saldırılarının hemen öncesinde Amerikan milliyetçilik duygularını perçinleyen Pearl Harbour filmi ABD Savunma Bakanlığı desteğiyle yeniden çekildi. Irak işgali öncesinde de, yine Savunma Bakanlığı destekli Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü) ve We Were Soldiers (Bir Zamanlar Askerdik) adlı Amerikan milliyetçilik duygularını zirveye taşıyan büyük yapımlar ardı ardına vizyona girdi. Son aylarda vizyona giren Hollywood Filmleri, 2005 yılı ve sonrası Amerikan dış politikasının ipuçlarını veriyor. Türkiye ilk kez, gerçek hayatta uğradığı bir saldırının sanal dünyada intikamını alma peşinde. Filmi izlerken gözlenen bir gerçek var ki, çuval olayının Türk halkının yüreğinde açtığı yara derin görünüyor. Bana sorarsanız, bu film bu acıya merhem olmaya yetmez.

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?t=1174


  4. İbrahim Karagül

    03.02.06

    Hani medeniyetler ittifakı? Kim kimden nefret ediyor?

     

    Kim kimden nefret ediyor? Müslümanlar mı Batı'dan yoksa Batı mı Müslümanlardan? "Bizden neden nefret ediyorlar?" sorusunu soranlar, "Biz Müslümanlardan neden nefret ediyoruz" sorusunu neden sormaz?

     

    karikatur1ha0202.jpg

     

    Kim kimden nefret ediyor? Müslümanlar mı Batı'dan yoksa Batı mı Müslümanlardan? "Bizden neden nefret ediyorlar?" sorusunu soranlar, "Biz Müslümanlardan neden nefret ediyoruz" sorusunu neden sormaz? İslam tehdidi, İslamcı terör, radikal İslam tehlikesi, siyasal İslam tehlikesi gibi onlarca kavram üretip bu kavramlara paralel politikalar geliştirilmesini, ardından bu coğrafyaya yönelik acımasız bir savaş başlatılmasını neden sorgulamazlar?

     

    İslam'a, Müslümanlara, bu topraklara ait ne varsa aşağılamayı demokrasi ve özgürlükler çerçevesinde değerlendirirken Batı'nın hayat tarzına, değerlerine, politikalarına, gayri insani uygulamalarına yönelik her eleştiriyi, tepkiyi bağnazlık olarak algılayanlar, Müslümanları terbiye edilmesi, ehlileştirilmesi, kontrol altında tutulması gereken kitleler olarak görenler içlerindeki nefreti bütün arsızlıklarıyla sergilerken kim kimden nefret etmiş oluyor? Kendilerinden olmayan bütün dinleri, kültürleri, toplulukları yargılama, aşağılama nasıl bir genetik miras?

     

    Medeniyetler barışı, hoşgörü, dinlerarası diyalog adına bugüne kadar atılan adımlara, ayrılan bütçelere, oluşturulan kurumlara ve en üst düzeyde himayeye ne oldu? Ya da Batı, gerçekten böyle bir şey istiyor mu?

     

    1990'lardan bu yana devam eden uygulamaların, özellikle ABD öncülüğünde yürütülen ve İslam düşmanlığını temel alan küresel kampanyanın etkilerini bir kez daha gördük. Kendilerinden olmayan her şeye saldırmanın, alaya almanın, küfretmenin bir başka örneğiyle karşı karşıyayız. İfade özgürlüğünü sadece Müslümanların değerlerine hakaret ederken hatırlayanlar, İsrail'e yönelik her eleştiriyi anti-semitizm olarak görüp insanları hapse atanlar, konu İslam olunca nasıl kendilerini bu kadar sorumsuz hissedebiliyorlar?

     

    Danimarka'nın Jyllands Posten gazetesinde yayınlanan, Hz. Muhammed'i (s.a.v) zaman ayarlı bir bombayla "terörist" olarak gösteren karikatürler, Avrupa ve dünya genelindeki Müslümanların haklı tepkilerine rağmen Avrupa'nın diğer gazetelerinde neden tekrar yayınlandı? Bu gazetelerin, söz konusu karikatürleri, ne kadar ağır bir tahrike yol açtığını gördükten sonra yayınlamasını nasıl anlamalıyız?

     

    Hiç geri adım atmadılar. Danimarka Başbakanı Müslüman ülkelerin Kopenhag büyükelçilerinin görüşme talebini bile reddetti, randevu vermedi. Gazete ve yönetim, büyüyen tepkilerden, özellikle de Danimarka ürünlerine yönelik boykotlardan sonra yarım ağız özür diler gibi yaptı. Çünkü Danimarka-İsveç ortak ürünü olan ve Ortadoğu'ya yıllık 500 milyon dolar mal satan gıda şirketi Arla Foods, 140 kişiyi işten çıkarmakla yüz yüze gelmiş, yine Novo Nordisk'in ürünleri Ortadoğu'daki hastanelerden çıkarılmıştı. Ekonomik açıdan zarar görmeye başlamışlardı.

     

    S. Arabistan, Suriye ve Libya elçilerini geri çekerken İslam Konferansı Örgütü, konuyu Birleşmiş Milletler gündemine taşıma kararı aldı. Filistinli örgütlerden yüz bin üyesi olan Malezya Tüketiciler Birliği'ne kadar bütün İslam dünyasının şiddetli reaksiyonun rağmen, Danimarka ve Norveç gazetelerinden sonra aynı çizgiler Avrupa genelinde bir çok gazete tarafından yayınlanarak son derece çirkin bir kampanya başlatıldı.

     

    Çökmek üzere olan Fransız France-Soir, muhafazakar Alman gazetesi Die Welt ile Berliner Zeitung, İtalyan Corriere della Serra ile La Stampa, İspanya'da Catalan El Periodico hakaret kervanına katıldı. Hollanda gazetesi Volkskrank kasım ayında yayınlamasına rağmen Çarşamba günü karikatürleri bir kez daha yayınladı. İsviçre gazetesi Tribune de Geneva, karikatürleri yayınlayacağını açıkladı.

     

    Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, bütün Avrupa'yı Danimarka yönetimi ve gazetesinin arkasında yer almaya çağırırken Müslümanlara verdi veriştirdi. Fransa gibi, Müslüman azınlıkların sert tepki vermesinden endişelenen ülkeler olayı yumuşatmaya çalışırken, Avrupa genelinde siyasiler ifade ve basın özgürlüğüne sığınıp sürece destek verdi. France Soir'ın Mısır kökenli sahibi Raymond Lakah, yayın yönetmenini kovdu. Müslüman ülkelerin, çevrelerin Avrupa başkentlerine yönelik çağrıları yanıtsız kaldı.

     

    Tahrike katılan ve karikatürleri yeniden yayınlayan Avrupa basını, bununla da yetinmeyip, Müslümanlara yönelik ağır hakaret içeren yazılara yer verdiler. Kendi suçlarını görmezken gelişen tepkilere öfke kustular. Bir yandan dayanışma çağrıları yaparken diğer yandan Müslümanlarla ilgili çirkin ithamları kullanmaktan çekinmediler. Olay, onlar için bile ifade özgürlüğünün dışına çıktı ve İslam'a karşı yeni bir kampanyaya dönüştü.

     

    Batı değerleri, sadece kendileri söz konusu olunca anlam kazanıyor. Öteki olan için bu değerlerin hiçbir anlamı olmadı. Aynı ülkelerin son birkaç yıllık sicillerine bir bakalım. İslam fobisine paralel olarak, vatandaşlık yasalarını değiştirdiler, yabancı düşmanlığını daha da beslediler, Avrupa'yı yabancılardan kurtarma seferberliği başlattılar. Gözaltına alınan Müslüman bireyleri hiçbir yasal hak tanımadan aylarca cezaevlerinde tuttular, tutuyorlar. Özgürlük söylemlerini ellerinden düşürmeyen bu ülkelerin hepsi, Amerikan istihbaratının işkence suçlarına ortak oldular. Hava sahalarını, havaalanlarını işkence uçaklarına açtılar. Avrupa topraklarında işkence merkezleri kurulmasına onay verdiler. Dahası, küresel düzeyde yürütülen insan kaçakçılığında ABD istihbaratıyla birlikte çalıştılar. Avrupa ülkelerinin bir çoğunda gizli operasyon merkezleri kurdular. Temel hak ve özgürlükler, ifade özgürlüğü bu insanlara tanınmadı. Nerede olduğunu bile bilmeyen insanlar, kendini savunma hakkından, avukat hakkından, yargılanma hakkından mahrum bırakıldı.

     

    Medeniyetler çatışması kimin projesi? ABD'nin ve Avrupa'nın 21. yüzyıla yönelik güvenlik stratejilerinin hepsi neden medeniyetler çatışması ön kabulü ile hazırlandı? Batı gerçekten dinler, medeniyetler barışı istiyor mu? İstiyorsa, birlikte yaşamayı arzuluyorsa, birlikte güven içinde bir dünya inşa etmeye inanıyorsa, bunu neden şimdiye kadar göstermedi? Neden bütün politikalar, uygulamalar dışlama, yargılama, kontrol etme üzerine şekilleniyor?

     

    Mesele şu: "İslam tehdittir" söylemi, sadece askeri/güvenlik stratejilerinde değil, Batı'nın günlük yaşamında da hakim bir kanaat haline geldi. Avrupa basınının bile bile böyle bir provokasyonu devam ettirmesinin altında bu yatıyor. Bütün bunlardan sonra, birinin kafasına bir kurşun sıkılması, ya da Paris'in yeniden alevler içinde kalması halinde ne olacak?

     

    Karikatürler için ayağa kalkan Müslüman ülke yönetimlerine de söylenecek çok şey var: Bu tahrike karşı çıkmak kolay. Elçilerinizi geri çekebilir, halklarınızı yanınıza alma fırsatını yakalayabilirsiniz? Irak'ın işgaline, Afganistan'ın işgaline, on binlerce insanın öldürülmesine, tarihi şehirlerin harabeye çevrilmesine, Müslüman gençlerin dünyanın ıssız bölgelerindeki gizli işkence merkezlerine taşınmasına, bu toprakların kaynaklarının yağmalanmasına, ABD'nin Ortadoğu'yu yeniden dizayn etmesine, etnik ve mezhep eksenli çatışma projelerine karşı neden sustunuz? Neden hiç biriniz kalkıp hayır diyemediniz. Neden hepiniz açık ya da gizli bu vahşetlere ortak oldunuz, destek verdiniz?

     

    Yeni Şafak

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1784#1784


  5. İbrahim KARAGÜL

    [email protected]

     

     

    Kazanan Hamas, kaybeden onlar! Hiçbir şey yapamazlar!

     

    ABD'nin, İsrail'in ve AB'nin Hamas'ın iktidara gelmesine karşı yapacakları hiçbir şey yok. "Yardımları keseriz" demekten başka hiçbir kartları yok. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bütün ülkelere Filistin'e yardımları kesme çağrısı yapıyor. Kessinler... AB yola geldi, yardımı kesmiyor. 1.6 milyar dolar dış yardımın içinde ABD'nin payı 70 milyon dolar. Venmese ne olur.. Parayı keserlerse Hamas daha da güçlendir. Müslümanlar yardım kuyruğuna girer. Camilerde bile yardım toplanır. Ne yapacaklar, özgür iradelerini yansıttığı için bir halkı açlığa mı mahkum edecekler?

     

    Ne utanç verici! Bir millete, özgürlük inancıyla tercih yapan bir millete bu kadar baskı insanlık adına ne acı. Onlar hiçbir milletin tahammül edemediği zorluklara katlandı. Cenin katliamını yaşayan bir halk, ayakta kalmayı bilecektir. Onlar sahipsiz mi sanıyorsunuz! Para vermezlerse Hamas bitecek mi? Özgürlük talepleri sona mı erecek? Direniş yenilecek mi? Elbette hayır! Hiç biri olmayacak.

     

    İsrail'in suikast politikasının mimarı Avi Dichter, hükümet kurulduktan sonra "Hamaslı bakanları öldürebileceklerini" söyledi. Şeyh Ahmet Yasin'i füzelerle öldürdükleri gibi. Bir yanda seçim diğer yanda demokrasiye katliamla cevap veren zihniyet. Bir yanda özgürce varolmak isteyen bir halk, diğer yanda demokrasi adı altında bu halkı boğmaya çalışan bir dünya. Hamas, "1967 sınırlarına dönülsün İsrail'le ateşkes yapalım" diyor, onlar ölüm listesi hazırlıyor? Kim terörist? Oy verenler iki şey istedi: "İşgal sona ersin, sürgünler dönsün" Bundan daha masum ne olabilir?

     

    Batı, Hamas'la yaşamaya öğrenecek. Başka yolu yok. Çünkü Filistin'in geleceğinde Hamas'tan başka bir aktör yok. Öldüre öldüre bitiremedikleri bir kadro iktidara geldi. Filistin gerçeği artık bu.

     

    Batı, İslamcılarla birlikte yaşamaya da alışmak zorunda. Bu coğrafyanın başka geleceği yok. Çürüyen rejimlerin yerine geçecek başka kadrolar yok. Bu gerçekle yüzleşmek zorundalar.

     

    Bugüne kadar bütün müdahaleleri şiddetli reaksiyon doğurdu. İster işgal, isterse "demokrasi teşviki" adı altında olsun, her girişim daha güçlü dalgaları besledi. ABD ve müttefikleri, kısa vadede kazançlı görünseler de, ağır kayıplarla karşı karşıya. Denemedikleri yöntem kalmadı. İşgal, rejim değişikliği, silahsızlandırma, demokrasi ihracı.. Hepsi başarısızlığa mahkum.

     

    Irak ve Afganistan'ı işgal ettiler. Irak'ta direnişi kıramadılar. Seçim'den istemedikler güçler kazançlı çıktı. Afganistan'ı kendi başına bıraksalar şu anki yönetim o gün çökecek. Filistin'de rejim değişikliği uyguladılar. Kendilerine bağlı kadroları iktidara taşıdılar. İlk seçimlerde işbirliği yaptıkları kadrolar ağır yenilgiye uğradı.

     

    Yarın Suriye'de benzer bir yöntemi deneyecekler. Ne olacak, yine ABD ve müttefiklerini istemeyen güçler iktidara gelecek. Bir entrika üzerine kurdukları Lübnan stratejileri farklı mı?

     

    1991'de Cezayir seçimlerine müdahale ettiler. İslami Selamet Cephesi'nin (FIS) iktidar yürüyüşünü engellediler. Ülkeyi iç savaşa sürüklediler. Yüz binlerce insan öldü. Yarın Ortadoğu'da, Kuzey Afrika'da, Güney Asya'da aynı şeyler olacak. Hangi ülkenin bundan başka alternatifi var?

     

    Müslüman Kardeşler Mısır seçimlerinde büyük zafer kazandı. Irak'ta İslamcı Şiiler kazandı. Hizbullah silahsızlandırılamadı. İran'da Ahmedinecad'ın seçilmesinin nedeni yine aynı reaksiyondu. Şimdi İsrail'in karşısına yeni bir Hizbullah, Hamas çıktı.

     

    Mesele Hamas'ın İsrail'i tanımaması değil, kontrol edemedikleri bir gücün yükselişi. Filistin halkı nasıl onlardan bağımsız karar verebilir? Tahammül edemedikleri bu. Tahammül edemedikleri demokrasi! O ağızlarından düşürmedikleri, bütün gizli gündemlerini kamufle etmek için kullandıkları demokrasi!

     

    Onlar bu topraklarda hiçbir ülke için demokrasi istemediler. Sadece onu kullandılar. İşgal için, yağma için, kan için kullandılar. Onlar demokrasiyi sadece kendileri için istediler. Sadece kendi çıkarlarıyla örtüştüğü kadar istediler.

     

    Ne oldu "demokrasi ihracı"na? Bush yönetiminin o dillere destan demokrasi paketlerine! Ortadoğu'da tek istedikleri bu değil miydi? Bunun için kampanyalar düzenleyip belli ülkelerde belli kadroları beslemiyorlar mıydı? Ne oldu Büyük Ortadoğu Projesi'ne? İşte size fırsat. Hadi demokrasiye sahip çıkalım!

     

    Yeni Şafak

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewforum.php?f=44


  6. 'Türban'ı bağlıyor ama 'vicdani red'di bağlamıyor ve bunun adı 'hukuk' oluyor

     

    AİHM'in 'başörtüsü' kararının Türkiye'yi bağladığı ve konunun tamamen kapandığı ileri sürülürken, Avrupa mahkemesinin 'vicdani red' konusundaki kararının kişisel olduğunun açıklanması çifte standardı yine ortaya çıkardı

    28.01.2006 03:03

     

    news_a.jpg

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararlarının Türkiye'yi bağlayıcı olup olmadığı konusundaki 'kafa karışıklığı' bir türlü giderilemiyor. AİHM'in Leyla Şahin Davası'nda aldığı başörtüsü yasağını destekleyen kararının Türkiye'yi bağladığı açıklamaları yapılmasına rağmen, Avrupa Mahmekesi'nin Osman Murat Ülke davasında 'vicdani red' konusunda Türkiye aleyhine verdiği karardan sonra yapılan, "kişisel karardır" denmesi kafa karışıklığını iyice artırdı. Bu durum, 'başörtüsü bağlar', 'vicdani red bağlamaz' gibi çifte standartlı bir yaklaşımı ortaya çıkardı.

     

    Milli Savunma Bakanlığı tarafından vicdani redle ilgili karar hakkında yapılan açıklamada, "AİHM kararı, özel durumu yansıtan kişisel bir karardır ve ülkemizde uygulanan zorunlu askerlik hizmetinin kaldırılmasını içermemektedir" denilmişti. Ancak, AİHM'in Leyla Şahin Davası'nda başörtü kararının ise Türkiye'yi bağladığı ileri sürülmüştü. Cumhurbaşkanı Sezer ile YÖK Başkanı Teziç, AİHM kararının bağlayıcı olduğunu savunmuştu.

     

    ZİK ZAK ÇİZMEMELİYİZ

     

    Meclis Başkanı Bülent Arınç da Leyla Şahin'le ilgili kararın ardından yaptığı açıklamada bu kararın bağlayıcı olmadığını belirtmişti. Arınç, "Bu kararı, tüm başörtülü olan bayanlar için bağlayıcı görmemek lazım'' demişti. Arınç, vicdani ret kararıyla ilgili açıklamasında ise "Burada bir kişi gitmiş ve kendi açısından davayı kazanmış. Diyebilir misiniz ki 'bu bağlayıcı bir karardır.' Ben herkesi samimiyet testine davet ediyorum. Milli Savunma Bakanı açıklama yapıyor, 'davayı açan kişiyle bağlı bir karardır, bizi bağlayıcı bir karar değildir.' Ben de Leyla Şahin için konuşurken aynı şeyi demiştim. Burada dürüst olmalıyız, çifte standart taşımamalıyız. Apo için verilen kararı yuhalayan, Leyla Şahin için verilen kararı alkışlayan, vicdanı retle ilgili kararı yuhalayan, yarın neyi alkışlayacağını bilmediğimiz böyle zikzaklar çizerek bir yere varamayız'' diyle konuştu.

     

    Sezer 'bağlar' demişti

     

    AİHM'in başörtüsü kararının ardından açıklama yapan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer AİHM kararının bağlayıcı olduğunu savunmuştu. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç de "Kararın uluslararası planda olması, Türkiye'nin bundan böyle aksi yönde bir düzenleme yapma olanağını da ortadan kaldırıyor. AİHM, geçmişte vermiş olduğu kararı teyit etti. Zaten bağlayıcı. Bizim iç hukukumuzda da bağlayıcı özelliği var" dedi.

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1677#1677


  7. Müslümanların Dinine Karışan Gizli Yahudilere Mektup

    Mehmet Şevket Eygi

     

    26.01.2006

    CAMİLERDE namaz kılınırken asıl Kur’an okunmasın, Türkçe tercümesi okunsun; minarelerde Ezan-ı Muhammedî okunmasın, Türkçe ezan okunsun, kadınlar başları açık olarak camilere gitsinler ve erkeklerin arasında karışık olarak namaz kılsınlar şeklinde istek ve dileklerinizi yaygaracı, agresif ve fanatik bir üslupla zaman zaman yazıp duruyorsunuz. Anladık fikir hürriyeti var, tamam da siz ne hakla, hangi selahiyetle böyle konuşuyor, yazıyor ve istekte bulunuyorsunuz?

    Müslüman geçiniyorsunuz ama değilsiniz. Sizin iki kimliğiniz var, dıştan Müslüman görünüyorsunuz, gerçek kimliğiniz ise Yahudiliktir. Yahudisiniz de, açık Yahudi değil, Gizli Yahudi’siniz.

    Gizli Yahudi olarak Müslümanların din, ibadet, inanç işlerine niçin karışıyorsunuz?

    Ezan Türkçe okunsa camiye, namaza gelecek misiniz?

    Namaz Kur’an tercümesi ile kılınsa ibadet edecek misiniz?

    Gelmeyeceksiniz, etmeyeceksiniz, o halde benim dinime niçin karışıyorsunuz?

    Size soruyorum:

    İstanbul’da Musevî Hahambaşılığı’na bağlı sinagoglar (havralar) bulunuyor. Bunlarda âyin ve ibadet ediliyor. O mekânlarda Yahudi kadınları erkeklerle birlikte oluyor mu? Olmuyor, kendilerine ayrılan yerlerde ibadet ediyorlar.

    Siz kadınlarla erkeklerin bir arada cümbür cemaat ibadet etmelerini istiyorsanız önce sinagoglarda bu işi gerçekleştirmek için çalışınız. Bizim camilerimize karışmayınız.

    Hahambaşılık böyle bir şeye izin verir mi?

    Asla vermez.

    Türkiye Yahudileri büyük çoğunluk olarak Sefarad mezhebine bağlıdır ve onlarda ibadet yerlerinde kadın erkek ayırımı yapılmaktadır.

    Siz Yahudiler olarak sinagoglarda yaptıramadığınız şeyi niçin camilerde yaptırmaya kalkıyorsunuz?

    Ey Gizli Yahudi! Sana soruyorum:

    Şema Yisrael duası şu veya bu dille okunacaktır diye Don Kişot’luk taslıyor musun? Taslamıyorsun... O halde benim dinime de karışma!

    İslâm dininde Ezan Arapça okunur, başka dilde okunması doğru değildir.

    İslâm dininde namazdaki kıraat (okuma) Arapça Kur’an metni ile olur, başka dillere yapılmış Kur’an tercümeleriyle olmaz. Vaktiyle, ilk asırlarda, İslâm’a yeni girmiş, dili Arapçaya dönmeyen kimselerin, Arapça Kur’an okumasını öğreninceye kadar tercüme ile muvakkaten (geçici) olarak namaz kılmalarına fetva ve ruhsat verilmiştir ama bu fetva ve ruhsat bu gün geçerli değildir. Sen niçin istisnaî bir fetva ve ruhsatı genelleştirmeye kalkıyorsun? Behey Gizli Yahudi! Sen niçin benim dinime burnunu sokuyorsun?

    Ben bir Müslüman olarak Yahudiler şöyle ibadet edecek, Hıristiyanlar böyle ibadet edecek diye ukalalık yapıyor muyum, onların din ve ibadetlerine karışıyor muyum?

    Diyebilirsin ki:

    Ben Ezanın ve namazdaki Kur’an’ın tercüme olmasını isteyerek Müslümanların yararına bir girişimde bulunuyorum.

    Yararına mı, zararına mı?

    Gölge etme, senden başka ihsan istemiyoruz...

    Dünyanın neresinde, başka dinden olanların, bir dinin ibadetlerine, mâbetlerine (ibadet edilen yer), dualarına karıştıkları görülmüştür?

    Böyle bir acayiplik, böyle bir terslik sadece Türkiye’ye mahsustur.

    Bizim Kur’anımız “Bizim dinimiz bize, sizin dininiz sizedir...” buyuruyor. Hiçbir yabancının, başka bir dinin inançlarına, ibadetlerine, mâbetlerine baskı yapmaya hakkı yoktur.

    Biliyorum şimdi şöyle bir soru yönelteceksin?

    - Benim Müslüman olmadığımı, Gizli Yahudi olduğumu nereden biliyorsun?

    Cevap:

    - Çok iyi biliyorum... Senin bu halin bir sırdır ama bütün sırlar herkese gizli olmaz ve ebediyen muhafaza edilmez. Biz senin gizli tuttuğun Yahudice adını da biliyoruz. Senin soykütüğünü de biliyoruz.

    Yahudiysen Yahudisin, bizim dinimize karışma!

    Vaktiyle, bir Yahudi çıkmış, asıl adını gizlemiş, buram buram Oğuzluk, Türklük kokan Tekin Alp ismini almış ve Türklere milliyetçilik ve Türklük dersleri vermeye kalkmıştı. Bu Yahudi’nin asıl ismi neydi? Moiz Kohen’di. Ve bu Yahudi, Türkçülük ve milliyetçilik kitaplarından birine kocaman bir fasıl (bölüm) koymuştu. Başlığı “KAHR OLSUN ŞERİAT!..”

    Kahr olasıca herif! Senin benim dinime, mukaddesatıma söğüp saymaya ne hakkın var?

    Hayır bütün Yahudileri suçlamıyorum, hepsini aynı kefeye koymuyorum. Onların içinde Müslümanlarla iyi geçinen, Müslüman vatandaşlarına saygı besleyen kimseler de vardır. Mesela İstanbul Darülfünunu müderrislerinden (profesörlerinden) Avram (veya Abraham) Galanti bey, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Müslümanları, İslâm kültürünü savunmuştur. Bu zatın “Arabî Harfleri Terakkimize Mâni Değildir” ünvanlı (isimli) çok önemli bir eseri basılmıştır. Dinsiz İçtihad dergisinde Galanti aleyhinde bir yazı yayınlanmış, ona sen bir Yahudisin, Müslümanları menfaat için savunuyorsun suçlaması yapılmış, o da başka bir dergide “Müslümanları Niçin Müdafaa Ediyorum?” başlıklı bir makale ile cevap vermişti.

    Birtakım ucuz ve kolay adamlar beni antisemitizm yapmakla suçluyorlar. Hayır! Saldırganlara karşı dinimi, inancımı, kimliğimi, kültürümü korumak antisemitizm değildir.

    Geçenlerde bir sahhaf dükkanında bir gençle tanıştım, dört lisan biliyormuş, turist rehberliği yapıyormuş. Akıllı, kültürlü, kitap seven bir gençti, ayak üstü sohbet ettik. Kendisi hakkında bilgi istediğimde samimî hareket etti ve “Ben Yahudiyim” dedi. Yahudi olduğu için ona soğuk davranmadım, o da bu ülkenin çocuğu idi, o da benim vatandaşım idi... Konuşma esnasında ona “Yoğurtlu kebap yiyor musun?” diye sordum. Biraz kızardı, utandı ve “Yiyorum ama annem yemiyor...” dedi. “Annenin yememesiyle iş bitmez, senin de yememen gerekir...” cevabını verdim.

    Bilmeyen okuyucularıma şu hususu açıklayayım: Musevî dininde sütlü maddelerle etli maddeler birlikte yenmez ve aynı kaba konmaz. Böyle bir şey o dinde haramdır. Dindar bir Yahudinin bu hususa riayet etmesi gerekir.

    Bakınız ben bir Müslüman olarak Yahudi vatandaşımın dinine karışmıyorum, aksine o dinde mütedeyyin (dindar, uygulamalı) olmasını istiyorum.

    Medenî, haysiyetli, namuslu, şerefli Yahudilerin, biz Müslümanların dinine karışmak şöyle dursun, bizim din hürriyetimiz için çalışmaları, bize destek vermeleri gerekir.

    Gizli Yahudilerin İstanbul’da birkaç gizli sinagogları bulunmaktadır. Bunlardan birisi Etiler’de Alkent’te büyük bir binanın alt katındadır. Biri Bakırköy’de, biri Büyükada’dadır. Bir Müslüman olarak onların orada nasıl tapındıkları, hangi dille ibadet ettikleri beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren husus şudur: Onlar iki kimliklidir. Dıştan Müslüman ve Türk, içten Yahudi. Bu iki kimliklilik beni rahatsız ve tedirgin eder. Sahte Müslümanlığı bırakıp sadece kendi Yahudi kimliği ile kalsalar, benim karşıma o kimlikle çıksalar hiçbir şey demem, hiçbir şeylerine karışmam.

    Ezan Türkçe okunsun, namaz Kur’ân tercümesiyle kılınsın, camilerde kadın erkek karışık saf tutulup öyle cemaat olunsun diyenler İslâm’ı bozmak istiyorlar. Bu hareketin başını da birtakım Gizli Yahudiler çekiyor. Böyle şeylerden elbette rahatsız olurum, elbette tedirgin olurum.

    Gizli Yahudilerden dileklerim, isteklerim vardır:

    (1) İslâm dinine karışmayınız.

    (2) Dinde reform, yenilik, değişiklik istemeyiniz.

    (3) Müslümanların Ezanına, namazına, camisine, cemaatine burnunuzu sokmayınız.

    (4) Namaz saflarında kadın erkek karışık olunmasını istemeyiniz.

    (5) Kurban kesmeyi vahşet olarak nitelendirmeyiniz. (Bazı câhil Müslümanlar hayvanlara eziyet edebilir, yanlış işler yapabilir ama onların yaptıkları İslâm dinine uygun değildir.)

    (6) Fıkıhsız, Şeriatsız bir İslâm türetme çabalarınızı durdurunuz.

    (7) Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü propagandaları ardında Müslümanları uyutmaya, uyuşturmaya, şaşırtmaya, sapıtmaya, sersemletmeye yönelik faaliyetlerinizi durdurunuz.

    ( Müslümanların başına ehlî (evcil) bir Halife getirmek projelerinizden vaz geçiniz.

    (9) Tek kelime ile: İslâm’a ve Müslümanlara karışmayınız.

    Türkiye’de sosyal barış, toplumsal uzlaşma için bizi dinlemeniz gerekir.

    Bir de bu ülkenin halkını ilerici gerici, dinci laik, Sünnî Alevî, Şucu-Bucu diye birbirine düşman kesim ve kamplara ayırmak, birbirleriyle çekişip tepiştirmek stratejisini uygulamaktan en kısa zamanda vaz geçiniz.

    Sizin dininiz size, bizim dinimiz bizedir. Bizim dinimize karışmayınız.

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1656#1656


  8. Avrasya satrancında ölümcül hamleler: Yeni 11 Eylül mü yoksa İran'ın bombalanması mı!..

     

    İbrahim KARAGÜL

    [email protected]

    23 ARALIK 2005 CUMA

     

     

     

    Avrasya satrancında ölümcül hamleler:

    Yeni 11 Eylül mü yoksa İran'ın bombalanması mı!..

     

    Amerika, yüzyılın mücadelesini verdiği üç bölgede ağır kayıplarla karşı karşıya. Latin Amerika, Bolivya'da devlet başkanlığı seçimini kazanan Evo Morales'le daha da güçlenen anti-Amerikan blok, ABD'nin arka bahçesinin hiç de güvende olmadığına yönelik güçlü işaretler vermeye başladı. 2006'da yapılacak seçimlerde ABD'nin hiç de hoşlanmadığı yeni liderler iktidara gelecek.

     

    Ortadoğu macerası, Irak işgaliyle tam bir kaosa dönüştü. İşgal bir şekilde devam etse, bölgedeki rejimler ve liderler ABD ile işbirliği yapsa, bazıları işbirliği yapıyor gibi görünse de, Amerika'nın Ortadoğu'daki imajı, güvenilirliği hiç olmadığı kadar kötü durumda. Bölge halkları, Amerikan varlığını, Haçlı ve Moğol istilaları gibi algılıyor. Medya operasyonuyla, sahte demokrasi paketleriyle, sivil toplum finansmanıyla kitlelerin sempatisini kazanmak artık mümkün değil. Hele Suriye, İran gibi başka ülkeleri de tehdit ederken, bir çok ülkenin içişlerine müdahale edip etnik kavgaları provoke ederken bu hiç mümkün olmayacak. Kısa vadede başarılı gözükse de, ABD uzun vadede bu bölgede kaybetti. Milletlerin hafızası bazı şeyleri kolay unutmaz. Unutmuş görünür ama unutmaz. Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşananların unutulmaması gibi.

     

    Bugün asıl konum üçüncü bölge. Amerika'nın Orta Asya'daki varlığı. Afganistan işgali, bölgede uygulanan kadife devrim örnekleri Orta Asya'da ABD nüfuzunu garanti altına almış değil. Diğer iki bölgenin aksine, Orta Asya'da etkin olan üç büyük güç var; Rusya, Çin ve Hindistan. Hindistan'ı şimdilik bir tarafa bırakalım. Ancak Rusya ve Çin'in hem kendi aralarında hem de Orta Asya'da attığı adımlar, Orta Asya'dan Ortadoğu'ya yönelik müdahaleleri, ABD'nin hesaplarını bozacak nitelikte.

     

    Rusya, Mavi Akım'la Türkiye ve Güney Avrupa'nın enerji ihtiyaçları için adeta tekel olurken, Avrupa'ya yönelik enerji projeleriyle öne çıkarken Çin'le birlikte hem petrol ve doğalgaz projelerinde hem de askeri projelerde dev adımlar atıyor. Türkiye'de bu adımların küçümsendiğini biliyorum. Nedeni tartışmaya bile gerek yok.

     

    Ama bu bir hata. Hata, çünkü atılan adımlar Amerika'nın "Avrasya'yı çevreleme stratejisi"ni boşa çıkarmak üzere. ABD'nin Baku-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattının dışında hiçbir projesi başarılı olamadı. Afganistan işgali dışında hiçbir yerde gerçekten etkinlik kuramadı. Washington, Özbekistan'ın ABD'yi terk edip "Rus-Çin Ekseni"ne kaymasıyla ağır bir yenilgi aldı.

     

    Ancak jeopolitik satrançta asıl hamle 15 Aralık'ta yapıldı. Kazakistan'dan Çin'e ulaşacak 962 kilometrelik boru hattı yapılan tören, BTC'nin jeopolitik ayrıcalığını ikinci plana düşürdü. Kazak-Çin hattı, Hazar'a ulaşıyor, Rusya'nın diğer boru hatlarıyla da birleştirilecek. Aynı hat, İran üzerinden Basra Körfezi'ne ulaşabilecek. Böylece Hazar petrolleri sadece Ceyhan'a değil, Doğu'ya da akacak. Rus hatları üzerinden Avrupa'ya ulaşacak. Avrupa'dan Hindistan'a ve Çin Denizi'ne uzanan boru hatlarını ve bunları Rusya ve Çin'in kontrol ettiğini düşünün. ABD için tam bir kabus!

     

    F. William Engdahl, Çin-Rus Ekseni'nin Orta Asya'da ABD'ye karşı kazandığı zaferi, "Rusya-Çin-Kazakistan enerji ortaklığı, ABD için kabus senaryosu" şeklinde niteliyor. Yazara göre ABD, bu adımlarla Avrasya üzerindeki avantajlı durumunu kaybetmek üzere. Orta Asya enerji kaynakları ve ulaşım koridorlarının güvenliğinde birinci derecede belirleyici olan Özbekistan'ın saf değiştirmesi de buna eklenince, ABD hem enerji projelerinde hem de Orta Asya'nın denetiminde gerilemeye başladı. Rusya ve Çin, jeopolitik ödülü şimdiden kazanmış gibi. British Petroleum'un öncülüğünde, Zbigniew Brzezinsky'nin lobi gücüyle hayata geçirilen BTC'nin, ABD'nin bölgedeki etkinliğini tek başına güvence altına alması imkansız.

     

    Çin, ABD gibi askeri güç kullanmadan petrolün kaynağında etkinlik kurdu. Bunu Ortadoğu'da ve Orta Afrika'da (Sudan) da yapıyor. Asyalı iki gücün kadife devrimleri önlemek için askeri, siyasi ve ekonomik yollardan yürüttüğü çalışmaları hatırlatan yazar, 2004'te Çin'in İran'la yaptığı 70 milyar dolarlık petrol anlaşmasına dikkat çekiyor. "Tahran Metrosu" anlaşması ve "Hazar boru hattı" anlaşmalarıyla rakam 100 milyar doları buluyor.

     

    Kazakistan'la yaptığı anlaşmayla Hazar'a giren Çin, İran'la yaptığı anlaşmalarla da Basra Körfezi'ne, Ortadoğu'ya girdi. Rusya ve Çin'in İran'ı bölgenin en büyük silahlı gücüne dönüştürme, nükleer silahlarla donatma çabası boşuna değil.

     

    Avrasya'yı kontrol etme adına yürütülen, Orta Asya'da şiddetlenen savaş sürprizlere gebe. 1997'lerden itibaren AB, Rusya ve İran'ın ABD'nin Orta Asya planlarını tehdit etmeye başlamıştı. Son raund Afganistan'da oynanacaktı. 11 Eylül saldırıları oldu ve bütün hesaplar değişti. Bu çıkış da, Orta Asya için yepyeni bir hesaplaşmaya kapı aralıyor. Bu sefer ikinci bir 11 Eylül mü olur, yoksa İran mı bombalanır bilmiyorum ama bir hesaplaşma kesin olacak.

     

    Son dönemde Türkiye'yi de içine sokmaya çalıştıkları senaryo, İran'ın nükleer tesislerini adres gösteriyor. Ancak bu, adeta bir dünya savaşına davetiye çıkarmak olacaktır ve medeniyet savaşı olarak algılanacaktır. İran'a saldırı aynı zamanda Rusya ve Çin'e saldırı anlamına gelecek, Ortadoğu ve Orta Asya'da hesaplar yeniden belirlenecektir. ABD ve müttefikleri bunu göze alabilir mi? Alamazlarsa, en az o kadar ses getirecek, hesaplar değiştirecek bir başka olayın patlak vereceğini şimdiden not edin.

     

    yenisafak

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewforum.php?f=9


  9. İbrahim KARAGÜL

    [email protected]

     

    28 ARALIK 2005 ÇARŞAMBA

    Dünyayı yol ayrımına sürükleyecek savaş!

     

    Dışişleri Bakanı Abdullah Gül; ABD'nin İran ve Suriye'ye saldırı için Türkiye'den destek istediğine dair son günlerde ortaya atılan iddiaları yalanladı. Türkiye ile Suriye arasındaki yakınlaşmayı "mükemmel" olarak niteleyen Gül, ABD'den bu iki ülkeye karşı "Türkiye'nin desteğini içeren bir talep gelmediğini" söyledi.

     

    Türkiye'nin İran ve Suriye ile güçlenen ilişkilerini ve Irak işgalinin ortaya çıkardığı ağır faturayı gören herkes, ABD ve İsrail'in yaklaşan bu iki krizde Türkiye'yi çok kolay yanına çekemeyeceğini biliyor. Ancak krizin boyutları o kadar genişliyor ki, Türkiye'nin ne tür adımlar atacağı, krizi kendi adına nasıl yöneteceği sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da en çok merak ettiği mesele haline geliyor.

     

    ABD-Türkiye, İsrail-Türkiye arasında bu konular ne kadar gündeme geldi, geldiyse ne şekilde geldi, tam olarak bilmiyoruz. Türkiye'nin bu konudaki hassasiyetini ve direncini tahmin edebiliyoruz. Ancak İran'ın nükleer tesislerine yönelik saldırı ve Suriye'nin "kontrol altına alınması"na ilişkin bütün senaryolarda Türkiye'ye merkezi bir rol biçiliyor. Hem ABD hem de İsrail'in İran'a yönelik askeri planlarının merkezinde Türkiye var. Ankara reddetse de bu böyle. Ankara işbirliği yapmama kararında olsa bile şu ana kadar krizin seyri böyle. Belki Türkiye bu rolleri üslenmeyecek, belki engelleyici bir pozisyon belirleyecek, belki de direnci "bir şekilde" kırılacak... Bütün bunları zaman gösterecek. Üstelik bu zaman pek de uzun değil.

     

    Amerika'nın İran'ı hedef almak için kendince gerekçesi çok: İran'ın nükleer silahlar edinmesi, teröre destek vermesi, İran'a karşı devrimden kaynaklanan intikam duyguları gibi. Ayrıca Tahran'ın 2004 yılında aldığı, petrol ticaretinde dolar yerine Euro'yu kullanmaya, bir petrol borsası oluşturmaya, "petrodolar" tekelini kırıp "petroeuro"yu öne çıkarmaya yönelik kararı var. İran'ın Rusya, Çin ve Latin Amerika ülkeleri tarafından da desteklenen bu projesi, doların dünya hakimiyetini ve Londra'daki uluslararası petrol borsasını sarsacak, doların devalue edilmesi sürecini hızlandıracak, petrol fiyatları üzerindeki ABD tekelini kırabilecek bir gelişme olarak niteleniyor. Yine İran'ın, Çin, Rusya, Hindistan ve bazı Avrupa ülkeleriyle enerji alanında yürüttüğü dev projeler ABD'nin Avrasya'yı çevreleme stratejisine ölümcül darbeler indiriyor. Anglo-Amerikan-İsrail ittifakı bu nedenle İran'ı hedef aldı. Afganistan, Pakistan, Azerbaycan, NATO üzerinden Türkmenistan ve bölgedeki diğer ABD üsleri, Irak'taki ABD egemenliği ve Türkiye üzerindeki ABD nüfuzu, aslında İran'ı çepeçevre kuşatmış durumda. İran kuşatmayı radikal kararlarla kırma yolunu deniyor. Nükleer silahlar en önemlisi, ABD'yi rahatsız edecek enerji ortaklıkları da böyle.

     

    Kuşatmanın yarılması ABD'nin Ortadoğu-Orta Asya hattındaki jeopolitik hareketliliği daha da hızlandıracak, Ortadoğu-Hazar arasında çok büyük çatışmalara neden olacak, İsrail'in bölgesel askeri hegemonyasına ağır darbe indirecektir. Bu, sadece İran'ın stratejisi değil. Asyalı güçler, İran üzerinden ABD'ye karşı şiddetli bir savaş yürütüyor.

     

    İran'a saldırı, bu yönüyle dünyayı yol ayrımına götürecek, Doğu ile Batı arasında belki de bu yüzyılın temel dengesini belirleyecek uzun ve azap verici bir kavgaya neden olacaktır. Ortadoğu/İslam dünyasında ABD ve İsrail'e karşı köklü hareketlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.

     

    Kriz bölgede korkunç bir silahlanma yarışı başlattı. S. Arabistan'ın İngiltere ile yaptığı milyarlarca dolarlık hava savunma anlaşmaları, Türkiye'nin İran'ın güçlenmesine paralel olarak hava savunma sistemleri ve uzun menzilli füzeler konusunda çok ciddi çalışmalara girişmesi, krizin her an bölgesel bir savaşa dönüşebileceğini, bölge ülkelerinin krizi, savaşı ve süreci yönetme iradesini kaybedebileceğini gösteriyor.

     

    Gül'ün dediği gibi, belki bugün ABD'den böyle bir talip gelmedi, belki gelse de Türkiye hayır diyecek. Ama Kızıldeniz'den Hazar'a kadar yayılabilecek bu ateşi başkaları yakacak ve Türkiye ateşin tam ortasında kalacak. O zaman ne yapacağız?

     

    Yarın, İran krizinin nasıl geliştirildiğine, hangi aşamalardan geçirildiğine, nerelere uzanacağına ve ne kadar büyük bir tehlikenin yaklaşmakta olduğuna ilişkin somut gelişmeleri aktaracağım.

     

    Yeni Şafak

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1607#1607


  10. YENİÇERİ'Yİ YENİDEN OKUMAK

     

    Av. Harun Yüksel

     

     

     

    "Yeniçeri"...

     

    Tam ismiyle; "Olanca romaniyle ve son hortlamalariyle YENİÇERİ"...

     

    69-70 yıllarında önce merhum Üstad'ın "aceze basın" olarak yaftaladığı, o zamanın kıytırık bir iki "İslâmcı" gazetesinden birinde tefrika edilmiş bilahare de "gariban" bir yayınevi tarafından kitaplaştırılmış olan dev eser...(1)

     

    Lise yıllarında okuyup bir kenara bıraktığım bu eser, "ordu" ile ilgili bir araştırma yaparken aklıma geldi ve kütüphanemde arayıp buldum ve yeniden okudum...

     

    Meğer tam da okunması gereken zamanda okumuşum: Bir ordunun ne olması ve özellikle de ne olmaması gerektiğini derinden kavrayabilmek için yeniden ve tekrar tekrar okunması gerektiğini anladım...

     

     

     

    Niçin "Yeniçeri"?..

     

    -"Bu eser, sadece Yeniçeri'yi anlatmak için yazılmış değildir. Bu eser, en fakir bedahet duygusunun bile kestirebileceği şekilde, tarihimizdeki Yeniçeri rezalet ve fecaatlerinin satıh üstü hikâyesi olarak kaleme alınmış bulunmaktan uzaktır." (2)

     

    -"Bu eser, DÜNYADA İLK TEŞKİLATLI, MESLEKÎ ORDUyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhî ve içtimaî müessirlerini çerçevelemek gayesiyle yazıldı./ Bu müessir, iman ve İslâm nurunun gönüllerde sararıp solması, iman ve İslâm vecd ve aşkının uçup gitmesi, iman ve İslâm ruh ve ahlâkının pörsüyüp kurumasından ibaret; ve Yeniçeri, bu korkunç tecelliyi göstermekte sadece vesile..." (3)

     

     

     

    "Neler nelere vesile"...

     

    Evet "neler nelere vesile"...

     

    45 yıllık ömründe 3 darbe, iki darbe teşebbüsüne şahit olmuş bir TC vatandaşı olarak, 28 Şubat 1997'de MGK kararlarıyla başlayan üçüncü darbe teşebbüsü karşısında ne yapacağını bilmeyen şaşkın ve aciz bir hükümet ile kendini postallara paspas yapmaya amâde demokrat(!) aydın(!)ları görmeseydim, üzerime pek de vazife olmayan ve teknik olarak da pek anladığımı söyleyemeyeceğim "ordu" bahsi zihnimi kurcalamaz ve belki de bundan 27 sene önce okuduğum Yeniçeri, kütüphanemin tozlu rafları arasından çıkıp önüme gelmezdi.

     

    Bir hukukçu olarak içinde yaşadığım toplumdaki bütün "yetki gaspları" beni çok rahatsız ediyor... Özellikle de bir halkın kendine silah emanet edip "yetki" verdiği asker ve polis gibi idare ajanlarının bu emanete ihanet ederek, kanunlar çerçevesinde kullanmaları gereken bu silahları, bu çerçeveyi alenen aşarak doğrudan doğruya halka çevirmeleriyle oluşan yetki gaspları ve kanun ihlalleri karşısında bu rahatsızlık inanılmaz boyutlara ulaşıyor...

     

    İşin içine hangi renk olursa olsun silahlı üniforma girince yaşanılan bu hukuk ve kanun ihlali rezaleti kadar ve belki de ondan çok ahlakî sefalet insanın vicdanını kanatıyor...

     

    "Sivil" elbiseyle sokakta rastlasanız, askerlik de dahil hiçbir konuda hiçbir irfan-kültür edası taşımayan ve bu sebeple asla fikirlerine müracaat etmeye tenezzül etmeyeceğiniz vasıfsız bir adam, "hasbelkader" general apoleti takıverince kendini "dünyaya nizamat" vermeye ehil ruh ve kültür ergini pozlarında bir role bürünüp "durum"dan "vazife"ler çıkarmaya başlıyor!..

     

    Ne durumu?

     

    Ne vazifesi?

     

    Hangi hakla?

     

    Sen "durumlar"la murumlarla uğraşacağına aldığın maaşın hakkını önce bir öde: Kevgire dönmüş sınır güvenliğini sağlamak senin aslî vazifendir: Yapsana!..

     

    Dağlarında onbin gerilla bulunan ve bu gerillaların sınırın o yakasıyla bu yakası arasında "emniyet" içinde gidip geldiği bir ülkede, sanki bu vazifeyi bihakkın yerine getirmiş de sıra öteki "durum"lara gelmiş gibi kendine, üstüne vazife olmayan "vazife"ler icad etmeye kalkan bir general, asgarî ahlâk, hukuk, devlet, kanun, nizam fikri taşıyan hangi "insan"ı rahatsız etmez? Ve asgarî olarak bu fikri taşıyan hangi general, yüzü kızarmadan böyle bir ahlâk, hukuk ve kanun ihlalinde bulunabilir?

     

    27 Mayıs rezaletinin, Talat Aydemir ayaklanmaları felaketinin, 12 Mart vahşetinin, 12 Eylül sefaletinin yaşandığı bir ülkede bu soru belki de çok garip ve çok lüks bir soru ama gel de bunu vicdana anlat!..

     

    İçimizdeki "doğrucu Davut" durmadan dürtüyor: "Yâ! Bu kadar da olmaz ki... Ayıp yahu!.. Yuh be!.."

     

    İşte vicdanın bu rahatsız eden sesindendir ki olan biten "durum"lara bakıp insan kendine yeni vazifeler çıkarıyor...

     

    PKK'nın elinde ısıgüdümlü uçaksavar füzeler olduğunu ancak ikinci helikopteri düşürülüp 20'ye yakın personeli öldükten sonra öğrenebilen askerî istihbaratın başındaki bir korgeneral halkın önüne çıkıp bu "vazife"sini niçin "ihmal" ettiğini açıklayacağına, tuhaf brifingler tertip edip hangi turşucunun mürteci, hangi kebapçının aşırı dinci, hangi lokumcunun fundamentalist eğilimli, hangi saatçinin siyasal İslâmcı olduğunu bir bir tespit ettiklerini ve bu dükkanların boykot edilmesi gerektiğini açıklıyor(!)... İşin daha garip yanı savcılar ve hakimler "ihzaren" getirildikleri bu brifinglerde, sözkonusu korgeneralin marifetlerini ayakta alkışlıyorlar...

     

    Hangi birine yanarsınız:

     

    Koskoca hakim ve savcıların "ihzaren" GK binasına celplerini, içine nasıl sindirdiklerine mi?

     

    "İhzaren" getirildikleri bu binada dinledikleri abuk sabuk "istihbarat" bilgilerini ayakta alkışlamalarına mı?

     

    Yoksa içlerinden "vicdan sahibi" birinin çıkıp da "paşa paşa sen istihbarat elemanlarını kebapçıların, turşucuların, esnaf ve tüccarın peşinden koşturacağına savaştaki rakibinin peşinden koşturaydın hem 20'ye yakın personelini hem de iki helikopterini kaybetmemiş olurdun" diyememesine mi?

     

    Hangisine?

     

    En iyisi yanmayı filan bir kenara bırakıp olup biteni anlamaya çalışmak: Nedir bu "ordu" denilen kurumun aslı faslı? Dün neydi? Bugün nedir? Yarın ne olmalıdır?

     

    Böyle üstünüze vazife olmayan sorular zihninize üşüşürse siz de benim yaptığımı yapın ve Yeniçeri'yi yeniden okuyun...

     

     

     

    Niçin "Yeniçeri"?.. -II-

     

    -"Bir devirde, kal'anın tepesinde, başını kestiği prensin mızrak ucundaki kafasını teşhir ederek "işte verdiği sözü tutmayan beyin akibeti!" diye bağıracak ve üzümünü yediği asmaların dibine parasını bırakacak kadar DEVLET GAYE VE AHLÂKINA BAĞLI Yeniçeri, daha sonra HALİFE ve PADİŞAHINA HAMAM OĞLANLARINA MAHSUS MUAMELEYİ YAPARKEN namütenahi ulviyetten namütenahi süfliyete düşmekte ve bu halini sadece İSLÂM NURUNU KAYBETMİŞ BULUNMAKTAN almaktadır./ Türk'ün BÜTÜN MİLLÎ DÜŞMANLARINDAN BETER VE ŞENAAT ÇAPINDA BİR TASALLUTLA, ÖZ VATANINI İŞGAL ALTINDA TUTAN, SINIRLARIN KAÇAĞI VE KENDİ YURDUNUN ALÇAĞI YENİÇERİ, bu millete, hemen her devrin en büyük ibret ve dikkat dersini ihtar etmek mevkiindedir." (4)

     

    Böyle başlıyor eser...

     

    Ve daha başlarken zihninize üşüşen ordu ile alâkalı bir çok sualin cevabını bu eserde bulacağınızı derinden hissediyorsunuz...

     

     

     

    Başlangıçta Yeniçeri...

     

    "Dünyada ilk teşkilatlı, meslekî orduyu temsil eden Yeniçeri" nasıl kuruldu?

     

    Eser'den takip edelim:

     

    -"Eski Türkler gibi her ferdiyle cenkçi olan, ayrıca askerî teşkilata ihtiyacı bulunmayan ordu-millet karakterini yaşatan bir oymak, istiklâle erip de devlet hâline gelmeye ve millet-ordu keyfiyetinden haber vermeye başlayınca askerlik sınıfı kurmak zorunda kalınmış ve ilk iş olarak "Yaya" adiyle bin neferlik bir grup asker teşkil edilmiştir. Muharebe zamanında kendilerine 1 akçe gündelik verilen bu asker ayrı bir sınıf çerçevesine alınınca, başında fikrî bir disiplin bulunmadığı için, işi hemen ceberrut ve kuvvet imtiyazına dökmüş ve sivil halk üzerine başbelâsı kesilmeye başlamıştı./ Bu hale karşı Çandarlı Kara Halil (Osmanlı Devletinde ilk kaadi-yi asker) düzenli ve kışlalarda oturur, yeni bir sınıf asker teşkilini düşündü ve projesini, veziri sıfatıyla Padişaha arzetti. Bunların ihtida edenleriyle saf Türkler arasında hiçbir fark gözetilemeyeceğinden, ordunun bu yeni unsurlar sayesinde daha sıkı bir disiplin altına alınabileceği sanıldı. Ve işte bu gayeyle "devşirme" usulü Orhan Gazi tarafından kanunlaştırıldı./ İlk olarak 1000 Rum delikanlısı devşirilecektir./ Bunlardan herbirine, eski "Yaya"lar gibi günde 1 dirhem maaş verilecektir./ Devşirmeler süresiz olarak vazifede kalıp kışlalarda oturacaklar ve evlenemeyecekler. Sakat veya ihtiyar oluncaya kadar bu halleri devam edecek... Gösterecekleri yararlıklara göre lütuflandırılacaklar ve mesleklerinde ilerleyecekler.../ Bazı tarihçiler Orhan Gazi'nin devşirmecilik buluşunu dâhice bir keşif ve usul sayarlar. Onlara göre bu teşebbüs, mağluptan faydalanma ve kuvvet kazanma politikasındandır. (..) / Bu görüş belli başlı bir şart altında doğru, o şart yerine getirilemeyince de hatâların en kaatiliyle yanlıştır. Yabanca unsur ve kan, İslâm ve Türklük havanında dövülüp kendisinden tek istiklâl zerresi kalmamacasına bünyeleştirilmedikçe, elde edilecek netice, hayat değil ölümdür." (5)

     

    Ve Sultan Orhan Gazi bu yeni askerlerinden bir grubu yanına alarak Hacı Bektaş Velî Hazretleri'nin ziyaretine gidiyor, el öpüp duasını almak için:

     

    "Orhan Gazi, Besmeleyle sağ ayağını atarak içeriye girdi. Uzun, etraflı, derin ve içten bir konuşma...

     

    Orhan Gazi, Şeyhin ışık saçan yüzüne bakıp dedi:

     

    -Bu uzun yoldan, size, devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da, yeni teşkil ettiğimiz askerden bir kaçını aldım.

     

    -Dualarım sizinle... İnşaallah zahmetiniz boşa çıkmaz. Göreyim, beraber getirdiğiniz yeni askerleri...

     

    Dışarıya çıktılar. Orhan Gazi'nin işaretiyle, kılıkları ve edaları öbürlerinden ayrı, birarada duran bir kaç asker koşup Şeyh ile Sultanın karşısında saf bağladılar.

     

    Şeyh bunların yüzüne baktı:

     

    -Maşaallah!.. Ne güzel, ne civan kişiler!..

     

    Ve ilerleyip sağ elini bunlardan bir tanesinin başına koydu:

     

    -İsimleri "Yeniçeri" olsun... Allah yüzlerini ak, pazularını güçlü, kılıçlarını keskin, oklarını vurucu, kendilerini daima düşmana galip eylesin..." (6)

     

    Ve böyle başladı Yeniçerinin tarih içindeki inanılmaz macerası: İnanılmaz kahramanlıklarının ardından, inanılmaz alçaklıkları...

     

    İşte bu macera "olanca romaniyle ve son hortlamalariyle" tekmili birden Yeniçeri isimli eserde meraklılarını bekliyor...

     

     

     

    "Devşirme" usulü için küçük bir not...

     

    Bazı tarihçilerin devşirme usulü için "dâhice bir keşif" dediklerini yukarıda okuduk ya... Bu satırların ispatı olarak emperyalizmin bu usulü sonradan sömürge ve yarı sömürge olarak kullandıkları ülkelerde kendi şartlarına adapte ederek başarıyla kullandıklarını görüyoruz... Batı emperyalizmi fiilî askerî işgalin maddî ve manevî rizikolarından kurtulmak için o ülkeleri işgal etmek yerine o ülkenin siyasî, askerî, idarî kurumlarını kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn ederek bu kurumların başlarına o halktan "devşirdikleri" unsurları oturtup kullanarak becermişlerdir. Sömürge veya yarı sömürge durumundaki ülkelerde politikacı-halk, ordu-halk, aydın-halk zıtlık, çatışma ve düşmanlıkları, "devşirme usulü" anlaşılmadan doğru anlaşılamayacağını küçük bir not halinde belirttikten sonra Yeniçeri'ye dönüyoruz.

     

     

     

    Halkın bizzat tepelediği ve yok ettiği ilk ordu olarak Yeniçeri...

     

    Bir velînin mübarek duasiyle işe başlayan Yeniçeri, o duanın bereketi ile birlikte iman, ihlas, cihad şuuru, cesaret ve savaş tekniğini birleştirince savaşta zaferden zafere koşan zıpkın gibi bir ordu ortaya çıktı...

     

    Devlet o mübarek velînin işaretlediği muazzez şeriat yolundan sapmaya başlayınca da, velînin duasının bereketiyle birlikte devleti devlet, orduyu ordu, Yeniçeriyi Yeniçeri yapan diğer faktörler yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı. Yeniçeri'de ne iman kaldı ne ihlas, ne aşk kaldı ne vecd, ne ahlâk kaldı ne itaat ve disiplin, ne şecaat kaldı ne cesaret...

     

    Ve Yeniçeri öz yurdunun sefil, sefih, alçak ve kahpe işgalcisi haline geldi... Kendi halkına işgal ordularının bile yapmaya cesaret edemeyeceği zulümler yapmaya başladı... Devletinin otoritesine başkaldırıp bu otoriteyi kendine karşı işlemez hale getirmeyi başardığı gibi, kendi otoritesini devletine zor ve zorbalıkla kabul ettirmeyi de becerdi ve Yeniçeri ocağı eşkiya ocağı haline dönüştü...

     

    "Nasıl böyle oldu"nun cevabını bütün teferruatıyla bu eserde okuyacaksınız...

     

    Sultan Mahmud'a kadar kendi halk ve devletini esareti altına alan bu insafsız eşkiya ocağı, iyileştirme teşebbüslerini akim bıraka bıraka geldi. Ve sonunda sabır taşı çatladı:

     

    -"Sultana tahakküm yoliyle nizamı bozan ve fesada sebep olanlara şeriat bakımından ne yapmak gerektir?

     

    Cevap:

     

    -Siyaset kılıciyle boyunlarını vurmak..." (7)

     

    Halk kendi kesesinden beslediği ve vatanı korumak için eline silah emanet ettiği bu üniformalı zorbalara karşı ayaklandı. Şeyhülislâm fetvayı verdi. Yönetim diğer silahlı güçlerini toparlayarak halkla elele bu eşkiya ocağının üzerine yürüdü:

     

    "İstanbulu iki ses kaplamış bulunuyor:

     

    -Yeniçeri olan kazanın yanına gelsin!

     

    Müslüman olanlar 'Sancak-ı şerif' altına gelsin!

     

    Şüphesiz ki, sancak altına koşanlar kazana koşanlardan çok fazla..." (

     

    Sancak altında toplananlar yüzyılların biriktirdiği nefretle yürüdüler bu eşkiyalaşmış asker müsveddelerinin üzerine... Kışlalarına kadar kovaladılar, yakaladıklarının kellesini kopardılar ve kışlayı kuşattılar... Bir yandan top ateşi, bir yandan yağlı paçavralarla kışlayı ateşe verdiler... Tarihî kışla, içindeki eşkiyalaşmış asker müsveddeleriyle birlikte kül oldu. Bu hengâmeden kurtulanların boynunu da yakaladıkları yerde vurdular...

     

    Hem halk hem de yönetim derinden bir "oh" çekti...

     

    "Dünyada ilk teşkilatlı, meslekî orduyu" temsil eden Yeniçeriler bu ilkin yanında, sonları itibariyle de belki bir ilki gerçekleştirdiler: Bir halk belki de tarihte ilk defa kendi ordusunu kendi eliyle tepeledi, yok etti...

     

    Yeniçeri'nin külleri halkın sevinç naraları arasında tarihin derinliklerine doğru uçarken geride şu soruyu bırakıyordu:

     

    "Bu vaziyette ne yapmak lâzımdır? Kışlayı topa tutarak ve ateşe vererek Ocağı haşere yatağı temizlercesine kül etmek mi, yoksa bir kere ve tam ele geçirildikten sonra onun eski ruh temeli üzerine yeni bir bina çekmek yani, OCAĞI, İÇİNE GİRİP İNKILÂP ÇAPINDA BİR ISLAH VE TASFİYE İŞİNE TÂBİ KILMAK MI?

     

    Bu, tarihimizin en nazik suallerinden biridir." (9)

     

     

     

    Bu nazik soru ışığında, Yeniçeri'ye yapılan ne idi?..

     

    "Yeniçeriye yeniçerilik yapıldı; yani o, tam esir düştüğü anda asla tasfiye ve ıslahı düşünülemez ebedî bir suikast müessesesi farz edilerek bir haşere yuvası gibi ateşe verildi.

     

    Pencere ve kapılarda bir takım yeniçeri kafaları, çığlık çığlık bağırıyorlar:

     

    -Bizi böyle diri diri yakmayınız! Allah zulmedenlerden razı olmaz! Gelip bizi teslim alınız! Cezamız neyse veriniz! Ama kâfirlere bile edilmez muameleden koruyunuz bizi!" (10)

     

    Gözünü sevdiğimin ateşi nasıl da anında adam ediyor; yüzyılların adamlıktan çıkardıklarını bile... Kendi halkına kâfirlerin bile etmeyeceği alçaklıkları yapan eşkiya, ateşin hârını nazik teninde hissedince nasıl da dize geliyor!..

     

    Halkta yüzyılların nefreti vardı, Yeniçeride yüzyıllar içinde yaptığı eşkiyalığın pişmanlığı: Pişmanlık, son pişmanlıktı ve ne yazık ki fayda vermiyordu... Ateşse çoktan bacayı sarmıştı...

     

    Olan oldu...

     

    Ve bu fiilî yokedişi padişah fermanı hukukîleştirerek Yeniçeri Ocağı'nı resmen ve hukuken de ortadan kaldırdı. Bu fermandan bir kaç cümle:

     

    "Bütün Muhammed ümmetine malűmdur ki, bu yüce din ve devletin meydana gelişi ve ondan sonra Doğu ve Batıyı kuşatması, şeriat ölçüleri ve beraberindeki cihad kılıcı sayesinde olmuştur. HER ZAMAN DİN DÜŞMANLARINA KARŞI GELECEK İSLÂM ASKERİ VE İMAN GAZİLERİNİN VARLIĞI ŞARTTI. (..) /..(YENİÇERİ) DEVLETİN TÂLİM İÇİN ELİNE VERDİĞİ SİLAHLARI, TEREDDÜTSÜZCE DEVLET ALEYHİNE DÖNDÜREREK DEVLET REİSİNE KARŞI ÇIKMA AHLÂKSIZLIĞINA DÜŞMÜŞTÜR. BÜTÜN BU İŞLER DİN VE MEZHEP DIŞI İŞLER OLDUĞUNDAN (..) Mukaddes şeriat gereğince üzerlerine asker gönderilerek kışlaları yakılmış ve Allah kendilerini şeriat kılıcına uğratıp amellerinin cezasını bulmuşlardır." (11)

     

    Evet olan böyle oldu...

     

    "Peki ne yapılması gerekirdi" sorusunun cevabı ise sözkonusu eserde okuyucusunu bekliyor...

     

     

     

    Yeniçerinin maddesi ortadan kaldırıldı ama ya ruhu?..

     

    Yeniçeriye karşı bir kerelik yeniçeri olunmuş ve bu şekavet ocağının külleri, içindeki içindeki eşkiyalaşmış asker müsveddeleriyle birlikte halk tarafından havaya savrulmuştur ama o tarihten bu yana yeniçerilik ruhu başka kılık, başka isim, başka cisim ve başka edalarla hortlamaya devam etmiştir... Zira Yeniçeri içtimaî çöküşün sebebi değil sonuçlarındandır. Sebepler ortada dururken sonucun maddesinin ortadan kaldırılması onun ruhunu yoketmiyor, o ruhun başka cisim ve isimlerle içtimaî bünyeye tasallutunu sürdürüyor:

     

    "-Türkiye'de ne siyasî, ne idarî, ne içtimaî, ne iktisadî, ne askerî, ne ilmî mânâda tedavisi lâzım bir illet mevcuttur. Türkiye'de bütün illet ruhîdir, Türkiye devlet ölçüsiyle ruhî bir inhitat, ruh hastalığı (psikoz) geçirmektedir ve her sahada bir ihtilâl dâvet etmenin şartlarını son haddiyle geliştirmiş bulunmaktadır." (12)

     

    İllet (hastalık) ruhî oldu mu, tedaviye de "ruh"tan başlamak gerekiyor. Yanlış teşhis ve tedavi neticede hastayı tedavi etmek değil deneme tahtasına çevirmek oluyor ve ıstırabı dindirmek yerine arttırıyor, hastalığı kronikleştiriyor...

     

    O yüzden de Sultan Mahmud döneminde maddesi yokedilen yeniçerilik ruhu Osmanlı'nın yokedilmesine rağmen cemiyetin her sahasında başka isim ve cisimlerle, başka kılık ve üniformalarla halkın iflahını kesmeye devam ediyor...

     

    Yeniçeri'yi okumanın faydası burada; bu eser bize Yeniçerinin ruhunu kavratıyor... Bu ruhu kavradıktan sonra o hangi kılığa girerse girsin, hangi ismi alırsa alsın, hangi cisimle suretleşirse suretleşsin onu hemen tanıyorsunuz... Tanımakla kalmıyor, ona karşı Sultan Mahmud dönemi müslümanlarının yarım bıraktığı işi nasıl tamamlayabileceğinizi de öğreniyorsunuz ve görüyorsunuz ki; yeniçeriyi bütün tezahürleri içinde maddesi ve ruhuyla birlikte yoketmenin yolu "Dünya çapında bir inkılâp"tan geçiyor... Yoksa o eşkiyadan kurtuluş mümkün değil...

     

    O eskiden asker üniforması içinde idi ve tanımak çok kolaydı; şimdi ise her üniforma, her kılık, her yer ve yönden hortlayabilecek kadar ustalaşmış... Bazen mafyacı çakal suretinde, bazen batıcı aydın suretinde, bazen politikacı, bazen polis, bazen savcı, bazen hâkim, bazen tüccar, bazen sanayici, bazen bürokrat, bazen general, bazen gazeteci; eşkiyalaşmış yeniçeri ruhu her yeri, her yönü tutmuş vaziyette hep istiyor; haracını istiyor... Haraç olarak bazen can, bazen mal, bazen namus, bazen iman çoğu zaman da hepsini birden istiyor...

     

    Ondan kurtuluşun başlangıcı, onu tanımaktan geçiyor: Bunun için Yeniçeri'yi okuyun...

     

     

     

    Dipnotlar:

     

    1- Necip Fazıl Kısakürek, Olanca Romaniyle ve Son Hortlamalariyle Yeniçeri, Özbahar Yayınları, 1970, İstanbul.

     

    2- Age. Sh.3

     

    3- Age. Sh.3

     

    4- Age. Sh.3

     

    5- Age. Sh. 16-18

     

    6- Age. Sh. 15-16

     

    7- Age. Sh. 232

     

    8- Age. Sh. 315

     

    9- Age. Sh. 317-318

     

    10- Age. Sh. 318

     

    11- Age. Sh. 320-322

     

    12- Age. Sh. 361 (Bir İsviçre gazetesinden naklen)

     

     

    www.avharunyuksel.up.to


  11. news_a.jpg

     

     

    TUSİAD'IN PATRONUNA EFES PİLSEN TEPKİSİ

    Vakit gazetesinin gündeme getirdiği Efes Pilsen Biraullah şeklinde reklam yaptığı haberi büyük tepkiyle karşılandı...

    09.01.2006 00:01

     

     

    Bütün insanların Efes Pilsen birası içtiği iddiasıyla hazırlanarak dağıtılan bardak altlığında 'Dünya karması açıklandı' başlığı kullanılarak, dünya halklarını temsilen 'Birayevski, Biraienne, Biraviç, Biraçek, BİRAULLAH, Biramann, Birao, Birasonn, Don Birantes, Biraing ve Büyük Boy Efes' şeklinde reklam yapıldığı yönündeki haberimiz, büyük yankı uyandırdı.

     

    DİNLER: DİNDARLAR AŞAĞILANIYOR

     

    Tüketici Hakları Merkezi Başkan Yardımcısı Fatih Dinler, inançlı insanların rencide edildiğini ifade ederek, reklamın bir an önce kaldırılması gerektiğini belirtti. Dinler, 'Bu ifade, ülkemizin nüfusunun yüzde 99'unun Müslüman olduğu tüketiciler için bir ayıptır. İnancı rencide eden ayıplı bir reklamdır. Reklam Kurulu'na başvuracağız. İnançlı insanları rencide ettiği için, bir cezai işlem yapılmasını talep edeceğiz. Reklam Kurulu'nun hiçbir başvuruya ihtiyaç duymadan harekete geçmesi lazım. Ancak, biz Reklam Kurulu'nun harekete geçmesini beklemeden, gereken işlemler için başvuruda bulunacağız. Hiçbir reklam, inancı rencide edecek nitelikte olamaz' dedi.

    vakit1.jpg

    YILDIZ: BÜYÜK SAYGISIZLIK

     

    Müslümanlara karşı büyük bir saygısızlığın yapıldığını ifade eden Diyanet-Sen Başkanı Ahmet Yıldız, 'Yetkililerin harekete geçmesini bekliyoruz' diyerek, hukuki mücadele başlatacaklarını söyledi. Yıldız, şöyle konuştu: 'Allah lafzını, Allah'ın yasakladığı bir şeyde kullanmak, hem İslâm'a hem de bütün inananlara hakarettir. Bu bayram arefesinde böyle bir şeyle karşılaşmak, Müslümanları tahrik etmek anlamına gelir. Diyanet-Sen olarak suç duyurusunda bulunacağız. Müslümanlar hem aşağılanıyor hem de tahrik ediliyor. Allah lafzının bu şekilde kullanılması açıkça suçtur.'

     

    ERCAN: EFES PİLSEN ÖZÜR DİLESİN

     

    Mazlumder İstanbul Şube Başkanı Mustafa Ercan da, Efes Pilsen yetkililerini Müslümanlardan özür dilemeye çağırdı. Ercan, 'Tüketim adına her şeyi serbest gören ve tüm değerleri feda eden bir zihniyetin ürünü sergileniyor. Reklamın hoşgörü ve özgürlüklerle bağ kurulacak hiçbir tarafı yok. Kainatın yaratıcısı olan Allah'ın adının böyle çirkin bir şeye alet edilmesi, ahlâksızlık örneğidir. Bunu kabul etmek mümkün değil. Yasalara göre suç işlenmiştir. Mazlumder üyeleri, bireysel olarak suç duyurularını yapacaklar. Bu terbiyesizliği yapanlar özür dileyinceye kadar etkinliklerimizi sürdüreceğiz' diye konuştu.

     

    TELEFONLARINA TEPKİ YAĞIYOR

     

    Öte yandan; skandalı Vakit aracılığı ile öğrenen binlerce duyarlı vatandaşın, Özilhan'ın sahibi olduğu Anadolu Holding'in santral numarası olan (0216) 578 85 00'ı tepki yağmuruna tuttuğu, grubun (0216) 573 74 20 numaralı faksına protesto mesajları çektiği öğrenildi.

    haber10

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1541#1541


  12. İhsan Eliaçık

    16.01.06

     

    Ne Medeniyeti, ne İttifakı !?

     

    Ne işe yarar sizin bu imanınız ey dünyanın bütün dindarları! Şu dünyada zalim, vicdansız gidişata çaresi olamıyorsanız siz de kokmuşsunuz demektir.

     

     

    Dünyanın geldiği şu noktada "dinler arası diyaloga" veya "medeniyetler arası ittifaka" acaba ihtiyaç var mı? Bunlar bir tiyatroya, bir komediye dönüşmüş durumda değil mi sizce de?

     

    Çünkü eğer "buralardan" konuşuyorsanız din dediğiniz doğduğu topraklara gömülmüş, onun medeniyeti dediğiniz de geçip giden varsa İslâm'ın şu çiğnenmiş diyarından viran olmuş vaziyettedir.

     

    Yani ortada ilk doğduğu yıllardaki gibi ne esen bir ruh, ne dalgalanan bir heyecan, ne de bu ruh ve heyecanın ortaya çıkardığı medeniyet diye bir şey kalmamıştır.

     

    Tarihten çekilmiş bir dünya, yıkık damlar, viran olmuş evler, barut kokan semalar…

     

    Bilakis, olsa olsa kalıntıları turistik amaçla gezilen bir eski uygarlık, harabe olmuş iller, lal olmuş diller, terkedilmiş bir tarih, kalbura dönmüş bir coğrafya ve ashabı kehf gibi üç yüz yıl aradan sonra mağaralarından şehre inen ve modern gökdelenlerin arasında etrafına şaşkın şaşkın bakan, kaybolmuş bir çağın özlemi içindeki nostaljik kuşaklarından bahsedilebilir.

     

    Nerede bu ittifakın öbür tarafı?

     

    Siz yoksunuz, yok!

     

    ***

     

    Eğer diyalogsa bahis "en yakınından başlamak" gerekmiyor mu?

     

    Eğer ittifaksa mesele "Mu'minleri bırakıp gavurla dostluk kurmanın" adı değişti de haberimiz mi yok?

     

    "Zalime meyletmek" hiç duyulmamış bir şey midir?

     

    "Sırf güçlü ve zengin olduğu için bir adamın karşısında eğilenin dininin yarısı gider" diyen ne demek istemiş acaba?

     

    "Hakiki imana sahip birisi dünyaya meydan okuyabilir?" diyen, bunun siyasi manada ne anlama geleceğini hiç düşünmüş müdür acep?

     

    Bunlar tefsir derslerinde, ev sohbetlerinde, doçentlik tezlerinin dipnotlarında kaldı anlaşılan? Meydan-ı dünyaya çıkınca hepsi buhar olup uçtu? Bunlar şimdi değilse ne zaman, bugün değilse hangi gün lazım olacak?

     

    Görünmeyen bir "söz ve adalet" tanrısı göklere çekildi de, görünen bir "reel-politik" ve "konjöktür" tanrısı, yeryüzünde "tanrılığını" ilan edip kutlama yapıyor da biz mi uyuyoruz?

     

    Yoksa güneşe göç var da kalan biz miyiz?

     

    ***

     

    Siz ülke olarak kendi varoluş coğrafyanıza sırtınızı dünmüşsünüz. Uygarlık "Orada bir yerlerde" yaratılmış da hazır bizi bekliyormuş gibi başkalarının hazırına konmaya yönelmişsiniz. Kendi yıkık damlarınızı, ot basmış evlerinizi, viran olmuş illerinizi "Tövbeler olsun bir daha dönüp bakarsam" diye yemin billah terk etmişsiniz. Galipler otur demiş oturmuş kalk demiş kalkmışsınız.

     

    Hadi bunu "Elde kalanı kurtaralım" diye yaptınız diyelim. "Bir daha asla" demek de neyin nesi? Hangi tarih, hangi ontoloji bu hakkı verir bir ülkeye? Öyle kolay mı "Koşup gelerek uzak Asya'dan bir mızrak başı gibi Akdeniz'e uzanan" bir ülke olmak? Öyle kolay mı yeryüzünde bir "bayrak" dalgalandırmak? Öyle kolay mı "Korkma..!" diye başlayan bir bağımsızlık marşı "mırıldanıp" durmak?

     

    Adama sormazlar mı; "Medeniyetler arası ittifak ha? Birini anladık da, öteki nerede, öteki? Ortada tek dişi kalmış canavardan başka bir şey mi kaldı?

     

    ***

    Artık gözümüzü açalım ve şunu görelim;

     

    Şu kalpsizleşen dünyanın, şu vicdanı kurumuş çağın bu noktada hiç de diyaloğa ittifaka filan ihtiyacı yoktur. Böyle bir şey ontolojik olarak imkânsızdır, çünkü olayın öteki tarafı yok, ortada olanın da afakını çelik zırhlı duvar sarmış.

     

    Tam tersi, iyice donmaya yüz tütmüş insanlık vicdanının harekete geçmeye, uyanmaya, kükremeye ihtiyacı vardır. Sözün namusu, adalet, erdem, insaf, vicdan, sevgi ve merhamet kalmamış, ne ittifakı?

     

    Önce bunlar göçtü insanlıktan.

     

    Sonra da dünya o medeniyet denilen tek dişi kalmış canavara kaldı.

     

     

    ***

     

    Ne ittifakı?

     

    Dünyanın çivisi çıkmış?

     

    Kalpsiz dünyanın kalbi olan dinin bedeni doğduğu coğrafyaya gömülmüş, ruhu göklere hapsolmuş.

     

    Devletler acımasız, aydınlar ruhsuz, din adamları onursuz, insanlar duyarsız…

     

    Söz yalama olmuş, kurt kuzu postuna bürünmüş.

     

    Yan dairedeki bir ihtiyarın öldüğünden, komşusu kokusu yayılmaya başlayınca haberdar oluyor.

     

    İnsanlar birbirine selam vermiyor, kimse kimsenin yanında arkasını dönemiyor.

     

    İnsanların organları sökülüyor, bebekler kaçırılıyor.

     

    Çekirge sürüsü gibi dünyaya "nataşalar" yayılıyor.

     

    Yolda yürüyen Iraklı kız annesiyle birlikte dağa kaldırıyor.

     

    Geceler günah kokuyor, gündüzler haram.

     

    İçimizi ihtiras yakıyor, dışımızı intikam.

     

    Gömleği "arkasından yırtılan" bir Yusuf bulmak masal artık.

     

    İlk taşı atacak bir günahsız yok bu dünyada.

     

    Bunlar yoksa nedir yaşamak dediğiniz?

     

    "Devletlerarası işbirliği", "Uluslararası antlaşmalar", "Dinler arası diyalog", "Medeniyetler arası ittifak" vs. artık içi boş laflar.

     

    Yoldan geçen karısı ve kızı gözünün önünde bir manga işgalci asker tarafından dağa kaldıran adam için bunlar laf-ı güzaf artık. Diyalog, ittifak vs. bizzat kendisiyle diyaloğa ve ittifaka girilmek istenenler tarafından hem de dünyanın gözü önünde çiğnenip geçilmedi mi?

     

    Zorbalık ve tiranlık ne zaman uygarlık oldu?

     

    ***

    Artık bize "Erdemliler ittifakı" lâzım, büyük insanlık ülküleri lazım.

     

    "Dünyanın bütün erdemlileri, yeryüzünün bütün vicdan sahipleri birleşin!" diyen bir ses lazım.

     

    Dağa kaldırılan kızlarla, cesedi kokan ihtiyarlarla, açlıktan ölen bebeklerle aynı çağı paylaşıyoruz. En başta Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler, Hindular vs. olmak üzere bütün dindarlar, bütün insanlar bundan sorumludur.

     

    Ne işe yarar sizin bu imanınız ey dünyanın bütün dindarları! Şu dünyada zalim ölümlere, vicdansız ayrılıklara çaresi olamıyorsanız siz de kokmuşsunuz demektir. Dünyada işe yaramayan bir dindarlık ahirette ne işe yarar! Dünyada gözü kör olanın ahirette iki katı kördür demiyor mi Kur'an?

     

    Çok uzadı bu kış, çok. Bahar gelmez oldu…

     

    ***

     

    Bu ses zaman zaman insanlıkta duyulmaz olur.

     

    Fakat çok geçmez ıssız bir mağaradan, Sina dağının sağ yamacından, zeytin dağının eteklerinden, yaprakları dökülen bir incir ağacının altından sökün eder.

     

    İnsanlığın şu an bu sese şiddetle ihtiyacı var.

     

    Sadece bu sese değil bu sesin etrafında kenetlenmeye ve bunun için büyük yürüyüşler başlatmaya şiddetle ihtiyacı var.

     

    Bu sesin hem de en gür seda ile yankılanmasına ne kadar da muhtacız.

     

    İnsanlıkta olmayan bu, dünyayı kalpsizleştiren bu…

     

    Galipler düzen, istikrar, ittifak der durur.

     

    Mağluplar ise adalet ve devrim ister.

     

    İnsanlığın bilinen on bin yıllık diyalektiği bunun üzerine kuruludur.

     

    Mağdurlar, mağluplar, mazlumlar, ezilenler tarih boyunca olduğu gibi hep adalet aradı. Bunun için dünyanın kurulu düzenini korumaya değil değiştirmeye yöneldi. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandı. Umudu yaşattı, insanlık vicdanını diri tuttu.

     

    Bütün peygamberler bunu yaptı.

     

    Köhnemiş düzenleri korumak değildi amaçları, bilakis adalete dayalı yeni bir dünya kurmaktı. Bunun içindir ki statükoların değil sokakların sesi oldular. İnsanlık vicdanının sıkıştığı yerde saf bir yürek temizliği içinde vicdanı ve merhameti harekete geçirdiler. İnsanlığın donmuş dimağını açtılar, zalim ayrılıklara son verdiler, vicdansız kıyımlara mani oldular. Kanlı sarayları sarstılar. Sözün ve adaletin dile gelen soylu sesi oldular. "Âlemlere rahmet için geldiler" yani "İnsanlıkta sevgi ve merhameti yaymaktı" görevleri…

     

    Vicdanların kanatıldığı yerde medeniyet, ittifak lafları bir işe yaramaz. İşe kökten başlamak gerekir. İnsanlığa özünü hatırlatacak, titreyip kendine döndürecek bir büyük "zikr" (hatırlatma, sarsma) lazımdır. Çünkü et kokmuş dahası tuz da kokmuştur.

     

    Bu durumda protokol sıralarından iş çıkmaz. Çünkü hepsi de boğazına kadar batağın içindedir. Bu sesin sokaklardan, mağaralardan, zeytin dağının eteklerinden, Tur-i Sina'nın yamaçlarından, incir ağacının altlarından gelmesi lazımdır.

     

    Bu sesin peşine düşmeliyiz.

     

    Birer İbrahim, Musa, İsa, Muhammed olmalıyız.

     

    Çünkü dünyayı Nemrutlar doldurmuşsa her doğan çocuk bir İbrahim, şehirleri kanlı Firavun sarayları sarmışsa her doğan çocuk bir Musa, din adamları Roma'ya yurdunu satmaya başlamışsa her doğan çocuk bir İsa, kız çocukları diri diri gömülmeye başlamışsa her doğan çocuk bir Muhammed'dir…

     

    Analar çocuk doğurmaya devam ediyorsa "Zamanın Sahibi" insanlıktan ümidini kesmemiş demektir.

     

    Büyük şair 1913 yılında bu sesi görmüş;

     

    "Gökten inmez bir şey bütün yerden taşar

    Kendi ahlakı ile bir millet ölür yahut yaşar"

     

     

     

    [email protected]

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1504#1504


  13. Ebu Gureyp'in meşhur işkence kurbanı konuştu

     

    Ebu Gureyp'te çekilen o meşhur fotoğraftaki başına geçirilmiş çuvalla vücuduna elektrik verilen Iraklı, yaşadıklarını Kanal7 Dış Haberler Müdürü Sefer Turan'a anlattı,

    18 Ocak 2006 09:00

    12rop3.jpg

    Irak savaşının simgelerinden biri o. Amerika'nın demokrasi başlığı altında götürdüğü acının resmi. 46 yaşında 4 çocuk babası bir adam. Ebu Gureyp'te çekilen o meşhur fotoğraftaki başına geçirilmiş çuvalla vücuduna elektrik verilen adam o. O, Hacı Ali Kaysi.

    Sefer TURAN

     

    Üzerinde Arapların ve özellikle de Iraklıların giydiği siyah renkli bir abaya var. Sol eli devamlı abasının altında dolaşıyor. Çünkü onu kullanamıyor. Önce bir kaza, ardından Amerikan askerlerinin elektrikli işkencesi ve postalları ile ezmeleri sonunda sakat kalmış. İşkencenin her türlüsünü çekmiş. Şimdi de kendini işkence mağdurlarının dertlerini dindirmeye adamış. Bir sivil toplum örgütü kurarak "Şiddet'e hayır" kampanyalarına katılıyor.

     

    Amerikan İşgali Mahkumları Derneğinin kurucusu Hacı Ali yaşadıklarını ilk defa bu kadar detaylı anlattı. Bir tek amacı var: Irak'lılar insan gibi yaşasın. Irak'taki hapishanelerde işkence dursun.

     

    Ebu Gureyb'ten önce ne yapıyordunuz?

     

    Irak'ta İslam Hukuku okudum. Bağdat ve özellikle de Ebu Gureyb bölgesindeki kırsal alanda, camilerde vaazlik yaptım.

     

    Neden ve nasıl tutuklandınız?

     

    Bir gün camiye gidiyordum. Aniden karşıma tanklar ve Hummer jipleri çıktı. Beni durdurdular, ellerinde bana ait fotoğraf vardı. Öylece tutukladılar. Amiriye bölgesindeki askeri hapishanelerden birine götürdüler.

     

    Hapishanede neler oldu?

     

    Amiriye'de iki gün kaldım. Biri geldi: Kendini bana kaptan Filipe veya Fili olarak tanıttı. Kendisi ile tercüman vasıtasıyla konuştuk. Bu arada aileme tutuklandığımın haberi ulaşmıştı. Kaptan Filipe, bana, "Bizim seninle özel bir işimiz yok; ama seni başkaları istiyor" dedi. Dışarıda beni tanıyanların kapıya yığıldığını söyledi. Ardından da "Seni bir başka yere götüreceğiz" dedi ve ertesi gün Ebu Gureyb'e götürdüler. Yolda Kafama çuval geçirdiler. Etrafımda 7-8 tane asker vardı. Beni yere yatırdılar, ayaklarını üzerime koydular. Bu arada önden ve arkadan tank ve askeri araç sesleri geliyordu ve böylece Ebu Gureyb'e ulaştık. İlk anda orasının Ebu Gureyb olduğunu anlamadım. Bizi sıra halinde dizdiler. Sırayla yerde süründürüyorlardı. O arada yanımdakilerden birinden Ebu Gureyb'te olduğumuzu öğrendim.

     

     

    Ebu Gureyb'te neler oldu, göremediğimiz?

     

    Aslında Ebu Gureyb'e atılmak, insan için onur kırıcı bir durumdur. Benim konumum şuydu: Ben bir hapishaneden bir başka hapishaneye soruşturma amacıyla nakloldum. Ama orada gördüm ki, asıl amaçları soruşturma değil, bizi aşağılamak. Çünkü çok kötü şartlarda bizi bir odaya aldılar. Vücudumuzun hassas bölgelerini kontrol ettiler. İlk soruşturmada, bizi bir yere oturttular ve mütercim vasıtasıyla sorular yönelttiler. Daha soru bile sormadan bir dizi suçlamalarda bulundular. İlk soru şu oldu: "Sen Sünni misin, Şii mi?" Çok şaşırdım. Mütercime dedim ki; Irak'ta böyle bir soru ile ilk kez karşılaşıyorum. Çünkü Irak'ta nikah töreninde bile kişiye, mezhebi sorulmaz. Ben elimi gösterdim. Elime ameliyat yapılmıştı. Bana direnişçi misin dediler. Ve arkasında bir dizi suçlamada bulundular. En son olarak bana "Yahudi düşmanı mısın" dediler. Bu soru da çok garipti.

     

    İşkenceler nasıl gerçekleşti?

     

    İşkence odasına girince kafamdan çuvalı çıkardılar. Karşımda aralarında kadın askerlerin de olduğu 10-12 asker vardı. Her birinin elinde fotoğraf makinesi vardı. Ben bu odaya üç defa girdim, 5 defa elektrik verildi. En zor durumların birinde dilimi ısırdım. Ağzımdan kanlar akmaya başladı. Çünkü çuvalın içinden aşağı doğru kan sızıyordu. İşkence sırasında gözlerim yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Çuvalın arkasından patlayan flaş ışıklarını az da olsa görünüyordu. O kadar çok fotoğraf çekiyorlardı ki. Üstelik kahkahalar arasında. Uzun süren bu soruşturma celselerinin asıl amacının soruşturma olmadığını düşünüyorum. Buraya mümkün olduğu kadar çok sayıda Irak'lı getiriyorlar, onları böylece aşağılıyorlardı. Hapishanede herkese bir lakap takmışlardı. Bana Colin Powell diyorlardı.

     

    Peki tecavüz?

     

    İnsanlar ailelerinin önünde küçük düşürüldü. Kadın askerle cinsel birleşmeyi reddettiği için kadın asker, yanındaki suni ile adama tecavüz etti! Kadınlara kocalarının önünde tecavüz ettiler. Kadınlarının önünde erkeklere tecavüz ettiler. Kadınlarla aramızda 9 metre mesafe vardı. Tecavüze uğruyorken bizden yardım istediler. Ama hiçbir şey yapamadık. Çünkü hücrelerdeydik. (Hacı Ali burada ağlayarak ara veriyor) Kadınların çığlıklarını duyuyorduk. Hücrelerimizde çırılçıplaktık. Onlar için hiçbir şey yapamıyorduk. Sadece "Allah u Ekber" diye bağırdık. Elimizden başka birşey gelmiyordu. Hücredeydik.

     

    HAHAMLAR SORGULADI

     

    Peki, o malum fotoğrafınıza gelelim. Nasıl bir işkence gördünüz, o fotoğraf nasıl çekildi?

     

    Ebu Gureyb'de İlk 15 günün 4 gününe; "tören günleri" diyorlar. 4 günde boğazımdan içeri hiçbir şey girmedi.15 gün boyunca çırılçıplaktım. Ama, aynı mekanda üç ay boyunca çırılçıplak duranlar vardı. Mesela: Mahmudiye'de ki Muhammedül Emin Camii imamı Seyh Ebu Cibril gibi. Ebu Gureyb'teki en zor günlerim ilk 4 gün ve fotoğrafımın çekildiği o elektrikli işkence günleri oldu. İlk dört günde bize çok çok kötü davranıldı. Arapça "İdam idam" sesleri geliyordu, arkasından da kurşun sesleri. Çıplak bedenimize, çok çirkin sözler yazdılar. 4 gün boyunca hiçbir şey yemedik. Ondan önce de oruçluydum. Çünkü beni, iftara 5 dakika kala oraya götürdüler. Yani tam 5 gün boyunca susuz ve yemeksiz kaldım. Sorgucu, bize: "Ben Gazze'de, Batı Şeria'da ve Nekab çölünde sorgulamalar yaptım" diye tanıttı kendini.

     

    Bir defasında beni, Şeyh Hamid ve Şeyh Halil'i soruşturmaya aldılar. Kafamızdan çuvalı çıkardılar. Sorgucunun kafasında küçük bir takke vardı. Sonradan öğrendik ki Haham dedikleri biriymiş.

     

    Hapishanede 6 ay kaldım. Bunun 60 günü hücrede geçti. 1- 1,5 metre genişliğinde bir yer. Işık yok. Gece gündüz fark etmiyor. Irak' ta bugün kanun diye bir şey yok. Kişinin tutuklanması da serbest bırakılması da çoğu zaman tesadüflere kalmış.

     

    haber7

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1479#1479


  14. Haşmet Babaoğlu

    (04.01.2006)

    Mideler patlamak üzere, ruhlarımız doymuyor

     

     

     

     

    İddiasız, orta halli bir restorandayız.

     

    Hoş sohbet dostlar ortamı güzelleştiriyor. Asıl tat yemeklerde değil, sözlerin nakışlanmasında...

     

    Ama o da ne!

     

    Masanın üstü doldukça doluyor. Neredeyse 30-40 çeşit meze; başlangıç, ara sıcak, ara soğuk vesaire masada kendine yer bulmaya çalışıyor. Hiç değilse, "ana sıcak" bir çeşit olur sanıyorsanız, yanılıyorsunuz! Onların da biri bitiyor, öteki geliyor.

     

    Sanki "göz doyurma" veya "iştah ve israf" konulu bir belgeselin çekimine katılmışız da haberimiz yok!

     

    Kısa sürede kendimize gelip birbirimize bakıyoruz.

     

    Bazılarımız "ne bu yahu, çoğuna çatalımı bile sürmem, yazık!" diyor.

     

    Yine de kimse şefe "dur, ne yapıyorsun" demiyor. Zaten şef kararlı: "Herkes böyle beğeniyor, böyle istiyor" havasında.

     

    Düşünüyorum da, gerçekten durum bu artık!

     

     

     

    ***

     

    Zenginlere has seçkin restoranlar tepsi büyüklüğünde tabakların bir köşesine kondurulmuş tenis topu boyutunda yiyeceklere tonla para ödeyen müşterilerini ağırlarken, orta halli mekânlarda "büyük tıkınma" seansları düzenleniyor artık!

     

    O seçkin restoranlarda küçücük bir tostun üzerine sürülmüş balık ve karides ezmesini damağında dolaştırıp doymuş gibi yapan hali vakti ve cismi yerinde beyler, mutfağı İtalyan, atmosferi samimi bir restoranda "başlangıçlar"ın ardından hem pizzayı hem de makarnayı mideye indiriveriyorlar.

     

    Öylesine yaman bir çelişki hani!

     

    O kadar mı?

     

    Bir yandan da aklımızı kilolarımızla bozmamız var tabii. (Apartman aidatını, elektrik faturasını, çocuğunun okul taksidini ödemeyi erteleyip zayıflamak için egzersiz kursuna veya diyetisyene para yatıranlar biliyorum.)

     

    Hem kilo almaktan ölümüne korkuyoruz hem de sıradan bir kebapçıda bile "başlangıçlar" tepsisi gelince, garsona neredeyse otomatik biçimde "koy, koy, ondan da getir" demeye başlıyoruz. Oysa, üstüne bir de kebaba "yer açmak" gerek!

     

    Mideler patlayacak gibi olsa da ruhlar doymuyor!..

     

    Normal mi bu halimiz?

     

    Bence değil!

     

    Yemeğin evlerde yendiği dönemlerde sofradan doymadan kalkmayı erdem sayan bir toplumduk.

     

    Sonra dışarda yemeğe çıkmaya, "dışardaki" lezzetlerin tadına varmaya başladık! İyi oldu, güzel oldu, renk geldi hayatımıza!

     

    Fakat tam orada dağıttık, sanırım!

     

    Tatmak yerini tıkınmaya; muhabbetle paylaşmak yerini ne var ne yoksa tüketmeye bıraktı.

     

     

    ***

     

    Geçenlerde Fatma K. Barbarosoğlu o kendine özgü incelikli üslubuyla tesettürlü mütedeyyin hanımların bir kabul günü sofrasını anlatıyordu. (Yeni Şafak, 13.12.05)

     

    Bu yeni ve ortak yeme-tüketme-tıkınma kültürünün varlığını aynı şiddette o ortamlarda da sürdürdüğünü anladım.

     

    Barbarosoğlu'nun "sanki en iştahlı, en çok yiyen kadın olma yarışması var masanın etrafında" diyerek resmettiği bu tablonun dışında gümüş renkli saçlı, 70 yaşlarında zarif ve zayıf bir hanımefendi dikkat çekiyormuş.

     

    Sonrasını değerli yazarın affına sığınarak özetlemek istiyorum.

     

    Masadan kalkıldığı sırada kurabiyeleri, poğaçaları dörder dörder götüren gençler bu hanımın yanına gidip "inceliğiniz genetik mirasınız herhalde" deyip, bir de "sizin yaşınızda insanın iştahı kesiliyor" yorumunu yapmazlar mı!

     

    Hanımefendi bunun üzerine mesela patlıcan kızartmasının ne nefis, ne sevilesi bir şey olduğunu, sarmısaklı domatesli sosuna banılan ekmeğin lezzetini anlatmış.

     

    İştahlar yine kabarmış ki... "İşte efendim, ben 30 yıl var ki, neredeyse soslu patlıcan kızartması yemedim" demiş yaşlı ve zarif hanımefendi. Eklemiş: "Rahmetli pederim sofraya gelen nimeti küstürmemek için sadece tadına bakardı, bizi de öyle alıştırdı."

     

    Fatma K. Barbarosoğlu o anda tablonun nasıl değiştiğini şöyle dile getiriyordu yazısında...

     

    "Bol soslu patlıcan kızartmasıyla ince ve dinamik kalmanın yöntemlerini beklerken, 'doymadan sofradan kalkma' ilkesinin hatırlatılması hepsinin canını sıktı.

     

    Doymadan kalkmak değil, ölümüne doyup ince kalmak istiyordu hepsi!"

     

     

    ***

     

    Bu yazıya başlamadan önce internete girdim ve Google'a "doymadan sofradan kalkmak" yazıp "ara" komutu verdim. Çıkan verilerin hemen hepsi bedenen sağlıklı olmak üzerineydi.

     

    Bu kadarcık mı peki?

     

    Hiç sanmam.

     

    İnsanlığın büyük geleneklerinin midemizle ruhumuz arasında kurduğu bağ bu kadar mı çabuk unutuldu?

     

    Az yemekle "çok insan" olmak arasında dolaysız bir ilişkiden söz ederdi ninelerimiz...

     

    Yiyeceğin tadını çıkartıp şükretmekle açgözlü israf arasında uçurum olduğunu anlatırlardı.

     

    Yanılıyorlar mıydı?

    VATAN

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?p=1286#1286

    • Like 2

  15. images7gm1.jpg

     

     

     

    Resul-ü Ekrem'e Hasret/ S. Ahmed Arvasî*

     

    Kavurucu bir yaz mevsiminin ramazanında, susuzluktan dudakları kurumuş bir müminin iftar saatini bekleyişinden, hayır hayır derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir hasret içindeyiz.

     

    İnsan kainatın hülâsası, sen ise bu hülasânın ruhusun. Sen yaratılmasa idin, âlem yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Allah seni varlığın ve değerlerin merkezi olarak yarattı. Varlık seninle manalandı.

     

    Bu ‘dünya’ seninle şereflendi. Şimdi, o senin mübarek toprağını bağrında taşıdığı için, fezada şevkle dolaşmaktadır. Yaratıkların en aşağısı olan toprak bile, seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, ‘Sûr üfürüldüğü zaman’ tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakla ‘mükerrem’ ve ‘münevver’ oldular.

     

    Sen dünyamıza doğmadan önce, kızgın kumlara diri diri gömülen genç kızların çığlıkları, vicdanları yakmıyordu. Burnu halkalı ve alnı damgalı köleler ümitsizdi. Kadınlar kocalarına, kocalarıda Lat’a, Uzza’ya, Hübel’e secde ediyorlardı. Fuhuş, kumar, faiz, ihtikar, kan ve zulüm o dereceye varmıştı ki, zayıflar evlerine ‘ehl-i kitap’ dağ başlarına ve ıssız vadilere sığınmışlardı. Zalimler ve şerefsizler, bütün makam ve mevkileri işgal etmiş ve şerefli insanlar yerlerde sürünüyorlardı.

     

    Sen geldin, çığlıklar bitti, göz yaşları dindi, köleler hür oldu, kadınlar yüceldi, erkekler ‘sahte tanrıları’ kırdılar, iffet, helal kazanç ve kardeşlik yeniden doğdu. Hak, adalet, şefkat ‘devlet’ oldu. Mazlumlar, mağdurlar kuvvetlendiler. Zalimler, gaddarlar alçaldılar, kahroldular. Garipler, sahipsizler, kimsesizler sende ve senin aziz kadronda sevgi, yakınlık ve kardeşlik buldular. Güçsüzler senin meclisinde güçlendiler, kendilerinde güç vehmedenler, ‘Hakk’ın karşısında’ el bağladılar. Mazlumlar senin şefkat ve merhametinde huzur ve tevazu buldular, zalimler senin heybetinle titrediler. Tebessümün, kimsesizlere cesaret verirken, mübarek alnında kabaran damarların zalimlerin ödünü koparıyordu.

     

    Sen, irtihalimden sonra ‘bana selam gönderin, onu bana ulaştırırlar’ diye buyurmuştun. Sana, ‘yağmur taneleri sayısınca’, ‘ağaçlardaki yapraklar miktarınca, denizlerdeki ve okyanuslardaki su damlaları kadar’ selam sunuyoruz, bizim sevgili kurtarıcımız. Sana ne kadar muhtaç olduğumuzu biliyorsun. Sen ‘alemlere rahmet olarak’ gönderilensin, bizi terketme. ‘İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi kahreder misin?’ diyerek Allah’a yönelmeyi bize sen öğretmedin mi? Bu mübarek ramazan gündüzlerinde ve gecelerinde Allah’a el açarak göz yaşları ile yalvaran müminlere, ötede olduğu gibi burada da şefaatçı ol. ‘İçimizdeki beyinsizler yüzünden’ Allah’ın bizleri de zelil ve rüsvay etmesini, kahr ve perişan etmesini istemiyoruz.

     

    Biz de Şair Nizami ile birlikte şöyle sesleniyoruz:

     

    Ey Medine'nin gömleğini, Mekke'nin peçesini taşıyan güzel,

    Güneş daha ne kadar gölgede kalacak?

    Ay isen bize ışığından bir hüzme gönder.

    Gül isen bize bağından bir koku getir.

    Yolunu bekleyenlerin canları dudaklarına geldi, feryat elinden.

    Ey feryatlara yetişen sevgili, atını başka diyarlara da sür

    .................................

    Bu şeytanların üzerine ya bir << Ömer >> gönder,

    Yahut, bu savaş meydanına bir << Ali >> yolla

    .................................

    Bizden ayrılığın yetişir, ulu günler yaklaştı, meclise koş.

     

    *Vefat yıldönümünde Allah'tan rahmet diliyorum...

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewforum.php?f=11


  16. ÜSTAD NECİP FAZIL 100 YAŞINDA

    “Fakat Siz Hâlâ Büyümemişsiniz!..”

    Gülçin Şenel

     

    Bildiğiniz üzere, geçen yıl, Üstad Necip Fazıl’ın 100. doğum yılı olması hasebiyle, “Necip Fazıl Yılı” ilân edildi. Çeşitli faaliyetler düzenlenerek, Üstad Necip Fazıl yâdedildi-ediliyor. Faaliyetler şöyleydi-böyleydi ayrı mevzu... Bizim asıl dikkatimizi çeken, birtakım çevrelerin, bundan rahatsızlığı... Birileri, “Necip Fazıl Yılı”nı fısat bilip, bu toprakların en büyük mütefekkirlerinden Necip Fazıl’a, çalakalem çamur atma telâşı içinde...

    Bir insanı tanımak, onun yüz hatlarını, vücut ölçülerini, dışyüz hayat çizgilerini bilmek midir; yoksa onun mücadelesini, ideallerini, hayat ölçülerini anlamak mıdır? Ancak, ne yazık ki, “fikir namusu”ndan habersizler, hâlâ Üstad Necip Fazıl’ı tanımıyorlar; tanımadıkları gibi, onun dışyüz hayat çizgilerine bakıp, orada “takılı” kalıyorlar.

    İnkılâbçı bir ideal ve dava adamı, gerekirse Napolyon gibi arabacı kılığına girip şehrin içinden sessizce süzülür, İstanbul Fatih’i gibi gemileri karanın üzerinden yürütür; Tarık Bin Ziyad gibi geri dönmemek üzere “gemileri yakar”; velhasıl olmazları “olur”, olurları “olmaz” yapar!..

    Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu davası ve ideali için, dünya üzerinde yaşamış her dava adamı gibi, hayatı boyunca karşısına çıkan herşeyi, herkesi ve her fırsatı, davası lehine verimlendirmeye çalışmış, bu uğurda, bugün her biri siyasetin köşebaşlarını tutmuş, veya bu dünyadan göçmüş pekçok siyaset, fikir ve sanat adamına lâf anlatmış, (Menderes’ten Özal’a, Erbakan’dan Türkeş’e v.s.) akıl vermiş, her seferinde sükut-u hayâle uğramış, hayatının önemli bir bölümü mahkemelerde, hapishanelerde geçmiş, ama ölene kadar mücadele etmekten, üretmekten, düşünmekten, eser vermekten vazgeçmemiş, çilekeş bir fikir adamıdır. Yüzlerce eser kaleme almış, yıllarca Büyük Doğu dergilerini, gerekirse tek başına, zindan-karakol-mahkeme üçgeninde ömrünü fedâ ederek, eşyalarını satarak, matbaalarda sabahlayarak çıkarmıştır. O’nun yüzüne baktığı, etki ve etiket sahibi kıldığı pekçok kişi, çoğu zaman O’nun en şiddetli tenkidlerine maruz kalmıştır...

    ***

    Şimdilerde alâkalı-alâkasız bir sürü tip, Necip Fazıl’ı “tanıyorum” veya “tanıtıyorum” havasında makale çırpıştırıyor. Geçtiğimiz günlerde, değerli bir ağabeyimizin bize gönderdiği makalenin çırpıştırıcısı da bunlardan biri. Üstad Necib Fazıl’ı “tanıyalım” yollu kaleme alınmış, “şununla görüştü, bununla konuştu, onunla da sohbet etti” şeklinde dedikoduvâri bir uslûpla sürdürülmüş, üstelik onun “kadın telâkkisi”ne de değinmiş(!), bir acayip yazı... Anladığımız, “Pazartesi” isimli “kadın” dergisinde yayınlanmış olması. Anlamadığımız, bu dergilerin ve gazetelerin, bu tür kuru-sıkı atmasyon yazılara niçin yer verdiği? Aralarında nitelikli, entellektüel, aklı başında yazar mı yok, yoksa “belden aşağı vuralım, reytingimiz artsın!” türü “Televole” mantığı mı?

    Makaleyi kaleme alan kişi-dişi, yazdıklarından anladığımız kadarıyla, Üstad Necip Fazıl’ın “Aynadaki Yalan” romanındaki “Mine” karakterinin tıpkıbasımı. Mine’nin dilinde hangi “klişe” varsa, bunda da var: “Sağcı”, “softa”, “Şeriatçı kalemşör”, “beyzade”, “şımarık oğul”, “şehirli vaiz”... Makaleyi okurken, doğrusu epey eğlendik. Üstad’ın yıllar öncesinden çizdiği “solcu kız Mine” tipinin bugün yaşayan bir numûnesini görmek de bizi şaşırtmadı desek yalan olur... Ve Mine’nin hâlâ “büyümediğini” görmek de!..

    Bir kişiyi, bir durumu, bir hâdiseyi değerlendirirken, öncelikle yapılması gereken şey nedir? O kişiyle beraber onun davranışlarına anlam ve değer veren “dünya görüşü”nü, durumu, hadiseyi “bilmek”tir. Sonra o hâdiseyi, durumu, kişiyi, kendi zaviyenden, kendi dünya görüşün bakımından, bulunduğun noktadan değerlendirmek, yanlışını-doğrusunu ortaya koymaktır.

    Şimdi bu kızcağız anlaşıldığı kadarı ile “solcu”. Üstad’ı tanımıyor. Eserlerini okumamış. Bunu, “iktibas” yaptığı kaynaklara bakarak kolayca anlayabiliyoruz: (“(1) Büyük Doğuya Doğru / İdeolocya Örgüsü /Hilal yayınları 1959. (2) Akt. Yalçın Küçük / Aydın Üzerine Tezler, Cilt 5”)

    Peki ne yapmış? “Madem bu yıl “Necip Fazıl Yılı” ilan edildi, öyleyse, Necip Fazıl’ı biraz tanıyalım” demiş ve başlamış yazmaya. Anlaşıldığı kadarıyla, Üstad Necip Fazıl hakkında araştırmasını “internet” üzerinden gerçekleştirmiş. Kafamızda şöyle bir tablo canlanıyor: Bu kızcağız, “Necip Fazıl” hakkında yazmaya karar vermiş. İnternette “Google” arama motorunu açmış, “Necip Fazıl” yazmış ve “tık”lamış “ara” tuşuna. Açılan sayfalardan derlediği birkaç bilgiyi birleştirmiş, ortaya, bu “ne dediği”, “neyi savunduğu” belli olmayan yazı çıkmış... Aklı başında bir editörün yayınlamaktan imtina edeceği bu yazıyı, mezkur derginin editörü, aklı başında değilmiş ki, yayınlamış... Şimdi bu kızcağıza yüklenmenin veya ona Necip Fazıl’ı anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok. Belli ki, cahil; bu yüzden de “cesurluk” yapmış... “Solcu kıza” sadece şöyle bir iyilikte bulunabiliriz: Madem, Üstad Necip Fazıl’ın “kadın telakkisine” değinerek, bizim üzerinde bir nebze kalem oynattığımız, az çok kafa yorduğumuz sahaya da girmiş, öyleyse, “Solcu Kız”ın anlayabileceği dilden, bir çift kelâm edelim...

    Diyor ki, çok önemli bir buluşa(!) imza atmış bir edayla: “Necip Fazıl’ın kadınlar için tek önerisi var, o da şeriat!..”

    Mücerret fikir namusu açısından soralım: Peki “solcu kız” ne bekliyordu? “İslâmi dünya görüşünü-Büyük Doğu’yu” örgüleştirmiş, insan ve toplum ilişkisini, kadını, erkeği, aileyi velhasıl cemiyeti “en ideal” seviyesine yükseltmek için mücadele etmiş, ömrünü vermiş, ardında yüzlerce eser bırakmış bir Mütefekkirin; “kadınlıktan çıkmış”, “dişiliği azdırılmış”, “erkekleri peşinden koşturan”, varlığını orasını burasını “göstermek”te bulan, hürriyetten “nerde akşam, orda sabah”ı anlayan bir kadın portresi çizmesini mi bekliyordu? Elbette, Necip Fazıl, kadını, bir “meta”, bir “sirk cambazı”, bir “vahşi dişi”ye çeviren hastalıklı kadın anlayışından kurtarmak için, “tek yol şeriat” diyecektir. Elbette ona, “anneliği”, “hatunluğu”, “gönül sultanlığını” tavsiye edecektir.

    Bugün kadını, annelikten, ev hanımlığından, gönül sultanlığından çıkarıp, “ebedî güzellik ve gençlik” peşinde koşan bir tuhaf yaratığa dönüştürmeye çalışan; yazılı ve görüntülü basını ile sürekli bunu pompalayan; hiçbir ahlâkî ilke tanımayan, toplumu çöküşe sürükleyen; bunun adına da “batılılaşma, medenileşme” diyenlerdenseniz, zaten Necip Fazıl’dan fersah fersah uzakta durmalısınız.

    Biz, dünyadaki her varlığın “yaradılış maksadı”nı gözetir, niçin dünyada “mekan” işgal ettiğini araştırır ve her varlığın, varoluş gayesine uygun hayat sürmesini herşeyin üstünde tutarız. Bir meyve ağacından, meyve vermesini bekleriz. Bunun için bakımını yapar, suyunu verir, aşısını yapar, onun meyve vermesini sağlayacak her şartı yerine getiririz. Meyve ağacının, “meyve vermiyorum” deme hürriyeti sizce ne kadar “tabiî”dir dostlar?

    O halde kadınların herşeyden evvel “anne” olarak yetiştirilmesi gerektiği neden anlaşılmıyor? 80-90 yıllık tecrübe, kadını “anne” vasfının dışında değerlendirmenin feci neticeleri ile dolu değil mi? Liseli kızların, okul tuvaletlerinde çocuk düşürdüğü, evlenmeden anne olduğu bir hayatı tasdik ediyorsanız, o başka mesele!..

    Erkek ve kadın da bu dünyada “varoluş gayelerini” yerine getirmekle mükellef değil midir? Bir erkeğin “çocuk” doğurma imkanı var mıdır? Kadında, onu güzel ve farklı kılan tüm uzuvları niçin vardır? Elbette onun “anne” olarak, varoluş gayesini yerine getirmesi için. Başka bir sebeb? Seks mi?.. Ne kadar açık konuşuyoruz değil mi?

    Bilmiyorsanız söyleyelim: bir insan evladı, solcu da olsa, bir “anneden” dünyaya gelir. Ve o “annenin” “varlığı”, sadece İslâm’da tasdik ve takdir görür: “Cennet annelerin ayağı altındadır.” Ve “ana hakkı”, ömür boyu çalışılsa bile ödenemeyecek bir “kul hakkı” olarak telakki edilir.

    Başka ne diyor?

    «“Necip Fazıl, kadınların çalışmasına karşı değildir, kadınların birinci dalga feminizmin etkisiyle gelişen bilincine ise, karşıdır: "İslami inkılâbın kadınlarından yüzde yüz İslami çerçeve içinde ve bilhassa kendi cinsini yetiştiricilik vazifesiyle muallim, doktor, hasta bakıcı, muharrir, sanatçı, alim, kâşif çıkacak ve bilhassa fahişe çıkmayacak, bar artisti çıkmayacak, sarhoş şarkıcı çıkmayacak, göbek atıcı çıkmayacak ve nihayet başı boş işçi ve memur yaftası altında cinsiyetini azmanlığa götürmüş pis ve yırtık nevilerinden hiçbiri çıkmayacaktır." Bu pis ve yırtık neviler, tahmin edeceğiniz gibi haklarını arayan kadınlardır. Necip Fazıl, ağzına hiçbir zaman kadın hakları kelimesini almamış, her zaman Tanzimat'a ve Kemalizm'in kadınlarına olan nefretini ifade etmiştir. Eşitlik peşinde koşan kadın, onun gözünde "kadınlıktan çıkmıştır".»

    Ben mi yanlış okuyorum, yoksa hakikaten şunu mu demek istiyor: “Fahişeler, bar artistleri, göbek atıcıları, başıboş işçi ve memur yaftası altında cinsiyetini azmanlığa götürmüş pis ve yırtık neviler”, “eşitlik peşinde koşan kadınlar” mı oluyor? Yani bir fahişe, toplumun kendi ayıbı değil de, özgürlük ve eşitlik peşinde koşan bir feminist! Yani Manukyan kadın özgürlüğü bayrağını en önde taşıyan bir özgürlük savaşçısı! Yahut bar artisti, aslında barda kendini erkeklere peşkeş çekerken, gizliden gizliye erkek ve kadın eşittir mesajı veriyor, öyle mi? Veya “dişiliğini azmanlığa götürmüş işçi ve memur yaftası altında pis ve yırtık neviler” haklarını arayan kadınlardır?! Peki öyle olsun!.. Ve ne mutlu bu mânâda “hakkını aramayan”, “pak ve temiz” kadınlara!..

    Solcu Kız, yazısını şöyle bitirmiş:

    “Bu alemde bir kadında üstün özelliğin "fatih"e yani erkeğe teslimiyet olarak görülmesi, ne yazık, şaşırtıcı değil.”

    Şaşırtıcı olan şu: Bir kadının(!) kendini bir erkeğe teslim etmeyip, bütün erkeklere peşkeş çekmesi, çekmek istemesi, bunu da, “hürriyet”, “eşitlik” ve “adalet” gibi “ahlakî” kavramlara dayanarak yapmasıdır!.. Erkeğin(!) de, pişkinliğin zirvesinde, bütün kadınları “avlayabileceği” bu hayvanlar âleminden rahatsızlık duymamasıdır!..

    ***

    Şimdi bütün bu gevezelikleri bir yana bırakalım ve “hakiki”, kanlı-canlı bir misâle bakalım. Alev Alatlı’nın “Gogol’ün İzinde” isimli kitabından, sosyalizm, kapitalizm, batılılaşma tecrübeleri geçirmiş Rus kadınlarını tasvir eden ve kadınlarımızın hâline ayna tutan satırlarını okuyalım:

    “Olga Şved, “Kimse mütevazı olmaya yanaşmıyor” diye sürdürüyordu, “Günümüzde kızların hepsi kendilerini kanıtlamak, bağımsız olmak, akıllarına estiği gibi yaşamak istiyorlar. Aceleciler. Sonuçta aileler dağılıyor, kişisel ilişkiler bozuluyor, arkadaşlıkların yerini kokuşuk çıkar ilişkileri alıyor. Özellikle de bağımsız kadın denilenler, kederli bir portre çiziyorlar. İsteklerine ulaşmak için yakınlarını ezmek, aşağılamak gibi bir tutum içine giriyorlar. Bu defa, yanlış anlaşılmaktan, yalnızlıktan acı çekiyorlar. Bizim acıklı olduğu kadar da öğretici deneyimimiz başkalarının işine yarayabilir diye anlatıyorum, Bayan Güloya. Biz gerçek kardeşliğin ve sahici insan ilişkilerinin, sadece ve sadece, özgür ve mağrur insanların oluşturduğu bir toplumda yeşerebileceğine inanırdık. Ama uygulamada tam tersi oldu. Mağrur ve bağımsız kadınlar arasındaki ilişkiler iyileşeceği yerde bozuldu. Gördük ki, bir toplum tevazu ve sabır olmadan ayakta kalamıyor. Karşılıklı anlayış, sevgi ve kardeşlik için alçakgönüllülük şart bayan. Biz yine gördük ki, tevazu, dindar olmayan, materyalist insanlar için can sıkıcı bir haslet. Ama dindarlar için öyle değil. Tevazu dindarlara kolay geliyor. Onlar kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki sureti olarak görürlerken, ne kadar kusurlu olduklarının da farkına varıyorlar. Kendilerine hem saygıları var, hem de başlıca meseleleri Tanrı’nın sevgisini kazanmak olduğu için maddi koşulları çok dert etmiyorlar. Bir materyalist için varoluşunun tezahürü de materyal olmak zorunda. Hayatının bir anlamı olması için elle tutulur dünyada aksetmesi gerekiyor. Başarılı, varlıklı, itibarlı olması lazım. Böyle insanlar için tevazu aşağılanmakla eşdeğer. Gururunun bilinçli bir şekilde ayaklar altına alınması anlamına geliyor. Bu duruma düşmemek için kızlar en derin sulara atlamaktan çekinmiyorlar.” Fuhuşla gurur arasında bir ilişki olabileceğini hiç düşünmemiş olduğumu söyledim, “Hiçbirimiz düşünmemiştik” dedi Olga, “Gurur, bize temel bir haslet olarak öğretilmişti. Hakir görülen, ahlâktı. Bağımsızlığın birtakım istenmeyen sonuçlara gebe olabileceğini anlamamız için aradan epey bir süre geçmesi gerekti. ‘Herşey mübah’ felsefesi, saygısızlık getirdi. Saygısızlık, bağımlılığın artmasıyla sonuçlandı. Söylemeye çalıştığım şu: bağımsızlığınızın sürmesi için sizin dışınızdakilerin size boyun eğmeyi sürdürmeleri gerekiyor. Bu da sizin, sürgit güçlü olmanız, güçlü olduğunuzu göstermeniz demek. Kimseyi sevemez oluyorsunuz ki bu, Dostoyevski’nin cehennem dediği durumdur. Az önce kapıdan girerken, Kutsal Ana’mızın büstüne nasıl baktığınızı gördüm. Haklısınız, biz Hristiyanlığa geri geldik ama naif bir taşralı hüviyetiyle gelmedik. Size bunları naif bir kaçış içinde olmadığımızı anlatmak için söylüyorum! (...) “Rus kadınlarının yaşadıkları, çağdaş dünyanın kadınlarına ışık tutacak mahiyettedir. Bizler, kadının meselesinin ne ezilmek, hatta ne de ekonomik eşitsizlik olduğunu gördük. Bunu kadınlar eşit çalışma için eşit ücret almasalar da olur anlamında söylemiyorum. Kim böyle birşey söyleyebilir ki? Bizim tecrübemiz bize sorunun ruhanî bakış açısının kaybında, kimliğimizin İsa’dan kopmuş olmasında yattığını söylüyor. Tanrı’nın gözünde kadınla erkek eşittirler. Kendilerine evrensel hiyerarşide belirli yerler tahsis edilmiştir. Kadınlar kendilerine tahsis edilen yerin daha aşağıda olduğunu düşünüyorlarsa, bunu alçakgönüllü olmayı öğrenmek için bir fırsat olarak da değerlendirebilirler.” (*)

    ***

    Evet, Üstad Necip Fazıl 100 yaşında!

    Fakat siz hâlâ büyümemişsiniz!..

     

     

    * Alev Alatlı, Gogol’ün İzinde-Dünya Nöbeti, Everest yay., İstanbul 2005, s. 280-282

     

    Aylık Dergi/Sayı:8

    [email protected]

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?t=386


  17. Menemen Hadisesi ve Kubilay

    kubilay.jpg

    Rauf Bey ile ilgili yazıda atıftabulunulan metni inceleyen bazı araştırmacı izleyiciler İzmir Suikastinin bir komplo olduğu ve bu şekilde muhalefetin kolayca ortadan kaldırıldığı yönünde yorumlara da işaret ederek, acaba "Menemen hadisesi de böyle değil midir" şüphesini dile getirdiler. Bu konuda uzman değilim, okuduğum çok ama yorumu tarihçiler ve siyaset bilimcilere bırakacağım. Sadece geçen hafta medyaya yansıyan ilginç bir haberi aktarmak isterim. ABD’nin ilk Türkiye Büyükelçisi Joseph C. Grew Türkiye ile ilgili anılarını derlediği kitap yeni çıkmış ve Menemen hadisesini anlattığı bölümde şunlar yazıyormuş:

     

    [...] Bu noktada genç bir ihtiyat zabiti, Kubilay sahneye çıkıyor. Oraya bir askeri birlikle mi gönderildi, yoksa sadece meydandan geçmekte miydi; çelişen haberler mevcut. Her halükarda, üniformasının kendisini koruyacağına güvenerek, tahrikçilere tek başına yaklaşıyor ve Derviş Mehmet ile tartışmaya başlıyor. İhtiyatsızca hareket ettiği hususunda görüş birliği var. İddiaya göre Derviş Mehmet tarafından vuruluyor. Akabinde bir gece bekçisi Derviş Mehmet’i vuruyor ve ardından o da vuruluyor. Hükümet yanlısı gazeteler, Kubilay’ın başının kesildikten sonra bir sırığa takılarak dolaştırıldığı ve fanatik dervişlerle yardakçılarının kanını içtikleri konusunda ısrar ediyor, ama bu haberlerin gerçekliğinden şüphe etmek için yeterince sebep var. Bu zaman zarfında askeri yetkililere haber veriliyor ve makineli tüfek eşliğinde bir manga jandarma olay mahaline geliyor; çıkan çatışmada dervişlerden üçü öldürülürken, biri kaçıyor.”

     

    [...] Manisa, Menemen ve Balıkesir’de sıkıyönetim ilan edildi. 100’den fazla kişi divan-ı harbe verildi, bunlardan 15-20 kadarı hocaydı. Basın, ölü kahraman Kubilay’ı, halkın coşkusunu uyandırmak ve Türk gençliğine -özellikle ordu içindeki genç nesle- Cumhuriyete sadık kalması yolunda nasihatte bulunmak amacıyla kullanmıştır. Kubilay’ın deli cesaretiyle hareket etmiş olduğu yolundaki kanaatin aksine, hükümet kahramanlığı üzerinde duruyor. Şerefine mitingler tertip edildi. Yine de kamuoyu ilgisiz kalmayı sürdürüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, bir zamanlar öğretmen olan bu genç subay hakkında bariz bir coşkuya rastlanmıyor. Buna mukabil hükümet ve ordu ziyadesiyle ilgili. Halkla hükümet arasında geniş bir uçurum var.

     

    Çoğumuzun bildiği bir başka konu da Menemen hadisesi sebebiyle asılanlar arasında bir de Yahudinin yer alıyor olması. Araştırmacı Rıfat Bali'nin aktardığı, hadise sebebiyle asılan Hayim oğlu Jozef ile Vakit ve Cumhuriyet gazetelerinde yer alan şu ifadeler ve 27 Şubat 1931 tarihli The Jewish Editonicle gazetesine atfen söyledikleri ilgi çekici (Olayla ilgili bir resim de Tempo dergisinde yer alıyor):

     

    [...] ‘Yaşasın şeriat, şeriat isterim’ diye bağırdım diye beni buraya getirdiler. Neme lazım benim şeriat? Şeriat nerede ben nerede? Ben Museviyim havraya bile gitmem. Benim işim tekkede, kahvede altı kol iskambil oynamaktır. Amma serbestçilerin (Serbest Cumhuriyet Fırkası kastediliyor) birincisiydim.’ [...] ‘Kalabalıkla birlikte ‘Yaşasın şeriat’ diye bağırmakla suçlandım. Ancak ben Yahudi’yim ve farmasonum. Bu gösteri ile ne alakam olabilir? Hakikat şu ki ben Fethi Okyar Bey’in Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın üyesiyim ve hükümet canımı almak istiyor.’

     

    Bu beyanlar ve ABD elçisinin hatıraları Rauf Beyin yeğeninin anlattıkları gibi olaylardaki sis perdesinin açılmasında yardımcı olabilir. Öte yandan, Kubilay hadisesinde yedek subayın başı kesildi mi kesilmedi mi, ne önemi var? Sonuçta öldürülmesi başlı başına bir suçtur, hatta başı kesilmişse vahşettir. Savunulacak yanı da olamaz. Üzerinde durulması gereken, bu olayın abartılıp CHF tarafından Serbest Fırkanın kapatılması ve muhalefetin ikinci defa kitlesel olarak susturulmasında kullanılıp kullanılmadığıdır. Sonuçta İstiklal Mahkemeleri fazla mesai yaparak yurdun dört bir yanından bir sürü alakalı alakasız adamı toparlayıp -kahvede iskambil oynayan yahudisi de dahil- irtica suçuyla idam sehpasına göndermişse bu işte bir bit yeniği aranması da tabiidir. Zaten bu konuda çok şey yazılıp çizilmiştir, bizimkisi ABD büyükelçisinin hatıraları sebebiyle konuyu şöyle bir hatırlamaktan ibaret.

     

    Bu arada gözüme çarpan bir ilginç notu daha aktarayım, ne kadar doğru bilemem, ünlü şovmenimiz Mehmet Ali Erbil de Menemen hadisesinin kışkırtıcısı olduğu iddiasıyla idam cezasına çarptırılan Erbilli Şeyh Esat Efendinin torunu imiş. Habere göre Mehmet Ali Erbil kendisine bu bilgi verilince hayret etmiş "bana dedemin polis olduğu söylenirdi" demiş. Yani işin ilginç boyutları da var. 12 sene okutulan İnkılap Tarihi kitaplarımızın güdüklüğüne bakıp hayıflanmamak elde değil, ne dersiniz.

     

    posted by izlenimler at 6:48 PM

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?t=679


  18. Peygamberimiz, en büyük askerdir

    Emekli Subaylar Derneği Başkanı Tümgeneral Küçükoğlu'nun, ‘TSK Peygamber ocağı değildir.' sözlerine tepkiler sürüyor, askerî okullarda okutulan kitap da onu yalanlıyor.

    19 Aralık 2005 07:35

     

    Türkiye Emekli Subaylar Derneği Başkanı Tümgeneral Rıza Küçükoğlu'nun, ‘TSK Peygamber ocağı değildir.' sözlerine tepkiler sürerken, askerî okullarda okutulan ‘Askere Din Kitabı'nda yer alan bilgiler Küçükoğlu'nu yalanlıyor.

     

    Atatürk döneminde basılan ve yıllarca askerî okullarda okutulan ‘Askere Din Kitabı' adlı kitapta Peygamber’imizin ‘en büyük asker' olduğu belirtiliyor. Kitapta, askerî birliklerin ‘Peygamber ocağı' olduğu, askerlerin de ‘Mehmetçik' adıyla yüceltildiği ifade ediliyor. Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı döneminde, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı'na sipariş edilen Askere Din Kitabı, ordunun dine bakışını ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. Diyanet'in bastığı ikinci eser olan 1925 tarihli kitapta, dinî konularda askerlerin öğrenmesi gereken İslam ve imanın şartları gibi hususlar ve dinle askerlik arasındaki ilişkiler yer alıyor. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı A. Hamdi Akseki’nin kaleme aldığı eserde, Peygamber Efendimiz'in ve Atatürk'ün askerliğine ilişkin hatıralara yer veriliyor. Eserde, “Peygamberimiz en büyük askerdi. Hak, adalet ve hürriyet uğrunda yirmi üç sene savaştı.” ifadeleri yer alıyor. Peygamber’imizin katıldığı savaşların anlatıldığı kitapta, Uhud Savaşı'nın askerlerin emre itaatsizlikleri nedeniyle kaybedildiği belirtiliyor ve “Zafer tacı giymenin yolu, kumandanın emirlerini tamamı tamamına yerine getirmek ve düşman karşısında sebat edip direnmektir. Aziz Türk askeri, sen de bunu hiçbir zaman hatırından çıkarma.” deniyor. Kitapta, ‘Mehmetçik' isminin Peygamber Efendimiz'den geldiğine vurgu yapılarak şu bilgiler veriliyor: “Hazreti Muhammed'in adı, biz Türkler ve Müslümanlar için çok önemli bir addır. Bundan dolayıdır ki din yolunda, vatan ve millet yolunda, canını ve kanını seve seve feda eden kahraman askerlerimizi Mehmetçik adıyla yüceltiyoruz.”

     

     

    Zaman

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?t=661


  19. HABERLER 18.12.2005 PAZAR

     

    Emekli paşa: "TSK, Peygamber ocağı değildir

     

     

    Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) dün Harbiye Askeri Kültür Sitesi’nde Türkiye-AB ilişkilerini tartıştı. KKTC eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile Edip Başer, Şener Eruygur, Özden Örnek gibi emekli paşaların da katıldığı sempozyumda ilginç görüşler öne sürüldü.

     

    Toplantının açılışında konuşan TESUD Genel Başkanı emekli Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ‘Atatürk Cumhuriyeti’nin ordusu’ olarak tarif ederken, ‘Peygamber ocağı’ tanımını kabul etmediklerini söyledi. Medyada ‘Mehmetçik’ konusundaki değerlendirmelere gönderme yapan emekli paşa, “TSK’nın askeri, Atatürk’ten sonra gelişmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin Mehmetçikleriyiz, Peygamber’in Mehmetçiği değil.” dedi. Başbakan Erdoğan’ın Türk milletinin ‘Mehmetçik’ kavramını ‘küçük Muhammed’ anlamında kullandığına yönelik sözlerini eleştiren Küçükoğlu, belli din veya mezhebi öngören bir kavramdan uzak durulması gerektiğini savundu.

     

    ‘Küresel ve Bölgesel Bir Yaklaşım İçinde Türkiye-AB İlişkilerinin Geleceği ve Bu Çerçevede Türkiye'nin Açılımları' konulu sempozyuma katılan KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, emekli orgeneraller Edip Başer, Oktar Ataman, Şener Eruygur, Çetin Doğan, emekli Oramiral Özden Örnek ve Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Bedrettin Dalan'a TESUD'a onur üyeliği plaketi verildi. Emekli Tuğgeneral Öner Pehlivanoğlu, emekli Deniz Kurmay Kıdemli Albay H. Vural Vural, Prof. Dr. Erol Manisalı, stratejist Ümit Özdağ, eski Büyükelçi Şükrü Elekdağ, emekli Tuğgeneral Y. Ziya Satır gibi isimler konuşmacı olarak yer aldı. Sempozyumu, eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da takip etti. Çıkışta basının sorularını cevaplayan Rıza Küçükoğlu, Mehmetçik kavramının özellikle Cumhuriyet döneminde önem kazandığını belirterek, “Hangi dinden olursa olsun kendisi Türk olan herkesin Mehmetçik olma hakkı vardır. Eğer Mehmetçik, ‘Muhammed'in askeri' veya ‘küçük Mehmet' şeklinde üretilecek bir kavram olursa şu günlerde tartışılan üst kimliğin İslam olduğu gibi bir tartışmanın içine düşülür." diye konuştu.

     

    Türkiye'de birlik sağlanamazsa, AB yetkililerine kızma gibi bir haklarının olamayacağını ifade eden Küçükoğlu, ‘alt-üst kimlik' tartışmaları konusunda ise şöyle konuştu: "Türk'ün başka kimliği yoktur. Anayasa'da tanınan kimliğin Atatürk tarafından doğru tanımlandığına ve Türk devletine bağlılık dışında şart aramayan Türk kimliğinin tek kimlik olduğuna inanıyoruz."

     

     

    18.12.2005

    Erkan Acar

    İstanbul

    (Zaman)

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewforum.php?f=47


  20. Beyaz Türk

    Necdet Şen

     

     

     

    Paşa dedeler, konaklar, hizmetçiler, halayıklar, dadılar, hususî Fransızca ve keman dersleri, Yalova'da yazlıklar, balolar, madalyalar, asalet ünvanları, antika mobilyalar...

     

    Osmanlı hâk ile yeksan olup da Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, o günün aristokrat sınıfı "vapor"lara doldurulup Vahidüddin Han ile birlikte Evropa'ya sürgüne mi gönderildi sanıyorsunuz?

     

    No monşer. Onlar ekseriyetle burada kaldılar.

     

    Kimileri uzak görüşlüydü, iktidarın el değiştirmekte olduğunu sezmiştiler, kimileri ise sırf helecandan, romantizmden, üçer beşer Milli mücadele saflarına katıldılar.

     

    Hatta Cumhuriyet'i de onlar kurdular. Her ne kadar ders kitapları başka türlü söylese de, Osmanlı'nın projesidir Cumhuriyet ve Batılılaşma.

     

    Türk Memed ve Kürt Memo Çanakkale'de sıram sıram biçildi emperyalizmin mitralyözleriyle; ama paşa hazretlerinin rakı sofrasında onlar değil, Osmanlı sosyetesinden Yunus Nadi Bey'ler, Kılıç Ali Bey'ler, Celal ve İsmet Bey'ler yer aldı. Kim sallandırılacak urganın ucunda, kimler banka ve fabrika kuracak, kimler Ermeni matbaacıdan gaspedilen (pardon, müsadere edilen) beleş matbaa ile "davayı" destekleyen ceride çıkaracak, bütün bunlara Haymana ovasında değil, Ankara'da, İstanbul'da, belki Termal'de karar verildi.

     

    Aslına bakılırsa, bizatıhî Vahidüddin Han efendi hazretlerinin kendileri koyu bir Mustafa Kemal hayranı ve Millî Mücadele muhibbi idi, ama mevkî itibariyle Kuvvacı olma şansı yoktu; resmî tarih ona hain rolü biçmişti bir kere, anca giderdi, biz de ense tıraşını görürdük.

     

    Cumhuriyet rejiminin değerlerini Cönk bayırında şehit olan yoksul Memed değil, omuzunda mermi taşıyan Anadolu kadını da değil, amele hamal çakal kunduracı tulumbacı hiç değil, Osmanlı'dan artakalan Evropa aşığı "seçkin" azınlık belirledi.

     

    Onlar Evropa'ya "medeniyyet" öğrensin diye yollanmış bir ırkın ahvadıydılar. Paris kafelerinde, Viyana üniversitelerinde, Berlin kışlalarında yontulup vatana geri döndüler. Ve buyurdular ki:

     

    Batılılaşmalıyız!

     

    Niye?

     

    Çünkü Batı demek, "medeniyet" demektir.

     

    Kim öğretti?

     

    Batı.

     

    *

     

    Hımmm...

     

    Peki öyle mi sahiden?

     

    Her köyde bir piyano mu "medeniyet" dediğimiz tek dişi kalmış canavarın kıstası?

     

    Bir beyfendi tahayyül et. 1960'lı yıllarda cebinde yeşil dolarlar, takılıyor belgeselcilerin peşine, yoksulluktan geberen Afganistan'a gidiyor ve orada şımarık paşa torunu tavrıyla "ho ho ho, koskoca ülkede bir şişe kokakola yok, çocuklar daltaşak dolanıyor" diye alay ediyor. Akabinde işçi partisi milletvekili olarak meclise giriyor. Masonluk da cabası.

     

    Oradan hapise. Oradan Turgut'un sofrasına. Oradan plaza ermişliğine. Güney Fransa'da tatile. Ama asla halkın arasına değil.

     

    *

     

    Bir başka efendi hazretleri daha tahayyül et. Çöreklendiği gazete köşesinden şeytana çarığını ters giydiriyor. Örneğin, kuvvacı bir subayın sergüzeştini yazıyor cilt cilt. Merak ediyorsun "her şey var da neden Ermeni tehciri yok?" diye. Araştırınca görüyorsun ki, bizzat kendisi Ermeni asıllı ve bunu gizleme derdinde.

     

    Neden?

     

    Cumhur-başbakanı olacak, hesabı o. Aslını inkâr etmesi gerek bunun için. Simon dayıyı, Roz teyzeyi yok sayması gerek.

     

    Yıllar sonra öğreniyorsun ki, "aslanım Deniz! Aslanım Mahir!" diye yazılar döktürüp, bir kuşağı Nurhak dağında, Kızıldere'de, darağaçlarında telef olmasına çanak tutan şeceresi karanlık herif, gün geliyor, MHP genel başkanına "dincilere karşı ittifak içinde olalım" diye yalakalık ediyor.

     

    Nereden nereye? Trafik lâmbası gibi renkten renge giriyor Beyaz Türk. Değişmeyen tek özelliği, fitne ve fesat.

     

    *

     

    Osmanlı'yı batıran İttihat ve Terakki kafası, kılıktan kılığa girerek, kâh solcu, kâh milliyetçi, kâh liberal, kâh Kemalist, kâh yanardöner, oldum olası bir sürü olarak gördüğü kara kafalı Türk'e her dönem yenilenen dahili ve harici bedhahlar yaratıyor.

     

    Bir avuç ittihatçı kalıntısı ve onların birkaç on bin kişiyle sınırlı bağnaz takipçisi, bir ülkenin gündemini ve istikbalini ablukaya alıyor.

     

    Ayak'lar ve Baş'lar

     

    Bu ülkenin bir Beyaz Türk gerçeği vardır efendiler. Beyaz Türk bu ülkenin kamburu, baş belâsıdır.

     

    Onlar kendi halkını ve o halkın değerlerini sevmezler. Çünkü onlar, tıpkı kendi kimliğinden utanıp, adını Henry diye değiştiren ve kafasında rölöve şapka, sırtında blazerle çarliston dansı yaparak kendini sahici Batılı zannetmeye çabalayan son Çin İmparatoru Pu-Yi'ye benzerler.

     

    Anadolu halkları yakıcı güneşin, kavurucu soğuğun, açlığın, hastalığın pençesinde kıvranırken, payitahtta çöreklenmiş olan ve kendilerine bahşedilmiş imtiyazlar sanki damarlarındaki "asil" kanın tanrı tarafından gönderilmiş ödülüymüş gibi, tüm Anadolu'ya ve onun bin yıllık değerlerine mağrur nazarlar fırlatarak, balolarda, plajlarda, kokteyllerde ve dahi sıkıyönetim mahkemelerinde narsizmlerini kabarttılar onlar.

     

    Papağanlar gibi besteci, yazar, film, rejisör, terminoloji ezberlediler ve sandılar ki, ne kadar malumat ezberlersen o kadar bilinçlisin.

     

    İslâmiyet'i, hatta Budizm'i, Hinduizm'i, Tasavvuf'u, Asya'yı, Afrika'yı, tüm mazlum ülkeleri ve onların halklarını ve de o halkların değerlerini yok saydılar. Emperyalistin değerlerine sımsıkı sarılarak anti-emperyalist takılmayı becerebilen görülmemiş bir insan türü oluşturdular bu iki yüzlülükleriyle.

     

    Bu ülkenin en dogmatik, en ezberci, en dar kafalı, en tahammülsüz kesimi oldukları halde kendilerinde nedense hep demokratlık ve bilimsellik vehmettiler.

     

    Onlara göre biz sırf ahmaklıktan tahılla beslenen ve kol kalınlığında bok sıçan bir barbarlar sürüsüydük. Sanki Viyana senin, Paris benim gezme tozma, fink atma şansımız vardı da, ilkelliğimizden Diyarbakır'da, Gümüşhane'de yaşamayı seçmiştik.

     

    Bize "sınıf bilinci"ni öğretirken bile aşağılayarak ve "alt tabaka" olduğumuzu her fırsatta hatırlatarak yaptılar bunu.

     

    Düzen değişecekti, ama onların ayrıcalıklı konumu değişmeyecekti. Padişah sofrasından kalkıp Mustafa Kemal sofrasına, oradan kalkıp Cemal Gürsel sofrasına, oradan kalkıp Turgut Özal sofrasına, oradan kalkıp...

     

    Tek bir şartları vardı, kim gelirse gelsin, onlar hep orada olacaklardı.

     

    Kimileri Çerkez bilmemne paşanın torunuydu, kimileri Arnavutluk hanedanının ipten kazıktan kurtulmuş son ferdi, kimileri padişahın taharetçibaşısının evlâtlığı. Ortak yönleri, bu toprağa ve bu halka yabancı oluşlarıydı. Besleme bir azınlıktılar. Onlar hiç yoksulluğu ve ezikliği tanımamışlardı, ipleri kuşaklarına denk yaşamışlardı hep ve daima öyle kalmalıydılar.

     

    Gazeteler onların tekelindeydi, matbaalar, radyo istasyonları, subay gazinoları, lojmanlar, boğaz kıyıları, Moda burnu, Prens adaları, Nişantaşı, Beyoğlu, Suadiye ve tüm mutena semtleri ve meyhaneleri İstanbul'un, onların dedelerine bahşedilmişti. Biz (ve ceddimiz) ancak kapıcı, boyacı, müsdahdem olarak girebilirdik bu köşklerin, konakların, kültür saraylarının kapılarından.

     

    Demokrasiyi bile onlar lutfetmişti bize, yüzümüz tutup isteyememiştik.

     

    Nasıl demokrasi isteyecektik ki, kıçımızda don yokken?

     

    Allah için, şövalye ruhluydu bazıları; lûtfettiler sosyalist oldular bizi "kurtarmak" için. Hapislerde yattılar, işkence gördü çoğu, çileler çektiler, yoksullaştılar zamanla, çok bedel ödediler. Ama yine de değişmedi huyları, açlıktan nefesleri kokarken bile bizim "avam" kendilerinin "asil" olduklarını unutmadılar.

     

    "Aaah! Ayaklar baş oldu, başlar ayak!" dediklerini duymaya başladık sık sık. "Ayak kim, baş kim?" sormaya utandık, sanki ayak olmayı biz seçmişiz gibi.

     

    Dostlarımız, Mozart, Haydın, Çaykovski

     

    Türkü sevmezler onlar, opera ve bale severler.

     

    Halkı sevmezler onlar, "halkı kurtarma" fikrini severler.

     

    Kendileri opera ve bale sevmekle kalmaz, aşağılaya aşağılaya bize de ezberletmeye çalışırlar bu tercihlerini.

     

    Biliyor muydunuz bir vakitler İstanbul'da şehir hatları vapurlarının Kadıköy ile Köprü arasında devasa hoparlörlerden Ravel'in Bolero'sunu çala çala gidip geldiklerini?

     

    Bir zamanlar saz şairlerinin sazlarının jandarma marifetiyle kırıldığını biliyor muydunuz? Türkülerin yasaklandığını? Eski Taş plakların radyoevinin iç avlusunda çağdaşlık adına yakıldığını.

     

    Efendilerimiz, çekilesi kulağımızı "çağdaş" müziğe alıştıracaklardı.

     

    Fikrimizi soran kimdi ki? Tanrılar bizi yontmaya karar vermişlerdi bir kez.

     

    Ve onlar inanıyorlardı ki, hepimiz çok sesli müzik dinler, vals yapar, bilek kalınlığında değil de serçe parmak kalınlığında sıçarsak, "uygar" olacağız.

     

    Bu konuda bizim ne düşündüğümüzün hiç önemi yoktur.

     

    Tanrımızla alay ederler (çünkü onlar "çağdaş"tır); ama biz kendimiz gibi bir fanî olan Mustafa Kemal'i değil eleştirmek, onların emrettiği şiddette benimsemez ve övmezsek, ensemizde boza pişirirler.

     

    Dedim ya, onlar "çağdaş"tır; biz kara kafalı kalabalık.

     

    Çocuklarının adları genellikle Devrim, Evrim, Ülkü falandır onların.

     

    Bazı kelimeler var ki onların dillerine persenk ettikleri ve kolumuzu büke büke ezberletmeye çalıştıkları, işte o kelimeleri ne zaman işitsem Kinova gibi kafa derim kaşınıyor.

     

    Laik, çağdaş, Cumhuriyet, irtica, aydınlanma, köy enstitüsü...

     

    Bu kavramların kendisine değil, bunların üstünden yapılan demagojiye sinir oluyorum. Ne zaman sohbeti dönüp dolaştırıp, kendi icadı olan "irtica" evhamına getirse Beyaz Türk ve tezini kabul ettirmek için abansa, kan beynime sıçrıyor, inan olsun ki pataklayasım geliyor.

     

    Çünkü kendi halkını zenci gibi gören, onun, yeme içme alışkanlığından, aksanına, türkülerine, örfüne, töresine, hatta yoksulluğundan mütevellit hırpaniliğine "ilkellik" damgasını vuran, Anadolu konusundaki ufku Pendik'ten öteye gidemeyen, kapıcısının oy verdiği partinin birinci parti oluşunu "irtica" diye adlandıran, kararname zoruyla mektepli kızlara şort giydirip, sonra da Batı efendi hazretlerine dönüp, "bakınız, çağdaşlaştık" diyebilen, hem emperyalistten aferin bekleyip hem de solcu-milliyetçi geçinen, inananların başörtüsünü bile "çağdaşlık" adına yasaklama hakkını kendinde bulabilen, zorba, saygısız, çiğ, tepeden inmeci ve şizofren bir insan türüdür Beyaz Türk.

     

    "Harran'da Oksford vardı da biz mi okumadık?" diye soran İbo'yu çok daha sahici, çok daha inandırıcı buluyorum.

     

    Kendi yabancılaşmasını topluma dipçik ya da demagoji zoruyla benimsetmeye çalışan ve bunu "gelişme" diye adlandıran bu yoz oligarşik katmana ve onun dayattığı kalıplara baş kaldırıyorum.

     

    Gel Ciguli, benim güzel kardeşim, gel Müslüm, gel Kibariye, gel ağzıyla kuş tutsa kendini Beyaz Türk'e beğendiremeyen rahmetli Ahmet Kaya, gelin hepiniz, kara kafalı sefil halkın bağrına bastığı ayak takımı taifesi... Sizin kargacık burgacık türkülerinizde, eğitimsiz, detone sesinizde, rasgele notalarınızda kendi yalın hakikatimi buluyorum.

     

    Yoksulluktan okuyamamış türkücüye "Mozart konser verse gider misin?" diye tuzaklı sorular soran kara yürekli despotlara ezdirmem sizi.

     

    Tamam, evimde hiç birinizin kaseti yok, ben Jethro Tull ve Deep Purple dinlemeyi yeğliyorum; ama bu köklerimden kopmuşluğumu sizin sahiciliğinizden üstün saymıyorum hiç değilse. Haddimi biliyorum.

     

    Aslına bakarsanız, ben de bir Beyaz Türk'üm. Ve umarım doğru yolu bulurum.

     

    Belki de bulamam. Böyle parçalanmış kalırım. Ama yine de o despotlara ezdirmem sizi.

     

    O despotlar ki, dedelerine bahşedilmiş imtiyazları kendi erdemleri sanırlar.

     

    Ve o despotlar ki, her daim muktedir kalabilmek adına kardeşi kardeşe kırdırırlar.

     

    Bir avuç şımarık, saygısız, kendini beğenmiş zıpırdan ibarettirler, kaç yaşına gelirlerse gelsinler, hep öyle kalırlar, koskoca toplumu kendilerine benzetmeye çalışır, bunu da devrimcilik sanırlar.

     

    Beyaz Türk denir bunlara; hiç bir halta yaramazlar patırtı çıkarmaktan başka.

    7 Şubat 2002

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?t=609


  21. efendi02_361x411_431x321.jpg

     

    Necip Fazıl'dan:

     

    Efendim! Benim Efendim! Benim, guzellerin güzeli Efendim!..

     

    Seni, Bağlum köyündeki, namsız, nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hic bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyyete çevrili, Allah'ı zikrederken görüyorum.

     

    Benim güzel Efendim!

     

    Baş ucumdasın, biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.

     

    Benim avuçlarımdan süzülen, işte o kaynaktan aldığım sudur;bu suyun eğer bulanık bir tarafı varsa nefsime, nurani özu de O'na aittir. Bugünün, yeşillikler ve pırıltılar içinde suyu arayan ceylan gençliği o pınara koşsun!

     

    http://entellektuel99.myfreebb.com/viewtopic.php?t=527


  22. Said Nursi'nin Büyük Doğu aşkı

     

    Bir sayısında Büyük Doğu, acı bir haber verir. Okuyucuları acilen yardım etmezse "Büyük Doğu" çıkmayacaktır... Said nursi bu haberi duyar duymaz, yardıma karar verir ama...

    02 Aralık 2005 06:53

     

     

    Yazar Vehbi Vakkasoğlu'nun yayına hazırladığı, "Başkasının Günahına Ağlayan Adam" adlı kitapla Bediüzzaman Said Nursi'nin bilinmeyen anılarına ve ilginç görüşlerine yer veriyor. Zamanının ünlüre ile Said nursi arasındaki ilişkilerin anlatıldığı kitabın önemli bir bölümü de Necip Fazıl ile Said Nursi arasındaki ilişkiye ayrılmış.

     

    Kitapta iki ünlü ile ilgili anektodlardan bir tanesi de İki yorganından başka bir serveti olmayan Said Nursi'nin Necip Fazıl'a nasıl yardım ettiği hususundaki pasaj:

     

    Said Nursi'nin Zübeyr Gündüzalp Ağabeye okutturup dinlediği dergiler arasında, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su da vardır.

     

    Bir sayısında Büyük Doğu, acı bir haber verir: Gelecek sayının çıkması bile tehlikededir. Çünkü yayın için ayrılan para pitmiştir. Okuyucuları acilen yardım etmezse "Büyük Doğu" çıkmayacaktır...

     

    Bu mealdeki yazıyı dinleyen Bediüzzaman, çok duygulanır, bir süre düşünür. Sonra da, "Zübeyr, Büyük Doğu'ya yardım edelim" der.

     

    Zübeyr Ağabey, "Peki üstadım" diye cevap verir. Fakat, "Bu yardım nasıl ve ne ile yapılacaktır?" diye de düşünmeye başlar.

    Ancak Üstad, bu haberden çok duygulanmış ve yardıma kesin karar vermiştir.

    Der ki:

    "İki yorganım var, biri bana kâfi... Diğerini satın, parasını Büyük Doğu'ya gönderin...."

     

    Biri yazlık, ince: diğeri kışlık, daha kalınca iki yorgan... Ve biri "Büyük Doğu'ya kurban...

×
×
  • Create New...