Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

tutsak

Üye
  • Content Count

    48
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by tutsak


  1. DUVAR

     

     

    - bu şiir ikinci dünya savaşı içinde

    kahredilen bütün dünya duvarları

    için yazılmıştır.-

     

     

     

     

    ben bir duvarım hiç güneş görmedim

    sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar

    yüzümüz benek benek tahta kurusundan

    ve sinemiz baştan başa ak üstünde karalar

    - kelepçeden kahroldu kahroldu bileklerim

    - sıyrılıp çıktım artık ölüm korkusundan

    - dilim dilim sırtımdaki yaralar

    ben demirbaşım sığır siniriyle dayak yedim

    biz de duvarız dinliyen duyan düşünen duvarlar

    bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk

    ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar

     

     

    yüzündeki deniz parlaklığıyla durur hatıramızda

    o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk

    o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda

    bir cumartesi akşamı girdi kapımızdan

    gözlerinde kıpkızıl diken diken öfkesi

    adeta birden bire aydınlandı zindan

    onu böyle görünce nasıl da korkmuştuk

    sapından fırlamış bir balta gibi çehresi

    ve omuzlarında delikanlı gölgesi

     

     

    o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda

    o sırt üstü yatağında yatardı

    sımsıcak gözleri şimdi bile aklımdadır

    bir sana bakardı bir bana bakardı

    dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır

    toprak ana bütün zincirlerinden çözülmüş

    sabahlar akşam üstleri manolya gibi parlak

    tarlaların yüzü gülmüş

    işte her akşam geçtiği denize çıkan sokak

    ah işte annesi annesi sevgilisi

     

     

    işte biz dinliyen duyan düşünen duvarlar

    işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk

     

     

    dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır

    bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk

    o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü

    çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk

    biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez

    onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler

    kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda

    o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda

     

     

    ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler

    onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık

    temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık

    öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil

    getirirler vururlar biz öyle dururuz

    yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil

    elimizden ne geldi de yapmadık

    ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

     

     

    onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık

    bir mayıs sabahı toprak rezil gök rezil

    yıldızlar küfür gibi yüzümüze tükürür gibi

    şafak sancılarıyla iki büklümdü ufuk

    ve simsiyah çamur gibi bir manga ortasında

    siyaset meydanına geldi dev yumruklu çocuk

    bulutlar eğilip alnının terini sildiler

    ve mermiler birdenbire ölümü getirdiler

     

     

    o düştü biz yine ayakta kaldık

    halbuki ne kadar yorgunuz

    öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil

    ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

     

     

     

     

     

     

     

    Attila İLHAN


  2. Ziya Gökalp

     

     

     

    Ya zamanından çok önce gelirim

    Dünyaya geldiğim gibi

    Ya zamanından çok geç

    Seni bu yaşta sevdiğim gibi

     

    Mutluluğa hep geç kalırım

    Hep erken giderim mutsuzluğa

    Ya herşey bitmiştir çoktan

    Ya hiçbir şey başlamamış

     

    Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın

    Ölüme erken sevgiye geç

    Yine gecikmişim bağışla sevgilim

    Sevgiye on kala ölüme beş

     

    Bu şiirin şairi kimdir?


  3. Gazel

     

     

    Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür

    Men kimem sâkî olan kimdür mey û sahbâ nedür

     

    Gerçi cânândan dil-i şeydâ içün kâm isterem

    Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedür

     

    Vasldan çün aşık-ı müstâğni eyler bir visal

    Aşıka maşukdan her dem bu istiğnâ nedür

     

    Hikmet-i dünyâ vü mâfiha bilen arif degül

    Arif oldur bilmeye dünyâ vü mâfiha nedür

     

    Ah u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi

    Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür

     

     

    Fuzuli


  4. Üstad'ın bu şiiri, barındırdığı mana ve üslubundaki gizemi münasebetiyle beni en fazla üzerinde düşündüren şiirlerindendir.

     

    Genel itibariyle akıl temalı şiirlerinde aklı hakikat projektörüne tabii tutup, tutarsızlıklarını resmeden Üstad, bu dizelerde acaba onun hangi zaafiyetini vurguluyor ?

     

    İlk dizede 'Akıl, akıl olsaydı ' diyor Üstad..Aklın akıl olmasıda ne demek ? Bu soruya Üstad'ın fikriyatına itibar edenlerce verilecek cevap hususiyetiyle 'hayır, akıl akıl değildir' olacaktır.

    Peki, akıl nasıl olurda akıl olmaz.

     

    Burada Üstad, aklın o çok güvendiği tutarlılığının aslında tam bir fiyasko olduğunu vurguluyor..Günübirlik ve sathi muvaffakiyetlerle göz boyayan akli bir sistemin tahrip olması olağandır.Bilimsel kuramların zaman içinde pörsümesi, yerini yenilerine bırakması bunun en bariz remzidir.Hemde bu tahribat yine farklı bir akli sistemin öncülüğünde vuku buluyor, Yani akıl kendi silahıyla tahrip oluyor..Bu, onun riyakarlığının ne güzel bir örneğidir..

    Demekki akıl, kendisiyle iftihar ettiği gibi tutarlı değil. Zamanla pörsümesi olağan. O zaman şunu kati suretle öne sürebiliriz ki akıl, akıl değildir!

     

    Eğer akıl, akıl olmuş olsaydı (yani zamanla pörsümez ve hakiki manada tutarlı olsaydı) o zaman adı gönül olurdu. Çünkü bizim gönül dediğimiz olgunun akıl ile arasındaki en kalın duvar kalkmış olurdu...

     

    İlk dizeyi kelamımız yettiğince izah etmeye çalıştık.

     

    "Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu." Bu dizeyi, gönlün dengini bulmasıyla ereceği visal hissiyatına yorabiliriz.Lakin Üstadın bunu ilk dizedeki diyalektikle bağlantılı olarak kullanmış olduğunu düşünürsek daha çetrefilli bir izahının olduğunu anlarız.

     

    Belki de akıl ile gönül arasındaki mukayese, bozkır ile gül arasındaki letafet farkıyla nispetlenmiştir..:(

    • Like 1

  5. Poetikanın; sınırsız, sonsuz bir umman olan şiiri sınırlandırdığı görüşünü dile getirenler olsa da birçok şair, şiir sanatıyla ilgili görüşlerini ifade etmişlerdir. Bu konuda öncelik payesi “Poetika” adlı eseri ile Aristo'nundur. Türkçe poetikalar içinde ise en dikkat çekeni şüphesiz, çok yönlü sanatkârlığı seven sevmeyen herkes tarafından kabul edilen Necip Fazıl Kısakürek’e aittir.

     

    “Arı bal yapar fakat balı izah edemez” cümlesiyle başladığı poetikasında Necip Fazıl, şiirin başlıca iki büyük unsura sahip olduğunu söyler: His ve fikir... “şiirin nescini (dokusunu) ören iç ve dış unsurlar, onda, iki büyük ve ayrı vücuda yer verir: Kütük ve nakış... Kütük şiirin ana maddesi, his ve fikir yekûnundan ibaret muhtevası... Nakış da, bütün bu his ve fikir muhtevasının “ambalaj” zarafeti, “estetik” ve “fonetik” havası, giyim ve kuşam oyunu...” (Kısakürek, 2002, 478-9).

     

    Bu kütük-nakış ikilisine göre şiirleri dörde ayırır: “1. Hem kütüğü var hem nakışı, 2. kütüğü var nakışı yok, 3. Nakışı var kütüğü yok, 4. Ne kütüğü var ne nakışı... Bir şair bu dört sınıftan birine girmeye mahkumdur. Bütün fâni ve günübirlik irca ve kıyasların üstünde kanat çırpmış büyük sanatkârlar birinci sınıfa dâhildir.” (Kısakürek, 2002, 480).

     

    “Ehil-i dil birbirin bilmemek insaf değil” anlayışınca herhâlde deha çapında bir sanatkârı da yine aynı vasıflara sahip diğer bir sanatkâr takdir edecektir. Yukarıda şiir sanatına dair görüşlerinden küçük bir kısmını alıntıladığımız Necip Fazıl’ın, belirtilen ölçülere uymayan bir şairi beğenmesi ve ona şiir yazması elbette düşünülemez. Buradan hareketle rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Yunus, “bütün fâni ve günübirlik irca ve kıyasların üstünde kanat çırpmış büyük sanatkârlar” sınıfına dâhildir.

     

    Yunus'u çağlara meydan okur bir heybete kavuşturan nedir? Türkçe söylemiş olması mı, hümanizmi mi, dindarlığı mı, âşıklığı mı, dervişliği mi, kısacası dile getirdiği konular mı? Yoksa bu konuları söyleyiş tarzı mıdır? Şerif Aktaş'a göre “Yunus, bir fikrin sözcüsü değil belli bir duyuş tarzıyla, belli bir dönemdeki Türk'ün kolektif şuurundan hareketle, insanda değişmez olan bazı özellikleri şiirin imkânlarıyla terennüm eden” (Aktaş, 1994, 13) mutasavvıf bir şâirdir. Eğer hakikaten Yunus bu özelliklere sahip olmamış olsaydı yedi yüz yıldır her vesileyle hatırlanmaz, çağları aşıp günümüze gelemezdi. Her dönemde insanlar onda kendinden bir şeyler buluyorlarsa, bu, onun şiirlerindeki kütük ve nakış mükemmelliğinin göstergesidir. Nitekim 13–14. yüzyıl için değil de sanki günümüz için söylemiş gibi ter ü taze olan ve şekilciliği yeren şu şiirinde olduğu gibi:

     

    Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil

    Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil

     

    Hırkanın ne suçu var sen yolunca gitmezsen

    Vargel yolunca yürü er yolu kalmak değil

     

    Durmuş marifet söyler erene Yunus Emre'm

    Yol eriyle yoldadır yolsuza yoldaş değil” (s.113).1

     

     

    Her çağın okuyucusu Yunus'un bu şiirine devrine göre anlam yükleyebilecektir. Essüremli bir bakışla bu mısraları günümüze uyarlamak mümkündür. Kılık kıyafet ile erdemli olunmaz. Erdem insanın içindedir ya da Ziya Paşa’nın deyişiyle: “Beç-mâya olana necabet mi verir üniforma”. Tersinden bir okuma ile de herkes büründüğü kisvenin hakkını vermelidir.

     

     

    Necip Fazıl’ın Aynasındaki Yunus

     

    Necip Fazıl’ın Yunus'u terennüm ettiği iki şiiri mevcuttur. Bunların ilkinde millete mâl olan ve asırları aşıp çağımıza da ışık saçan bir şairi, çağımız şairinin aynasından seyrederiz. Bu aynaya Yunus söyle aksetmiştir.

     

    BİZİM YUNUS

     

    Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:

    Okunu kör nefsin, kılıçla çelmiş...

    Bizim Yunus,

    Bizim Yunus...

     

    Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:

    Ölüm dedikleri perdeyi delmiş...

    Bizim Yunus,

    Bizim Yunus...

     

    Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:

    Eli, kâtile de kalkamaz elmiş...

    Bizim Yunus,

    Bizim Yunus...

     

    Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:

    Zaman onun kement attığı selmiş...

    Bizim Yunus,

    Bizim Yunus...

     

    Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:

    Toprakta devrilmiş, göğe çömelmiş...

    Bizim Yunus,

    Bizim Yunus...

     

    Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:

    Sayıları silmiş, BİR’e yönelmiş...

    Bizim Yunus,

    Bizim Yunus..

     

    Bu manzumede ilk dikkati çeken nokta, şiirin başlığıdır. Bu başlıktaki anlam evrenine girebilmek için Yunus'un şu menkıbesini bilmek gerekir: Menkıbeye göre Yunus, şeyhinin buyruğu ile çıktığı irşat gezisini tamamlamış, bu ayrılık esnasında Tapduk Emre'yi çok özlemiştir. Bu hasretle şiirler söylemektedir:

     

    Şol benim şeyhimi görmeye kim gelir

    Zevk ile Safâlar sürmeğe kim gelir

     

    Bu hasret duygusu içinde bir kuşku da içini kemiriyordu. Ya Tapduk Emre Yunus'u unuttuysa!... Bu endişe ile dergâha döndüğünde derdini Anabacı'ya açar. Anabacı ona:

     

    -Ey Yunus, Taptuğumuzun gözleri artık görmüyor. Sen şu eşiğe boylu boyunca yat. Namaza çıkarken ayağı sana dokunur. “Bu kimdir?” diye sorar. Ben de “Yunus'tur” derim. Eğer “Bizim Yunus mu, derse ne âlâ! Yok eğer “Hangi Yunus” derse var derdine derman ara, der.

     

    Anabacı'nın dediği gibi yaparlar ve Tapduk “Bizim Yunus mu?” diye sorar, Yunus Tapduk'un ayaklarına kapanır. (Kabaklı, 1991, 22).

     

    Büyük sanatkârın ince nüfuz kabiliyetiyle Yunus'un halkın maşerî vicdanındaki müstesna yerini iki kelimelik zarif bir ibare ile şiirinin -başlığından son mısrasına kadar- her noktasına nakşeden Necip Fazıl, bizi “Yunus” isminin çağrışım zenginliği ile Yunus Kıssası’na götürürken, “Bizim” ifadesiyle de her zümreden insanın Yunus'u sahiplenişini dile getirmekte ve onu tekrar bize ulaştırmaktadır.

     

    Şiirin bentlerindeki ilk mısralar da nakarat şeklindedir. Eğer bir şiirde tekrarlanan sözler anlam katmanlarını zenginleştirmiyorsa şairâne edâdan uzaklaştırıyor demektir. Hiçbir büyük sanatkâr bu yola tevessül etmez. Öyleyse bu tekrarlar bir amaca yöneliktir. Bu bağlamda şiire -bilinen formlara yeni bir fonksiyon ve mana yüklemek anlamına gelen- deneysel edebiyat cephesinden de bakabiliriz.

     

    Şiir altı bentten oluşmuş. İlk mısra “Bir zamanlar dünyaya bir adam gelmiş:” şeklindedir. Sanki bir masal veya efsane anlatılmaya başlanmıştır. (Bir zamanlar dünyanın bir yerinde/bir ülkede bir padişah yaşarmış ifadesinde olduğu gibi). Masallarda başlangıç formeli olan bu ifade şiirde her bentte tekrarlanır. Okuyucuya, bu masal her dem yeniden başlıyor/yenileniyor intibaı vermektedir. Bu intiba Yunus'un dilinde şöyle söze bürünür:

     

    Biz sevdik âşık olduk, sevildik mâşuk olduk

    Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası (s.385).

     

    Şiirin altı bentten oluşmasının dikkat çekici bir yönü daha vardır. Bu şiirin yazıldığı tarihte (1972) Yunus'un ölümünün üzerinden 652 yıl, yani altı tam yüzyıl geçmiştir. Hep tartışılan konudur, “şair bunları düşünmüş müdür” denir. Rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Usta sanatkâr sezgiyle ibda ve inşa eder, sonuçta düşündürür.

     

    Nakarat hâlindeki mısralardan sonra karşımıza Yunus'u farklı yönleriyle bize tanıtan altı mısra çıkar. Bu altı mısradan her biri yine Yunus'un mısralarında dile getirilen fikirlere göndermelerle doludur.

     

    İlkinde, kör nefis, ok atan bir ele benzetilmiş. Yunus, nefsin attığı oku bir başka savaş âletiyle -kılıçla- çeliyor. Bu güzel benzetme bize tasavvufun asıl meselesi olan nefisle mücadelede Yunus'un ne kadar mâhir olduğunu anlatıyor. Çünkü atılan bir oku kılıçla çelmek değme babayiğidin harcı değildir. Nitekim Yunus der:

     

    Nefsin müsemman etsin var ise kerameti (s.383).

     

    İkincide, nefsine gâlip gelen Yunus'un, hem mânen hem de maddeten -yani eseriyle- ölümsüzlüğe eriştiği fikri işlenmektedir. Zaten maharet, “ya ölmeden önce ölmek, ya ölüp de ölmemektir. Yunus ölüm denilen perdeyi aşk kılıcıyla nefsini öldürerek delmiştir:

     

    Âşık öldü diyü salâ virürler

    Ölen hayvan durur âşıklar ölmez (s.123).

     

     

    “Eli, kâtile de kalkamaz elmiş...” mısraında derviş Yunus'u ve yaşadığı devri görürüz. Hakikaten Yunus'un yaşadığı çağ kâtillerin cirit attığı, insanların hayatlarından emin olamadıkları bir devirdir. Buna rağmen Yunus kılıcın değil sözün gücünü kullanmıştır. O şöyle demektedir:

     

    Dövene elsiz gerek

    Sövene dilsiz gerek

    Derviş gönülsüz gerek

    Sen derviş olamazsın

     

    veya

     

    Kim bize taş atar ise güller Nigar olsun ona

    Vurmaklığa kastedenin düşem öpen ayağını (s.379).

     

     

    “Zaman onun kement attığı selmiş...” mısraında sel gibi akan zaman, bir vahşi atın kement ile zapt u rapt altına alınmasına benzetilmiş. Akla hünerli bir biniciyi getiriyor:

     

    “Atımız eyerlendi estik elhamdülillah” (s.297).

     

    Yunus'un meşrebini en güzel anlatan mısra bu olsa gerektir: “Toprakta devrilmiş, göğe çömelmiş...”. Tevazu, alçakgönüllülük insanı yüceltir, kibir ise alçaltır. “Bizim bir karıncaya bile ulu nazarımız vardır” diyen Yunus hep “toprağa beraber” yaşamıştır. Nitekim;

     

    Miskinlikten buldular kimde erlik var ise

    Merdivenden ittiler yüksekten bakar ise

     

    (.....)

     

    Yunus yoldan ırmasın, yüksek yerde durmasın

    Sinle-sırat görmesin sevdiği didar ise (s.306). demektedir.

     

    Son mısra, Yunus'un hayatının belki de biricik gayesini, sevdiğine olan iştiyakını dillendirir: “Sayıları silmiş, BİR’e yönelmiş...” Bu mısra, Yunus'un da nihaî amacı olan fenafillâh mertebesine ulaşma, çokluktan kurtulup ‘teklikçe kavuşma arzusunun ifadesidir:

     

    İkilikten usandım, birlik hânına kandım

    Derdi şarâbin içtim, dermânım yağma olsun (s.279).

     

     

    Bu şiire topluca bir göz atıldığında efsaneleşen bir şairimizin edebî-fikrî şahsiyetindeki farklı yönlerin altı mısra içinde yogunlaştırıldığı görülmektedir.

     

     

    Yunus Aynasında Necip Fazıl

     

     

    Necip Fazıl’ın Yunus'a ithafen yazdığı ikinci şiir, halk şiiri şekillerinden koşmaya mükemmel bir örnektir. 11'li hece vezni, güçlü kafiye örgüsüne sâhip bu manzumenin bir koşmadan tek farkı mahlasının olmamasıdır. Bu şiirde Üstat, Türk halk şiirinin sadece şekil yönünden değil, muhtevasından da yararlanmıştır. Kaynağı ise Türk halk şiirinin diğer güçlü kolu olan ozan-âşık geleneğinin zirve ismi Karacaoğlan’dır. Onun (göller, güller, dallar, teller, diller) “perişan” redifli koşmasında yer alan aşağıdaki dörtlüğü;

     

    “Hayal hayal oldu karşımda dağlar

    Eşinden ayrılan ah çeker ağlar

    Dökülmüş yapraklar, bozulmuş bağlar

    Bülbülün konduğu dallar perişan” (Cunbur, 1985, 76).

     

     

    Yunus Emre şiirindeki ikinci dörtlükle hemen hemen aynıdır. Üstad, Yunus'a olan hasret ve iştiyakını bu koşmadan aldığı ilham ile şöyle mısralara dökmüştür:

     

     

    YUNUS EMRE

     

    Kaç mevsim bekleyim daha kapında,

    Ayağımda zincir, boynumda kement?

    Beni de piştiğin belâ kabında,

    O kadar kaynat ki, buhara benzet!

     

    Bekletme Yunus'um, bozuldu bağlar,

    Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;

    Veriyor, ayrılık dolu semâlar,

    İçime bayıltan, acı bir lezzet.

     

    Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan;

    Geleyim, izine doğru arkandan;

    Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,

    Medet ey dervişim, Yunus'um medet!.. (1926)

     

    Bizim Yunus'ta Necip Fazıl’ın aynasından Yunus görünürken Yunus Emre adlı şiirde ise Yunus aynasından Necip Fazıl görülmektedir. İki şiirin kaleme alınış tarihleri arasında yaklaşık yarım asır vardır. Tarih itibarıyla önceliği olan bu şiirde Necip Fazıl kendisine Yunus gibi olmak, ona benzemek, onun geçtiği vadilerden geçmek hedeflerini koymuştur. Bu hedeflerden çoğunu gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.

     

    Sonuç

     

    Her şairin gıdalandığı kaynaklar vardır. Halk edebiyatı hemen her şair için vazgeçilmez, görmezden gelinemez kaynaklardan biridir. Necip Fazıl da halka mâl olmuş önemli bir şairimizi -Yunus'u- anlatırken bu gür kaynaktan -başta Yunus'un kendi şiirleri olmak üzere- hem şekil hem de muhteva açısından yararlanmıştır. Özellikle hece vezni onun önemli bir tercihidir. Çünkü aruzu, âhengi temin için manayı baskı altına alan bir faktör olarak görür. Poetikasında da zaten kütük ve nakış’ın birbiri aleyhine dengeyi bozmaması gerektiği düşüncesini dile getirir.

     

    1 Yazı boyunca Yunus Emre'nin şiirinden yapılan alıntılarda parantez içinde verilen sayfa numaraları Mustafa Tatçı'nın eserine (Tatçı, 1990) gönderme yapar.

     

     

    KAYNAKÇA

     

    AKTAN, Şerif (1994). Yunus Emre'de Lirizmin Kaynağı, Yunus Emre (Makalelerden Seçmeler), (Haz.: Hüseyin ÖZAY-Mustafa TATÇI), İstanbul.

    CUNBUR, Müjgan (1985). Karacoglan, Ankara.

    KABAKLI, Ahmet (1991). Yunus Emre, İstanbul.

    KISAKÜREK, Necip Fazıl (2002). Çile, İstanbul.

    TATÇI, Mustafa (1990). Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, Ankara.


  6. Necip Fazıl’ın şiirleri arasında en farklı olanı, daha da önemlisi okunduğu andan itibaren insanın üzerinde: “Yahya Kemal yolunda söylenmiş bir şiir” intibaı bırakanı, kuskusuz “Canım İstanbul” şiiridir. Koca bir cilt teşkil eden Çile adlı eserinde hiçbir şehri tasvire ve şiirleştirmeye yanaşmayan, daha ötede de şehirde yaşamaktan dolayı devamlı rahatsızlığını dile getiren bu büyük şairin; İstanbul için kullandığı ‘Canım' tabiri bu bakımdan önemli bir gelişme olarak kabul edilmelidir.

     

     

    Nitekim Necip Fazıl’ın daha şiirine başlarken kurduğu şu iki mısra, onun, ‘Canım' tabirini niçin kullandığını açıkça ortaya koymaktadır:

     

    Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar

    Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

     

    İstanbul için söylenen bu güzel beyit, ayrıca şunu da ortaya koymuyor mu?

     

    Necip Fazıl, şiirini meydana getirirken, sanıldığının aksine, etrafını kuşatan binbir objeden yola çıkmıyor. Ayrıca burada İstanbul ile şehri bize anlatan şair arasında tam bir çakışma ve özdeşleşme söz konusu. Daha yerinde bir ifade ile asıl olan, şehirden ziyade şairin bizatihi kendisi! Şairin müphem ve akışkan iç âlemi bir kalıpta donduruluyor; sonuç olarak da İstanbul dediğimiz bu muhteşem tablo ortaya çıkıyor. Dolayısıyla şairin karşısında muhteşem bir tablo hâlinde seyrettiği bu şehir güzelliği, dikkat edilirse, Necip Fazıl’ın ‘kendi beni'nden bağımsız bir varlık olarak algılanmıyor; seyreden (N.Fazıl) ile seyredilen (İstanbul) aynı şey olup çıkıyor.

     

    Bu özelliği dolayısıyla Canım İstanbul’un, Necip Fazıl şiirinin bir başka hususiyetini daha açığa vurduğuna, burada işaret etmek yerinde olur diye düşünüyorum.

     

    Necip Fazıl’da şiirin dıştan gelen bir uyarma ile ortaya çıkmadığı, çevremizde veya tabiatta karşılaştığımız herhangi bir durumun bizdeki şiir duygusunu harekete geçirmediği; tam aksine, kendi benimizde bir iç tazyik veya magma halinde mevcut olan şiir duygusunun, kendini açığa vurmak ihtiyacıyla nesne ve objeleri aracı (gösterge) olarak kullandığı gerçeği!

     

    Nitekim Mevlâna’nın ve nice büyük klasik şairlerimizin, şiiri veya aşk duygusunu izahları da bu yoldadır. Mevlânâ Fîhimâfîh adlı eserinde mealen söyle demiyor muydu? İçimizdeki aşk, şiir duygusu bizim dışımızdaki nesnelerden, herhangi bir güzellikten ve meselâ kadından yansımaz bize. Bizdeki aşkı ve şiir duygusunu doğuran veya harekete geçiren, asla bunlar olamaz. Zira biz, içimizde mevcut olan aşk ve sevgi hisleri ile dopdolu bir hâlde doğarız. Bu aşk, vakti zamanı gelince yahut da kendini açığa vurmak ve dile dönüştürmek ihtiyacını duyduğu bir anda, muhatabını veya objesini arar, bulur.

     

    Dolayısıyla Necip Fazıl’ın, Yahya Kemal şiirine yönelttiği eleştirinin temelinde, az çok böyle bir düşüncenin yattığını söylememiz gerekir. Fakat Necip Fazıl, bunun yerine, Yahya Kemal şiirinin tasvirde ve peyzajda kaldığını iddia eder ki; bize göre asıl maksadı, doğrudan doğruya şiirin tekevvünü ile ilgili olmalıdır. Hâl böyle olunca da, Canım İstanbul şiirinde Yahya Kemal'den yansıyan taraf nedir veya ne olabilir? Asıl bunun üzerinde durulması icap etmez mi?

     

    Burada söylenebilecek ilk husus, bir başka yazımda da temas ettiğim gibi; Necip Fazıl şiirinin daha başından itibaren çok sık kullandığı şehir karşıtı temaların, bu şiirde askıya alınması hadisesidir. Çünkü çoğu şiirinde karşılaştığımız bu tür temalar, Necip Fazıl şiirinin başat öğeleri arasında yer almaktadır. Dolayısıyla şehri, hatta bütün şehirleri olumsuzlama temeline dayanan bu tür bir düşünce biçiminin; Necip Fazıl’ın kendi tecrübesinin ürettiği bir sonuç olmayıp; tam aksine, tahsil yıllarında edindiği birtakım felsefî kanaatlerden ya da okuduğu bazı Batılı sanatçı-düşünürlerden yansıyan bir algılama biçimi olması ihtimali oldukça yüksektir. Daha doğrusu, romantiklerden beri sürüp gelen bir çizgi!

     

    Yeri gelmişken ifade edelim ki Yahya Kemal bu noktada, Necip Fazıl’dan daha farklı bir çizgi üzerinde ilerler. O daha ziyade edindiği bilgi ve kanaatleri, yaşadığı hayat ve tarihî tecrübelerimizle test etmekten yana gözükür. Bu yönüyle Yahya Kemal son asırdaki aydınlarımız arasında çok farklı bir noktada durur ve her bakımdan üzerimizde yüksek bir sağduyu tesiri üretmekten geri kalmaz. Bunun içindir ki onun şiirinde, bizim üzerimizde fantezi tesiri bırakabilecek ya da kendi gerçeklerimizle telifi kabil olmayan temalara asla yer verilmez.

     

    Asıl konumuza dönecek olursak, Necip Fazıl’ın görünmeyenin ve müteal olanın peşinde ilerleyen şiiri, ister istemez aynen büyük mutasavvıflarda olduğu gibi, mâveraî hisleri tespit ve ifade temelinde gelişecek demektir. Çünkü Necip Fazıl için perdenin değil, perdenin arkasında olanın şiiri yazılabilirdi. Daha ötede de gözümüzle müşahede ettiğimiz bu âleme, meselâ bir şehre veya İstanbul üzerine, çoklarının yaptığı gibi şiirler kurmak! Böyle bir deneme, aklın ve hafsalanın alacağı bir şey değildir Necip Fazıl için!

     

    Fakat netice olarak da işte, Canım İstanbul gibi bir şiir duruyor önümüzde. Dolayısıyla Necip Fazıl şiirinin, Canım İstanbul üzerinden geçirdiği bir dönüşümü, makul bir izaha kavuşturmak her bakımdan önemli hâle gelmektedir. Hem de bu dönüşümü, alabildiğine somut, teknik bir izaha aktarmak faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

     

    Bize göre hadise söyle cereyan etmektedir:

     

    Necip Fazıl kendi içinde doğan bir şiiri; şimdiye kadar nasıl Sakarya ırmağı, herhangi bir otel odası, meçhûl bir şehrin kaldırımları, takvimde gördüğü bir deniz, üç katlı ahşap ev ya da şehirlerin dışındaki bakir tabiat üzerinden boşaltıyorsa; bu şiirinde de, şimdiye kadar hemen hiç başvurmadığı bir denemeye girişiyor ve içindeki şiiri aynen yukarıdakilerde olduğu gibi, İstanbul’u yani şehre ait birtakım göstergeleri aracı kılarak ifade etmeye çalışıyor. Yani şimdiye kadar; daha ziyade Yahya Kemal'in, bir parça da Tanpınar ve Abdülhak Şinasi'nin kullandığı materyal ve göstergeler üzerinden hareket ediyor. Hadiseye böyle yaklaşınca, Canım İstanbul şiirinde öne çıkan dil kullanışlarını, göstergeleri, tek belirlemek hiç de zor olmayacaktır sanırım. Şiirde mevcut olan hangi gösterge ve temalar Necip Fazıl’ın kendi şiirinden gelmektedir, hangileri de Yahya Kemal'i çağrıştırmaktadır gibi!

     

    Ayrıca bu şiirde bir de tarih meselesi karşımıza çıkmaktadır. Şehri hem yaşadığımız bir anın içinde, hem de geçmiş uzun bir tarih olarak algılamamız bakımından! Zira Necip Fazıl şiirinde, Yahya Kemal'de olduğu gibi, tarih duygusu fazla bir yer işgal etmezdi. Çile'de karşılaştığımız Yunus Emre, Köroğlu, Zeybek vs. şiirlerinin yazılış amacı da daha başkadır ve tarih duygusu uyandırmakla uzak-yakın bir alâkası kurulamaz. Bu tür şiirler daha ziyade kendi düşünce biçiminin ve örnek kahramanlar ihtiyacının ürettiği bir sonuç olarak kabul edilmek gerekir.

     

    Her ne kadar Necip Fazıl özellikle 1960'lardan itibaren tarihe yönelmiş ve birtakım tarihî eserler kaleme almış olsa bile; bu yönelişin de onun şiiri ile herhangi bir alâkası kurulamaz. Tarih daha ziyade onun fikir, politika ve mücadele tarafını ilzam eden hususlar arasında yer alır. Daha önemli olanı da şudur: Necip Fazıl şiirinin geçmiş zamanın hatırlanmasına dayalı olarak doğmadığını, bilakis yaşanan anın içinde, anî bir idrak yükselmesi biçiminde bu şiirin doğduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır?

     

    Şehirle ilgili gösterge ve temaların yanı sıra, Canım İstanbul’un tarihsel zamanla iç içe olarak okunması da her bakımından önemli bir farkı ortaya koyar. Şiir ve tefekkür hayatımızda Yahya Kemal'den itibaren görmeye başladığımız böyle bir idrak biçimi, işte Necip Fazıl için böylesine bakir bir denemeye vesile teşkil etmiştir demek gerekiyor. Daha doğrusu da iki farklı şiir anlayışı bir araya gelmiş, buradan da Canım İstanbul gibi enteresan bir terkip ortaya çıkmıştır.

     

    Bütün bu söylediklerimize rağmen Necip Fazıl’ın, Canım İstanbul ile gene de kendi, kendi içinde besleyip büyüttüğü bir şiiri kaleme aldığını asla unutmamak icap eder. Çünkü Necip Fazıl gibi bir şiir dehâsına da ancak böylesi yaraşır. Fakat sahibi olduğu felsefî bir nazariyeden yansıyan ve âdeta şairde aşırı bir saplantıya dönüşen şehri olumsuz değerlerin yığınağı gibi görme ve algılama biçimi, işte bu şiir dolayısıyla ilk defa askıya alınmış olmaktadır. Demek ki düşünme biçimimizdeki herhangi bir değişiklik; doğrudan görme biçimimize, yani bakış açımıza tesir edebilmektedir.

     

    Bu şiir vesilesiyle söyleyebileceğim bir başka husus da şudur:

     

    Nirengileri teşekkül etmiş ve kendine mahsus bir şiir dili ile temâyüz eden şairlerde karşılaştığımız en ufak bir sapma, derhal göze çarpmaktan geri kalmamaktadır. Onun için güçlü ve büyük şairlerin, şiir dilini nasıl oluşturdukları üzerinde önemle durmak yerinde olur. Onlar öyle yaparlar ki, o büyük şiirlerini tek bir ana tema ve on, onbeş gösterge etrafında döndürür dururlar. Bu gizli ve derin tekrarlardan da ilgili şairin kendine mahsus şiir dili ve sözlüğü oluşur. Bu lügatten ne bir alıntı, ne de bir çalıntı asla mümkün olamaz. Çoğu büyük şairin yaygın tesirlerine rağmen gene de takipsiz kalışları, ancak böyle izah edilebilir diye düşünüyorum.

     

    Peki, ya kendine mahsus bir şiir dili oluşturamayan şairler? Muhakkak ki onlar anonim kalacak ve belki de hiç hatırlanmayacaklar.


  7. Ali Haydar Haksal, dün Necip Fazıl'ın konferanslarını çekirdek çitleyerek dinleyenler olduğunu, bugün de çok sık anılmasına rağmen söylenenlerin sıradanlığın ötesine geçemediğini ifade ediyor.

    Ömer Faruk Yücel

     

    Necip Fazıl eserleri, düşünceleri ve siyasi kimliği ile yirminci yüzyıl Türk fikir hayatına yön veren insanlardan biriydi. Başlattığı hareket ile kitleleri arkasından sürükleyen, eserleri ve konferansları ile pek çok gencin fikir dünyasının şekillenmesinde etkili olan bu aksiyon adamı, hayatı boyunca kovuşturma ve davalara maruz kaldı. Büyük Doğu dergisi pek çok kez yayınına zorunlu olarak ara verdi ama O yılmadı. Her seferinde Büyük Doğu ateşini yeniden yaktı. Kitabı "Necip Fazıl Kısakürek /Büyük Doğu Irmağı" ile Üstad'ın Büyük Doğu'daki çalışmalarını ve eserlerini ayrıntılı olarak inceleyen Ali Haydar Haksal'la Üstad'ı konuştuk.

     

    Necip Fazıl Kısakürek'le ilk tanışmanız nasıl oldu?

     

     

    Yetmişli yılların başında tanıştım Üstad'la. Türkçe öğretmenimiz vardı okulda, İbrahim Soysal, O beni alıp kitabevine götürmüştü. Üstad'ın Çile şiir kitabının sarı kağıda basılmış bir baskısını ve hikayelerini aldırmıştı bana. Üstad'ın eserleriyle ilk tanışmam o öğretmenim sayesinde oldu. Sonra Büyük Doğu mecmualarını takip ettim, Elazığ'da Hilal Kitabevi'nden alıp okuyorduk. Bir gün Üstad Elazığ'a bir konferansa geldi, Renk Sineması'na. Konferansa gidip izledim. Tabii çarpıldığım bir konuşmaydı. Üstad'la doğrudan ilk karşılaşmam buydu. Daha sonra ben Edebiyat Fakültesi'ni bitirdim, bir gece düzenlemiştik orada, ben Üstad'ın bir şiirini okumuştum. Bir de orada bir karşılaşmamız oldu. Onun dışında yüzyüze karşılaşma imkanımız olmadı.

     

    Kitabınızda Necip Fazıl ile ilgili incelemelerinizin yanı sıra köşe yazılarınız da var. Büyük Doğu üzerine de çok detaylı incelemeler yapmışsınız...

     

    Aslında kitabı üç bölüm olarak düşünmek lazım. İlk bölümde Üstad'ın eserleri, sanatı ve düşüncesi üzerine yaptığım çalışmalar var. Öyküsü, şiiri, romanı tiyatro eserleri ile ilgili bir bölüm. İkinci bir bölüm Üstad'la ilgili köşe yazılarımdan oluşuyor. Üçüncü bölüm ise Büyük Doğu'yu inceliyor. Tamamıyla Büyük Doğu'yla ilgili. Bütün Büyük Doğu'ları, günlük, aylık, haftalık, on beş günlük tamamını inceledim. Büyük Doğu'nun başına gelen olaylar, kapatılış gerekçeleri, Üstadın karakteri kişiliği, portresi, sadece sanat edebiyat alanındaki mücadelesi değil, düşünce alanındaki mücadelesi, siyasal mücadelesi, bütün bunları çok geniş olarak ortaya koydum.

     

    Büyük Doğu ilk yayınlandığında her kesimden yazarın imzasını görüyoruz ama son dönemlerde Necip Fazıl adeta bir manifesto ile artık sadece yanındaki üç beş isim ile yola devam edeceğini, başka herkesten zarar gördüğünü ilan ediyor. Bunun sebebi Büyük Doğu'nun yayın hayatı boyunca yaşadığı sıkıntılar mıdır?

     

    Bir kere Üstad'ı Ağaç mecmuası ile de hatırlamak lazım. 1936- 37'de 17 sayı yayınlanıyor. O tam bir edebiyat dergisi, siyaset yok. O dönemin usta kalemlerinin tamamını dergi etrafında topluyor. Dönemin en iyi kalemlerinin tamamı orada ürünlerini yayınlıyorlar. Mesela Sait Faik en önemli çalışmalarını Ağaç ve Büyük Doğu'da yayınlıyor. Bir çok genç sol kalem üstadın yanında yetişiyor. Bu dönemde Üstad'ın keskin biçimde İslam sanatı, İslam ideolojisi, İslam medeniyetine yönelimi siyasi anlamda CHP ile karşı karşıya gelmesine neden oluyor. Bu nedenle mahkemelerde pek çok sorgulamayla karşı karşıya kalıyor. O dönemlerde yanındaki pek çok kişi Üstad'ı terkediyor. Her kapanışta bazı kişiler Üstad'ı terkediyor ama bir taraftan da Üstad'la beraber Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Akif İnan, Atasoy Müftüoğlu gibi genç kalemler okuyucu sütunlarından yetişiyor. Üstad 1960'da hapishaneden çıktığında "herkesi yanıma almayacağım" diyor. Genç kalemlerle birlikte olmayı tercih ediyor. Aslında insani ilişkileri çok iyidir Üstad'ın. 1940'lı 1950'li yıllarda Solun bastıramadığı dergiler var. Matbalar basmıyor. Üstadın tavassutu ile basılıyor.

     

    Necip Fazıl'ın öykü karakterlerinin; üst sınıf olduklarını ve hayatta karşılıkları olmadığını ifade ediyorsunuz kitabınızda. Üstadın yeterince anlaşılamamasının sebebi bu olabilir mi?

     

    Üstad'ın öyküleri öykücülüğümüzde yeni bir alan açıyor. Hayatta karşılığı olan karakterleri de var Necip Fazıl'ın. Mesela bir meczup Hasene Bacı. Üstad o üstün dehasıyla sanatıyla olayları çok ustaca dönüştürüyor. Bence önemli olan bu. Kişilerin hayatta çok karşılığının olup olmaması önemli değil. Bir sanat eserinin önemli tarafı okurda karşılığını bulması. Üstadın eserleri okurda karşılığını buluyor. Üstadın öykülerinin ve romanlarının hayatta birebir karşılığının olup olmasından çok onun bizim sanat ve düşünce hayatımızdaki karşılığı önemli.

     

    Necip Fazıl'dan çokça bahsedilmesine karşın bu bahisin sıradanlığın ötesine geçemediğini düşünüyorsunuz. Nedir bunun sebebi?

     

    Üstad hece ölçüsü ile de yazsa şiire getirdiği ruh, imajlar ve imgeler nedeniyle yeni şiirin başlangıcıdır. Üstad 1940'dan sonra davaya ağırlık veriyor. 1930'lara kadar çok eseri yok. Şiirleri var, denemeleri var, tiyatro eserleri var. Abdülhakim Arvasi'nin kendisini yönlendirmesi, "eser ver" demesi ile bir patlama dönemi başlıyor. Üstad'ın Sakarya gibi dava adına eser vermesi çok basite indirgeniyor. Bu basite indirgeniş Üstad'ın davaya yönelişinin küçümsenmesinden kaynaklanıyor. Üstad için sabık şair, mürşid lakapları, tırnak içinde küçümseyici hitaplar vardır. Doğrudur, Sakarya destanı hamaset bakımından en üst şiirlerden biridir. Ama dava şiiri olarak kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. Benim üzerinde durduğum konu, 1985 yılında üstadın son yazdığı şiirde bile sanatını görmenin mümkün olduğu. Üstad sadece şiir değil, deneme, öykü, tiyatro gibi dallarda da sanatını göstermiştir. 1930'lu yıllarda kendisini romana verse, bu dalda büyük bir eser ortaya çıkarabilirdi.

     

    Daha önce de Mehmet Akif Ersoy üzerine bir çalışmanız olmuştu. Sonra Necip Fazıl geldi. Bu bir seri halinde devam edecek mi? Yeni çalışmalarınız neler?

     

    "Akif Duruşlu Asım" kitabım yayınlandıktan sonra İnsan Yayınları ile bu kitabı Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'la devam ettirme kararı aldık. Sezai Karakoç da hazırlandı. Bu yıl çıkacak. Onu da Rasim Özdenören takip edecek. Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Alaaddin Özdenören, Akif İnan, Hasan Aycın, Cemal Şakar, Ramazan Dikmen, Arif Ay... bütün bu düşünce geleneğinden gelen insanlarla ilgili çalışmalarım var ama bunlar tek tek kitap mı olur yoksa bu çalışmalar bir araya gelir bir kitap mı olur, bilmiyorum. Şu an dört öykü dosyam yayınlanmayı bekliyor yayınevlerinde. Üçüncü romanım yayınlanmak üzere, "Azelha ile İbrahim". Bir aşk öyküsü, metafizik bir roman. İki ayrı roman var üzerinde çalıştığım. Biri dedemi anlattığım Hüzün isimli bir roman. Diğerinin henüz adı konulmadı, biraz ağır ilerliyor. Bir de Alparslan senaryosu var yazdığım, onu romanlaştırmayı düşünüyorum.

     

     

    ÜSTADI ÇEKİRDEK ÇİTLEYEREK DİNLEDİLER

     

    Ali Haydar Haksal, Üstad'ın 1970'lerin başında Erzurum'da verdiği bir konferasta yaşananları şöyle anlatıyor: Lisede okurken Üstad Renk Sineması'na konferansa gelmişti. Arkadaşlarımla birlikte dinlemeye gittik. O dönemde insanların bir alışkanlığı vardı. Sinemalara giderken insanlar ceplerine çekirdeklerini koyar, hem film seyreder hem de çekirdek yerlerdi. Sanırım üstada gelirken de öyle bir psikoloji ile gelmişlerdi. Kalabalık salonda Üstad konuşmaya başladı. Salondan "çıt çıt" çekirdek sesleri geliyor. Üstad birdenbire patladı. O davudi sesiyle "Kess" dedi. "Siz", dedi "çekirdek yiyecekseniz, ben bırakıp gideceğim." Salonda derin bir sessizlik oldu. Üstad konuşmasına devam etti. Bitirince arka taraflardan biri kalkıp Üstad'a dedi ki "ben senin konuşmalarından bir şey anlamıyorum". Üstad o zaman "Benim sizin seviyenize inmemi beklemeyin siz yükselin" demek ister gibi eliyle yukarıyı işaret etti.

     

     

    ISIRILMIŞ BİR ELMA ONU ÖMÜR BOYU ETKİLEDİ

     

    Haksal kitabında Necip Fazıl'da ölüm leitmotivini değerlendirirken kardeşi Selma'nın hüzünlü hikayesine değiniyor. “Selma ısırılmış bir elma ile yanına gelir: “Ağabeycim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım ama ziyanı yok.”der. Ondan elmayı aldığı, parayı verdiği için hayatı boyunca üzülecektir. Hem elmayı hem parayı kardeşine bırakabilirdi... Bir zaman sonra Selma'nın küçücük bir tabut içinde evden çıkarılışı, kendisinde iyice yer edecektir.” Haksal, “Bir Adam Yaratmak”ın baskın olan ölüm korkusu motifinden nasıl toparlanarak bir adam yaratmaya gittiğini ise şöyle anlatıyor. “Akış, bir korkudan, yaratma düşüncesine, oradan da Allah karşısında çaresiz insanın açmazına dönüşüyor. Bir Adam Yaratmak, 20. yüzyılın açmazını anlatan önemli bir eser”

     

    Kaynak*


  8. Kendi Kaleminden Necip Fazıl

     

    Necip Fazıl Kısakürek'i kendi ağzından dinlemek çok kimseye nasip olmamıştır. Orhan Okay, "Necip Fazıl Kısakürek/ Kendi Sesinin Yankısı" kitabı ile üstadı kendi ağzından dinlemek isteyenlere bir fırsat veriyor. Necip Fazıl'ın eserlerinden, biyografisini çıkarma amacı güden Okay, hayranlıklarımızı bir tarafa bırakarak, Necip Fazıl'ın Türk kültürüne, insanımıza neleri miras bıraktığını daha tarafsız bir gözle takip etmemiz gerektiğini söylüyor. Okay, çalışmayı yaparken Necip Fazıl'ın çok yönlü çalışmaları nedeniyle zorlandığını ifade ediyor. Sekiz bölümden oluşan kitap, Üstad'ın kısa bir biyografisi ile başlıyor. Hemen arkasından Üstad "Ben Buyum" diyerek karşılıyor okuyucuları. Kendini asyacı (kopya Avrupacılığına zıd), Aşırı milliyetçi- Anadolucu, ruhçu, maveracı (softaya zıd, dinsize zıd), şahsiyetçi- keyfiyetçi (başıboş ferd haklarına zıd, standard ölçülere zıd), mülkiyette tahdidci (Büyük ferdi sermayeciliğe zıd), sanat, fikir ve ilimde tedridci- safiyetci (köksüz ve kabataslak teşhis sistemlerine zıd), kafa ve ruh mümtaziyeti bakımından sınıfçı (antidemokrat), (tek görüş etrafında müdahaleci (antiliberal) özetle antikominist, antifaşist, antiliberal olarak tanımlayan Üstad, sonrasında kendi ağzından hayatını anlattığı bir söyleşi ile çıkıyor karşımıza. Metafizik Sancı, Medeniyetler Tragedyası, Derin Tarih, Toplumla Hesaplaşma, Ayağa Kalk Sakarya, Ahlak, Din ve Tasavvuf ve Kültür, Sanat, Edebiyat başlıkları altında toplanan yazıları Üstad'ı kendi kaleminden tanımamıza yardımcı oluyor.

     

    Kaynak*


  9. Düşünün, ben ne büyük bir rütbeye tutkuluyum!

    Çünkü O'nun kulunun kölesinin kuluyum!

     

    Çile- 1973

     

     

     

     

    Arkadaşlar Üstad bu şiirinde ne anlatıyor..Yorumlarınızı bekliyorum


  10. TAHATTUR

     

     

    Bir Acem bahçesi, bir seccâde,

    Dolduran havzı ateşten bâde...

    Ne kadar gamlı bu akşam vakti...

    Bakışın benzemiyor mu'tade.

     

    Gök yeşil, yer sarı, mercân dallar,

    Dalmış üstündeki kuşlar yâda;

    Bize bir zevk-i tahattur kaldı

    Bu sönen, gölgelenen dünyâda!

     

     

     

    Ahmet HAŞİM


  11. eski çınar şimdi noel ağacı bölümüde bence uzun süre üstünde düşünülmesi gereken bir konu

     

    Meselenin belki de şah damarına parmak basmış bulunuyorsunuz..

     

    Eski çınarın Noel ağacına dönüşmesi, bu milletin tarihiyle, fikriyatıyla, edebiyatıyla, hasılı hayatın tüm şubeleriyle sistematik bir şekilde o billur, halis ve namütenahi iman cevherine küstürülüp, onun yerine batının satıhta parıldayan, özde ise paslanmış, mekana esir ve zamana yenik değerlerinin getirilmesinin hazin bir remzidir..

     

    Nur'un yerinin idare lambasına, bülbülün yerinin ise kargaya bırakılması kadar acıklı bir manzara...


  12. Şiir, idrakın had safhasıdır.Bizler şiiri bu zaviyeden görüyor,onu küçük söz oyunlarının çok üstünde, bir fikir infilakı olarak ele alıyoruz.İyi şiir ile kötü şiiri ayırt etmedeki en büyük muvazenemiz işte bu müessesedir.

    Dolayısıyla iç muhasebenin nefis bir akıcılıkla örüldüğü bu şiiri takdire şayan olarak nitelemekte herhangi bir beisin olduğunu zannetmiyorum.


  13. Üstadın hicivleri sadece kuru tenkitten ibaret değildir.Onlar; dünü, bugünü ve yarını kuşatan muazzam bir muhasebedir..

    Evet, tenkitin en sivrisi var.Fakat bunlar, ümitsizlik yaymıyor, azim ve dirilişi fitilliyor..


  14. Ne büyük bir cevap..Hayret içinde kalmamak mümkün mü ?

     

    Allah'ın varlığını ve O'nun hikmetlerini her şeyin sathında aramak kadar büyük bir gaflet olabilir mi bilmiyorum.

    Hakikat; görünenin ötesinde, hemde çok ötesinde, bir sır perdesinin ardında...O'nu göremeyen göz, bakmamak için gören gözdür..Kapakları örttükken karanlık içinde çırpınan, ışığı hiçte arayan göz !


  15. Yanıt : Bağdatlı Ruhi..

     

    Soru :

    Şairliğinin yanısıra iyi bir tiyatro yazarıdır.Şiir ve tiyatroda ruh mefhumuna büyük ehemmiyet vermiştir.Şairi Azam olarak anılmıştır.

     

    Eyvah! Ne yer ne yar kaldı.

    Gönlüm dolu ah u zar kaldı.

    Şimdi buradaydı gitti elden,

    Gitti ebede, gelip ezelden,

    Ben gittim, o hak-sar kaldı.

    Bir guşede tarumar kaldı.

    Baki o enis-i dilden eyvah,

    Beyrut’ta bir mezar kaldı.


  16. Eşya ve hadislerin esrar perdesini çözüp, onların iç yüzünü görme sevdasına tutulan kişi bilmeli ki, akıl onunla ancak bu namütenahi alemin kapısına kadar eşlik eder.O kapıdan akıl ile geçmeye çalışanın kanatları kırılır, uçmak şöyle dursun, yürüme iktidarını bile kaybeder, sürünür..Koca alemi baştan başa aşmaya çalışan salyangozun hali bile bunun kadar hayrete şayan değildir..

    O zaman nedir bu vasıta ? Bilinmezi bildiren, görülmezi gördüren sır ?

    Belli ki bu giz kendinden geçebilene hazır..Aklı sadece divanelikle bilgeliğin muvazenesi olarak belleyebilene..


  17. Elverirki isteyelim..Niyet salih, amel salih olunca halık, kulundan nimetini esirger mi?

     

    Verirler ben acizim, kudret senin dedikçe,

    Verenin şanı büyük sen iste istedikçe.

×
×
  • Create New...