Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

tutsak

Üye
  • Content Count

    48
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by tutsak


  1. Üstadın Poetikası

     

     

     

    Orhan Okay'ın tespitine göre, Necip Fazıl'ın (1905–1983) ilk şiiri, 1922 yılında yayımlanan “Örümcek Ağı”dır (Okay, 1991, 130). Necip Fazıl'ın şiir kitapları şunlardır: Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), 101 Hadis (1951), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Şiirlerim (1969), Esselâm (1973), Çile (1974).

     

    Necip Fazıl’ın Poetika adlı metni, tam metin olarak ilk defa, 1955 yılında yayımlanan Sonsuzluk Kervanı'nda yer almıştır. Bu kitap Necip Fazıl’ın Çile öncesi bütün şiirlerini toplayan ilk kitaptır. Bu metin bu kitaptan itibaren Çile'nin bütün baskılarında yer almıştır. Poetikanın 1955 yılında toplu şiirlerle yayımlanması, bu metnin, Necip Fazıl’ın şiir kişiliği oluştuktan sonra kaleme alındığı anlamına gelmektedir.

     

    Necip Fazıl’ın şiir görüşünü kavramada temel metin olan “Poetika”sının yanına, 1936 yılında çıkardığı Ağaç dergisindeki başyazılarını ve bu dergideki bazı değinilerini koymak, bunları da kendisiyle yapılan söyleşilerde beyan ettiği görüşlerle desteklemek bence en sağlam yoldur. Bu üç kaynağın işlemesi gereken zemin de Necip Fazıl şiiridir.

     

    Necip Fazıl'ın Poetika adlı metni on dört bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler şunlardır: 1. Şair. 2. Şiir. 3. Şiirde Usûl. 4. Şiirde Gaye. 5. Şiirin Unsurları. 6. Şiirde Kütük ve Nakış. 7. Şiirde Şekil ve Kalıp.. 8. Şiirde İç Şekil.. 9. Şiir ve Cemiyet. 10. Şiir ve Hayat. 11. Şiir ve Din. 12. Şiir ve Müspet İlimler. 13. Şiir ve Devlet. 14. Toplam.

     

    Necip Fazıl, şiiri kavrayışını izaha, şairin hayat ve şiir karşısındaki konumunu tespit ederek başlamaktadır. Öncelikle karşı çıktığı husus şairin edilgenliğidir. Buna mukabil şairin vasfı olarak çağırdığı ilk nitelik bilinçliliktir. Hem içinden gelenler, hem de dış tesirler söz konusu olduğunda şair, bir “şuursuz âlet” (Kısakürek, 2002, 471, 496) değildir. Necip Fazıl’ın hem biçim meselesini açıklarken hem şiirimizin tarihsel çerçevesini ortaya koymayı amaçlayan yazılarında en çok vurguladığı, önemsediği hususlardan birisi, şairin şiirine şahsiyetini verebilmesidir. Şair hem vezin karşısında, hem döneminin şiir ortalamasının, klişelerinin karşısında, şahsiyetini silen edilgenliği değil, şahsiyetini öne çıkaran etkinliği esas almalıdır. Şahsiyetin Necip Fazıl’dan sonra en çok gündeme geldiği devir, İkinci Yeni devridir.

     

    İkinci bölümün en önemli cümlesi, “Şiir, Mutlak Hakikat'i arama işidir” (473) cümlesidir. Mutlak hakikat Allah'tır (474). Necip Fazıl’ın bu önermeler çerçevesinde telâffuz ettiği kavram da “arayış” (473) kavramıdır.

     

    Poetikanın üçüncü bölümünde Necip Fazıl şiirinin temel kurallarından biriyle karşılaşırız: Şiir, somuttan soyuta gitmelidir. Bu bölümde soyutlamak vurgulanarak öncelenmektedir.

     

    Necip Fazıl, Poetikanın dördüncü bölümünde simgeyi ve şiirde üslûbun önemini öne çıkarmaktadır. “Şiirde, ne söyledi yok, nasıl söyledi vardır.” (476) kuralı Necip Fazıl’a göre üslûbun temel taşıdır. Bölümden anlaşılan husus, şiirin bildirdiğinin, şiirin konuşma tarzıyla (üslûp) disipline edilmesi gerektiğidir. Bu öneri, Necip Fazıl’ın iki konudaki hassasiyetinden doğmaktadır. Birincisi, şiir, bir haberin açıkça ilânı üzerine kurulmamalıdır. Bu düzyazının, dahası bilimin metodudur. Didaktik ve politik şiirlerde bu hataya düşülmektedir. İkincisi, şiir, vezin ve kafiyenin kolaylığına sığınmamalıdır. Dış yapı düzgün bile olsa, şiirin muhtevası boşsa; bir haberden yoksunsa, böyle şairler şiirde ileri gidemezler; kısa sürede devre dışı kalırlar. Necip Fazıl, kafiye ve veznin, şiiri, birtakım “adî lâf tertipleri”nden (476) ayırdığını; ama sadece bu ayrım üzerine kurulan şiirin bir sahtekârlık olduğunu belirtmektedir. Necip Fazıl’da şiir bu iki husus arasındaki sentezden, gerilimden doğmaktadır. Necip Fazıl, şiirin taşıdığı özle, bu özün sunulduğu biçim arasında, birbirini elimine etmeyen, birini öbürüyle denetleyen bir yapı kurulmasını önermektedir. Bu yapıda, şiiri dış yüzeyden ibaret görerek, sadece kafiye ve vezin üzerine kuran anlayışın farkında olmadığı bir iç yapı vardır. Bu yapı şiirin bütün kurallarından bağımsız bir şekilde oluşmuş kendine özgü bir canlılık taşımaktadır. İşte simge bu yapıdan doğar, doğmalıdır. Simgenin işlevi, şiirin iç yapısındaki “sırrı” (476) anlamı şiirin dış yüzeyine taşımaktır. Burada isçilik ayrı bir önem kazanmaktadır. Kendine özgü bir canlılık arz eden iç yapı olağanüstü derecede çeviktir; kolayca ele geçmez. Şairlik, “bu harikulâde çevik ve ince bünyenin heykeltıraşlığı”dır (477).

     

    Beşinci bölüm şiirde duygu ve düşüncenin tek başlarına ehemmiyet kazanamayacakları hususuna ayrılmıştır. Necip Fazıl’a göre duygu ve düşünceler birbirlerine katışmalıdır. Şiir, bu katışma sürecinde, tarafların birbirlerine açıldıkları mesafe üzerinde ortaya çıkar. Eğer şiir, sadece duygu üzerine kurulursa, böyle şiirlerde insanın içini bayan abartılı romantizmden; sadece düşünce üzerine kurulursa, böyle şiirlerde de vaazdan, nutuktan, ders vermekten kurtulunamaz ki şiir bunları amaçlamaz. Böyle şiirler değersiz “birer ses”ten (478) ibarettir. Şiirde düşünce duyumsanabilir olmalıdır. Şiirde duygu düşünceyle, düşünce duyguyla değişecektir; ama bu “tagayyür ve istihale”de (479) düşüncenin değişimine daha çok emek verilmelidir; çünkü duygu, düşünceye nazaran değişime daha açık bir karaktere sahipken düşünce direşkendir. Düşüncenin direnişini kırmak için daha çok emek sarf edilmelidir.

     

    Altıncı bölüm beşinci bölümün üzerine kurulmuştur. Beşinci bölümün konusu olan duygu ve düşünce şiirin ana maddesidir. Buna şiirin özü yahut muhtevası denir. Bu muhtevanın sunumu, estetik ve fonetik yapısı şiirin biçimini oluşturur. Şiir bu unsurlardan bütünlenen bir yapıdır.

     

    Poetikanın yedinci bölümü şiirde bütünlük bahsine ayrılmıştır. Bütünlük, şiirin iç yapısıyla dış yapısının karşılıklı olarak birbirlerinde tecelli etmelerinden oluşur. Şiirin iç yapısı (öz) mutlaka kendi biçimini (dış yapı) arayacaktır. Bu arayış özün, biçimi “fatihçe zapt etmesiyle (481) sonuçlanmalıdır.

     

    Necip Fazıl’a göre şiirin biçimi, özün çatıldığı omurgadır. Bütün gayret, öz-biçim uygunluğu doğrultusunda şiirin tezahür etmesi, öze uygun biçimin bulunmasıdır. Biz bu çerçevede bir şiire baktığımızda, sadece biçimi yahut özü değil, şiirin bütün unsurlarının birlik arz ettiği bir bütünlüğü görmeliyiz. Bu bütünlüğü ortaya çıkarabilmenin en temel şartı da şiirde isçiliğin büyük bir önem arz ettiğinin farkına varmaktır. Bu itibarla, eğer bir şiirde kafiye ve vezin, “Ben buradayım.” diye bağırıp duruyorsa, o şiir sıradan bir “nazımcılık” (482) örneğidir. Şair, mutlaka bir vezne (bir ölçüye) bağlanan; ama aynı zamanda bu vezni asan adamdır. Bir vezne bağlanan; ama veznin bağlayıcılığı altında ezilen, vezni “sırtında bir kambur” (482) veya “bir koltuk değneği” (482) gibi taşımak zorunda kalan şairden sağlam şiir çıkmaz. Sağlam şiir, vezni “ezen” (482), “ayağının altına alıp çiğneyebilen” (482) “büyük usta”lardan (482) sâdır olur.

     

    İşte bu aşamada, vezne diş geçiremediği için vezinden vazgeçmek işin kolayına kaçmaktır. Vezin-mizan ilişkisi gereği, ölçü şiirde esastır. Bir ölçünün kaydından kaçmak vezne bütünüyle teslim olmaktan ve şiirini sadece vezni işletmek üzerine kurmaktan daha vahim bir durumdur. “Üstün sanatkâr, sabit bir şekil ve kalıp içinde her an, her şiir, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenileyebilendir.” (483). Bence Necip Fazıl’ın şiir tekniği bakımından en temel düşüncesi budur. Necip Fazıl’ın daha ilk kitabının bir yenilik arz etmesinin arkasındaki sebep budur. Necip Fazıl’ın şiire başladığı, ilk kitabını çıkardığı dönemde yazılan şiir, hele ki hece şiiri eskimiş, artık bir şey ifade etmez olmuştur. Bu ortama ayak uydurmak yerine, yepyeni bir şiir davası gütmesinin sebebi şiirin tekniğine, işçiliğine, tazeliğine verdiği önemdir. Bu durum, Necip Fazıl’ın şiiri aynı zamanda bir teknik (biçim) olarak algıladığını göstermektedir.

     

    Sekizinci bölüm şiirde biçim, vezin ve âhenk unsurlarına ayrılmıştır. Necip Fazıl’a göre serbest vezin, şiirin dışa ait biçimini ortadan kaldırarak, bunun yerine, şiirde “iç şekli billurlaştırma”yı (484) esas almaktadır. Bu tavır olumlu karşılansa da, en nihayeti, zamanla mekânın bağını koparmak cinsinden “imkânsız” (484) bir iştir. Özün dış biçim kaydı olmadan gövdeleşebilmesine imkân yoktur. Dış biçim vezindir. Vezin de aruz vezni yahut hece veznidir. Aruz vezni iki sebepten dolayı tercih edilemez. Birincisi, artık onu yaşatacak bir hayat, bir insan yoktur; aşılıp geçilmiş bir kalıptır. İkincisi, aruz vezninde âhenk yapaydır. Şiirin özünü biçimin egemenliğine maruz bırakan bir tavır esastır. Fakat bu şiirin büyük ustaları elinde bu yapaylığın aşıldığını da görmek gerekir. Fuzulî, Bâki, Nedim, Şeyh Galip bu duruma örnektir. Hece vezni, aruz veznine nazaran şaire daha geniş imkânlar tanımaktadır. Hece vezni, yapısı gereği uzun ve kısa hecelerin harmanıyla şaire, her an değişik bir aruz kalıbını kullanmanın imtiyazına benzer bir imkân sunar. Bir şiirde sabit bir kalıba bağlı kalmak mecburiyetini ortadan kaldırır; şiirin akışı içinde an be an değişen hâlet-i ruhiyemize, şiirin iç yapısıyla dış yapısı arasındaki hareketli, değişken karakterli ilişkiye hece vezni daha uygundur. Bu vezindeki başarıya da Yunus Emre örneği verilebilir.

     

    Necip Fazıl serbest vezni, şiirden “dış şeklin”, ölçünün, kaydın atılması olarak algılamaktadır. Buna mukabil, şair muhakkak bir şekle bağlı kalmalıdır. Necip Fazıl’ın önerdiği şekil hece veznidir.

     

    Necip Fazıl bu bölümde şiirde kelime seçiminin önemini de vurgulamaktadır. Şiirde her kelime, “içine renk renk, çizgi çizgi, yankı yankı cihanlar sığdırılmış birer esrarlı billur zerreleri”dir (484). Bundan dolayı şiirde kelime seçiminin, kelimeleri birbirleriyle kaynaştırıp bütünleştirmenin büyük bir önemi vardır.

     

    “Şiir ve Cemiyet” başlıklı dokuzuncu bölümde Necip Fazıl, şiiri, vizyon (ufuk) kelimesi bağlamında toplumun “rüya”sı (486) olarak görmektedir. Necip Fazıl’a göre bir toplumun bütün devrelerinin izlenebildiği en sahici alan şiirdir. Çünkü şiir “bir milletin iç mayalaşmasını ifade eder.” (Kocahanoglu, 1983, 491). Yani, milletin özünün toplandığı, saklandığı, canlı tutulduğu, ayağa kalktığı yerdir. Özellikle toplumsal kriz dönemlerinde şiir (“cemiyetin mu'dil oluşları içinde” Kısakürek,, 2002, 486) o toplumun vücut bulmasını sağlamış köklerine sahip çıkan, içinde bulunduğu dönemi ve durumu birinci elden yansıtan, toplumun “istikbâlinden haberler getiren” (486) bir rüyadır. Bu rüyayı şair görür. Şair, toplumun zor zamanındaki “sayıklamalarını dahi zapt eder.” (486). Bu itibarla şiir, toplumun “topyekûn his ve fikir hayatını” (486) inceden inceye araştıran, gözetleyen bir “rasat merkezi”dir (486). Bundan dolayı şiir, bireycilik merkezinde gelişen, bireyle sinirli bir uğraşı olamaz. Biz, şiirdeki “tam ve müstakil bir fert”ten (486) süzülen insanda bütün toplumu okuruz, görürüz. Bunun için, “cemiyetteki tefekkür ve tahassüs hâleti”nin (486) en kıymetli örneği şiirden yansır. Bunun için şiir, toplumu, “tek fert üzerinden” (486) yansıtır.

     

    Necip Fazıl, Poetikanın dokuzuncu bölümünden sonraki beş bölümde, önceki bölümdeki fikirlerini tekrarlamakla yetinmiştir.

     

    Necip Fazıl’ın poetikası, Necip Fazıl’ın şiir karşısında sistemli bir düşünceye sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü Necip Fazıl için şiir ne bir “fantezi”, ne de geçici bir “heves”tir. “Temel”li bir uğraştır.

     

    Poetika, Necip Fazıl’ın şiir bahsinde sistemli bir kuruluş teklifidir. Poetikanın merkezini, şiiri hem kuru fikre, hem içi boş güzelliğe teslim etmemek düşüncesi oluşturmaktadır. Necip Fazıl’a göre şiir, kuralı kaidesi olan bir sanattır. Şiir adına ortaya konan her metin, öncelikle şiirin temel kurallarını gözetmek zorundadır. Bu itibarla Necip Fazıl hem kendi şiirini kurmanın, hem de bir metnin neden ve nasıl şiir katına çıkabileceğinin farkındadır. Poetika her şeyden önce bunu göstermektedir. Necip Fazıl’ın şiirini, kronolojisine sâdik kalarak izlediğimizde Necip Fazıl’ın poetikasının, bu şiirin oluşum sürecini ve bir bütün olarak genel karakterini karşıladığını görmekteyiz.

     

    Necip Fazıl’ın şiir görüşü bahsinde, poetikası kadar önemli bir metin de Ağaç dergisinde yazdığı başyazılardır. Necip Fazıl’ın, Ağaç dergisindeki başyazıları poetikasının altyapısı niteliğindedir. Bu yazılar her şeyden önce, Necip Fazıl’ın şiirdeki başarısının arkasında şiir üzerinde düşünmesinin yattığını göstermektedir. Necip Fazıl’ın, şiire başladığında neden bulduğu ortamı tekrarlamak yerine, yeni ve taze bir şiir için emek vermeyi seçtiğini bu yazıları okuduktan sonra daha iyi anlarız. Necip Fazıl bu yazılarda, günün şiirini gözeterek, bu şiire, onu sağlığa kavuşturacak bir istikamet teklifinde bulunmaktadır. Bu teklifin, Türk şiirinin onmaz, her ne hikmetse bir türlü kapanmaz, metafizik açlık olarak adlandırılabilecek derin yarasıyla yakından bir ilişkisi de vardır.

     

    Necip Fazıl, 1939 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Şiirin gayesi bence üstün idraktir. O, mutlak hakikati arar. Şiirde müzik, eda, nakış, isçilik gibi kıymetler, bütün bunlardan evvel bulunması icap eden bir cevhere bağlı olmak, iktiza eder.” (Kocahanoglu, 1983, 476) demektedir. Bu üç cümle poetikasinin veciz bir ifadesidir.

     

    _______________

     

    KAYNAKÇA

     

    Kısakürek, Necip Fazıl (2002). Çile, Büyük Doğu Yayınları, (46. baskı).

     

    Kısakürek, Necip Fazıl (1932). Ben Ve Ötesi, Semih Lütfü “Suhulet” Kütüphanesi.

     

    Kocahanoglu, Osman Selim (1983). Türk Edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek, Ağrı Yayınları.

     

    Okay, M., Orhan (1991). Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ Yayınları.


  2. Tenkitindeki mesnetsizlik ve küstah üslup, sana bu güdümü sağlayan ve mimessilliğini yaptığın fikriyat göz önünde bulundurularak mazur görülebilir. Ne varki fıtratı icabı Trradomir'in bu kadar iyimser olacağını zannetmiyorum :)

     

    Denklemci efendi...Hangi zaviyeden baktığını, veyahut ne görmek istediğini kestiremem ama yukardaki Erdem Beyazıt imzalı yazı, başından sonuna kadar Üstadı konu almakta, üslubundaki yalınlık ve billurluğuyla onu yeni yeni tanımaya başlayanlara güzel bir ön malumat niteliği taşımaktadır. Yazının ehemmiyetini ve kıymet hükmünü aldığı bu noktayı bilhassa iyi bellemen, ve fedakarlık yaparak bu uğurda idrak gücünü zorlaman iktiza eder. Bu yazıya Üstadın bir nevi künyesi nazariyle bakmak lazımdır. Trradomir'in dediği gibi Üstadın -aynı zamanda diğer bütün fikir adamlarının- düşüncelerini tetkik etmek için onların fikriyatlarının dokunduğu halı tezgahı olan hususi hayatlarını teferruatlarıyla bilmek, fikir planında zaruri bir ihtiyaçtır. Onları tanımadan, bilmeden nasıl düşüncelerine itibar edebiliriz, veya insanlardan bunu bekleyebiliriz?...


  3. <_Akıl değil, onun üstünde bir şey, seziş...> sözünden kast nedir? Tam olarak birtürlü çıkaramıyorum.

     

    Üstadın akıl mefhumuna bakışını göz önünde bulundurursak bu sorunun cevabı çorap söküğü gibi kendini verecektir...

     

    Akıl, öncesini, sonrasını, maverasını hesaplayamaz. Bu, onun imkan dairesi dahilinde değildir. O sadece gördüğüne, bildiği derecede yaklaşır ve bildiği sadece beş duyunun elverdiği ölçütdedir.

     

    Akıl ötesindeki seziş ise, akıl ile mavera arasındaki perdenin kalkmasıyla, daha doğrusu gönül gözüyle o perdeyi inceltilmesiyle ardını görebilme işidir.

     

    Seziş, bir fıtrat nimeti olarak telakki ediliyor çoğu kez. Halbuki sezişin tek yolu bedahet değildir. Onun asıl ve çetin yolu, tefekkürdür. Tefekkür, aklın ötesine akıl vasıtasıyla gitmek işidir. Bunun, fıtrat mahsülü olan sezişten farkı ve ayrıcalığı, nihayetteki şuur halidir. Şuur zemininde olmayan sezişin, fikir planında kıymet hükmü yoktur. Onu, tedavülde olmayan banknot olarak düşünebiliriz.


  4. Mükemmel bir çalışma olmuş. Ellerinize sağlık diyelim.

     

    Mücerretin müşahhas plandaki tezahürünü oluşturup bu planda onun ruhunu, müspet ya da menfi bütün cihetlerini müşahede edip zapta geçmek, sanatkarların en asli meziyet ve vazifesidir. Üstad, özellikle Tanzimattan sonra fiziksel plana, yani ictimai sahaya intikal eden fikir ve ruh sahalarındaki çöküntümüzü harikulade bir sanatkarlıkla işlemiş ve 'Ahşap Konak' ile bunu hayatın dörtköşe zemindeki zaptı olan tiyatroya geçirmiştir.

     

    Bu nadide eserin müşahedesini yaparak bizlere sunan Üstad sınıfına ve eserin lezzetine lezzet katan, rikkati ve teferruatlar arasında sıkışmış manayı ifşa ederek hakkını veren Reyhan kardeşimize gönülden teşekkürlerimi sunarım.


  5. Necip Fazıl Kısakürek'in ‘Otel Odaları' şiiri bir belgesele konu oldu. Otellerde yaşayan gariban insanların hayatlarını aynı adla belgesele taşıyan Sevinç Yeşiltaş, 12 Aralık’ta TRT 2’de yayınlanacak birinci bölümde Necip Fazıl'ın İş Bankası müfettişiyken kaldığı Ödemiş'teki Yıldız Oteli'ne ve sakinlerine geniş yer ayırıyor. Restore edilen otel, yakında kültür merkezi olacak.

    Necip Fazıl Kısakürek, 1927 tarihli ‘Otel Odaları’ şiirini oğlu Mehmet Kısakürek’in verdiği bilgiye göre Paris’te yazmış. Ancak Kısakürek, İş Bankası müfettişliği yaptığı dönemde Anadolu’nun birçok otelinde konaklarmış. Oğul Kısakürek, “Bence bütün kasaba otelleri babamı etkilemiştir.” diyor. Özellikle İzmir Ödemiş’te 1927 yılında açılan Yıldız Oteli, yazarın her geldiğinde uğradığı bir mekan. Dönemin yöredeki en lüks ve popüler oteli. Safiye Ayla, Zeki Müren, Adnan Menderes gibi sanat ve siyaset hayatının simalarını ağırlamış zamanında. Menderes’in otelin balkonuna çıkıp halka seslendiği de olmuş. Yıldız Oteli’nin mimarı, Sanayi-i Nefise’den mezun olan Mario Efendi.

     

    Otel, neoklasik mimarinin Ege’deki ilk örneği. Yüksek tavanlı, sarkma floresanlı muhteşem bir lobi… Perdeler, kadife aplikler, aynalı dolaplar, halılar, simgeli karyolalar, konsollu aynalar Yıldız Oteli için özel yapılmış. Otelin altında ‘Müzisyenler ve Çobanlar Kahvesi’ varmış. Arka tarafında ise en az o otel kadar ihtişamlı, 1800’lerde yapılan Keçecizade Hanı… Hâlâ birileri kalıyor burada. Aslında otel, hanın yıkılan kısmına inşa edilmiş. Ödemiş’in merkezinde Otel Sokak’taki bu şaşaalı yapı, günümüzde günlüğü 5 YTL’ye garibanların kaldığı bir mekana dönüşmüş. Şimdiki işletmecisi İmdat Mürselin Ballı. Her ne kadar Ödemiş Belediyesi ve ÇEKÜL Vakfı tarafından restore ettirilse de eski ihtişamından eser yok tabii ki.

     

    ***

     

    Bir valize sığan Pejmürde Hayatlar

     

    Otel hakkında daha ayrıntılı bilgi, yapımcı ve yönetmen Sevinç Yeşiltaş’ın TRT 2 için çektiği, üç bölümlük ‘Otel Odaları’ belgeselinde yer alıyor. Yeşiltaş, 12 Aralık’ta TRT 2’de yayınlanacak belgesele Necip Fazıl’ın ‘Otel Odaları’ şiirinden etkilenerek başlıyor. Hangi otele gidip kalsa aklında hep bu şiir... Bir gün Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir otele gider, ama içeriye girmeye korkar. Sokakta keman çalıp para kazanan Paganini Kemal’in hayatının izlerinin peşindedir. Hayalleri nelerdi, neden tutunamamıştı, hangi yanlış kararlar onu otele düşürmüştü? Otele düşmek de ne demekti? Hayatı nasıl algılıyordu? Yeşiltaş, sonunda ömrünü otellerde tüketen insanların belgeselini yapmaya karar verir. TRT’ye sunduğu teklifi kabul edilir. Amacı kentlerin bir parçası olan oteller ve bu otelleri kendilerine yurt edinen insanların süregelen hayatları üzerinden Anadolu insanının profilini çıkarmaktır. Sadece edebiyatın ilgi alanında kalan, iç acıtıcı konuyu belgelemek ister. Belgeselin alt temasını otel odalarında bir ev sıcaklığı oluşturma çabaları, kimsesizlik, tutunamama gibi konular oluşturuyor.

     

    Peki belgeselde kimlerin hikayeleri var? Ucuz otellerde kalmak zorunda kalan ve bir valize sığdırılan hayatlar hepsi. Karaköy Çamlıpalas Oteli’nde kalan, kolej mezunu ve üç dil bilen Ali Kemal Ayla’nın hayatta bir valizi, bir de oğlu var. Ancak oğlunun da babasının yaşadığından haberi yok. Belgeselde çok sıradan bir şeymiş gibi söylediği bu sırrı, belgesel ekibi bile ancak montaj sırasında fark etmiş. Sivas’ta Çiçek Oteli’nde kalan ressam Adnan Bey’i ise otele düşüren aşktan başka bir şey değil. Ufak tefek bu adam, bir kadına âşık olur ve onunla evlenmek ister. Bütün parasını kadına harcar. Ancak babası bu evlilikten yana değildir. Babasını yaralar ve hapse düşer. Hapisten çıktıktan sonra sokaklarda, para buldukça otelde kalır. Çiçek Otel’in sahibi, onu otogarda bulup oteline getirir. Resme yeteneği olan Adnan Bey, otelin her yanını resimler. Sevinç Yeşiltaş onu, çizdiği resimlerin izinden giderek; kahvelere, hastaneye uğrayarak bulmuş. Yeşiltaş, bir kadının hikâyesini çekmek için de çok uğraşmış ve bir zamanlar Yeşilçam’ın vamp kadını olan Nebila Teker’in Laleli Ballaton Otel’de yaşadığını öğrenmiş. Bütün uğraşlarına rağmen Teker, çekime izin vermeyince bu çabası boşa gitmiş.

     

     

    Düğünlerin Müzisyeni

     

     

    Sevinç Yeşiltaş, Necip Fazıl’ın Yıldız Oteli’nde kaldığından, otele gidene kadar habersizdir. Kendisini karşılayan arkeolog Emin Başaranbilek oteli gezdirirken, gayri ihtiyari bir şekilde, “Biliyor musunuz Necip Fazıl burada kalmış.” deyince şaşırıp kalır. Yıldız Oteli’nin şimdiki sakinlerinden biri 65 yaşındaki Önder Bey, 20 yıldır otellerde yaşıyor. Ailesi var, ama anlaşamıyorlar. Düğünlerde ve pavyonlarda çalarak para kazanıyor, hiçbir sosyal güvencesi yok.

     

     

     

     

     

    OTEL ODALARI

     

     

    Bir merhamettir yanan, daracık odaların,

    İsli lâmbalarında, isli lâmbalarında.

     

     

    Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış,

    Küflü aynalarında, küflü aynalarında.

     

     

    Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam,

    Kırık masalarında, kırık masalarında.

     

     

    Bir sırrı sürüklüyor, terlikler tıpır tıpır,

    İzbe sofralarında, izbe sofralarında.

     

     

    Atıyor sızıların, çıplak duvarda nâbzı,

    Çivi yaralarında, çivi yaralarında.

     

     

    Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,

    Tavan aralarında, tavan aralarında.

     

     

    Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,

    Otel odalarında, otel odalarında!...

     

     

    Necip Fazıl Kısakürek, Paris, 1927

     

     

     

    Zaman Gazetesi / Sevinç Özarslan


  6. Necip Fazıl'ın Poetikası I

     

     

    Doğumunun yüzüncü yılını bugünlerde kutladığımız rahmetli Necip Fazıl'ı ancak Baudelaire, Rimbaud, Hölderlin, Kleist'la mukayese edersek dünya şiirinde yerine oturtabiliriz. Hemen belirtmek gerekir ki bu büyük sanatkarların birbirlerini çağrıştırmaları sadece şiir dehaları itibarıyladır; yoksa hayatı değerlendirmeleri bakımından aralarında dünyalar kadar fark var.

    Mesela şiirlere çok konu olan şehvet objesini ele alırsak, telakki farklarını net bir şekilde görürüz. Baudelaire'de karşı cins aşkı hemen hemen her şeydir; tutkuların karşılık bularak dindirileceğine inanır; doyuma ulaşıldı mı da "Bu muydu?" denilerek pişmanlık duyulur. Pişmanlık da tutkunun yeniden alevlenmesine kadar sürer. Necip Fazıl'da ise bu gibi tutkular insanı dünyaya bağlayan prangalardır. Bunlardan kurtulmakla kişi yüceleşir; gerçeğe ermenin biricik yolu buradan geçer. Birisi tatminin, yani hüsranın; diğeri ise kurtulmanın, yani yücelmenin peşindedir. Dünya görüşleri taban tabana zıt bulunan bu iki dahiyi nasıl aynı görebiliriz? Bir de Necip Fazıl'ın değerini düşürmek gayretiyle Baudelaire'i taklit ettiği kulaktan kulağa fısıldanmaktadır. Her sanatkar kendinden öncekilerden faydalanır; kimilerini de beğenir. Necip Fazıl da hiç çekinmeden Baudelaire'i beğendiğini yazıyor. Fakat aralarındaki telakki ayrılığından dolayı Baudelaire'i taklit etmesine imkan yoktur. Sonra Necip Fazıl şiir kabiliyetine alabildiğine güvenen bir sanatkardır; böyle kendisine güvenen bir insanın başkasını taklit etmesini düşünmek abesle iştigaldir.

     

     

    Mayaları şiirle karılmış bu dört dahiden Necip Fazıl'ın hayatı bambaşka bir seyir takip etti. Çılgınca bir hayat süren Baudelaire henüz yirmi dört yaşındayken vesayet altına alındı. Olağanüstü yetenekli, aynı zamanda asi bir çocuk olan Rimbaud on dokuz yaşında şiiri bıraktı; başıboş bir hayat sürmeye başladı. Adeta dünyaya sığmaz hale geldi; Afrika'da, Yemen'de, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde dolaştı. Zengin olmak hayallerinin peşinde koşarken sarkom hastalığına yakalandı ve öldü. Hölderlin daha genç yaşta akli dengesini kaybetti. Tübingen'deki marangoz Zimmer'in yanına yerleştirildi. Ölünceye kadar orada ruhi sıkıntılar içinde yaşadı. Kleist ise genç yaşta Ren nehrinin kenarında intihar etti; Henritte Vogel adında genç bir hanımı da peşinden sürükledi. Bu dört büyük muzdaripten farklı olarak Necip Fazıl o yılanlı kuyudan "Kurtarıcım" dediği merhum Abdülhakim Arvasi'nin delaletiyle sarıldığı iman urganıyla çıktı. Başını koyduğu gayeye layık bir hayat sürdü; bazen kalabalıkları aydınlatırken coştu, bazen zindanlarda azap çekerken idealine bir adım daha yaklaşmakla kendisini teselli etti. Süngülerin arasında giderken de davasına yakışan bir vakarla başını dik tutup çevresine moral verdi. Ardında bıraktığı yetmiş dokuz yıllık hayatı nice inanmış yiğitlerin gıpta edeceği kadar şanlı ve dolu oldu.

     

     

    Kendi hayatında önemini idrak ettiği iman, kanaatince fert için olduğu kadar, cemiyet için de lüzumludur. Poetikasını bu anlayışla ördü: "Ben şiiri her türlü hasis gayenin üstünde doğrudan doğruya kendi zat gayesine -sanat için sanat- fakat kendi zat gayesinin sırrıyla da Allah'a ve Allah davasını topluma -cemiyet için sanat- bağlı kabul etmişim." Şiirin gayesini de mutlak hakikatı aramak olarak ifade ediyor. Kendisini vasıflandırırken "Beni de Allah ve Peygamber divanesi olarak hatırlayın." diyen bir sanatkarın poetikasını bir başka konuda düşünmek mümkün mü? Bunun için de takip edilmesi gereken usulü şöyle izah ediyor: "Mutlak hakikati aramaya doğru müşahhas tezahür gergefinde tecrit ve terkiplerin en girift ve muhteşemlerini örgüleştirerek kah onları bütün düğümlerinden çözerek ve kah yepyeni düğümlere bağlayarak, idraki tek an içinde eşya ve hadiselerin maverasına sıçratabilmektir."


  7. Mistik Sair, sanatına en güvendiği iki şiir arkadası(A.Kutsi Tecer ve Ahmet Hamdi Tanpınar) ve hiçbir esya yapımına gelmez birtakım koflar arasında, kendisi de onlardan biri ve belki en kofu olarak yapayalnızdır; ve hiç olmazsa bu yakınlık hissini duyabilmektedir. Onun bütün ümidi, kendisini asan bir seydedir; kalbine üflenen manevî solukta...

    Bu soluğun ilk eserlerinden biri "Ağaç" dergisinde çıkan"Bendedir" şiiri oldu:

     

    Ne azap, ne sitem bu yalnızlıktan,

    Kime ne, asılmaz duvar bendedir.

    Süslenmis gemiler geçse açıktan,

    Sanırım gittiği diyar bendedir.

     

    Yaram var, havanlar dövemez merhem;

    Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.

    Ne çıkar, bir yola düsmemis gölgem;

    Yollar ki, Allaha çıkar, bendedir.

    Şiirin yayınlandığı gündü. Mistik Sair bir iş için Suadiye tarafına gitti. Vakit öğle... Suadiye gazinosunun terasında, denize karsı yemek yemeyi arzuladı. Bir de baktı ki, Yahya Kemâl orada... Gayet besasetli, keyifli... Mistik Şaire kollarını açtı:

    - Vay, efendim; ne güzel tesadüf... Bir masaya geçip karsılıklı yemek yiyelim...

    Oturdular.

    - O ne şiir öyle, bugün "Ağaç" mecmuasında gördüğüm?..

    - Beğendiniz mi?

    - Sorma! Oku bakayım o şiiri, bir de senin ağzından dinleyeyim!

    Şiir okumayı, hem de (teatral) jestler ve âhenklerle, hiç sevmeyen Mistik Şair, düşünür ve yutkunur gibi yaparken, Yahya Kemâl onu bir bastan bir basa ezbere okumaz mı? O yayvan, dalgalamak ve titremeli sesiyle... Şenç Sair dondu.

    Yahya Kemâl ve neslinin bir âdeti vardır. Kendilerinden sonrakilerle alâkalı görünmek istemezler. Bunu küçüklük sayarlar... Iftattâ isimlerini belirtmek gerekince onu, kasten ters söylerler:

    - Hani bir şair var ya; Kutsi Ahmed midir, nedir?.. Hele onlardan bir mısraı hafızalarına naksetmiş görünmeyi asla kabul edemezler.

    Yahya Kemâl'e ne olmustu ki, küçüklükten baska bir sey olmayan mahut büyüklük taktiğini bir an için unutmus ve meftunluğunu ağzından kaçırmaya razı olabilmisti?..


  8. Ne azap, ne sitem bu yalnızlıktan,

    Kime ne, aşılmaz duvar bendedir,

    Süslenmiş gemiler geçse açıktan,

    Sanırım gittiği diyar bendedir.

     

    Yaram var, havanlar dövemez merhem;

    Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.

    Ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem;

    Yollar ki, Allah'a çıkar, bendedir.

     

    Necip Fazıl


  9. İlk gençlik yıllarımızda eserlerinden faydalanabileceğimiz büyüklerimizin sayısı iki elin parmaklarından fazla değildi.

    Yenik düşmüş görünen bir medeniyetin çocuklarıydık; ama önümüzdeki küllerin ardında insanlara hayat iksiri bahşedecek gerçeklerin yattığına inanıyor, okumak için güvendiğimiz insanların bir kitap yazmasını bekliyorduk. Marksistlere karşı genç Cumhuriyet'imizi savunmak amacıyla kalemini kılıç gibi kullanan Peyami Safa; dini konulardan metafiziğin hudutları çerçevesinde bahsederdi. Onda İslamî meseleler portakaldaki şeker gibiydi; nasıl şeker almak için kimse portakal yemezse, İslamî bilgi elde etmek uğruna Peyami Safa'nın eserleri okunmazdı. Fakat okuyanlar, üç boyutlu dünyamızın dışında da bir dünya olduğunu sezerlerdi. Necip Fazıl ise yalın kılıç "İslam" derdi. Evliya meşrep hayatı olan Nurettin Topçu eserlerini bilgi ve şiirle dokurdu. Bu büyük insanların arasında bir de Osman Yüksel Serdengeçti ağabeyimiz vardı.

     

    Önce "Bağrı Yanık" sonra "Serdengeçti" dergilerini çıkardı. Otuz üç sayı yayınlayabildiği, kapağında "Allah, millet, vatan yolunda" yazan Serdengeçti dergisi elimizden düşmez, "Bu Millet Neden Ağlar?", "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?" gibi kitapları başucumuzdan eksik olmazdı. Özel hayatı yoktu; çoğunlukla yayınevinde yatıp kalkardı; kızımız onurunu, oğlumuz ruhunu kaybetmesin diye hayatını ortaya koymuştu.

     

    "Cömertlik" denince aklıma hep Osman ağabeyimiz gelir. Kendisine karşı çok tutumluydu. Lokantada kuru fasulye, pilavdan başka bir şey yemezdi. Öğünlerinin çoğunu yayınevinde peynir ekmekle savardı. Ama muhtaç olanlara her ay düzenli burslarını gönderirdi. Nefis herkese tatlı gelir; ona harcanan cömertlik değil, harisliktir. Cömertlik başkasına karşı tavırda kendini gösterir. Her Ankara'ya gidişimizde, mutlaka Denizciler Caddesi'ndeki yayınevine uğrardık. Ekseriyetle kapalı olurdu; çünkü hep bir yazısından dolayı polis tarafından aranırdı. Kapıya yapıştırdığı; "İş dolayısıyla seyahatteyim" veya "Memleketteyim" yazısını okur, esprilerini hatırlar, üzüntüyle dönerdik.

     

    Yaş, davranış, hayata bakış itibarıyla diğer büyüklerimize göre onu kendimize daha yakın hissederdik. Kavruk Anadolu toprağını andıran yüzü, derin bakışlı gözleri her zaman gülümsemeye hazırdı. İstanbul'a gelişi bayram olurdu. Marmara Kahvesi'ne onu dinlemek arzusuyla koşardık. Memleketimizin durumunu, aydınlarımızın perişanlığını anlatırken, bir espri yapar, hepimizi kırıp geçirirdi. Esprileri insanın hafızasına çivi gibi saplanırdı. Milletvekilliği döneminde Demirel bir gün onu uyarmış: "Osman Bey, bir yere kaybolma, grupta ciddi kararlar alacağız." O da; "Maalesef hanımı teyzesinin yanına götürmek için İstanbul'a gitmek zorundayım." cevabını vermiş. Demirel, "Kendisi gitsin" deyince, yaptığı şu espri nasıl unutulabilir: "Ben senin gibi sosyetik miyim? Benim hanım Sakal-ı Şerif misali dokuz bohçaya bağlı."

     

    Necip Fazıl'ın yakınıydı; "Cinnet Mustatili" kitabında "Gözümün nuru Osman" şeklinde bahsetmesinden de anlaşılacağı üzere onu çok severdi. Ömrünün sonlarına doğru felç olan Osman ağabeyimiz İstanbul'a gelmiş, A. Rahim Balcıoğlu'yla Necip Fazıl'ın ziyaretine gitmişler. Necip Fazıl Bey de şekerden muzdaripti; kesinlikle dert edinmezdi; ama pek göremediği anlaşılıyordu. Osman ağabeyimiz yolda Balcıoğlu'na "Benim geldiğimi söyleme, bakalım tanıyacak mı?" demiş. Selam verip yayınevine girdiklerinde, Necip Fazıl kendi dünyasında imiş; alelusul "hoş geldiniz" demiş. Osman ağabeyimiz gür sesiyle "hoş bulduk üstad" deyince, ataleti üzerinden bir anda atan Necip Fazıl büyük bir sevinçle ayağa kalkmış, "Osman" diyerek kollarını açmış, ağlaşarak birbirlerine sarılmışlar. Kim derdi ki; elden ayaktan düşmek üzere olan bu iki insan bir zamanlar sırtlarını çelik dağlara dayamışların korkulu rüyasıydı.

     

    Kasımın bu gamlı günlerinde onun Hakk'a yürüdüğünü hatırlar, emeklerinden istifade etmiş her insan gibi, güzel ağabeyimizin nur içinde yatması için dua ederim


  10. Dünyaya farklı pencerelerden bakmamız Aziz Nesin'e antipati beslememi gerektirmez.

    Panoit Istrati'nin de dünya görüşünü katiyyen benimsemiyorum; ama kitapları elimden düşmüyor, gençlere de tavsiye ediyorum. Boş, gereksiz hiçbir şey yazmamış; kültür taşıyıcısı insanın ruh derinliklerine giriyor, engin bir hoşgörü ile ferdi kucaklıyor; anlattığı kişi kendisinden ne kadar farklı olursa olsun, onu sevdiği anlaşılıyor ve bize sevdirmeyi başarıyor. Aklımda kaldığına göre Akdeniz kitabına şöyle başlıyor: "Gene güneşli aylar geçirmek için İskenderiye'ye kaçak gidiyordum. Vapurumuz İstanbul Limanı'na yaklaştı. İstanbul'u gezmeyi çok istiyordum. Başıma geçirdiğim çımacı şapkasıyla gümrüğe doğru yürüdüm. Babacan Türk kaçak olduğumu anlamasına rağmen göz kırparak geçmemi işaret etti; Ayasofya'yı çalmıyacağımı biliyordu."

     

    Kahvelerde nargile fokurdatan insanımızın o dönemde sık sık kullandığı "BRE!" kelimesini ele alan Istrati, doğunun, İslam dünyasının tahlillerine girişiyor, insanlık medeniyetine çok şeyler verdiğimize işaret ederek, bizi yok etmek için üstümüze gelen Batı emperyalizmine karşı haykırıyordu. Çilenin, acının, engin kültürün yoğurduğu Romanyalı Istrati kadar milletimizin aydın geçinenlerinin acı duymamalarından daha kahredici ne olabilir? Bırakın Istrati gibi bizi savunmalarını, Batılı gazetelerde milletimizi kötülemek için sıraya girmelerine ne demeli? Ülkemizin aleyhinde söylediklerini ve yazdıklarını yayınlayan gazetelerin lehine dair ifadelerine hiç yer vermiyeceklerini nasıl düşünmezler?

     

    Yazarların tutumları biraz da çağdaş yazarların tavırlarına bağlıdır. Aziz Nesin, Necip Fazıl üstadımızın Büyük Doğu'larında müstear adla makaleler yazardı. Necip Fazıl'ın büyüklüğünü, fakir milletimizin ona verebildiklerini görüyordu. Necip Fazıl'ın gölgesinde kaybolması da mukadderdi; ancak zıt bir yol takip etmekle gün ışığına çıkabilirdi. Bir zamanlar "Ağa Camii" gibi mistik ve milli şiirler yazan Nazım Hikmet de aynı yolu tutmamış mıydı?

     

    Bilindiği gibi psikoloji ilmi zeka bakımından insanları üçe ayırır. Aptal oldukları halde kendilerini zeki zannedenler; zekidirler, fakat zekasının farkında olmayanlar; hem zeki, hem de zekasının farkında olanlar. Necip Fazıl çok zeki ve zekasının farkında olanlardandı. Yani o cücelerin arasında bir dev olduğunu gayet iyi biliyordu. Dolayısıyla etrafındakileri ve dünya görüşlerini ciddiye almazdı. Eskaza nasırına basan olursa, doğduğuna pişman ederdi. Büyük olduğu için de devamlı kin gütmezdi.

     

    Şifalı bitkilere dair kitaplar yazan rahmetli Ali Gürbüz Bey'den dinlemiştim. Büyük Doğu dergisinin yazıhanesinde oturuyormuş. İçeriye kahveci çırağı girmiş ve Necip Fazıl'a bir kağıt uzatarak "Dışarıdaki bir amca size gönderdi" demiş. Necip Fazıl kağıdı alıp okuduktan sonra, yazı işleri müdürüne "Çekmeceden para ver, ona götürsün" demiş. Parayı alan çocuk çıkınca, Necip Fazıl kağıdı buruşturup, çöp sepetine atmış. "Kağıtta ne yazılı?" diye Ali Gürbüz'ü bir merak almış, çöp sepetindeki kağıdı gözden kaybetmemeye dikkat ediyormuş. Necip Fazıl dışarıya çıkar çıkmaz, hemen kağıdı alıp, bakmış. Aziz Nesin bir şiir yazmış, üstada göndermiş. Telif için Aziz Nesin şiir yazmaz; hele üstada göndermeyi aklının köşesinden geçirmez. İstiyeceği paraya karşılık olması için o şiiri kaleme almış. Üstad da hem telifini ödemiş, hem de çöp sepetine atmış. Bu olayda iki güzellik göze çarpmaktadır. Aziz Nesin'in para istiyebileceği belki çok insan vardı; fikir ayrılıklarına rağmen halden anlıyabileceği için üstadı tercihi bir güzelliktir. Üstadın da "Muhtaç olmuşsa, bana ne?" dememesi de ayrı bir güzelliktir. Yazarak geçinmek ülkemizde yoksulluğa mahkum olmaktır. Bu hayata tahammül etmek ancak büyük ruhların işidir. Kimin ne için, neyi tercüme edip, telif ödiyeceğini Aziz Nesin gayet iyi biliyordu. Bu uğurda Kıbrıs Rum Kesimi'ni ziyarete bile kalktı. Kıbrıs davamızın kahramanı olan Sayın Rauf Denktaş ziyareti yapmamasını rica etti; Aziz Nesin kabul etmedi. "Hiç değilse, oraya giderken bize uğra" demesini de elinin tersiyle itti. Necip Fazıl'ın ölümünden kısa bir süre önce, Aziz Nesin'in üstada eski harflerle yazdığı bir mektubun fotokopisini gördüm. Mektubuna mealen şöyle başlıyordu: "Üstadım, ben sizden sekiz yaş daha genç bir delikanlıyım. Sizi ziyaret bana düşer, ama ev sahipliği de yapmak istiyorum. Çatalca'da bir vakıf kurdum. Arabayı gönderip, sizi aldırmak arzusundayım. Kabul buyurursanız çok makbule geçer..." Edepli, ölçülü, saygılı mektubu devam ediyordu. "Zengin ve ünlü oldum; Necip Fazıl da kimmiş?" dememesi de seviyesini göstermektedir. Necip Fazıl gibi milletimizin kültürüne, ilmine hizmet etmiş pek çok vatan evladının vasiyetini önemsemiyen yetkililerin Aziz Nesin'e gelince medeni tavır sergilediklerine şahit oluyoruz. Bundan sonra da devam etmesini umud ederiz.

     

     

     

    Aziz Nesin'in fikren henüz buluğa ermediği dönemde yapmış olduğu affedilmez bir soytarılığı ve akıbeti için, tıklayınız ; Tan Gazetesi Baskını


  11. Fuzulî üstad, bağrında açılan aşk yarasına merhem istemediğini anlattığı ve bunu, yanan aşk ateşini söndürmeye benzettiği,

    Merhem koyup onarma, sînemde kanlı dağı

     

    Söndürme öz elinle

     

    yandırdığın çerağı

     

    Beytinden sonra şöyle bir feryatta bulunur:

     

    Uymuş cünûna gönlüm, ebrûna der meh-i nev

     

    Ne i'tibâr ona kim, seçmez karadan ağı

     

    Beyit şöyle demek: "(Ey sevgili!) Gönlüm cinnete uymuş, (şimdi) senin kaşına yeni ay (=hilal) diyor. Onun bu sözüne inanmayın siz, (zavallının aşk ile gözü kör olmuş) aktan karayı seçemiyor!..

     

    Şöyle de demek: "(Ey sevgili!) Gönlüm çılgınlık yoluna uymuş olmalı ki senin kaşını yeni ay zannediyor. Zavallı!.. Aktan karayı seçemez hâle gelmiş, sayıklıyor, sakın sözüne inanmayın.

     

    Bir de şöyle demek: "(Ey sevgili!) Gönlüm senin kaşını hilal zannettiğine göre durumu çılgınlığa varmış olmalı. Karadan ağı seçemeyen bu delinin sözüne inanıp da hilal göründü (ve bayram başladı) zannetmeyin!..

     

    Her üç anlamda da şair gönlündeki çılgınlığın had safhaya vardığını dillendiriyor ve sevgilinin hilal kaşlarını ak-kara bağlamında okuyucuya hatırlatıyor. Kaşların siyah olduğu halde nurdan ibaret olan hilale benzetilmesi hemen bütün şairlerce dillendirilmiştir. Ne ki Fuzulî bu benzetmeyi tersinden okuyor ve "sevgilinin kaşına nisbetle gökteki hilal nedir ki, o müstesna kaşı hilale benzetmek ancak çılgınların, delilerin işidir, böyle bir benzetmeye inanılabilir mi?" biçiminde yorumluyor. Yani başkaları kaşı hilale benzetirken o, hilali kaşa benzetmeye kalkılmasına bile itiraz ediyor, delilik bu, diyor. Fuzulî'yi erişilmez yapan işte bu şairane tavır değil midir?!..

     

    Beyitteki mübalağa eski bir geleneği bize hatırlatıyor:

     

    Bilindiği gibi kamerî aylar hilalin görünmesiyle başlar, hilal görünmeden ne oruç, ne de bayramdan söz edilebilir. Osmanlı devletinde her yıl ramazanın başlaması için tekrarlanan bir ritüele göre hilali en az iki kişinin görmesi ve bunun kadı önünde ikrar edilip kayda geçirilmesi gerekmektedir. Güya üzerinden yıl geçmiş bir alacak-verecek meselesi hakkında mahkeme kurulur ve alacaklı, parasını alabilmek için hilalin göründüğünü, binaenaleyh ramazanın başladığını iki şahit ile ıspat eder ve kadı efendi kararı deftere yazdıktan sonra Şeyhülislam Efendinin izniyle Süleymaniye Camii minarelerindeki kandiller ve fenerler yakılır (vakit gündüz ise sancaklar asılır) kandilleri gören mahalle davulcuları davullarını döverler ve günün hangi saatinde olursa olsun halk ramazan orucuna başlardı. Hatta sofra başında olsalar bile...

     

    Bu göstermelik mahkemede en ziyade, hilali gördüklerini söyleyen şahitlerin aklı başında, sözüne güvenilir, kendinden emin, halk arasında itibarlı kişiler olmalarına bakılır, kadı efendi şahitlerin bu yönünü inceler, tartar ve kararını ona göre deftere geçirir, hilal bahşişi alma peşindeki sahtekarları itibara almazdı. Bütün bu bilgiler ışığında şairin beytine tekrar dönelim ve Fuzulî'nin ne derece itibar edilir bir âşık portresi çizdiğine yeniden hayran olalım. Yılbaşı, ramazan, bayram, nevruz gibi zaman dilimlerini gökteki dolunaya değil de hilalin görünmesine göre ölçen bir toplumda, bu beytin ne derece zengin çağrışımlara kapı araladığını tahmin etmekte bile zorlanırız. Kaldı ki dolunay tamlığı, mükemmelliği ifade edip dururken insanların eksikliğe, yani hilale itibar etmeleri de şairin çizdiği âşık portresini bize tasvir eder. Henüz gepegenç iken boyu hilale dönmüş, iki büklüm bir aşk hastası!.. Ancak o sayede itibar bulabilen bir âşık... Üstelik bütün zaman dilimlerini sevgilinin hilal kaşlarına endekslemiş...

     

    Ne diyelim, adın, dünya durdukça dursun ey hazret-i Fuzulî!..

     

    İskender Pala


  12. – Sayın hocam, Türk edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek’in yeri hakkında kısa bir değerlendirmeyle başlayabilir miyiz sohbetimize?

     

    – Memnuniyetle efendim... Necip Fazıl’ın yakın dönem Türk siyasî tarihinde, toplum hareketlerinde olduğu kadar basın-yayın hayatında ve edebiyatında da önemli bir yeri vardır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan köşe yazarlığına hayatının değişik dönemlerinde ve değişik gazetelerde devam etmiştir. Çerçeve başlığını taşıyan bu yazılarının bir kısmı kitaplaşmıştır. Ağaç ve Borazan adlarını taşıyan kısa süreli iki dergisinin dışında Büyük Doğu’yu 1943-1978 yılları arasında haftalık, aylık dergi ve günlük gazete olarak, aralıklarla otuz beş yıl çıkarmıştır. Bu dergide kendisinin pek çok yazısı dışında zaman zaman döneminin kalburüstü meşhur yazarlarının yazıları, hikâyeleri ve şiirleri de yer almıştır. Edebiyatçılığına gelince… Türk şiirinin Tanzimat'tan günümüze gelen Batılılaşma sürecinde bana göre birkaç büyük ve usta şairi arasındadır. İyi bir hikâye yazarıdır, ondan daha usta bir tiyatro yazarıdır. Fikir ve ideoloji yazılarıyla da yirminci yüzyıl Türk düşünce tarihinin önemli ve etkili bir şahsiyetidir.

     

    – İçinde bulunduğu devrin sanat anlayışı ile Necip Fazıl’ın sanat anlayışı arasında bir karşılaştırma yapıldığında neler söylenebilir?

     

    – İçinde bulunduğu devrin, yani onun ilk şiirlerini yayımladığı dönemin sanat anlayışı için Millî Mücadeleyi takip eden yılları, Cumhuriyet'in ilk yıllarını dikkate almamız lâzımdır. İkinci Meşrutiyet ve savaş yıllarında tabiî olarak gelişen Millî Edebiyat akımı bu yıllarda da devam etmekteydi. Bir taraftan hamaset duygularıyla yüklü şiirlerin yanında yeni rejimin izinde şiirler, Millî Mücadele'nin Anadolu'da yapılmış olması, Meclis'in ve yeni başkentin Ankara olması dolayısıyla memleketçi, halkçı bir Anadolu edebiyatı görülmekteydi. Diğer taraftan Batı medeniyet ve kültürünü benimseme, Batı'nın teknik ve ekonomik seviyesine ulaşma ideali başka bir taraftan Rusya'da uygulanmakta olan komünist rejimin de etkisiyle maddeci, mekanik bir edebiyata yol açıyordu. Netice olarak dış dünyaya dönük bir şiirin yüzünü Necip Fazıl insanin iç varlığına çekmekteydi. Şiire mistik ve metafizik bir derinlik getiriyordu. İlk şiir kitapları olan Örümcek Ağı ve Kaldırımlar'daki şiirlerinin yayımlandığı dönemde tenkitçilerin dikkatini çeken ortak özellikleri bunlardır.

     

    – Necip Fazıl, şiir olsun, hikâye olsun bütün sanat dallarında “toplumla ilişkiye, estetiğe ve ferdî oluşa” önem veriyor. Burada ilk bakışta sanki birbiriyle çelişiyor gibi görünen hem “ferdî” hem de “toplumla ilişkili” sanat (şiir) derken Necip Fazıl neyi kastediyordu? Hem ferdî hem de toplumla ilişkili sanattan ne anlamalıyız?

     

    – Efendim bu konu bizi geçmişte dönem dönem münakaşa konusu olmuş bir meseleye götürür: Sanat toplum için midir, sanat için midir? Necip Fazıl’ın bir ideali, bir ideolojisi vardı. Bunun programlarını pek çok yazısında ve İdeolocya Örgüsü adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatır. Ama sanata, şiire gelince onun ayrı yeri vardır. Kendisinin şiirleri arasında da bu ideolojinin örnekleri görülmekle beraber o bir ‘bağlanmış: güdümlü' edebiyatın peşinde değildi. Her sanatın olduğu gibi şiirin de kendisine mahsus estetik kuralları vardır. Sanatkâr, şair bu kurallar çerçevesinde fakat hür olarak eserini yaratabilmelidir. Sanatın ferdiyetçiliği budur. Bu yaratıcılık onda ister Kaldırımlar gibi tek insanın ıstırabına yol açmış olsun, isterse Sakarya Destanı’nda olduğu gibi bütün bir milletin tarihini dile getirmiş olsun, sonuçta eserin ferdiyetçiliği de toplumla olan ilişkisi de zorlanmadan, kendiliğinden ortaya çıkar.

     

    – ‘Bir Şiirin Müzikal Anatomisi' adlı makalenizde özellikle “kader” kelimesinden, “kader ile iradenin çatışması motifi”nden yola çıkarak Necip Fazıl’ın Çile adlı şiiri ile Beethoven'ın Beşinci Senfonisi arasındaki ilişkiden bahsediyorsunuz. Necip Fazıl’ın Batı sanatı ile ilişkisi kimi zaman yanlış yorumlanmaktadır. Bu ilişkilerden söz eder misiniz? Bütün büyük kültür adamlarında, mensubu olduğu milletin kültürel değerlerine karşı bir hassasiyet ve o değerleri inceleyen bir bakış açısı vardır. Fakat Necip Fazıl’da Türk halk veya sanat müziğine dair doyurucu bir bilgi veya değerlendirme bulmak çok zor. Meselâ şiirlerini bile Batı müziği eşliğinde okumuştur... Siz bu hususta ne dersiniz?

     

    – Şimdi efendim, bu konu bizi Batılılaşma dediğimiz meseleye götürür. Biz coğrafya olarak da, tarih olarak da Doğulu milletlerin en Batı ucunda ve Batılıların en Doğu’sunda yer alıyoruz. Evvelâ bu konumu kabul etmek gerekir. Sonra insanlığın eriştiği medeniyet, kültür, sanat hatta ahlâk değerleri üzerinde düşünelim. ‘Biz Avrupalı olalım, Hıristiyan olalım' demek başka şeydir, ‘Batıdan veya Doğu’dan insanlığın ulaştığı değerleri tartıp, ölçüp iyi, güzel ve doğru olanları kullanalım' demek başka. Doğu’nun Batı’dan, Batı'nın Doğu’dan şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da alıp vereceği çok şey var. Allah yeryüzünü şu veya bu insanlara paylaştırmış değildir. Bunu en azından kendim için bir prensip olduğunu söyledikten sonra sorunuza döneyim. Necip Fazıl’ın Türk musikisi hakkında hemen hiç ilgi göstermediğini, buna mukabil Batı müziğinin büyük eserlerini yakından tanıdığını biliyoruz. Bu gibi hususlarda gördüğümüz örnek sadece Necip Fazıl’dan ibaret değildir. Eğer mesele Batı’ya gitmiş, Batı’da yetişmiş, Batı'yı tanımış sonra da kendi değerlerimizi yakalayabilmiş kişiler ise, bugün yakın dönem Türk düşünce tarihinde yerini bulmuş milliyetçi ve muhafazakâr dediğimiz kaç şahsiyet bu gruba girmektedir? Veya kaç şahsiyet bunun dışında kalabilmektedir? İşte Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Ziyafettin Fahri Fındıkoğlu ve daha pek çok isim. Bunların hepsi bir defa Batı'nın süzgecinden geçmiş, daha kaba bir tabirle Batılılığa bulaşmış, sonra kendi evlerine dönmüşlerdir. Son zamanlarda yine bu manada birçoklarını oryantalist olarak görme modası çıktı. O zaman şu soruyu sormak gerekir. Kim oryantalist değildir? Mesele Doğulu gözüyle bakmak, Batılı gözüyle bakmaksa hangimizin gözünde Batı'nın hiçbir izi kalmamıştır? Bu açıdan, Necip Fazıl’ın Türk musikisini tanımaması, sempati duymaması bir eksikliktir. Fakat Batı musikisine duyduğu sempati fazlalık değildir, diyeceğim.

     

    – Fikret Adil, memleketimizde bohem hayatı yaşayan sanatkârın çok az olduğunu, ancak bohem gibi kendini gösteren bir sürü sanatkâr olduğunu söyledikten sonra hakikî bohemi tanımlayarak söyle diyor. “Hakikî bohem, her şeyden evvel, çalışır ve sanat eseri meydana getirir. Eğer bu eserde devrinin ilerisine geçerse, anlaşılmazsa bu onun kabahati değildir. Ve bohem kazanır, bütün kazancını bir günde bitirir, onun zaman telakkisi yoktur. İlcâidir. Necip Fazıl bohemdir.” Siz nasıl bakıyorsunuz bu tanımlamalara ve Necip Fazıl’ın bohemliğine?

     

    – Efendim bohem kelimesinin böyle karmaşık ve zorlayıcı tariflerine gerek yok. Bu kavramın içinde toplumun kurallarına uymayarak yaşayan ve bu yaşayışında sanatı için bir kaynak bulan yahut bulduğunu zanneden sanatkâr var. Pek az istisnası ve çok genel çizgileriyle pek çok sanatkârı bu çerçevede düşünebiliriz. Esasen büyük sanat, toplumun o sıradaki kurallarına aykırılık gösterir. Fakat daha özel anlamıyla bohem, hiçbir ahlâk kuralını tanımayarak yaşanılan süflî hayatın adıdır. Bu bazen bir özentiden ibaret kalır ve bundan hiçbir sanat eseri de doğmaz. Genç Necip Fazıl da dâhil olmak üzere Fikret Adil'in ve arkadaşlarının yaşadıkları hayat bu ikinci, aslında gerçek bohem hayatıdır. Fikret Adil'in Asmalı Mescit 74 ve İntermezzo adlı kitaplarında bu çevrenin hikâyeleri vardır. Okunduğu zaman insan bunların hiçbir sanat dertleri olmadığına inanır. Bununla beraber ben şahsen Necip Fazıl’ın bir dönemi için bu hayatın da itici bir güç olduğunu düşünürüm.

     

    – 1928 yılında henüz 24 yaşında iken Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı yayımlanan Necip Fazıl erken yaşta büyük bir şöhrete kavuşur. Bu erken şöhret Necip Fazıl’ın başta sanat olmak üzere bütün hayatına nasıl tesir etmiştir?

     

    – Necip Fazıl o idealistliğine, ahlâkçı görüşlerine rağmen güçlü bir ‘ben' duygusuna sahiptir. Bunu “egoist” manasında değil, “egosantrik” manasında kullanıyorum. Bu bir mizaç meselesidir. Hiçbir zaman ikinci olmaya tahammül etmemiştir. Kendisine bir yabancı ansiklopedide sadece iki Türk şairinin yer aldığı haber verildiği zaman hiç düşünmeden “İkinci kim?” demesi bu mizacı çok güzel aksettirir. Gerçekten Kaldırımlar şiirinin ve Kaldırımlar kitabının yayımlanmasıyla Necip Fazıl genç yaşta birdenbire şöhretin zirvesine ulaşır. Dönemin büyük şairlerinin, felsefecilerinin, tenkitçilerinin bu 23 yaşındaki şaire verdikleri değer gerçekten şaşırtıcıdır. O hem böyle bir şöhretin peşinde değildir hem de zirvede bulunmaktan hoşlanır. Bütün hayatı boyunca da şiirde olduğu gibi, çıkardığı dergilerde, yazdığı tiyatro eserlerinde hep uçta kalmıştır. Marjinal olmaya gayret etmiş olmasa da. Bu şöhretin ona olumsuzluk getirmiş olduğunu zannetmem. Kaldırımlar'dan birkaç yıl sonra çıkan Ben ve Ötesi ve daha sonra Sonsuzluk Kervanı’ndaki birçok şiir bu cevherin devamını göstermektedir.

    – Bir yazınızda, Çile adlı şiirin, Sakarya Türküsü ile Kaldırımlar şiirinin arasında kalmış bir şiir olduğunu söylüyorsunuz. Bu tespitiniz vesilesiyle Necip Fazıl şiirini tasnif edişinizi ve bu şiirin merhalelerini nasıl yorumladığınızı merak ediyorum...

     

    – Şimdi efendim, tasnif dediğimiz şey daima itibarîdir, gerçek değildir. Sadece bazı konuları ele alırken kolaylık bakımından birtakım alt bahislere ayırmak pratik fayda sağlar. Necip Fazıl’ın şiirlerinde merhalelerinden bahsetmek, onun şiirlerini hayatının kronolojisi içinde tasnif etmek demektir. Ben kendime göre üç şiiri esas alarak diğerlerini bunların etrafında toplamaya çalıştım. İlki Kaldırımlar. Bu şiir ve etrafındakilerde büyük şehirde yalnız bir adam hüviyetinde görünür. Korku, acı ile lezzetin birbirine karıştığı, psikoloji açısından belki mazoşist denilebilirse de bu kelimeye sığmayacak bir duygunun şiirleri. O egzistansiyalistlerin anlattığı anguas. Bu dönemi alabildiğine ferdiyetçidir. İkinci merhale Çile yahut ilk yayımlandığı adıyla Senfonya. Burada da o tek insandır. Ama ferdiyetçi değildir. Kâinatın bütün yükünü, bütün ıstıraplarını kendi üzerinde, beyninde hisseden insan. Bu arada Abdülhakim Efendi'yi de tanımış olduğu için, İslâm’ın insana yüklediği inanç sorumluluğunu düşünebiliriz. Fakat bana göre İslâmî olmaktan ziyade genel olarak dinî ve metafizik bir yaklaşım daha doğrudur. Üçüncü merhaleyi ise Sakarya Türküsü şiiri teşkil eder. Burada da içinde yaşadığı toplumla ilgili idealist-lirik bir şiirle karsılaşırız. Böylece her biri 1928, 1938 ve 1948 olmak üzere aşağı yukarı onar sene aralıklarla yazılmış ve şairdeki üç temel dönemi yansıtan üç şiiri esas almış oluruz: Ferdiyetçi, metafizik ve toplumcu.

     

    – Necip Fazıl’ın belli bir dönemde yazdığı şiirleri reddetmesini sanatçı psikolojisi açısından nasıl yorumluyorsunuz?

     

    – Şairlerin birçoğu bir dönem sonra kendi şiirlerini yeniden ele almış, değiştirmiş veya yok farz etmiştir. Bunlar arasında Necip Fazıl kendi şiiriyle en çok oynayan, değiştiren ve onları açıkça reddettiğini beyan eden bir şairdir. Belki dünya edebiyatında da tek örnektir. Ben birkaç yazımda bunların çeşitli sebepleri üzerinde durdum. Bir öğrencime de ciddî bir tez yaptırdım. Necip Fazıl, kendi ifadesiyle hayatının bir devresinden sonra, idealine, inançlarına aykırı bulduğu şiirlerini reddettiğini söylemek istiyor. Ama mesele sadece inançlara aykırılıktan ibaret değildir. Değişmelerin çoğu estetik/poetik sebeplere dayanıyor. Tamamen attıklarının bir kısmı ise tahminime göre kendisinin de unutmuş olmasından kaynaklanıyor.

     

    – Hocam, bir yazınızda Necip Fazıl’ın reddetmediği ve bütün kitaplarına aldığı şiirleri “talihli şiirler” olarak tanımlıyorsunuz. Talih kelimesini buradaki anlamıyla düşündüğümüzde Necip Fazıl şiirleri içindeki ‘talihli şiirler' hakkında neler söylemek istersiniz?

     

    – Çile'ye girmiş olanlara talihli deyişim bugün Necip Fazıl’ı ve şiirini sevenlerin eline, diline kolayca ulaşma imkânı buldukları içindir. Aslında Necip Fazıl’ın yaptığı seçme güzeldir ve yerindedir. Çile'deki tasnif de isabetlidir. Bununla beraber dışarıda kalan şiirler arasında güzel olanları da vardır. Benim bu konuda önem verdiğim husus şudur: Bir insan benim eserlerim şunlardan ibarettir, ötekileri reddediyorum, diye bir vasiyette bulunabilir, bu vasiyeti yerine getirmek de geride kalanları için borçtur. Ancak araştırmacı için durum aynı değildir. Biz, yazar gibi düşünmeğe mecbur değiliz. Bugün araştırmacılık, kişilerin en mahrem hayatlarına kadar sokulmaktadır. Kaldı ki, Necip Fazıl’ın Çile'ye girmese de yayımlanmış şiirlerini mahremiyetten saymamız da mümkün değildir. Sanatkâr bütün hayatı ve eserleriyle bir bütündür.

     

    – Belki bu tür adlandırmalar yanlış olabilir ama yine de genel bir teamül olarak Türk şiirinde “Beş Hececiler” olarak adlandırılan bir şair grubu var. Necip Fazıl Kısakürek ile bu grup karşılaştırıldığında hiç şüphesiz “hece vezni”ne katkıları bakımından Necip Fazıl önde ve farklı bir yerde duruyor. Yunus'tan beri gelen süreç içinde hem bütünüyle Türk şiiri tarihinde hem de özel olarak modern Türk şiirinde ‘hece'nin serüveninde Necip Fazıl şiirinin yerini tespit edebilir misiniz?

     

    – Efendim, hece vezninin halk şiiri dışında kullanılması, bilindiği gibi on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Mehmet Emin Yurdakul'un Cenge Giderken manzumesiyle başlar. İkinci Meşrutiyet’ten sonraki Türkçü akımı tesiriyle Cumhuriyet dönemine kadar gittikçe yaygınlaşarak devam eder. Necip Fazıl’ın ilk şiirleri de Cumhuriyet'e yakın yıllarda, 1922'den sonra dergilerde görünmeye başlar. İlk şiir kitabı olan Örümcek Ağı da 1924 tarihini taşıyor. Yüzlerce yıldır aruz vezniyle yazan ve yirminci yüzyıl başlarında aruz tekniğini âdeta zirveye çıkaran Türk şairlerinin hecede başarıları kolay olmamıştır. 1908–1923 yılları arasındaki hece vezniyle denemelerin çoğu şiir tekniği açısından tutuktur, monotondur. Esasen Mehmet Emin gibi, Ziya Gökalp gibi şairlikleri zayıf olan şahsiyetlerin izinden giden diğer şairler de bu monotonluktan uzun süre kurtulamamışlardır. Bununla beraber bu arada Faruk Nafiz, Rıza Tevfik gibi heceyle yazdıkları şiirlerinden bazılarında Nisçi bir başarıya ulaşmış şairler de vardır. Faruk Nafiz'in de dâhil olduğu Beş Hececilerce de bu Nisçi başarıda bir yer verebiliriz. Ancak bu veznin tam bir akıcılık kazanmasında Necip Fazıl’ın şiiri önemlidir. Öncekilerin genellikle aşamadıkları husus, bu vezindeki durakların çok belirli olması, âdeta aruzda taktî denilen monoton bir okuyuşa imkân bırakmasıdır. Necip Fazıl bunu aşmıştır. Özellikle ileriki yıllara doğru 14 hecelik mısralar gibi riskli uzunlukta olanlarda bile büyük bir ustalık gösterir. Kaldı ki bir süre sonra şiir için epey aykırı ve daha da riskli bir deneme olan üç heceli mısraları da aynı ustalıkla kullanma cesareti göstermiştir. Mehmet Kaplan’ın dediği gibi o, hecede büyük bir virtüoziteye rahatlıkla ulaşmış bir şairdir. Tabii bu cevabım şiirin sadece vezni çerçevesi içindedir.

     

    – “Korku”, herkesin üzerinde hemfikir olduğu gibi Necip Fazıl şiirinin önemli temalarından... Çile adlı şiir toplamını bu duygu eşliğinde okuduğumuzda nelerle karşılaşırız?

     

    – Efendim, on dokuzuncu yüzyılda başlayıp hemen bütün yirminci yüzyılı bir dalga gibi saran egzistansiyalizmde korku kavramının özel bir manası vardır. “Angst” yahut “anguas” diyorlar, sıkıntı ve korkuyu beraber ifade eden bir terim. İnsan yeryüzüne fırlatılmıştır ve yalnız bırakılmıştır. Bunun korkusunu her an duyar ve yaşar. Bir uçurumun kenarındadır, düşmeyeceğini bilse de bir ürperti kendisini bırakmaz. Yazılarında bu konuda açık bir ifade yoksa da Necip Fazıl’ın egzistansiyalizme ilgisiz kalmış olduğunu zannetmiyorum. Bununla beraber ondaki bu korkunun egzistansiyalizmden gelmiş olduğunu da iddia etmiyorum. Asıl mesele, egzistansiyalistlerin de benimsedikleri korkunun yirminci yüzyıl insanını sarmış olmasıdır. Bu hem yüzyılın problemidir hem de bir mizaç meselesidir. Korku Necip Fazıl’da aynı zamanda mizacının yarattığı bir duygudur. Kendisi, daha çocukluğunda, birtakım polisiye romanlarını okuyuşunda, “marazî bir hassasiyet, acıtan bir hayal kuvveti ve dehşetli bir korku” bulduğunu söyler. Demek ki daha felsefe öğrencisi olmadan, Avrupa'ya gitmeden, tabii egzistansiyalizmden de habersiz olarak onda korku bir mizaç problemi olarak mevcut. Ama bu motif, bence şiirinin de en güçlü taraflarından birini oluşturur. Gece Yarısı, Boş Odalar, Çan Sesi, Ayak Sesleri hatta Kaldırımlar gibi şiirlerinin güzelliği bir bakıma sebebi meçhul olan bu korku ve ürpertinin ifade gücünden gelir.

     

    – Necip Fazıl’da Bergson, Baudelaire, Valéry gibi Batılı düşünürlerin, sanatkârların etkileri zaman zaman gündeme geliyor. Bu etkilenmeleri kısaca değerlendirebilir misiniz?

     

    – Deminki sorunuza verdiğim cevaptaki korkunun, sıkıntının Avrupa edebiyatındaki büyük şairlerinden biri de Baudelaire'dir. Baudelaire'i bizim yirminci yüzyıl şairlerimizin pek çoğu okumuş, sevmiş ve onun tesiri altında kalmıştır. Değerli bir öğrencim, Ali Ihsan Kolcu, Baudelaire'in Türk şairleri üzerindeki etkilerini araştıran bir çalışma yapmıştır. Bu tesirleri Albatrosun Gölgesi adı altında bir kitapta topladı. Orada diğer şairlerle beraber Necip Fazıl’ın şiirlerinde Baudelaire'den bir takım esintilere, pastislere dikkat çekilmiştir. Bir konuşmasında Necip Fazıl Baudelaire'i pek fazla sevmese de dikkate şayan bir şair olduğunu söyler. O zaman, bir kriz asrında yaşayan, mizaç olarak korkuya ve yalnızlığa eğilimli ve Baudelaire'i takdir eden bir insan olarak şiirinin bu tarafını bunların bileşkesi olarak değerlendirmek daha doğru görünüyor.

     

    Ama Bergson etkisi daha belirlidir. Bergson'dan Necip Fazıl’ın şiirlerine iki önemli unsur girer. Biri sezgi felsefesinin izleri, diğeri de zaman hakkındaki yorumları. Kabaca, Bergson sezgiyi nasıl anlatıyor? Sezgi bizi, varlığın yani dışımızdaki objenin içine sürükleyen zihnî sempatidir. Sezgi sayesinde içimizdeki şuur ile dışımızdaki eşya arasındaki mesafe, farklılık ortadan kalkar. şuur ile dış varlığın birleşmesinde o varlığın özellikleri kaybolmaz. Sadece benliğimiz bir an için o varlığın karakterine sığınarak onu olduğu gibi tanır. Bergson'un varlık hakkındaki bu düşüncesi bir çeşit mistisizme yaklaşmaktadır. Meseleyi sanat alanına intikal ettirirsek, sanatkârın ruhu ile eşya arasında bir nevi vahdet meydana gelmektedir. Bu arada şiirde sembolizmin de sezgi felsefesinden doğduğunu belirtelim. Necip Fazıl kategorik olarak sembolist değildir. Fakat onun şiirinde de eşya sembolik bir değer kazanıyor. Onun eşyaya, yani şuur dışındaki varlığa karşı, kaynağını muhtemelen sezgi felsefesinden alan bir zihnî sempati vardır. Bu sempati şuur ile eşya arasında gidip gelir. Artık şair ile şiirlerindeki varlıklar arasında bu sempatiyi kurabilirsiniz. Şair ile örümcek ağı, deniz, Kaldırımlar, otel odaları ve bütün eşya, ayna, lamba, tren, gemi… hâsılı her nesne, pek çok şiirde bulunabileceği gibi Necip Fazıl’da sadece bir tasvir unsuru olarak yer almaz. Bunların her birinin ruhumuzla bir ilişkisi, sempatisi vardır. Kâinatı da bu sempati ile kavrarız.

     

    Zamana gelince… Yine Bergson'a göre zaman, kendisini yaşamaya bırakan ve kendi yasayışını dinleyen insanın bu duygusuyla özdeştir. Zaman da kâinatın merkezidir. O bizim hem içimizde hem dışımızdadır. Bu yüzden zaman maddenin hareketiyle idrak edildiği gibi maddeden bağımsız olarak ve mutlak olarak da vardır. Türkiye'de Bergson'u, kendisi de benimseyerek ilk tanıtan felsefeci Mustafa Şekip Tunç, fakülteden Necip Fazıl’ın hocasıdır, ölünceye kadar da iyi bir dostu ve Büyük Doğu yazarı olarak kalmıştır. Özellikle Fransa dönüşünden sonraki şiirlerinde zamanın, sezgi felsefesiyle olan yakınlığı ile Necip Fazıl’ın şiirlerinde yer almaya başladığı görülür. Şehirlerin Dışından, Geçen Dakikalarım, Zaman, Ne İleri Ne Geri, Bu Yağmur gibi en güzel şiirleri arasında zaman, felsefî bir kavram olarak şairin zihnini kurcalar durur.

     

    Aynı zamanda hem şair hem de bir poetika yazarı olan Valéry ise, benim görüşümle, şiir estetiği üzerine görüşleriyle Necip Fazıl’ı etkilemiş olmalıdır. Gerçi Poetika'sının basında Valéry'yi kastederek “tecrit denizinde boyuna açıldılar” gibi biraz olumsuz görünen bir cümle sarf eder ama, kendisinin de şiirde, şiir dilinde tecritten yana olduğu açıktır. Hâsılı şiirinde değilse bile şiir nazariyesinde Valéry'den gelen birtakım unsurlar bulunmaktadır.

     

    – Necip Fazıl’ın Poetika'sını Türk edebiyat tarihi açısından kısaca değerlendirebilir misiniz?

     

    – Bu sorunuza cevap verirken önce poetika kavramının şiir bilgisi manasına gelmediğini belirtmeliyim. Bu manada pek çok yayın bulunabilir. Şiir bilgisi, mevcut şiirler dikkate alınarak ve bu konudaki bilgi verilerinden hareket edilerek düzenlenmiş objektif ve ansiklopedik bir çalışmadır. Her şiir bilgisi birbirine benzemelidir. Yani tartışmaya gerek olmamalıdır. Poetika ise şiir üzerine mülahazalardır. Yani sübjektiftir. Her Poetika ayrı bir özellik gösterir. Poetika şiirin estetiği, felsefesidir. Bu açıdan bakıldığında Türkçemde, özellikle yirminci yüzyıl başlarından itibaren pek çok Poetika yazısı bulunmaktadır. Bunlar arasında Necip Fazıl’ın Poetika'sının özel bir yeri var. O da şüphesiz yazarının sübjektif mülahazalarını yansıttığı için her Poetika gibi tartışılmaya açıktır. Bizde Poetika yazılarının çoğu bir şairin kendi şiiri için yapılmış tenkitlere bir savunma özelliği taşır. Necip Fazıl’ın böyle bir sıkıntısı yoktur. Bunun dışında derli toplu ve birtakım kategorilere ayrıldığı için de kendi içinde sağlam bir yapı gösterir. Bir de, zannediyorum “Poetika” kelimesinin dilimizde kullanılması Necip Fazıl’ın bu yazılarıyla başlamıştır. Yani Poetika kavramı ile Necip Fazıl’ın Poetika'sı âdeta özdeşleşmiş gibidir.

     

    – Poetika Dersleri adlı eserinizde, Necip Fazıl ve Poetika'sı bölümündeki ilk başlığınız dikkat çekici: “Ütopya Düzeni İçinde Bir Poetika”. Poetika'nın ütopya ile ilişkilerinden söz edebilir misiniz?

     

    – Ütopya, malûm, Thomas Moore'un bu adı taşıyan ünlü kitabından sonra bu gibi muhayyel ülkelerin düzenini anlatan eserlerin de kategorik adı olmuştur. Ütopik eserlerde genellikle cemiyet düzeni, eğitim, askerlik, ticaret, hukuk gibi halk ve yöneticilerin birbiriyle ilişkileri olduğu alanlar tasvir edilmiştir. Ütopyada şiirin yeri nedir? İlk ütopya sayılabilecek Eflatun'un Devlet'inde şairler hakkındaki olumsuz kanaatleri bilinmektedir. Bunun dışında başka ütopyalarda şiir ve şairler hakkında bölümler var mıdır, şu anda hatırlayamıyorum. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü de bilindiği gibi epey ayrıntılı bir ütopyadır. Onun Poetika yazıları da ilk defa, İdeolocya Örgüsü Büyük Doğu dergilerinde tefrika edilirken o yazılar arasında çıkmıştı. Şimdi, genel olarak şiirin ve şairin toplumla ilişkileri gibi bazı bahislerin ütopyalarda yer alması düşünülebilir de şiirin tarifi, vezinler, kafiyeler, ses düzeni, şekil ve muhteva ilişkileri gibi ideolojinin dışında tamamen estetik ve Poetika meselelerin bulunması bana doğrusu aykırı görünüyor. Nitekim Necip Fazıl’a da aykırı görünmüş olmalı ki İdeolocya Örgüsü kitaplaşırken bu bahisler çıkarılmış, Poetika ise Çile'nin sonundaki yerini bulmuştur. Bununla beraber Poetika'nın da son dört bölümü, özellikle şiir ve Devlet başlığı altındaki bahisler, yani devletin şiire müdahalesi veya şairin devletten himaye görmesi gibi meseleler bana göre Poetika'nin genel estetik yapısıyla çelişki göstermektedir.

     

    – Necip Fazıl şahsî mizansenlerle zaman zaman hem yaşadığı devrin edebiyatını hem de tümüyle Türk edebiyatını değerlendiren yazılar kaleme aldı. Bu sahada araştırma yapan bir bilim adamı olarak hem bu mizansenleri hem de bu yazılardaki kültür ve edebiyatımız üzerine yapılan tespitleri siz nasıl değerlendiriyor, nasıl yorumluyorsunuz?

     

    – Bu konu bence tamamen işlenmemiştir. Benim gördüğüm kadarıyla Necip Fazıl’ın Türk edebiyatı hakkındaki genel değer yargıları, özellikle de kendi çağdaşları olan yazar ve şairler hakkındaki hükümleri arasında isabetli ve isabetsiz olanları vardır. Tabii o hükümler ona göre, benim şu söylediklerim de bana göredir. Daha evvel onun çeşitli yazılarından derlenmiş bir çeşit antoloji mahiyetindeki kitaba yazdığım giriş mahiyetindeki notlarımda da belirttiğim gibi Necip Fazıl’ın gerek edebiyat gerekse diğer konulardaki fikirlerinde ilmî disiplin ve metodik düşünce esas değildir. Bu gibi fikir ürünlerinin arkasında yani arka plân denilen birikim şüphesiz mevcut olmakla beraber onda bu ölçüleri aşan heyecanlı ve mübalağalı çıkışlar zannederim sistemli fikirlerinden daha çok itibar görmüştür. Onun diğer alanlarda olduğu gibi edebiyat bahislerindeki değer yargıları da hiç kullanılmamış, yüzü açılmamış teşbihlerle okuyucunun kafasını allak bullak eder. Bu bakımdan o bir edebiyat tarihçisi değildir. Esasen böyle bir iddiası da olmamıştır. Fakat uyanık zekâsıyla, eskilerin nüfuz-i nazar dedikleri bakışıyla kişiler, eserler ve olaylar arasında her göze görünmeyen ilişkileri yakalar. Türk edebiyatı hakkındaki değerlendirmeleri de bu zevkle fakat ihtiyatlı olarak okumak lâzımdır.

     

    – Sayın Hocam, bu keyifli sohbet için teşekkür ederim... Doğumunun 100. ölümünün 22. yıldönümü vesilesiyle Necip Fazıl Kısakürek hakkında Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergisi okuyucularının büyük bir kısmını oluşturan gençlerimiz ve öğretmenlerimize, son söz olarak, neler söylemek istersiniz?

     

    – Ben de teşekkür ederim efendim. Derginizin genç okuyucularına ve öğretmenlere, emekli bir edebiyat hocası olarak tavsiyelerim; yirminci yüzyıl Türk şiirinin, tiyatrosunun, hikâyesinin ve genel olarak Türk siyaset, basın ve kültür hayatının bu çok önemli şahsiyetini, Necip Fazıl’ı, yakından tanımaya, bütün eserlerini üzerinde düşünerek okumaya gayret göstermeleri olacaktır.

     

     

    Yazarın sitedeki diğer yazıları : Üstad'ın Biyografisi, Yayın Ve Sanat Hayatı, Dergiciliği

    Insan,sanatci,sair,dusunur Olarak Bir Nfk Portresi

    • Like 1

  13. Oruç, metafizik âleme açılan pencerelerin ortamıdır mümin için. Fizik karartıların gönül ışığıyla silinişi. Öteleri görüş ve ötelere eriş, maddi perdelerin inceltile inceltile öteyi gösterir hale getirilişi.

     

    Oruç, yaşadığımız günlük ve gündelik hayatı adeta bir rüyayta çeviren mutluluk anaharı. Anatlanan gün demek oruç ayının gündüzü. Yerçekiminin etkisinin kayboluşu sanki benliğimiz ve eşyamız üzerinde. Namazla, duayla birleşince oruç, büsbütün renklenmiş ve güçlenmiş olarak bizi, fizikötesi donanımların yıldızlı harmanisine bürür.

     

    Kalbimiz, islâmın kişi için tayin ettiği edimlerle mümin kalbi haline gelir. Oruçla, namazla, hac ve zekâtla, kalb, kalb olur. İnanç, kalbde bu tür tecrübelerin tekrarıyla kökleşir. İnançtan davranışa, davranıştan inanca sürekli bir akış, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerin sağladığı bir kan dolaşımıdır. Sebepsiz değildir oruç, sebepsiz değildir namaz. Mümin kişiliğinin oluşması için temel taşlarıdır. Bina, ruh binası bunlarla kuruludur. Maneviyatın kalesi, bunlarla yıkılmaz olur, pekişir.

     

    Zaman, insanı hep ölüme doğru götürürken, ramazan gelir, diriliş ayı başlar. Oruç ayı insanı ölüme değil, diriliş aydınlığına götürür. Ab-ı hayatta yıkanmaya, çiğ tanesinde göğü seyretmeğe ve gökkuşağının altından geçmeğe. Oruçsuzluk ne büyük bir boşluk olurdur, oruç zorunlu olmasaydı mümin için. Tek kişiyle başlar ve biterdi o. Oysa, ramazanda tüm Müslümanların bir ay oruç tutması, orucu toplum olayı haline getiriyor. Somut hale geliyor toplum ortasında oruç anıtı.

     

    Tabiatı daha iyi hissetmek ve dinlemek, onun söylemek istediğini daha iyi anlamak için oruç mucizesine sahiptir Müslüman. Kavramların yeniden yoklanması, tanımların yeniden yapılması için çıkarılmış bir davetiye gibidir oruç gündüzleri ve geceleri. Ve her yıl zayıflayan toplumun din bağı, yeniden güçlenir onunla. Dinin kası ve damarları çalışır hale gelir.

     

    Oruç, insanı, yeniden varolma, yeniden yapılanma, yoğrulma yolunda bir ay süren bir çileye tâbi tutar. Riyazetlerin en güzeli, en ilâhisi, en içlisidir o. Oruç, ruhun, madde üzerindeki zaferini ilân için verdiği bir savaşın adıdır. Zorludur bu savaş. Sonunda, hasat derlenir bu iradenin savrulduğu harmandan.

     

    Hırsla, ihtirasla dünyaya bağlanmanın, adeta âhireti unutmanın mevsimlerinin geçtiğini, din gününün geldiğini ilân eden bir sancaktır çekilmiş insanlık ufku burçlarına oruç. Oruç, dereceler halinde, belli sürelerde dünyanın tatil edilmesi demektir insan için. Ve âhiretin Örtülerinin kat kat açılması demek. Süreklice bir gidiş geliş, bir med cezir dünya ile âhiret arasında. İnsan, bu gidiş gelişledir ki en büyük ilerlemesini yapacaktır ruh ve maneviyat alanında.

     

    Çağımız, sadece maddi sağlığa önem veren bir çağ. –gerçi o da bugün hiçbir çağda olamayacak kadar tehlikeyle karşı karşıya.- ruh sağlığı, beden sağlığından önce gelir. Çünkü: beden sağlığına dikkati de, ancak ruh sağlığı olanlar gösterecektir. Oruç, beden sağlığı için de tükenmez bir sıhhat hazinesi gibi etkide bulunmaktadır. Gıdaların tazelenen idraklerle alınması, herhalde vücudun dirilişinde birinci uyarı ve bilinç yerine geçecektir.

     

    Ay gelip ramazanı getirdiğini müjdelediğinde ne kadar sevinsek azdır. Bize Müslümanlığımızın daha bir güçlenip ilerideki yıllara geçeceğinin garantisini getirmiştir çünkü. Bize, gündüzü ve geceyi tüm anlamıyla getirmiştir. Namazları, sabırları ve şükürleri, hamdleri getirmiştir. Rızkı, rızk düşüncesini ve tevekkülü getirmiştir. Nimet fikrine erdirmiştir bizi. Oruçla namaz arasında da büyük yakınlık vardır. Sanki namaz, orucun, insan uzuvlarına yerleşmiş bir ruh olarak, kımıldamış ve kanatlanışından meydana gelmektedir. Oruç da, namazın süzüle süzüle bir buğu olup ruh, beyin ve kalbi tutmasıyla oluşmakta. Bunun için adeta birbirine âşıktırlar. Birbirlerini çağırıp dururlar hep her bahaneyle. Ruh, oruç ülkesinde büyümenin sırrını keşfeder.


  14. Ağlasa Derd-i Derûnum Çeşm-i Giryânım Sana

     

     

    Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana

    Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana

     

    (Sevgili!) İçimdeki dertler ile, yaş dolu gözlerim senin için ağlayacak olsa, (gönlümdeki) gizli sırlarım (gözyaşlarıma) gâlip gelir ve (sırlar) sana aşikâr olurdu.

     

     

     

    Mesned-i hüsn üzre sen ben hâk-i rehde pâymâl

    Mûr hâlin nice arz ede Süleyman'ım sana

     

    Sen güzellik tahtında (oturuyorsun): bense yolunun toprağında pâymâl (ayaklar altında) kalmışım. Hâl bu iken a Süleyman'ım, sana bir karınca (denli âciz olan) durumumu nasıl arz edeyim? ' Divân edebiyatında Süleyman ihtişâmı; karınca da acziyet ve zayıflığı temsil ettiği için şair de kendini karınca; sevgilisini Süleyman olarak nitelendirmiştir.'

     

     

     

    Şem'i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar

    Hoş yanar yıkılır ey şem'-i şebistânım sana

     

    Muma da bak! Senin (bulunduğun) meclisinde ağlayıp baştan çıkmakta. Ey odamı aydınlatan! O mum senin için ne de hoş yanıp yıkılıyor. 'Mum yanarken, baştaki fitilin kenarlarından ağlıyormuş gibi akar. Şair buna gıpta ediyor ve onu sevgilinin aşkı ile baştan çıkmış veya o uğurda başını vermiş olarak gösteriyor.'

     

     

     

    Subh gibi sâdık olduğum gam-ı aşkında ben

    Gün gibi rûşen durur ey mâh-ı tâbânım sana

     

    Ey ay gibi parlayan sevgilim! Benin sana karşı, aşkının yolunda sabah kadar sâdık olduğum, (doğrusu) gün gibi âşikârdır.

     

     

     

    Dün rakîbin cevrini men' eyledin ben hastadan

    Eyledi te'sir gûyâ âh u efgânım sana

     

    Dün rakiplerimin, aşkının hastası olan bana yaptıkları eziyetleri meneyledin. Galiba âh ve feryatlarım sana tesir etmiş!

     

     

     

    Zahm-ı hicrân şerhi çün mümkün değildir dostum

    Sîne-çâkinden haber versin girîbânım sana

     

    Dostum! Anlaşılan o ki (bağrımdaki) ayrılık yarasının şerh etmek mümkün görünmüyor. (Bari) açık duran şu yakam, (aşkından dolayı) göğsümdeki (şerha şerha olmuş) yarıkları sana göstersin (de insafa gel!)

     

     

     

    Eyleme gönlün gözün cevr ile Avnî'nin harâb

    Dürr ü gevherler verir bu bahr ile kânım sana

     

    (Sevgilim!) Eziyetlerinle Avnî'nin gözlerini ve gönlünü harap etme! Zira bu deniz (gibi coşkun gözlerim) , sana inciler; bu maden ocağı (gibi gönlüm) de mücevherler sunar.

     

     

    Avnî (Fatih Sultan Mehmet)


  15. Uçun Kuşlar

     

     

    'Sevgili oğlum Mehmed Said'e'

     

    Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere

    Şimdi dağlarında mor sümbül vardır

    Ormanlar koynunda bir serin dere

    Dikenler içinde sarı gül vardır

     

    O çay ağır akar, yorgun mu bilmem

    Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem

    Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem

    Yüce dağ başında siyah tül vardır

     

    Orda geçti benim güzel günlerim

    O demleri anıp bugün inlerim

    Destan-ı ömrümü okur dinlerim

    İçimde oralı bir bülbül vardır

     

    Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok

    Öyle akarsular, öyle hava yok

    Feryadıma karşı aks-i sada yok

    Bu yangın yerinde soğuk kül vardır

     

    Hey Rıza kederin başından aşkın

    Bitip tükenmiyor elem-i aşkın

    Sende derya gibi daima taşkın

    Daima çalkanır bir gönül vardır

     

     

     

    Rıza Tevfik Bölükbaşı

    • Like 1

  16. Göz Âşinâlığı

     

     

    İsmini bilmezdim, fakat tanırdım:

    Ne yosma bir çiçek takısı vardı!

    Kızıl saçlarını ateş sanırdım:

    Güneş nûru gibi yakışı vardı.

     

    Öyledir, gün, şafak söktüğü zaman

    -Göllere gölgeler çöktüğü zaman!-

    Saçını çözüp de döktüğü zaman

    Dalga dalga düşüp akışı vardı.

     

    Hüsnünde bir eda var ki âsıydı.

    Beni harâb eden o edâsıydı;

    Sevdâlı gönlümün âşinâsıydı

    Yüzüme bir şirin bakışı vardı.

     

    Rıza Tevfik

    • Like 1

  17. Osman Sarı

     

    Ağacım, dört kol çengi kıyamet

    Her dalımda bir memleket

    Uzar kollarım uzar

    Taşımda toprağımda bereket

    Köklerimden başlar hürriyet

    Bana çarptıkça anlar

    Yağmur yağmur olduğunu

    Rüzgâr, rüzgâr.

     

    Taşımda toprağımda kıyamet

    Köklerimden başlar hürriyet.


  18. bezm-i şevkün içre devr eyler felek bir câmdur,

    câmda bir cür' adur aşkun şarabından şafak

     

     

    (Ey sevgili; felek seni arzulamanın meclisinde dönüp dolaşmakta olan bir kadehtir. Şafağın kırmızılığı ise, senin aşkının şarabından o kadehin dibinde kalmış bir yudumdur.)


  19. Biter

     

     

    Kalkılır bir yerde, kalır oyuncak,

    Kurgular biter.

     

    Ölüm...O geldi mi ne var korkacak?

    Korkular biter.

     

    Fikir, açmaz artık beyinde kuyu;

    Burgular biter.

     

    Unuturuz hayat adlı uykuyu,

    Uykular biter.

     

    Biter, her şey biter; ses, şekil ve renk,

    Kokular biter.

     

    Kabir sualiyle kapanır kepenk,

    Sorgular biter.

     

     

    Necip Fazıl


  20. T. S. Eliot, “Tarih kölelik de olabilir, özgürlük de” demişti. İki tarafı keskin bir Acem kılıcıyla karşı karşıyayız öyleyse. İsterseniz tarih yoluyla bir toplumu köle beyinli yetiştirebilir veya tam tersine, tarihi özgürleşmenin ateşleyicisi olarak okutabilirsiniz.

    Tarih, ezeli ve ebedi akış içerisinde açtığımız bir hayat alanı, oyduğumuz bir özgürlük adası değil de nedir? Adam gibi hatırlamasını bilmediğimiz müddetçe tarih bizi rahat bırakmaz. Tarihin dünyamızı bu yakından markaja alması da tehlikelidir bir yerde. Bu, ondan yeterince uzaklaşamadığımızı gösterir. Adeta kişinin yediği gıdanın kaslarına, kemiklerine, dokularına dağılıp kişiyle beraber yürümesi gibi, hep bizde olan ama ehlileştirilmiş ve hayatın içinden olur olmaz bir noktada fırlayıp karşımıza çıkmasına engel olunmuş bir tarihle barışıklıktır hedeflenen. Nitekim Eliot’un dediği gibi, “tarihi olmayan bir halk kurtarılamaz zamandan”. Tarihi olmayan bir toplum, zamanın ezeli ve ebedi akışından çekip çıkartılamaz. Sürüklenir ve bir ‘başka’ nehrin içine karışır.

     

    1,5 asırdır gövdesine dahil olmaktan övünç duyduğumuz deniz, ‘Batı’ olmuştur. Halbuki ne çabuk unuttuk; bir zamanlar deniz de, güneş de bizdik. Nietzsche’nin o sarsıcı sözlerini yankılarsak, Osmanlı denilen okyanusu nasıl içebildik, bu güneşi nasıl söndürebildik, bu ufukları nasıl silebildik manzaradan?

     

    Hepimizin içini kanatan bu derin muhasebenin en keskin ve yetkin örneklerinden birisini Necip Fazıl’da bulmamız şaşırtıcı değildir.

     

    “Tarih bir masal albümü değildir. Tarih, bir kıymet hükmü tablosu…” Necip Fazıl’ın bu acil değerlendirmesi, onun tarihi bir ‘hesaplaşma zemini’ olarak kuracağının ilk işaretlerini verir. “Nuh’un gemisi”ni yeniden yapmaktan söz edişi de, bir kurtarıcı beklediğimizi ısrarla ve bağıra bağıra söylemesi de bundandır. “Bu dava”, demiştir bir yerde, “ceplerde kaybedilmiş güneştir”. Güneş ceplerimizde kaybedilmişse, o ceplerin ağızlarını dikmek değil, içini dışına çıkarmak, kumaşı ters yüz etmek, halının havını tersine taramak gerekir. Neyi örttüğü ve kaybettiği anlaşılabilsin diye en azından. Bu yüzden Necip Fazıl’da tarih, akademisyenin yaptığı türden sabırlı ve miyopça bir uzmanlık çalışması olamaz. O, bir ‘dava’ uğruna tarihin başına çömelmiştir ve zaten çarpık çurpuk edilmiş, silinmiş, unutturulmuş, hatta tersine çevrilmiş, akın kara, karanın da ak gösterildiği bir tarihi yeniden ayakları üzerine oturtmak, yani ‘dava’nın gerektirdiği akışa büründürmekle vazifelidir. Akademik tarihçiliğin bu çarpıklığın ekmeğine yağ sürmekte olduğu vurgusu tam da bundan ileri gelir.

     

    Lakin bir muhasebe silahı haline getirilen bu ‘yeni tarih’in kriterleri neler olacaktır? Necip Fazıl, ‘tuz ve şarap’ örneğini devreye sokar burada. Yüzyıllanmış bir şarap fıçısının içine atılan bir avuç tuzdur kendisi. Bunca çileler, ıstıraplar o bir avuç tuz olmak için çekilmiştir. Ama bu bile yetmiştir şarabın haramlığını almaya. Tuz, tarihin damarlarına karıştığında onun içindeki zararlı unsurları ayıklayıp temizleyecek ve aynı malzemeyi bu defa yararlı, kullanılabilir bir hale getirmiş olacaktır.

     

    “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han” adlı 600 küsur sayfa tutan eserinin başında tarih metodunu ortaya koyduğuna şahit oluruz:

     

    “Ben sanat ve tefekkür adamı olmak davasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil. İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşitli… Tarihi hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nisbet eder. İlmin gözüyle yoğuran, vakıaları sağlam bir analiz ve sentez halinde umumi kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.”

     

    Bu üç faaliyet türünden birincisi, “cemiyet hamurkârı” büyük fikircidir; ikincisi, tarihi kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden meslekten bilim adamı; üçüncüsü ise bu rizikolu ve belalı işlerden kaçınıp yalnız şekil bakımından doğru ve yanlış ölçüsüyle hareket eden ve nehrin denize döküldüğü yeri değil, kaynağını tutmaya bakan kuru gözlemcidir. Ne var ki, Necip Fazıl, kendisini bu üç sınıftan hiçbirine bağlamaz. Dilediği halde olamayacağını itiraf ettiği birinci şıktadır gözü.

     

    Onun nazarında II. Abdülhamid, Türk’ün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş, mağdur kurtarıcısıdır. Abdülhamid, Tanzimat sonrasındaki Batı’ya kontrolsüz, körü körüne yönelişin karşısında inatla duran, kök ve cevherin müdafaasını son bir gayretle yapan muazzam bir şahsiyettir. Abdülhamid’i anlamak sayesinde yüzlerdeki maskeler düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin içyüzleri ortaya dökülecektir.

     

    Necip Fazıl’ın bu operasyon için önerdiği metod ise oldukça şaşırtıcıdır: Abdülhamid hakkında söylenen her olumsuz iddiayı tersine çevirdiğimizde doğruyu bulacağızdır. Yani bir tür turnusol kağıdıdır Abdülhamid. Bu yorumların yalanını ayıklayıp onun üzerine bina ettiği yapıyı yeniden ayakları üzerine oturttuğumuzda hakikat ayan beyan ortaya çıkacaktır. Bu yüzdendir ki, kitap, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” gibi zarif bir kılıç hamlesiyle noktalanır.

     

    Necip Fazıl’ın beyinlerimizi 1,5 asırdır uyuşturan şarap fıçısına dalarken, avuçlarında tuttuğu tuzun kristallerinde gezinen Abdülhamid portresini seçmeyi bilmek gerekir.


  21. Benden Selam Olsun Bolu Beyine

     

     

    Benden selam olsun Bolu beyine

    Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır

    Ok gıcırtısından gürzün sesinden

    Dağlar seda verip seslenmelidir

     

    Düşman geldi tabur tabur dizildi

    Alnımıza kara yazı yazıldı

    Tüfek icad oldu mertlik bozuldu

    Egri kılıç kında paslanmalidir

     

    Köroglu düşer mi yine şanından

    Ayırır çoğunu er meydanından

    Kır-At köpüğünden düşman kanından

    Çevrem dolup şalvar ıslanmalidir

     

    Köroğlu

     

     

     

     

    Davran Kırat Davran

     

     

    Davran Kırat davran, yokuşa davran

    Yokuşun başında soyuldu kervan

    Düşman karşısında ne yapsın savran

     

    Estir Kıratım es, yare gidelim

    Dost, düşman içinde sıla edelim

     

    Kıratı sorarsan yedidir yaşı

    İridir gövdesi, ufaktır başı

    Dizgini çekende un eder taşı

     

    Estir Kıratım es, yare gidelim

    Dost, düşman içinde sıla edelim

     

    Yokuşa yukarı tavşan sekişlim

    Bayıra aşağı ceylan büküşlüm

    Alnı akıtmalı, göğsü nakışlım

     

    Estir Kıratım es, yare gidelim

    Dost, düşman içinde sıla edelim

     

    Köroğlu

×
×
  • Create New...