Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

oktay

Üye
  • Content Count

    49
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by oktay


  1. bazen siteyi inceleme fırsatı bulduğum zamanlarda bakıyorum da yaptığınız bu çalışmalar hakikaten takdire şayan.hem kemmiyet hem de keyfiyet bakımından bir çok insana ışık tuttuğunuza müşahade ediyoruz.aslında biz üstad için hiçbir şey yapmıyoruz,yapılan herşey kendimiz içindir.zira üstad'ın bu yaptıklarımıza ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.hakk'a,hakikate ve sağlam bir fikre muhtaç olan bizleriz.zahirden üstad için yapılan herşey, dolaylı olarak bizim içindir, insanlık içindir.

     

    yukarıda bahsettiğiniz video'yu yapma aşamasında size bir katı sağlayacağımı düşünüyorsanız bunu seve seve yaparım lakin teknik bilgim yok.inşallah yapılan bu çalışmalar kısa vakitte ,karakterleri henüz oturmamış gençlik üzerinde müsbet tesir yapar.


  2. Türkiye Cumhuriyetinin kıblesi Batı’dır. Üstelik inkâr-ı ulûhiyetten yana tavır koyan Batı!

     

     

    ‘Muvahhid ve Müslüman’ Türk halkını şu kıbleye yöneltmek, elbette kolay olmayacaktı. Nitekim ilk dönem idareciler ‘müstebit’ olmayı bile göze alarak, Türk milletini İslam irfanından koparıp ‘Batı Kulübüne’ sokmaya çalıştılar.

     

     

    İşte “ilke ve inkılâplar”ımızn temel amacı şu entegrasyona hizmet etmekten ibarettir. Ve tabii ki milletin ihtiyacından ziyade, Batının talepleri, rol oynamıştır o inkılâpların yapılmasında...

     

     

    Şunu teslim edelim; o günkü Türk toplumu, Avrupa’nın yakaladığı bilimsel gelişmenin ve o gelişmelerin sağladığı müreffeh hayat seviyesinin çok altında yaşıyordu.

     

     

    Osmanlı’nın 1699’da başlayan geri çekilme sürecinde, devletin yeniden inşası ve toplumun ayağa kaldırılması amacıyla birçok girişimler yapıldı. Meşrutiyeti ilan etme dâhil sayısız ıslahat çabaları sergilendi ama olmadı.

     

     

    1877’de başlayıp ancak istiklal savaşının hitamıyla son bulan ardışık bir yığın savaş neticesinde Türk toplumunda nerede ise çalışacak nüfus bile kalmamıştı.

     

     

    Toplum fakr u zaruret içine düşmüş, okuma yazma oranı yok denecek kadar geri çekilmiş, tarım, ticaret ve üretimde uygulanan yöntemler çağın çok gerisinde kalmıştı. Toplum asıl bu problemlerini çözmek için bir çare beklerken, cumhuriyetin ilk idarecileri, bir zihniyet değiştirme girişiminde bulundular.

     

     

    Aslında o çağ insanlarının ciddi bir zihniyet değişimine ihtiyaçları vardı –gerçi o ihtiyaç bugün de duruyor- fakat bu, toplumu İslam’dan ve imandan koparıp, batıya entegre etmek değildi.

     

     

    Saltanatın ilgası, cumhuriyetin ilanı -hatta bir parça harflerin değiştirilmesi bile- toplum tarafından yadırganmadı.

     

     

    Hatta sonradan bir numaralı rejim karşıtı olacak Bediuzzaman Meclis’e gidip yapılanları alkışlar. Fakat yaptığı görüşmelerden sonra hisseder ki, idarecilerin maksadı, ıslah değil aksine, Türk milletini İslam’dan uzaklaştırmak ve ‘Batı Kulübü’ne sokmaktır.

     

     

    Mustafa Kemal’i dini konudaki lakaytlıktan dolayı ikaz eder. Aralarında ciddi bir tartışma çıkar. Milletin dinsiz yaşayamayacağını söyler. Fakat etkili olamadığını görür bu yeni siyaset tarzına siyaset yoluyla karşı konulamayacağını anlayınca kenara çekilir. “Keyfi, küfri, cebri ve askeri” diye nitelediği rejime karşı, toplumu yeniden inşaya yönelir. İmanları takviyeye koyulur.

     

     

    Çünkü bu rejimin büyük tahribat yapacağını anlamıştır. Nitekim 1925’teki Tekke ve Zaviye’lerin kapatılmasıyla birlikte, din ve din eğitimi tatil edilmiştir. 1930’de ise din, eğitim müfredatından tamamen çıkarılmıştır.

     

     

    Din ve inancın fert, aile ve toplum hayatından tamamen silinmesi için gereken her şey yapılmıştır.

     

     

    İşte -1946’yı saymazsak- 1950’de yapılan ilk çok partili seçimlere böyle bir atmosferde gidildi. O, öyle bir seçimdir ki, inananlar için adeta bir ‘bedir savaşı’ gibidir.

     

     

    Yıllardır bastırılmış, mevlit okutmasına bile fırsat verilmemiş bu mübarek halk, imanına islamına ve ezanına kavuşacağını bildiği için Demokrat Parti’ye adeta yüklenmiştir.

     

     

    Millet, Meclisteki 450 sandalyeden 411’ni –kaosa kalkan elleri hatırladınız mı onlar da 411’di- demokratlara verdi.

     

     

    * * *

     

    O seçimlerde, artık ‘üçüncü said devresi’ni yaşayan Bediuzzaman, aleni bir şekilde demokrat partiye destek verir. Hatta yer yer talebelerini, DP’li adaylar lehine propaganda yapmakla görevlendirir.

     

     

    Bu arada bir talebesi (Tenekeci Ahmet), içki içtiği ve Bediuzzaman’a muhalefet eden CHP’li bir müftünün kardeşi olduğu için DP aday (Tevfik Tığlı) aleyhine propaganda yapar. Kendince iyi bir şey yaptığını sanarak durumu üstadına anlatırlar. ‘Aferin, iyi yapmışsın!’ demesini bekler.

     

     

    Bediuzzaman birden bire hiddetlenir ve ‘Derhal git nerede o zat aleyhine konuşmuşsan, lehine konuşacaksın!”der. Şaşırır ama gerçekten de gidip o sarhoş aday için propaganda yapar.

     

     

    Peki ‘Euzu billahi min şerri’n-nefsi ve’ş-şeytani ve’s-siyase’ diyen Bediuzzaman’ın ne zoru vardı da böyle yaptı.

     

     

    Bediuzzaman, nasıl bir rejim, nasıl bir sistem ile mücadele ettiğini çok iyi biliyordu. Ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de... Çünkü zaman, cemaat ve şahsı maneviler zamanı idi. Parlamenter sistemde mücadele meclisteki parmak sayısına bağlıydı…

     

     

    O yüzden de sadece DP’yi desteklemekle yetinmedi. Demokrat’lara desteğini göstermek ve yaklaşmakta olan ‘darbe’ye (60 ihtilali) karşı tavrını ortaya koymak için 1957 seçimlerinde, ilk defa oy kullandı ve aleni bir şekilde Demokrat Parti’ye mühür bastı.

     

     

    Çok hastaydı. Gidecek durumda değildi. Sandığı yanına istedi. Olmayınca, kalkıp o hasta haliyle kendisi sandık başına gitti ve ‘Benim oyum mühimdir’ diyerek göstere göstere DP’ye oy verdi.

     

     

    Bediuzzaman ‘demokrat’tır ve ‘meşru hürriyet’ten yanadır. Bireyin hukukunu en kutsal devlet(!) için bile feda etmeyecek kadar insan öncelikli bir anlayışa sahiptir. Mahza merhamet ve insandır onun önceliği… Siyasetini de "Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok" (Mektubat) diye ortaya koyar

     

     

    Onun rejime karşı tavır almasının nedeni, milletin, laiklik perdesi altında, Avrupa’nın ‘dinsiz kısmına’ peşkeş çekilmesidir. Bediuzzaman’a göre bu rejim, öncelikle ‘keyfi’ bir rejimdir. Kanunu istediği gibi eğer büker. Hukuku da yargısı da ‘talimatla’ hareket eder. (Nitekim son 10 -15 yılda bunun sayısın örneklerini gördük.

     

     

    Sonra, bu rejim ‘küfri’dir; amacı hakka hizmet etmek değildir. Milletin değerlerini görmezlikten gelmek, onun İslamiyet ile bağlarını kesmek, bütün bütün sukut ettirmek için çabalar. (Bunun da sayısız örneklerini gördük, görüyoruz).

     

     

    Üçüncüsü bu rejim ‘cebri’dir. İdarecilerin keyfi ve küfri tasarruflarına karşı halk tavır alacak olsa hemen cebir uygularlar. Sadece son yirmi yılda yaşadıklarımıza bakarsanız bunun da sayısız örneklerini görürsünüz.

     

     

    Ve tabii ‘askeri’dir. Keyfilik kanuna, küfrîlik hakkaniyete, cebrîlik halkın idaresine takıldı mı hemen bakarsın asker devreye sokulmuş darbe yapılmış! Bunun da örneklerini biliyoruz…

     

    * * *

     

    İmdiiii ilk defa, millet, şu keyfî, küfrî, cebrî ve askerî rejimi kuyruğundan yakalamış, ıslah-ı nefs etmeye zorluyor.

     

     

    O da var gücü ile direniyor. Artık gizlenmeye bile gerek duymadan iş birlikçilerin birbirini nasıl kolladığı ayan beyan görülüyor.

     

     

    Ergenekon örgütü, şu rejimin, varlığını sürdürmesi için nasıl bir dehşet dengesi yarattığını gözler önüne seriyor. Para babalarının, mafyanın, çetelerin ve medya patronlarının, milletti canından bezdirmiş şu rejimi yaşatmak neden derin bir işbirliği içinde olduklarının kanıtları bir bir milletin önüne geliyor.

     

     

    Şimdi bir hükümet çıkmış, milletin iradesine konulmuş şu ipoteği kaldırmaya çalışırken, saklı bir cunta halini almış darbeci rejim yanlılarını iş üstünde yakalamışken, devleti, çete ve cuntalardan temizlemeye azimli görünürken, onu zayıflatmak veya arkadan vurmak, hiç de millet ve vatan lehine olmaz!

     

     

    Bir takım adayların ahlaken zayıf olmaları veya çıkarcı gözükmeleri nedeniyle, iktidar bir zaafa uğratılırsa emin olabilirsiniz ki bu, Ak Partinin yenilgisi olmayacak. Doğrudan milletin yenilgisi, cuntanın zaferi olacaktır. Vebali de uhrevidir.

     

     

    Okuyucularım sık sık “Sen siyasetçi olmadığın ve Ak Partiden de uzak durduğun halde neden bu kadar destekliyorsun” diye soruyorlar.

     

     

    Anlatamadım ki bendeniz Ak Parti’yi değil, sivil inisiyatifi destekliyorum. Cuntaya karşı sivil iradeyi,

     

    Devletin ‘âli menfaatlerine’ karşı milletin çıkarını,

     

    Komploya karşı açıklığı,

     

    Örtülü idareye karşı şeffaflığı

     

    Devlete karşı milleti ve halka güveni savunuyorum.

     

     

    Bunu şimdi Ak Parti hükümeti temsil ediyor ve sözlerim de onların hanesine yazılıyorsa bu beni bağlamaz.

     

     

    Bediuzzaman hazretleri de Menderes ya da –kim ve ne olduğu kendisince de malum olan- Celal Bayar için DP’yi desteklemedi. Aksine, karşısındaki zalim, despot ve cuntacı CHP’den ancak o DP sayesinde kurtulabileceğine inandığı için ona taraf oldu.

     

     

    Eğer şimdi yaşasaydı emin olabilirsiniz ki, o da bu hükümeti desteklerdi.

     

     

    Hele de Ergenekon çetesinin çukurları ve bohçalarının açıldığı,

     

    Milletin ahlakını bozmaktan başka amaçları olmayan medya baronlarının pis ilişkilerinin açığa çıktığı,

     

    Her türlü darbeciliğe karıştıkları ve hükümetleri devirmek için hiçbir fırsattan geri durmadıkları ayan beyan oraya çıkmış bir kısım emekli askerlerin de yakasına yapışıldığı şu günlerde…

     

    Mehmet Ali BULUT


  3. samimiyetsiz üstadseverlere...

     

    Büyük üstad necip fazıl'la tanışmama vesile olan değerli şahsiyet ve onurlu insan sayın başbakanın dün akşamki tüyleri diken diken eden ve müslümanların üzerinden ölü toprağının atılmasına vesile olan ve her babayiğidin aklından geçirmeye bile cesaret edemiyeceği tavrından dolayı kendilerine milyon çarpı milyon kere hayr duamızı yolluyoruz.

     

    bir çok haber sitesini yakından takip ederim.ve bu sitelerde yapılan anketlere bakarım,destek %100 olmasada 90 lar civarında bazılarında ise 97,98..ve bu anketlere katılan insan sayısı da en aşağı 5000..yani bu sitenin toplam üye sayısının neredeyse 2 katı..şimdi bu siteye bakıyorum da sanki kendimi aşırı bir sol veya aşırı sağ bir ırkçı partinin sitesinde gibi hissediyorum.neredeyse mesaj yazanların yarısı "ben bu adamı sevmiyorum ama takdir ettim"ya da "ilk defa sevdim"gibi hiç yazılmasa daha evla olan mesajlar var. ben üstad'ı bu adam sayesinde tanıdım ve sevdim,bu adamı da üstad için seviyorum,üstada bağlı kaldığı için,her platformda "necip fazıl'ın şu dizelerini okumak istiyorum"dediği için,ve üstadın ideolocyasına en yakın lider olarak gördüğüm için.

     

    laik elitler gibi konuşarak ve yaftalıyarak "avam tabakası" demekle ne kastediyorsun doğrusu anlamış değilim.demekki bu ülkenin %50 si avam tabakası? şimdi partizanlık yaptığımı söyleyecek biri çıkmasın çok kötü kırarım.bu lafları söyliyecek birinin,değil necip fazıl'ın sitesinde adminlik.... neyse ..doğrusu siz "elitlerin" oy'u neden 2 tane avam tabakasına mensup vatandaşın oy'u na eşit sayılmıyor diye çok üzülüyorum.

     

    dün gece yapılan,mazlum insanların çığlığıydı öyle bir çığlıktı ki;sağırların kulaklarını patlatacak düzeyde asil hareketti.bunu oy için yaptı demek,bunu oy için yapmak kadar onursuz davranıştır.

     

    trradomir nicli kardeşimiz bundan bir kaç gün önce "

    Sanki her gün bir Üstad çıkarabiliyormuş gibi tasasızca, meselesizce, inançsızca çanak yayagelmişiz. Nasıl bir ihmal, nasıl bir çapsızlık, nasıl bir tembelliktir bu ya rabbi" cümlesini kullandığında kesinlikle katılmıştım.evet sanki mütedeyyin halkın yanında ve onların sesi olan liderlerden geçilmiyor ya bizde bunlara kulp takalım yaftalıyalım.ulan Abdülhamid'ten bu yana,"anadolunun sesi"diyebileceğimiz kaç tane lider geldi?100 yıldır evet tam yüz yıldır bu kalitede kaç tane kadro gördünüz?adam olun ve müslümana yakışacak tavırlar sergileyin.ucuz siyasetinizi burda pazarlamayın.


  4. Bizim eksikliğini gördüğümüz ve hasretini çektiğimiz hareketse, herhangi bir rejimi kanun dışı yollarla devirmeyi hedef tutan bir iş ve aksiyon çalışması değil,ona, her an, her şeye muktedir bir “Efkar-ı umumiye” yaşadığını hissettiren,asla nöbet yerini bırakmayan ve ancak kanun tepelendiği zaman kanun yollarını düşünmeyecek olan içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasya, getirdiği prensiplerle ,icap ederse kendi kendisini tepeletmek yolunu da açık bırakan ve bu yolu hiçbir pahaya ve hiçbir fert ve zümreye kapattırmayan telakki ve teşkilatın ismidir ve sadece içtimai dayanışma ruhudur.

     

    Demokrasyanın tam hakkını isteyerek, kanun yoluyla, fakat sonuna kadar tam hareket ruhunu elde etmedikçe, “ukde-i hayat” ımızda bütün canımız emilecektir!Biz, kanuna aykırı şekilde “İslamı getirin!” demiyoruz; “Demokrasyayı getirin, ötesi kolay!” diyoruz.

     

    -Necip Fazıl KISAKÜREK (ideolocya örgüsü)

     

    bu alıntı kafanızdaki "acaba"lara ve "niçin"lere cevap oluşturabilecek mahiyette olduğunu düşünüyorum.


  5. üstad'a vakıf olmayan bir sürü site'de,doğum tarihi 26 mayıs 1905 olarak verilir.ama sizin gibi üstad'a vakıf olmuş (en azından gözlemlediğim kadarıyla)bir insanın bu ayrıntıyı gözden kaçırması dikkat çekici..üstad bizzat kendi sesiyle 1904 te doğdum diyor

    ."aramızda bir senenin lafımı olur" derseniz,kusura bakmayın bende estetik hastalığı var. :sticky:

     

    Efendimiz'in (s.a.s) oğlu ibrahim vefat etmişti,O'da mezar başında sahabilerle beraber defin işlemini yapmak için bulunuyorlardı.mezarın içine baktığında hafif bir tümseklik gördü ve düzeltilmesini istedi.'ya rasulallah zaten kapanıp gidecek'dedi sahabilerden biri (adını hatırlayamadım şimdi).'gözüme hoş görünmüyor'dedi efendimiz a.s.ve düzeldikten sonra gömdü.

     

    velhasıl kelam emeğinize sağlık.


  6. Fotğraflara yine facebook'ta denk geldim.Yapanların ellerine sağlık diyorum ve paylaşıyorum.

     

    r5rq0.jpg

     

     

    r3hp1.jpg

     

     

    resimliiirbx3.jpg

     

     

    r4au5.jpg

    yapılan çalışma güzel olsada, şiir yalnış terkib edilmiş.

     

    Müjdecim , Kurtarıcım , Efendim , Peygamberim;

    Sana uymayan ölçü , hayat olsa teperim..!

     

    olması gerekirdi.


  7. Oktay, kitaptan orayı bulup yanlış yazdığını ifade etmen gerekir. Tongaya düşmüşsün kardeşim

     

    Daha önce "İSKİLİPLİ ATIF HOCA" filmini izlemiştim.üstadın bu filme ilham ve senaryo kaynağı olan kitabını ise birkaç gün evvel okumaya başlamıştım.tabi aynı zamanda ATIF HOCA hakkında net'ten bilgi toplamaya çalışırken bu yazıya rastladım.yazının wikipedia danmı alıntı yapıldığı veya wikipedia mı bu siteden alıntı yaptığı muamma..zaten konu o değil.ama daha kitabı bitirmeden bu yazıya rastlamam bana "acaba" dedirtti.çünkü üstad,atıf hocanın "tevkif edilişi" kısmına,"sene 1926.. sonbahar.."diye başlaması ve benimde kitabın son kısmına daha ulaşmamış olmam bu kafa karışıklığına sebep oldu vakıf ahmet kardeşim.yani sizin dediğiniz gibi "tongaya düşmek"fiilini %100 gerçekleştirmiş değildik daha..şimdi kitabın, atıf hocayla ilgili olan bölümünün son kısmına göz attığımda 4 şubat 1926 tarihi verilmiş dediğiniz gibi,ama üstad başta neden sonbahar demiş acaba?sonbahar demekle acaba eskiden kış mevsimi mi kast ediliyordu? bilemiyorum ama büyük ihtimalle öyle olmalı..

     

    yazının diğer kısımlarını zaten muteber almamıştım sadece bu tarih kısmı kafa karışıklığına yol açmıştı.o da kitabın sadece başında olmam vesilesiyle idi..


  8. "İSKİLİPLİ ATIF HOCA" filmini izleyenler bilir sanırım.. film bittiğinde , Atıf Hoca'nın 4 şubat 1926 da idam edildiği yazılıyor.yukarıda alıntı yaptığım yazıda da bu dile getirilmiş.fakat aynı konu üstadın kitabında daha ileri bir tarihte görülüyor.yani tevkif edilişi 1926 sonbaharındaysa ondan 5 veya 6 ay sonra idam edilmesi lazım gelir.o da 1926'nın sonlarına veyahut 1927'nin başlarına tekabül ediyor.Allah'u alem diyoruz biz, kat'i bişey söylemekten çekiniyoruz.ama yapılan filmdeki tarihlerle üstadın kitabında belirttiği tarihler uyuşmuyor.

     

    Aslına bakacak olursak bunlar ufak ayrıntılar,sonuç itibariyle Atıf Hoca'nın bir din mazlumu olduğu ve sebepsiz yere idam edildiği aşikar. O karmaşık ve bulanık zamandan doğru bir nakil yapmakta çok zor.çünkü bütün tarihler tek bir elden çıkma gibi yazılmış açıkçası.sağlam ve güvenilir kaynaklara (artık ne kadar doğru çıkar)ancak tevatür yoluyla ulaşılabiliyordu.karanlığın perdesini yırtan büyük üstadımız'a ve devrimbazlara virgül kadar eğilmeyen Atıf Hoca'ya, Allah cennetin en güzel yerlerini nasip eder inşallah..


  9. TEVKİF EDİLİŞİ

     

    Sene 1926... Sonbahar... İskilipli Atıf Hocanın, Aksaray'da, Lâleli'de, Fethibey caddesinde 14

    numaralı evi...

    Hoca, ikinci kattaki odasında sedire oturmuş, Akşam namazının ezanını bekliyor. Birden yakındaki

    camiin minaresinden yanık bir ses... Hoca, ezanı, içinden kelimesi kelimesine tekrar ettikten sonra

    kıbleye dönüyor ve tekbir getirerek namaza giriyor.

    Tam o anda bir zil sesi... Kapı çalınmakta... Atıf Hocanın haremi Zahide Hanım kapıda... Dışarıya

    sesleniyor:

    ? Kim o?

    ? Atıf Hocayı görmek istiyoruz!

    ? Hoca namazda...

    ? Siz kapıyı açın da... Bekleriz...

     

     

     

    SON DEVRİN DİN MAZLUMLARI (Necip Fazıl KISAKÜREK)

     

     

     

     

     

     

     

     

    ATIF HOCANIN RÜYASI

     

    Bu meseleyi yazmak bana en zor gelen kısmı oldu bu çalışmanın. Zira, senelerdir insanların kabul ettikleri bir meselenin aksini savunmak kolay bir şey değil...İnsanlar ve özelde bizim halkımız sevdikleri kimseleri oldukları gibi sevemiyorlar nedense. Hele o zat bir kanaat önderi, bir irşad eri, bir yol göstericiyse...Hayali bir takım makamlar, usturevi hadiseler, rüyalar ile o şahsı sevmek daha cazip geliyor bize...

     

    Türkiyede bir çok konuda olduğu gibi, İskilipli Atıf hocayı da ilk defa maşeri vicdanda (kamuoyu) seslendiren o enfes üslubuyla merhum Necip Fazıl oldu. Çoğumuz Atıf hocayı onun ?Son Devrin Din Mazlumları? adlı eserinden tanıdı. Kendisine bir kere daha Rahmet diliyoruz. Tabii, Üstad zaman ve şartlar gereği bir çok mesele de olduğu gibi bu konuda da derin araştırma imkanını bulamadı. Daha çok kulaktan duydukları ile yetindi. Bu kitabını eleştirel bir gözle takip edenler bana hak vereceklerdir. Bir küçük misal vermek gerekirse; Din Mazlumlarında, Atıf Hocanın 1926 yılının bir sonbaharında evinden alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf efendinin idamı zaten 4 Şubat 1926?dır.

     

    Necip Fazılın naklettiği bir hadise de, Atıf efendi?nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Resulullah?ı(SAV) görmesi, Kainatın Fahrinin(ASM)(Alemin övüncü) : ?Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?? buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir. Necip Fazıl bunu parlak ifadelerle kitabında anlatmış, çoğumuzda bunu gözyaşları içersinde okumuşuzdur.

     

    Elbette böyle bir rüyayı Atıf Hocanın görmüş olması çok güzeldir. Ama görmemiş olsa da bir şey fark etmez. Biz, onun, ağuşunu (kucağını) açıp kendisini bekleyen Peygamberimize kavuştuğuna, mazlumen şehid olduğuna yürekten inanıyoruz. Ama tarihi gerçekler böyle bir rüya hadisesinin olmadığına bizi itiyor gibi. Şimdi delillerimizi sıralayalım;

     

    1-Bu hadisede Atıf efendinin yanında olduğu iddia edilen Tahir-ül Mevlevi Ankara?da hiçbir zaman Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaşmadı.

     

    2-Atıf efendinin böyle bir rüya gördüğüne dair Tahir-ül Mevlevi?nin hatıratında hiçbir şey yok.

     

    3-Tahir-ül Mevlevi?nin de belirttiği gibi, Atıf efendi uzunca bir müdafaa yazmış ve bu, mahkemede okunmuştur. Aşağıdaki kısımda bunu görebileceksiniz. Aslında son gün müdafaa yapmayan müftü Ali Rıza efendidir. (ayrıca bak: Ankara İstiklal mahkemesi Zabıtları-s: 280-281)

     

    Tabii bir çok kaynakta bu rüya meselesinin anlatılması, hatta filimde yer alması da çok bir şey ifade etmiyor. Zira hepsinin kaynağı Necip Fazıl?ın aynı eseridir.

    kaynak


  10. ne manaya geliyor tam anlamadım..

    hiçbir derinliğe girmeden,sadece kaba hatları ile baktığımızda;1.mısrada evrim safsatasını dile getiren maymunlar,2.mısrada ise "devrim"adı altında yapılan ve devrimle hiçbir ilgisi bulunmayan,sadece ve sadece batılı gibi görünmeyi gaye edinen yeniliklerden biri olan şapka inkilabını görür gibi oluyoruz.


  11. SEFER TURAN

     

     

    Esirler Lübnan'ı birleştirdi!

     

     

     

    Şimdiye kadar iç çatışmalar yaşayan Lübnan esir değişimi sonrasında yakın tarihinde görülmemiş bir şekilde birlik beraberlik görüntüsü verdi. Kuşkusuz bu, ulusal birlik hükümetinin çalışmalarına olumlu yansıyacaktır

     

    2006 yılı Temmuz ayı Lübnan tarihinde çok önemli bir dönemdi. İsrail'in "Hizbullah'ı yok etmek" amaçlı 33 gün süren saldırısı sona erdiğinde Beyrut'un güneyi ve Lübnan'ın güneyindeki onlarca köy yerle bir olmuş, ama Hizbullah hem askeri hem de siyasi olarak daha da güçlenmişti.

     

    Savaşın ardından, ikiye bölünmüş Lübnan siyasetinde saflar iyice belirginleşti ve zıtlaştı: Hizbullah, Emel örgütü ve en büyük Hıristiyan gurup olan General Micheal Awn'ın liderliğindeki "Tayyar vatani el Hur" / Özgür Ulusal Akımı, Dürzilerin Arslan gurubu, Lübnan Komünist Partisi vs... Parlamentodaki azınlığı temsil eden bu grubu İran ve Suriye destekliyor.

     

    Saad Hariri'nin El Müstakbel Hareketi, Dürzi lider Velid Canbolat'ın İlerici Sosyalist Partisi, Hıristiyan liderlerden Semir Caca başta olmak üzere farklı siyasi akımların oluşturduğu parlamentodaki çoğunluk... Bunları ise Amerika ve Suudi Arabistan destekliyor..

     

    Birbirlerine sert dille hitap eden, iç çatışmanın eşiğinden dönen bu iki grup Katar'ın arabuluculuğu ile Doha'da bir araya gelerek "Ulusal Birlik hükümeti" kurulması konusunda anlaştı... Micheal Süleyman Cumhurbaşkanı seçildi...Yeni hükümet ilan edildi.

     

    Ulusal Birlik hükümetinin resmi fotoğrafı çektirerek iş başı yaptığı 16 Temmuz Çarşamba günü, Lübnan açısından çok önemli bir gün olarak tarihe geçti. Çünkü o gün Hizbullah ve İsrail arasında esir değişimi gerçekleşti.. İsrail iki askerini aldı karşılığında Lübnanlı 5 esiri serbest bıraktı, yüzden fazla kişinin de cenazelerini verdi. Peki, bu esir değişimi nasıl gerçekleşti ve nasıl sonuçları olacak? İşte madde madde Ortadoğu'nun önemli gelişmesinin tüm ayrıntıları:

     

    ESİR TAKASININ AYRINTILARI

     

    İsrail ve Hizbullah arasında Alman bir istihbaratçı arabuluculuğu ile yapılan pazarlık, olağanüstü bir gizlilik içinde yürütüldü. Nitekim İsrail, 2006 Temmuz ayında Hizbullah tarafından esir alınan iki askerinin ölü mü diri mi olduklarını bilmiyordu. Yani bunca süre içinde askerlerinin akıbetleri hakkında hiç bir bilgi alamadı. Bu durum İsrail kamuoyunda tepki ile karşılandı. Hükümeti "Askerlerimizin akıbetini bile bilmiyoruz" diyerek eleştirenler oldu. Takas günü iki askeri taşıyan araç Nakura sınır kasabasına getirildi. Uluslararası Kızılhaç yetkililerine teslim edilmek için Hizbullah üyeleri tarafından araçtan iki tabutun indirilmesi üze-rine tüm dünya askerlerin akıbetini o zaman öğrendi. Sonradan ortaya çıktı ki, aslında iki asker esir alındıkları sırasında çıkan çatışma sırasında ölmüşler.

     

    Hizbullah'ın, İsrail ile pazarlığı, Hizbullah üyeleri ile sınırlı kalmadı. Teslim alınan yüzden fazla ceset arasında Hizbullah üyeleri olduğu gibi Lübnan'daki diğer siyasi gruplara mensuplar, Filistinliler ve diğer Arap ülkelerinin vatandaşlarının da cesetleri var. Üstelik bu değişimin en önemli maddesi göz ardı edildi: O da şu. Hizbullah ve İsrail arasında yapılan anlaşmaya göre İsrail yaklaşık bir ay içerisinde Filistinli bir grup esiri de serbest bırakacak. Bunun takip işini BM Genel Sekreteri yapacak ve kaç kişinin de serbest bırakılacağını o belirleyecek. O gece kalabalıklara hitap eden Hasan Nasrallah, Genel Sekreter Ban Ki Mon'a hitap ederek "önceliğin kadın ve çocuk esirlere" verilmesini istedi.

     

    Esir değişimi sırasında Hizbullah, Lübnanlı 5 esiri teslim aldı. Ancak içlerinden biri vardı ki diğer dördünden farklıydı. Adı Semir Kuntar! Semir Kuntar, Araplar için sembol bir isim. Üç arkadaşıyla 1979'da İsrail içlerinde düzenlediği bir operasyon sırasında esir düştü. İsrail, hakkında 5 kere müebbet cezası verdi. Yani tam 542 yıl! Tam 30 yıl hapishanede kaldı. Araplar onun için "İsrail hapishanelerindeki Arap esirlerinin en kıdemlisi" derdi. Araplarla İsrail arasındaki her esir değişiminde adı geçer, ancak İsrail her defasında serbest bırakılmasını reddederdi. 2004'deki değişim sırasında Hizbullah Kuntar'ı da istedi, Ancak İsrail buna şiddetle karşı çıktı. Böylece Kuntar İsrail ve Araplar arasındaki savaşta çok önemli bir psikolojik sembol haline geldi. Son esir değişiminde ise Hasan Nasrallah Kuntar'da ısrar etti ve birkaç hafta önce Beyrut'ta yaptığı konuşmasında "Semir Kuntar yakında aranızda olacak" dedi ve öyle de oldu. Böylece Kuntar'ın serbest bırakılması, İsrail ve Hizbullah arasındaki psikolojik savaşı Hizbullah'ın kazanması olarak değerlendirildi. Hâlbuki Dürzi olan Kuntar'ın Hizbullah'la bir ilişkisi yok.

     

    Kuntar ve arkadaşları serbest bırakıldıktan sonra askeri elbise giyerek kame-ralar karşısına çıktılar ve psikolojik savaşta "direnişe devam" mesajı verdiler. 17 yaşında hapse giren, 30 yıl hapiste kalan, orada üniversite okuyan Kuntar çıktıktan sonraki konuşmasında "direnişe devam edeceğini" söyledi. Hizbullah'ın mahallesi Güney Beyrut'ta düzenlenen törende ise "Filistin'e yeniden dönmek için buradayım" derken doğum yeri Dürzilerin mahallesi Lübnan dağında daha açık konuştu: "Bu sabah duyduğuma göre İsrail beni öldürme kararı almış. Onlara sesleniyorum. Dün aranızdaydım. Bugün ailem arasındayım. Bundan sonra sizinle karşılaşmayı ben daha fazla istiyorum." Kuntar giydiği direniş elbisesini de çıkarmayacağını belirtti.

     

    İsrail medyası ise Kuntar'ın 1979'daki operasyon sırasında 4 yaşındaki küçük bir çocuğu öldürdüğü iddiasını ileri sürdü. Lübnan ve Filistin tarafı bunu kesinlikle reddediyor. Hatta Semir Kuntar o günleri anlatırken, operasyon sırasında kaçırmaya çalıştıkları İsrailli Dan Haran adlı atom profesörünün küçük çocuğunun çatışma sırasında, nereden geldiğini bilmediği bir mermi ile öldüğünü belirtiyor ve "Soruşturma sırasında İsrailliler, çocuğun öldürülmesini üstlenmemi söylediler. Ben de onlara, 'yaptığım her şeyi üstlenmeye hazırım. Ama yapmadığım bir şeyi asla üstlenmem' dedim" diyerek suçlamaları reddeder. Her şeye rağmen bu konu önceki gece (18 Temmuz) El Cezire Mubaşer'de gündeme geldi. Semir Kuntar'ın hapishane arkadaşı ve bugünlerde İnsan hakları alanında çalışan Cebir Veşah (Cebir Veşah'ın annesi Ümmü Cebir ise hapishanede iken Semir'i evlatlık edinir) İsraillilere seslenerek "Cesaretiniz varsa Semir Kuntar'ın dosyasını açıklayın. Semir o çocuğu asla öldürmemiştir" diyerek İsrail'e meydan okudu. Semir'i evlatlık edinen 78 yaşındaki Ümmü Cebir ise "Semir asla o çocuğu öldürmemiştir. Eğer öldürdüğünü ispat edebilirlerse gelsinler beni içeri alsınlar. Semir'in yerine ömür boyu hapis yatmaya hazırım" dedi. Yani İsrail'in iddiası, Arap tarafında doğru olarak kabul edilmiyor.

     

    Psikolojik savaşın bir ilginç boyutu da yaşandı o gün. Esirlerin serbest bırakıldığı gün (16 Temmuz Çarşamba) haber televizyonları gün boyu canlı yayın yaptı. El Cezire televiz-yonuna konuşan İsrail askeri sözcüsü, Hasan Nasrullah'ı eleştirirken "halkın arasına çıkamıyor" şeklinde bir ifade kullandı. O gece Güney Beyrut'ta da düzenlenen tören sırasında taraftarlarını selamlayan Nasrallah, adeta İsrailli yetkiliye cevap veriyordu.

     

    BU, LÜBNAN'IN ZAFERİ

     

    Hizbullah, esir değişiminin Lübnan'da oluşturduğu zafer havasıyla ilgili olarak "kendi siyasi kazanımımız olarak görmüyoruz" mesajını verdi. Tören alanlarında, yollarda Hizbullah bayrakları kadar Lübnan bayrakları ve Lübnanlı diğer grupların bayrakları da vardı. Hasan Nasrallah da o gece yaptığı konuşmada zaferin, Hizbullah'ın değil, tüm Lübnan'ın zaferi olduğunu belirtti.

     

    Hizbullah halk desteğini bu sayede daha da arttırdı...

     

    Esir değişimi Lübnanlıları birleştirdi. Lübnan yakın tarihinde görülmemiş bir şekilde birlik beraberlik görüntüsü verdi. Esirleri Güney'de Hizbullah teslim aldı. Orada bir tören yapıldı, ardından helikopterlerle Beyrut Havaalanı'na götürüldü. Resmi törene Cumhurbaşkanı Micheal Süleyman başta olmak üzere Lübnanlı bütün grupların liderleri veya temsilcileri katıldı. Başbakan Fuad Sinyora daha birkaç gün önce ağır dille eleştirdiği Hizbullah'ın ikinci adamı Şeyh Naim Kasım'la yan yana durdu. O gün tüm Lübnanlı liderler birlik beraberlik mesajı verdi. Taraflar birbirle-rine son derece saygılı kelimeler kullanarak hitap etti. Esirlerin tüm Lübnanlılar tarafından karşılanması Lübnan için "gerçek bir zafer" olarak yorumlandı. Hizbullah'ın en büyük rakiplerinden olan Dürzi lider Velid Canbolat, hem el Cezire televizyonundaki canlı yayında, hem de Semir Kuntar için Lübnan Dağı'nda yapılan karşılama töreninde yaptığı konuşmasında direnişe tam destek verdi! Dürzi bölgesi olan Lübnan Dağı'ndaki törene katılarak Velid Canbolat'ın yanına oturan Çalışma Bakanı Hizbullah'lı Muhammed Fitiş, Dürzilerle ortak mücadele tarihine de gönderme yaparak Velid Canbolat'a "birlikte hareket etme çağrısı" yaptı. Böylece belki de uzun süreden beri ilk kez Hizbullahlı bir yetkili Dürzilerin bölgesini ziyaret etmiş oluyordu! Üstelik esir değişim günü tüm Lübnan'da tatil günü ilan edildi. Ülke genelinde bayram havası estirildi. Yani; Lübnanlı esirler, Lübnan'a birlik beraberlik getirdi!

     

    Kuşkusuz, Lübnan'daki bu birlik beraberlik atmosferi Lübnanlı bütün siyasi grupların katıldığı Ulusal Birlik hükümetinin çalışmalarına olumlu yansıyacaktır. Böylece Lübnanlılar, özlemini çektikleri başarılı bir hükümeti görmek için fırsat yakalamış oldular!

     

    Her şeye rağmen Lübnan'ın konjonktürel bir ülke olduğunu hatırlayarak komşu ülkelerin ve uluslararası güçlerin Lübnan içerisindeki etkisini gözönüne alarak, ileride olup bitecekler hakkındaki rollerini hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir.

     

    FİLİSTİNLİ ESİRLERİN AKIBETİ

     

    Esirlerin serbest bırakılması ile sevinen Arap dünyası bayram etti.

     

    İsrail tarafında ise tam bir matem havası vardı. İki askerin defin törenleri sırasında aileler gözyaşı döktü. Kamuoyunda, Hizbullah'ı güçlendirdiği gerekçesiyle Hizbullah'la yapılan anlaşma eleştirildi. İsrail basını, İsrail'in Semir Kuntar'ı öldüreceğini yazdı.

     

    Bu takas Filistinlileri de cesaretlendirdi. Çünkü Hamas'ın elinde de bir esir asker var. İsrail ile yapılan görüşmeler sonuç vermedi. Filistinliler daha şimdiden "Hizbullah çıtayı yükseltti" diyerek pazarlığı ona göre yapmaya hazırlanıyorlar. Hatta bir Hamaslı yetkili aynı Alman arabulucuyu isteyebileceklerini söyledi.

     

    Bu takas ve akabinde yaşananlar İsrail hapishanelerindeki 11 binden fazla Filistinli esirler konusunu yeniden gündeme taşıyacak gibi. Nasrallah, "esirlerin kurtarılmasında tercihimiz, direniş metodu. Arap ülkeleri hükümetleri de siyasi yolları denesinler ve birlikte Filistinli esirleri kurtaralım" diyerek topu hükümetlere attı.

     

    YENİ ŞAFAK


  12. karşılaştırmalı olarak NUTUK ve VATAN HAİNİ DEĞİL BÜYÜK VATAN DOSTU VAHİDÜDDİN. nutuk okumayı düşünen arkadaşlar varsa VAHİDÜDDİN'i okumadan okumalarını tavsiye etmiyorum.üstadın kılı kırk yararcasına tahkik ve tetkik ederek yazdığı bu tefrika tarihin köşe taşları arasında yerini almış durumda.

     

    bir tafartan vatana ihanetle,vatanını terk etmek suretiyle kaçmakla itham edilen o 60 kiloluk adamın,gerçekte ne büyük bir fedakar ve ne kadar büyük bir mütefekkir olduğunu, her iki kitabı karşılaştırınca görmek hiçte zor değil.


  13. Birgün büyük şair Necip Fazıl Kısakürek kendisine: İslamiyet denince burnuma ayak kokusu gelir!..''diyen ihtiyar gazeteciye;

    ''Senin o burnuna gelen, İslamiyetin değil; kendi ciğerinin pis kokusudur. Sen bir mücerredi, bir müşahhastan ayıramayan ahmaksın!...'' der..

    Bir gün yine de bugünün çok meşhur muharrirlerinden biri,bir devirde benimle evinde yemek yerken-bunlar gayet tuhaf şeylerdir,karısı mü'mindir kendisi kafir..bir garip alemdir Türk iklimi bugün-döndü,beni bir süre methettikten sonra:

     

    siz,dedi;nasıl olur da müslüman olursunuz,bana söyler misiniz?

     

    ve devam etti:

     

    ''-Müslümanlık deyince benim burnuma ayak kokusu gelir!''

     

    Küfrün mantığı üzerindeyiz.Adama verdiğim cevap,evinde olduğum halde şu:

     

    ''-senin burnuna gelen ayak kokusu,babanın ayak kokusudur!..Müslümanın değil!..

     

    *************

     

    ....içeriye bir ordinaryüs profesör girdi.O zaman belki profesör...Yani bugünün ordinaryüsü...ve hatta şu kadarını söyliyebilirim;Kur'an meali neşretti-isim zikretmiyorum-aklınca..

     

    Bana bir alaka, bir alaka...Tebrik etti mücadelemi,islami ruhumu..

     

    Bu arada işi namaza döktü ve dediki:

    ''-namaz?..''

    ''-elbette-''

    ''-canım,nasıl olur Necip Fazıl Bey size..?

     

    Durduk.Şöyle bir döndü bana,aynen:

     

    ''-bu asırda dedi;insan nasıl namaz kılar?Nasıl alnını yere koyar da ikiyüzelli gram tozla kaldırır?..''

     

    ...Ordinaryüs ise,sanki -haşa- tezeklerin içinde namaz kılmaya emir varmış gibi bana:''ikiyüzelli gram necasetle nasıl kaldırırsın başını?''diyor.

     

    Belki başı necaset küpüdür!

     

    Özel kalem müdürünün ve daha bir kaç kişinin yanında ona verdiğim cevap şudur:

     

    ''-siz kocamışsınız!..Evet;siz daha mücerredin ne olduğunu bilmeyen zavallısınız!''

     

    Durdu.Ve devam ettim:

    ''-Evvela,hiç olmazsa,kendinizi kandıracak bir fikir tesellisine varın!..Böyle maskara,sokak münadilerinin mantığiyle konuşmayın!..''

     

    Bu hal umumidir. (sf.192,193)

     

    (BATI TEFEKKÜRÜ VE İSLAM TASAVVUFU)


  14. Veya Ahmet Davutoğlu’nun kitabından birkaç cümle ekleseydiniz. Eminim daha tutarlı ve ikna edici olurdu.

    ahmet davudoğlu hoca, din tahripçileri kitabında, mevdudi’yi tenkit ederek özetle diyor ki:

     

    felsefe ile meşgul olan mevdudi, kolay tarafından din âlimi olmaya heves etmiş, dinde reformcu bir cemaat meydana getirmiştir. mısır’ın reformcu yazarları onu göklere çıkarırken, pakistan uleması da yerin dibine batırmıştır. (s.168)

     

    mevdudi, ulemasıyla, muhaddisiyle, fukahasıyla bütün islam âlimlerine cahil demiştir. (s.173)

     

    “peygamber sav, peygamberlik farzında kusur ettiği için allah ona istiğfar emretmiştir” diyor. (s.173)

     

    “bütün peygamberler günah işlerler” diyor. (s.174)

     

    “peygamberimiz kur’anın eşitlik esası ile ameli terk etti” diyor. (s.176)

     

    mevdudi, resail mesail isimli eserinde (s.57 de) “resulullah deccalin kendi zamanında çıkacağını sanıyordu, ama bu zannı üzerinden 1350 sene geçmesine rağmen, peygamberin zannı doğru çıkmamıştır” diyor. (s.179)


  15. 1903 senesinde hindistan’da doğup, 1979 da amerika’da vefat etti. ibni teymiye’nin fikirlerine saplanmıştır. siyasi düşüncelerini islamiyet olarak tanıtarak (cemaat-ül islamiyye) dediği bir fırka meydana getirdi. istanbul yüksek islam enstitüsü eski müdürü ve öğretim üyesi ahmed davudoğlu din tahripçileri kitabında, (mevdudi bir filozoftur, şaşırabilir) diyor.

     

    necip fazıl diyor ki:

     

    (islam’da ihya hareketleri adlı eserinde, kuru aklı biricik metot olarak kullanıyor, bu metodun baş temsilcisi ibni teymiye’yi göklere çıkarıyor, imam-ı rabbani hazretleri gibi beyninin her zerresi güneş olan bir kahramanı yalnız dış cephesiyle ele alıp içini görmezlikten geliyor. imam-ı gazali hazretlerini güya “müceddid-yenileyici” tanıdıktan sonra onda bir takım zaaflar buluyor. (s.64-77)

     

     

    mevdudi, hilafet ve saltanat isimli kitabının çeşitli yerlerinde, “islam nazariyesi” tabirini kullanıyor. halbuki islam nazariyesi olmaz, islamiyet bir nazariye yani teori, görüş değildir. allahü teâlânın dinidir. genellikle bu tabiri ve islam düşüncesi tabirini, peygamber efendimizin peygamber olduğuna inanmayan, islamiyet’i hak din kabul etmeyen, peygamber efendimizin kendi görüşü kabul eden yabancı müsteşrikler kullanır. müslümanlar böyle, islam nazariyesi, islam düşüncesi gibi tabirleri kullanmazlar.

     

    ismi geçen kitabındaki bazı ifadeleri nakledelim:

     

    1- gayri müslimler, müminlere verilmiş bütün medeni haklardan aynı şekilde istifade eder. (s.58)

     

    [yanlıştır, bir gayri müslim, mümin kadınla evlenemez, seçme ve seçilme hakkına sahip olamaz.]

     

    2- benim nazarımda bütün insanlar eşittir. bizden olsun veya olmasın. (s.68)

     

    [insanlar, insan olarak eşitse de, bir müslümanla bir kâfir asla eşit değildir. müslüman namaz kılması için zorlanır, fakat kâfir zorlanamaz. (ancak müminler kardeştir) âyet-i kerimesine istinaden bütün vatandaşların eşit olduğu hükmünü çıkarıyor. s.69-70 ]

     

    3- sahabeden hz. sa'ad bin ubade’ye, farklı ictihadı için kabilecilik taassubu diyor. (s.112)

     

    4- dördünün değil de, ilk iki halifenin icraatı numune kabul edilir diyor. (s.114)

     

    [hadis-i şerifte ise, (benden sonra ihtilaflar çıkınca, sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine uyun! onlara azı dişlerinizle ısırır gibi sımsıkı sarılın!) buyuruluyor. (tirmizi, ibni mace)]

     

    5- hulefa-i raşidinin aydınlattığı meşaleyi [hz.] osman söndürdü diyor. (s.117)

     

    6- hulefa-i raşidinin doğru yolu gösterdiklerini, fakat o yolda gitmediklerini belirtmek için, “bu zevat-ı kirama hulefa-i raşide - doğru yolda giden halifeler – değil de, hulefa-i mürşide - doğru yolu gösteren halifeler - demek daha doğrudur” diyor. (s.122)

     

    7- beni ümeyye [yani hz. osman sülalesi]nin memleket idaresinde söz sahibi olmasının kabiliyetle izahı mümkün olamaz diyerek iltimas olduğunu iddia ediyor. (s.30)

     

    8- ibni teymiye'den bile nakiller yapıyor. (s.135)

     

    9- [hz.] osman'ın siyaseti hatalı idi diyor. (s.141)

     

    10- islam’ın emrettiği seçim şeklinin modern olmadığını veya modern seçimin islam’ın koyduğu seçim sisteminden üstün olduğunu, dolayısıyla hz. ali’ye haksızlık yapıldığını belirtmek için, “bugünkü modern usullerle bir seçim yapılmış olsaydı hz. ali kazanacaktı” diyor. (s.151)

     

    11- “talha, zübeyir ve diğer kan davası peşinde koşanlar” diyor da, şer’i kısas isteyenler demiyor. aşere-i mübeşşereden bu iki zatı "kan davası peşinde koşanlar” diye suçluyor. (s.164)

     

    12- hz. ali'nin karşı taraftakilerin şehitlerine hürmet gösterdiğini ve mallarını ganimet saymadığını yazdığı halde hainliğinden karşı tarafa hücum etmekten kendini alamıyor. (s.167)

     

    13- resulullahın kayınbiraderi, vahiy katibi hz. muaviye'ye uzattığı kirli diline bakın:

     

    muaviye, osman'ın kanını istemek hususunda gayri kanuni yolda yürüyordu. (s.169)

    muaviye, osman'ın katillerinden değil, o zamanın halifesinden kan istiyordu. (s.171)

     

    14- hz. osman'ın katilinin hz. ali'nin olduğunu söylemesi için, sahabeden 5 tane yalancı şahit bulundu diye iftira ediyor. (s.173-174)

     

    15- hakem olayında haklıyı haksızı tespitin, hakemlerin yetkisinde olmadığını, hakemlerin yaptığı işin tamamen yolsuz ve yersiz olduğunu söyleyerek, bu işe rıza gösteren hz. ali ile bütün eshab-ı kiramı yolsuz ve yersiz iş yapmakla suçluyor. (s.182-183-187)

     

    16- hz. ali'nin, hz. osman'ın katline iştirak eden iki sahabiyi vali yaptı diyerek, “işte hz. ali'nin tek hatalı meselesi budur” diyerek hz. ali'yi suçluyor da, ictihadı böyle idi diyemiyor. (s.187-197)

     

    17- hz. ebu bekir’in hz. ömer'i yerine hilafete seçtiği gibi, hz. muaviye'nin de oğlunu hilafete seçmesini yanlış, hatalı ve usulsüz bir fikir olarak söyledikten sonra eshab-ı kiramın bu işi aynen kabul etmesini hazmedemediği için resulullahın arkadaşlarına yükleniyor. (s.197)

     

    18- hz. muaviye hakkında ağzına geleni söylüyor, bir defacık olsun hz. kelimesini bile uygun bulmadığı halde yaptığı hareketlerin tasvibi için bakın nasıl bir dil kullanıyor: muaviye iyilikleri şöyle dursun sahabi olması hasebiyle hürmete şayan bir zattır. onun hakkında her kim ileri geri konuşur, ona taan etmeye kalkarsa, o haddini bilmeyen bir kimsedir. (s.204)

     

    [hem hürmete layık diyor, hem de bir hz demekten kaçınıyor. mevdudi’nin samimiyetsiz olduğuna bu cümlesi yetmez mi?]

     

    19- hz. muaviye için, “politik gayeler uğruna şeriat hükümlerini tahrif etti” diyor. (s.235)

     

    20- şöyle bir iftira ediyor: “bu hadise esnasında bin kadar kadın kendi kocalarından başka kimselerden gebe kaldı.” (s.247)

     

    [mevdudi, eshab-ı kiram ve onların çocukları olan tabiine bu ırz düşmanlığını nasıl layık görür ki? hâşâ zina etseler bile gebe kaldığını hain nasıl tespit etmiş ki?]

     

    21- şirkten başka günahların affedilebileceği mürcienin itikadı olduğunu söylüyor. (s.302)

     

    halbuki kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

    (allahü teâlâ, şirki asla affetmez ve şirkten başka olan bütün günahları dilerse affeder.) [nisa 48]

     

    22- imam-ı a'zamın istisnasız bütün sahabileri hayırla, iyilikle yâdettiğini yazmasına rağmen, kendisi hain olduğu için hazret-i muaviye'ye, hazret kelimesini bile çok görüyor. (s.326)

     

    23- islam âlimleri cumhuriyet esasları korunması şartıyla birlik için çalıştılar diyor. (s.360)

     

    24- sahabiler için, “bilerek hata yapmaz” diyor ve ictihadi hataları olabilir demiyor. (s.436)

     

    25- es-sahabetü küllühüm adül, mefhumunun istisnasız bütün sahabiler hakkında varit olduğunu söylediği halde, yine de çokları adil iş yapmadı, şeriatı tahrif etti diyor. (s.437)

     

    26- bir hata işlemekle bir kimsenin derecesinin yüksekliğine noksanlık gelemiyeceğini belirterek “eshab-ı kirama dil uzatıyorum ama onlara noksanlık gelmez” demek istiyor. (s.441)

     

    27- “benim düşüncem şöyle” diyerek kendini, resulullahın arkadaşlarını, akrabasını hâşâ hesaba çeken savcı olarak görüyor. (s.443)

     

    28- (eshabım hakkında konuşulurken dilinizi tutunuz) hadis-i şerifine rağmen sahabe-i kirama kusur yüklemeye, hata bulmaya çalışıyor. (s.444)

     

    29- sapıkların şahitliği kabul edilmediği halde iftiralarına ibni sebecilerden delil getiriyor. intak-ı hak kabilinden mehaz gösterdiği ibni ebi hadid'in ehl-i sünnet olmadığını kendi de itiraf ediyor. (s.445)

     

    30- ibni kuteybeyi mehaz olarak gösteriyor. ibni kuteybe’nin ehl-i sünnet olmadığı bir tarafa, hz. ali'yi sevmemek anlamına gelen nasibilikle itham edildiğini belirtiyor. (s.446, 447)

     

    [sanki hz. ali düşmanı olunca sözü senet mi olur?]

     

    31- ibni teymiye’yi imam diye övüyor. (s.452) [burada imam, mezhep sahibi büyük âlim demektir.]

     

    32- ibni arabi'nin, ibni teymiye'nin ve şah abdülaziz'in şiileri reddiye hakkında yazdıkları kitapların mehaz olamıyacağını beyan ediyor. (s.463-464)

     

    33- kendi fikirlerini yazdıktan sonra, “kendi icthad-i fikrimi ortaya koysaydım” diyor. (s.463)

     

    34- [hz.] osman'ın niyeti değil, düşüncesi yanlıştı diyor. (s.465)

     

    35- hz. osman'ın firasetinin noksan olduğunu ispat için, “herhangi cahil bir insan bile vukuu muhtemel zararları tahmin edebilir, iyi veya kötü bunlara karşı gerekli tedbirleri almayı ihmal etmezdi” diyor. hz. osman'ın bir cahil kadar bile tedbirli olmadığını söylüyor. (s.467)

     

    [hâşâ allah onu aşere-i mübeşşereden cennetlik biri olduğunu bildirmekle, resulullah iki kızını ona vermekle ve sahabe-i kiram, halife seçmekle hata ettiği söylenmiş oluyor.]

     

    36- hz. osman'ın hz. muaviye'yi uzun seneler valilikte bıraktığı için siyaset ve tedbirinin hatalı olduğunu, bir valiyi ancak 5-6 sene istihdam edip değiştirmenin münasip olacağını söylüyor. (s.472)

     

    37- hz. osman'ın akrabalarına karşı olan tutumunu zaaf olarak vasıflandırıyor. (s.476)

     

    [mevdudi’yi savunan müslüman kardeşlerimiz, hz.osman’ı savunsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu. bize ne kadar kızarlarsa kızsınlar, biz hz.osman’ı savunuyor ve onun tarafını tutuyoruz.]

     

    38- [hz.] osman, bazı valileri değiştireceğine söz verdiği halde yine yerlerinde bıraktı diyerek, onu yalancılıkla suçluyor. (s.483)

     

    39- eshab-ı kiramın en büyüklerinden amr ibni as hazretleri için, “bu zatın yaptığı iş, düpedüz haksızlıktı” diyor. (s.498)

     

    40- mekke'nin fethinde [hz.] osman'ın iltiması ile bir zatın suçundan vazgeçildi diyor. (s.506)

     

    [iltimas, bir haksızlığı meşru kılmak için yapılır. hz. osman iltimas yaptı demekle hem hz. osman suçlanıyor, hem de bu iltiması kabul eden resulullah efendimiz suçlanmış oluyor.]

     

    mevdudi, (tarih boyunca tevhid mücadelesi ve hz. peygamberin hayatı) adlı kitaplarında, vahiylerin arası uzadıkça efendimizin üzüntüsünün ve sıkıntısının arttığını, bazen sebir, bazen hıra tepesine gidip oradan kendini atmak, yani intihar etmek istediği yazılıdır.

     

    halbuki kitaplarda diyor ki:

     

    resulullah, (cebrail aleyhisselam gözümden gaib oldu, lakin onun heybet, şiddet ve korkusu üzerimde sabit kaldı. bana mecnun diyeceklerinden ve bana dil uzatıp kötüleyeceklerinden korktum. hatice’nin yanına geldim. vücudum titriyordu. kendimden geçmiştim. gördüğüm şeyleri hatice’ye anlattım ve bana kahinlik arız olacağından korkuyorum dedim) buyurunca, hz. hatice, (allah korusun. hak teâlâ sana hayır ihsan eder. hayrından başka şey dilemez. allah hakkı için benim ümidim şöyledir ki, sen bu ümmetin peygamberi olacaksın. zira sen misafiri seversin. doğru söylersin ve emin kimsesin. acizlere yardım eder, yetimleri korur, gariplere iyilik edersin. ve iyi huylusun. bu hasletlerin sahibi olana korku ve ürkmek olmaz) dedi. (medaric-ün-nübüvve)

     

    mevdudi, peygamberimize dil uzatıyor

     

    ahmet davudoğlu hoca, din tahripçileri kitabında, mevdudi’yi tenkit ederek özetle diyor ki:

     

    felsefe ile meşgul olan mevdudi, kolay tarafından din âlimi olmaya heves etmiş, dinde reformcu bir cemaat meydana getirmiştir. mısır’ın reformcu yazarları onu göklere çıkarırken, pakistan uleması da yerin dibine batırmıştır. (s.168)

     

    mevdudi, ulemasıyla, muhaddisiyle, fukahasıyla bütün islam âlimlerine cahil demiştir. (s.173)

     

    “peygamber sav, peygamberlik farzında kusur ettiği için allah ona istiğfar emretmiştir” diyor. (s.173)

     

    “bütün peygamberler günah işlerler” diyor. (s.174)

     

    “peygamberimiz kur’anın eşitlik esası ile ameli terk etti” diyor. (s.176)

     

    mevdudi, resail mesail isimli eserinde (s.57 de) “resulullah deccalin kendi zamanında çıkacağını sanıyordu, ama bu zannı üzerinden 1350 sene geçmesine rağmen, peygamberin zannı doğru çıkmamıştır” diyor. (s.179)

     

    yazılarında bunlara benzer saçmalar çoktur. (s.178)

     

    son söz olarak mevdudi’nin kim olduğuna bakalım:

     

    (hindistan’daki dinde reformculardan, ingiliz casusu ebülula el mevdudi iskoç masonu idi.) [faideli bilgiler s.303]

     

    www.dinimizislam.com


  16. ayrıca ufak bi anımı nakledeyim...

    üniversite zamanlarımdı.. bi gençlik festivalindeydik.. haluk levent konseri.. herkes şenliğin atmosferine kendini kaptırdığı bi durumda birden bi kaç densiz meydana cıkıp türkiye bizim dir bizim kalacak diye bagırmaya basladı.. ortam hafiften gerginleşmişti.. o anda yanımda 5 yada 6 yaslarında bi kız cocuğunu alın türkiyeyi k... sokun gibi bi laf etti.. buyrun artık bu kız cocugundan vatana millete yararlı bi davranıs bekleyebilirmisiniz.. henüz beyni her seyi fotoğraflama yasındaki bi cocuğun bu davranısına ve bu olumsuz gelişimine önayak olan bu zihniyeti takdir etmemi nasıl beklersiniz.. tepkilerim sert olabilir.. ama lütfen gercekleri görelim ona göre hareket edelim.. ve benim milliyetim ne mi? türküm ve kökümü 1600 lü yıllara dayandırabilecek kadar arastırmacı bi aileye sahibim.. ve artık türklüğünden şüphe ettğim tv dalkavukları çekin artık milletimin üzerinden pis salyalarınızı..


  17. HZ. RESUL BUYURURKİ :" İNSANLAR DEDELERİ VE BABALARI İLE ÖVÜNMEKTEN VAZGEÇSİNLER " , (TİRMİZİ) , " IRKÇILIK DAVASINA KALKAN BİZDEN DEĞİLDİR , IRKÇILIK ÜZERE SAVAŞAN BİZDEN DEĞİLDİR , IRKÇILIK İÇİN ÖLEN BİZDEN DEĞİLDİR ." ( MÜSLİM,İMARE:53-57)

    Da'hü ilennar

    İmam-ı Malik Hazretleri'nin Muvatta'ından öğrendiğimize göre, Kays bin Mutata adında bir Arap, Medine'de sahabelerin oturduğu bir meclise gelmiş, Evs ile Hazreç kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla tatlı tatlı sohbet ettiklerini görünce bir hayli kızmış, kızgınlığını nihayet şu sözleriyle oradakilere aksettirmişti: "Evs ile Hazreç, Resulullah'a hizmet eden Araplar. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman!.. Bunlar Arap değiller ki?.. Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul edilebiliyorlar?.. Bu ayrılıkçı sözler üzerine Muaz bin Cebel hemen oturduğu yerden kalktığı gibi adamın yakasına yapışmış:Seni Resulallah'ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin doğruluğunu ona soracağım. Ondan sonra seninle hesaplaşırız... diyerek adamı alıp doğruca Efendimiz'in mescidine götürmüş ve: - Ya Resulullah, demiş, bu adam için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı tatlı sohbet ediyorduk, gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların Arap olmayanlardan üstün olduğunu ileri sürdü, İranlı Selman'ı, Rum'dan gelen Suheyb'i, Habeşistan'dan gelen Bilal'i aşağı ırktan kabul ederek Araplarla sohbete layık olmadıklarını, aramazdan uzaklaştırmamız gerektiğini iddia etti?.. Bu olayı dinleyen Resulullah'ın yüzünde seyrek görülen öfkelenme işaretleri görüldü. Hemen kalkıp konuşma yaptığı minberine geçerek oradakilere şöyle hitap etti: - Ey insanlar! Sizin Rabb'iniz birdir. Babanız, ananız da birdir. Araplık ne ananızda vardır ne de babanızda. O sadece sonradan meydana gelen dil farkından ibarettir. Arap'ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah'a iman ve itaattedir. Bunu herkes böyle bilmelidir! Gariptir ki, bu hutbeyi dinleyenlerin hemen hepsi de Arap'tılar. Hiçbiri, Arap'ın ötekilerden üstün olduğunu iddia etmedi. Fazla olarak Arap'ın üstün olduğunu ileri sürmek isteyen adamın yakasına sarılarak oraya getiren Muaz bin Cebel de Arap'tı ve halen eli Arap'ın üstülüğünü iddia eden adamın yakasındaydı. Ya Resulallah, dedi, öyle ise ne yapayım aramıza ırk ayrımcılığı sokmak isteyen bu fitne adama?.. Efendimiz, bu soruya, pek kullanmadığı ağır bir azarlama cümlesiyle cevap verdi. Ne dedi biliyor musunuz? - Da'hü ilennar!.. Bırak onu, Cehennem'e kadar yolu var! Evet, ırkçılık yapan adamın Cehennem'e kadar yolu vardı. Gerçekten de bir ırkın ötekinden üstün olması lazım gelseydi Arap'ın üstün sayılması lazım gelirdi. Çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilen ahir zaman nebisi Efendimiz (sas) Hazretleri, Arap ırkından seçilmişti. Ama duruma bakın ki, Arap ırkından olan Resulullah (sas) Hazretleri böyle bir üstünlük iddiasına izin vermemiş, sahabeler de ilgi duymamış, bir ırk ayrımına bizzat Arap olan sahabeler de karşı çıkmışlardır.Çünkü onlar din kardeşliğini her ırkın üstünde ve önünde tutmuşlar, böylece her ırktan, kavim ve kabileden insanlarla kucaklaşmış, kardeşlik bağları kurmuşlar, birliklerini iman kardeşliğiyle yaygınlaştırmışlardır. (26 Ekim 2006,AHMED ŞAHİN)

     

    dostlarım ben elbet türk olarak onurluyum .. ama bu onuru bana yasatan alicenap milletimin islamiyete olan katkısı.. yani birinci referansım islam ve sanırım hepimiizn ole olmalı.. ve acı bi saptama: NEDENSE TÜRK OLDUĞUNDAN ŞÜPHE DUYDUĞUM BU KİŞİLER BANA BU DAVAYI ANLATMAYA CALISIYOLAR. BEN BURDAN KÖTÜ KOKULAR HİSSEDİYORUM.. BU KARDESLİK BAGLARIMIZI TAMAMEN YOK ETMEK İÇİN Bİ OYUN OLMASIN...


  18. bi konuda yeterli olduğunu düşünmek ve o konuda mükemmliğin timsali olduğunu düşünmek artık o konuda ulasabileceğin son noktaya ulastığının bi göstergesidir.. cok iyi yazdığını düşünenler için ufaktan bi hiciv. yazarkasa olmak nasıl bi duygu :D


  19. Kardeşlerim...

    Yazmanın en önemli kuralı, çok okumak; hatırı sayılır bir kelime dağarcığına sahip olmak; şiir yazma tekniklerini öğrenmek (hece vezni, arzu vezni, serbest şiir (ki tamamen karşıyım) nasıl yazılır? hece ölçüsü, uyak, redif nedir?); okuduklarından ve edindiğin bilgilerden yola çıkarak bir ilham yakalamak (ki saati, zamanı asla belli değildir; oturup bir şiir yazayım da diyemezsin); o ilhamı önce ufak ufak karalamalarla bir kalıba sokmaya çalışmak (serbestse nasıl yaparsan yap mantığı); olmazsa tekrar, olmazsa tekrar ve nihayetinde en anlamlısını ve güzelini bulana kadar uğraşmak.

    tamamen katılıyorum.. ayrıca yazmak bi sanattır.. özellikle yazacağım diye ugrasmamak gerekir kanaatindeyim.. herkez yazabilseydi kim okuyacaktı.. okuyan olmayı tercih ederim...

×
×
  • Create New...