Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Azizim Hüdayim

Üye
  • Content Count

    51
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    5

Posts posted by Azizim Hüdayim


  1. Behiç Kılıç... Yeni Çağ gazetesi yazarı... Bu kendinden menkul Milliyetçi yazarımız Perinçek'ten bir yazıyı yayınlamış köşesinden... Hani tam da CHP, MHP, İP, TKP, BDP, Yarsav... birlikteliğini, hemde tarihe dayanarak gösteren enfes bir itiraf niteliğinde bir yazı olmuş... Milliyetçi ama, Ulusal olanından Behiç Kılıç'a teşekkürler... İşte o yazı:

     

    ''Doğu Perinçek ve İnönü ve Bayar

    Sonuçta bu referandum bir şekilde “hayırlara vesile” olmuştur..!

    Bu “hayır vesilesine” işaret eden, bir yönü de usta yazar-yorumculuk olan, İşçi Partisi Lideri Doğu Perinçek’tir.

    Perinçek, Silivri mapushanesinden gönderdiği yazısında diyor ki; “Bayar’ın kızı Sayın Nilüfer Gürsoy ile İnönü’nün kızı Sayın Özden Toker’in hayırlı duruşları, bir dönüm noktasını işaretliyor...”

    Neydi durum?..

    Ak Parti’nin meydan sloganlarında, “Menderes’in ipine” sarılarak sandıktan çıkmayı amaçladığını biliyoruz.. Rahmetli, Ak Partili ilan edilmişti ve onun D.P’si de Ak Parti’nin çekirdeği sayılıyordu Tayyip’e göre!..

    Demokrat Parti denilince Menderes tamam.. Başka?.. Elindeki asası bile D.P. rumuzu ile donanmış Cumhurbaşkanı Celal Bayar...

    Tayyip, “Menderes-Demokrat Parti” sözcükleri ile “Evet” tabanı yaratmaya çalışırken, Demokrat Parti’nin unutulmaz Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy Bayar bir açıklama yapıp şöyle demişti..

    “Dar bir çerçevede tek bir partinin görüşüne göre hazırlanan bu anayasa değişikliği de yanlıştır.” Nilüfer Gürsoy, yani Celal Bayar’ın bir zamanlar Bursa Milletvekili olan kızı..

    Bayar’ın rakibi kimdi?.. İsmet İnönü.. Onun kızı, Özden Toker ne diyor?.. Hayır..

    Doğu Perinçek de diyor ki; “CHP ve DP’nin hayırda buluşmaları, tahlil edilmesi gereken önemli bir olay. Aslında bu buluşma, Atatürk’ün başbakanları İnönü ile Bayar’ın da buluşmasıdır. O açıdan Aydınlık’ın geçen haftaki kapak haberi çok anlamlıydı. Bayar’ın kızı eski Bursa Milletvekili Sayın Nilüfer Gürsoy ile İnönü’nün kızı Sayın Özden Toker’in hayırlı duruşları, bir dönüm noktasını işaretliyor...”

    Satırları şöyle..

    “CHP, DP ve DSP’nin hayırda buluşmaları, Atatürk’ün başbakanları İnönü ile Bayar’ın da buluşmasıdır. Bayar ve İnönü, İttihat ve Terakki ve CHP’de başka deyişle devrime önderlik eden partide birlikteydiler. Türkiye, devrimini yitirip Atlantik sistemine bağlanırken ayrıldılar. Ancak onlar ve izleyicileri devlet adamıydı. Çünkü o zaman, bağımlılaşma sürecine rağmen, bir millî devlet vardı. Bugün Türkiye’yi sözleşmeli personel yönetiyor. Bu koşullarda kökleri İnönü ve Bayar’a uzanan partiler aynı barikatta buluştu. Dahası cephelerini ABD’ye dönen Milliyetçiler ve Sosyalist Sol da aynı barikatta. Hepsi, yıkılan millî devletin son kaleleri önünde sipere girmişlerdir. Atatürk’te buluşmanın programını cesaretle belirlemek gerekiyor. 2010 buluşmasında yalnız İnönü ve Bayar yok; Nâzım Hikmet de var. Türkiye cephesinin Diyap Ağaları her zaman olmuştur. Onlar Kürdümüzün ABD zincirine vurulamayan değerlerini temsil ederler. Tayyip Erdoğan Hayır cephesini tanımlıyor: CHP, MHP, DSP, DP, İşçi Partisi. İdama götürülürken, Temel’e son sözünü sormuşlar. “Bu bana ders olsun” demiş. Arkada bıraktığımız 65 yıl hepimize ders olsun! Umarız, bu dersi Temel gibi idam sehpasında anlamayız.”

    Perinçek, “İsmet Bey ve Mahmut Celâl Bey, Türkiye’nin ilk önemli devrimci örgütü İttihat Terakki’de birlikteydiler; vatan ve hürriyet için mücadele ettiler.

    İstiklâl Savaşı’nda aynı yola baş koymuşlardı. Lafla değil, kelle koltukta.

    Kemalist Devrim’in en başından, 1920’den itibaren önder kadroda yer aldılar. Türkiye’nin çağ atlamasında, 18 yıl sağlam durarak, Atatürk’ün bakanlığını ve başbakanlığını yaptılar” diyor...

    Yazısı oldukça uzun, devamını Aydınlık’ta okuyabilirsiniz..''

     

    Bu yazının şu kısmı nasıldı ama... Doğu Perinçek de diyor ki; “CHP ve DP’nin hayırda buluşmaları, tahlil edilmesi gereken önemli bir olay. Aslında bu buluşma, Atatürk’ün başbakanları İnönü ile Bayar’ın da buluşmasıdır. O açıdan Aydınlık’ın geçen haftaki kapak haberi çok anlamlıydı. Bayar’ın kızı eski Bursa Milletvekili Sayın Nilüfer Gürsoy ile İnönü’nün kızı Sayın Özden Toker’in hayırlı duruşları, bir dönüm noktasını işaretliyor...”

     

    E bizde referandum sürsince bunu diyorduk da, anlatamıyorduk? Teşekkürler Behiç Kılıç... Tabi ulusal milliyetçi yazar bunları yazarken, hani acı bir hakikati faş etmek için değil de, Perinçek'in ifadeleri çok yerinde fikirlermiş gibi davranıyor... Miliyetçi birisi, Perinçek'i övüyor...

     

    Bakın, şimdi şöyle bir şey yapalım:

     

    Perinçek Öcalan'ın ziyeretinde...

    Öcalan Perinçek'e çicek uzattı...

    Yalçın Küçük ve Öcalan buluşması...

    Perinçek ve Y. Küçük ergenokondan tutuklu...

    Generallerde aynı davadan tutuklu...

    Yine aynı davanın avukatlığını da Deniz Baykal üstlendi...

    Ulusalcılarla, milliyetçiler dayanışma içinde...

    Yeni Çağ ve Ulusal Kanal...

    Yeni Çağ'ın bir köşesinde Aydınlık Dergisine sarılış...

    Yeni Çağ, Ulusal Kanal, Aydınlık, Perinçek...

    Hayır şemsiyesi altında: CHP, MHP, İP, TKP, BDP,DP, Yarsav, Ergenakon...

    İnönü ve Perinçek...

    Bayar ve Perinçek...

    İnönü ve Milliyetçi yazar Behiç Kılıç...

    Ergenekon savcılarını her defasında görevden almak isteyen HSYK...

    KCK yapılanmasını görevden almak isteyen HSYK...

    Ve HSYK ve yüksek yargı sisteminin değişmesini istemeyen ve bu vesileyle hayır şemsiyesi altına toplananlar...

     

    Yahu bunlar ateşle barut... Bunları topla, doldur bir kazana, normal şartlarda birbirlerini yerler, hilkatları gereği... Ama buna rağmen nasıl oluyor ki, bu kadar birbirlerine aykırı insanlar bir noktada buluştular...

    Bunları buluşturan şey ne, işte büyük sır......


  2. Çok değişik bir yaklaşım. Fatih kalksa mezarından gülerdi herhalde. Ayrıca Menderes Erdoğan ve FAtih Sultan'ı aynı kafaye koymak nasıl bir adalet. Onlar nerde Fatih nerde...

     

    "Menderes, Özal ve Tayyip Erdoğan isimleri ilelebet milletimizin kalbinde ve gönlünde bir arada yer alacaktır. Bundan hiçbir tereddüt duymuyorum. Bu milletimizin arzusudur. Muhakkak ki cenabı-ı hakkın da takdiridir. Ben sözümü uzatmayacağım. Rahmetli babam, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasna Polatkan'ı unutturmayan, onları sevdirten Cenab-ı hakka şükr olsun. Onları hatırasına, hatırasını bu güne kadar ayakta tutan aziz milletimize de en içten şükranlarımı sunuyorum. Ve bu vesileyle sayın Başbakanımıza birlikte olduğu arkadaşlarına da ben Cenab-ı haktan ikbal ve istikballerinin ziyadar olmasını niyaz ediyorum. 49 yıl sonra böyle bir günü yaşayabilmiş, bunu görebilmiş olmaktan dolayı da yine Allah'ıma şükrediyorum." Aydın Menderes... Yorumsuz...


  3. Çok değişik bir yaklaşım. Fatih kalksa mezarından gülerdi herhalde. Ayrıca Menderes Erdoğan ve FAtih Sultan'ı aynı kafaye koymak nasıl bir adalet. Onlar nerde Fatih nerde...

     

     

    Ah kardeşim, sen bu kafayla daha çok şeye muhalif kalırsın... Hani diyorum, sen de biraz Nevzat Tarhan okusan...

    Yahu Teymiye bir ayeti zahirde kalarak okur ve o ayetten zahirde ne anladıysa onu anlar... Seninki de o hesap, yani Veliahd kardeşim Erdoğan'la Fatih Sultan Mehmet'i bir hizaya çekmemiş ki, bunu da zaten ''Çağ açıp çağ kapamadı belki ama'' diyerek Sultan Mehmet'in yerini belirterek göstermiş zateen... Ama Veliahd da çok iyi bilir ki, Fatihimiz Peygamber övgüsü almış bir liderdir... Buradaki ifadeyi 'Fatih'in yolunda gidenler' şeklinde anlayıp, sonrada Erdoğan'ı bunların arasında hak ettiği yere koymak daha kolay değil mi, Eşref kardeşim... Ben Veliahd'ın ifadesinden bunu anladım...

     

    Sultan 2. Abdulhamit nesıldı Eşref kardeşim... Onun devri fenaydı ama, Osmanlının en güçlü zamanlarına denk gelseydi en az onlar kadar başarılı olurdu mesela... Demekki insanları değerlendirirken bulundukları çağları da atlamamak lazım...

     

    Menderes ve Erdoğan... Yahu ellerinde imkan olsa Erdoğan'ı bir kaşık suda boğarlar... Daha ne diyeyim... Yahu dış düşmandan önce şeriatla savaşmayı öne alan bir anlayış var karşımızda... Erdoğan bu anlayışın karşısında, onlarla bir mücadeleye girmiş... Menderes'in de afedilmez, inanılmaz hataları vardı ama, Necip Fazıl her zaman desteklemiştir Menderes'i... Çünkü Mender'in niyetine güvenmiştir...

     

    Ayrıca, Erdoğan hiç hata yapmaz mı, hep doğru mu diye şeyler basit fikir kırıntıları gibime geliyor... Böyle şeyler konuşana rastlayınca, aslında bir fikrinin kalmadığını ve işi böyle basitliklere havale ettiğini görüyorum... Halbuki kimsenin Erdoğan'a böyle bir değer verdiğini görmak istemiyorlar da, 'hiç hata yapmaz mı' basitliklerine düşüyorlar...

     

    Neyse....


  4. kardeşim senin yukarda yazdığın cümle beni sarstı.şu soruyu sormak zorundayım:olabilirlikler üzerinden mi hareketle söylüyorsun yoksa bizim bilmediğimiz bir bildiğin mi var?yapılanlar takiye ise takiyenin şartları üzerinde konuşmamız lazım değil mi?yerine göre ibadet de takiye olabilir bilirsin. biz hakikati kim zuhur ettirise ettirsin ana herşeyiNİ feda edenlerin ikliminin hayalinde yetiştik.yukardaki iddianın ıspatçısı olmak zorundasın.özelden de yazabilirsin.yazdıklarım olanlardan hareketle.AYRICA ŞUNU DA SÖYLEYEYİM EVET YA DA HAYIR ÇIKMASI BİZİM İÇİN "PEK" FARKETMEZ.BUNU DA BİLİRSİN.BÜNYE MESELESİNİ YANİ.SENDEN CEVAP BEKLİYORUM

     

    Ah kardeşim, ah... Bu söz Necip Fazıl'ın... 'İdeolocya Örgüsü'nde geçer... Öyle takiye ile falan açıklanamaz bu söz...

    Olabilirlikler üzerinden konuşmam ve böyle de hiç konuşmadım... Bizim için gaye uğrunda her yol da mübah değildir kardeşim... Bu anlamda da yanlış anlaşılma olmasın... Meşru davanın yolu da meşru olur... Hayır veyeaevet çıkmış, ne gam... Ben davama devam eder giderim... Ama 'evet' gerçekten bir eşik atlamaktır... Fikrim bu...

     

    Ayrıca seni de çok iyi anlıyorum...

     

    Necip Fazıl'ın bu gibi daha nice enfes ifadeleri var... İstersen onlardan da bahsederim... Dua ile kal kardeşim...


  5. 'Bazı devlet müesseselerinin ilmi ve fikri hüviyetlerinde müstakil ve politika tesirinden azade kalmaları için demokrasi rejimlerince her yerde kabul ve tatbik edilegelen muhtariyet usulü, bizde, sınır tanımaz bir baş kaldırma vesilesi olmuştur. Muhtariyet üstü muhtariyet makamı Anayasa Mahkemesi başta olarak, Danıştay, Radyo ve Üniversite vesaire...

    Anayasa Mahkemesi kendisini bizzat ''vazı-ı kanun'' yerine koyar. Danıştay doğrudan doğruya ''icra-yı hükümet'' rolüne kalkışır. Radyo idaresi söz vitrinine dilediği eşyayı dizer, Üniversite ise dokunulmazlığını, kendisinin her şeye dokunmakta serbest olduğu manasına alır ve kimse çıkıp da bunlara had ve hudud denilen şeyi anlatamaz, mahiyet ve derecelerini öğretemez.'

     

    Üstad Necip fazıl'ın Benim Gözümde Menderes eserinden... Muhtariyet başlığı altında...

     

    Evet... Necip Fazıl çok yıllar önce bunları yazarken, günümüzde olsaydı ne derdi, Evet mi, hayır mı?.. Bakın, yoksa MHP'nin kendi geçmişini yok sayıp, hayır demesi gibi, Necip Fazıl da bu enfes ifadelerin üzerine hayır mı derdi?.. Necip Fazıl nasılki Demokrat Partiyi eleştirdiği halde, onu CHP'nin muvazası gördüğü halde onu herşeye rağmen desteklemesi; bu anayasa değişikliğini yeterli bulmadığı halde ve hatta bu yeni değişikliği eleştireceği halde evet vereceğini gösteriri gibime geliyor...


  6. May 12 2009, 05:41 PM İleti #1

     

     

    Ayrıldı

     

     

    Grup: YüzBaşı

    İleti: 600

    Katılım: 19-April 07

    Üye No: 957

     

     

     

    Anayasa Mahkemesi üyelerini kim seçer?

    Danıştay Üyelerini kim seçer?

    Yargıtay üyelerini kim seçer?

    Sayıştay üyelerini kim seçer?

    Yök üyelerini kim seçer?

    Anayasa Mahkemesi 11 asıl ve 4 yedek üyelidir. ''Cumhurbaşkanı, iki asıl ve iki yedek üyeyi Yargıtay, iki asıl ve bir yedek üyeyi Danıştay, birer asıl üyeyi Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Sayıştay genel kurullarınca kendi Başkan ve üyeleri arasından üye tamsayılarının salt çoğunluğu ile her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; bir asıl üyeyi ise Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumları öğretim üyeleri içinden göstereceği üç aday arasından; üç asıl ve bir yedek üyeyi üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından seçer.''

     

    Evet, burada TBMM'nin etkisini görüyor musunuz? Geçelim...

     

    Danıştay üyeliğine bakalım. ''Danıştay üyelerinin dörtte üçü, birinci sınıf idarî yargı hâkim ve savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu; dörtte biri, nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından Cumhurbaşkanı; tarafından seçilir.

     

    Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri ve daire başkanları, kendi üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca üye tamsayısının salt çoğunluğu ve gizli oyla dört yıl için seçilirler. Süresi bitenler yeniden seçilebilirler.''

     

    Burada TBMM'nin etkisi var mı? Geçelim...

     

    ''Yargıtaya bakalım... Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri ve daire başkanları kendi üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca üye tamsayısının salt çoğunluğu ve gizli oyla dört yıl için seçilirler; süresi bitenler yeniden seçilebilirler.''

    Burada TBMM'nin bir iradesi var mı? Geçelim...

     

    Ya Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu'na ne demili? Şu HSYK canım...

    ''Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar.

     

    Kurulun Başkanı, Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kurulun tabiî üyesidir. Kurulun üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulunun, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilirler. Kurul, seçimle gelen asıl üyeleri arasından bir başkanvekili seçer.

     

    Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu; adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin veya bir hâkimin veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlar. Ayrıca Anayasa ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir.''

    Görüyor musunuz TBMM'nin ulaşamadığı, yani millet egemenliğne dayalı rejimin uzanamadığı kara delikleri? İş HSYK, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi arasındaki müthiş irtibatı sağlamak adamlar için. İşte tam burada meclisin aldığı kararların çoğunluğu ne kadar olursa olsun, kararı geçiremiyorsunuz. Adamlar boşuna demiyorlar yüzde 90 da olsanız para etmez diye...

    Türk Milleti adına kararlar alan yargı organların üye seçimleri ile millet arasında göstermelik bir teğetten başka hiçbir bağlantı yok. Bakın yargı bağımsızlığı, yargıyı meclisin irtibat noktasından uzaklaştırarak sağlanmaz, aksine yargıçlar hakimiyeti oluşur... Halbuki, başka ülkelerde, mesela Anayasa Mahkemesininin üyelerinin büyük bir kısmını, bazılarında ise tamamını meclis seçer. Bizdeki tek örneği olmayan bize has bir durum. çünki bu vatan bizlere bırakılmayacak kadar önemli.

    Bazılarımız diyecekki; bu üyeleri meclis seçmiyosa da, Cumhurbaşkanı seçiyor ya... Üstelik Cumhurbaşkanını şimdi biz seçiyoruz. Emin olun Cumhurbaşkanının üye seçmesi göstermelik ve sus payı. Çünki adamlar, kaşığı, belli ideolojik görüşe sahip kişilerin bulunduğu köhne bir kazana daldırıp, oradan kaşığa gelen adamları Cumhurbaşkanının önüne servis ediyorlar. Sen Cumhurbaşkanını ne kadar seçersen seç, yine kural koyucuların istediğini seçmiş oluyor o Cumhurbaşkanı. Demokrasi diyen diller, bunları bildikleri halde ve yüzmüze baka baka yalan söylüyorlar. Bu sitende Demokrasi bulunmuyor maalesef...

    Eminaoğlu'nun başkanı olduğu kuruluşa değinmiyorum bile. Çünki onun anayasal bir geçerliliği bile yok.

    Daha neler var, neler... Bunlarda kanuna uygun ergenekonculuk. Hukuka değil kanuna... Mesela H. Ö, Y. B gibi kişiler kanuncu ergenekon zihniyetinde, Eruygur, Tolon gibiler ise kanunsuz Ergenekoncu...

    Yahu bizi Avrupa birliğine niye almıyorlar sahiden?''

     

     

     

    Not: yukarıdaki yazı Hacegan tarafından 2009 yılında mevcut anayasa hakkında yazılmış... ilginç olur diye buraya aldım... evet demek için mevcut anayasayı okuyalım yeter aslında...


  7. Halen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde görevli Sıddık Akbayır, ilginç bir çalışma yapmış... “Aynı Göğün Uzak Yıldızları” adlı bu çalışma, Asur Yayınları tarafından kitaplaştırılmış... Kitap elime geçeli birkaç ay oluyor... Ama, biraz önce de dediğim gibi, okuyamamıştım... Birkaç gün önce, sayfalarını karıştırınca gördüm ki; merhum Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Nazım Hikmet’ten “karşılaştırmalı” olarak bahsediliyor. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in “benzerlik”leri ve “aykırılık”ları tek tek irdelenmiş... İlginç bir kitap...

    İşte bu kitabı karıştırırken, bir olay çekti dikkatimi...

    Olay şu: Merhum Necip Fazıl, İstanbul’da bir “konferans” verecektir... Ama onu kim “takdim” edecek?..

    Öyle ya; Necip Fazıl, “titiz” bir adam... Her şeyi ve herkesi beğenmez... Uzatmayalım, sonunda Tayyip Erdoğan’ı işaret eder; “Beni bu delikanlı takdim etsin!”

    Tayyip Erdoğan, o günlerde “genç bir delikanlı”dır...

    Alır mikrofonu eline ve Necip Fazıl’ı takdim eder.

    Bu, şu demek oluyor: Tayyip Erdoğan, daha “lise” ve “üniversite” yıllarında “iyi bir hatip” ve “iyi bir münazaracı”dır... Zaman zaman kendisi de diyor ya; “Biz bu işe tepeden inme başlamadık... Biz, çekirdekten yetiştik.”

    Gerçekten de öyle...

    Tayyip Erdoğan’ın “mikrofon”la tanışması, “siyaset”le tanışması, “lise yılları”na dayanır!.. Daha o yıllarda kendisine bir “hedef” tayin etmiş ve “kilitlendiği hedefe” doğru; “azim”le, “sabır”la ve “kararlılık”la yürümüştür!

     

    Hasan Karakaya - Vakit

    • Like 3

  8. Ah kardeşim, aman kardeşim...

     

    Şu yeni anayasa oylaması var ya, ha işte o asıl gelenin habercisidir... Yani buradaki evetle kapıyı aralayıp, daha sonra eşikten kocaman bir evetle atlayacağız...

     

    Danıştay 'yerindelik' kararı veriyordu, Yürütme organı herhangi bir faaliyete giremiyordu... Yani gerek yasama, gerekse yürütme olsun, aldıkları karar danıştay tarafından 'kamu yararı yok' diye engelleniyordu... Daha açık bir ifadeyle, 3. istanbul boğazı yapmaya karar veren yürütmeyi 'yerindelik' kara deliğine sığınarak ve 'kamu yararı' gibi her anlama çekilecek bir saçmalıkla durduramayacak Danıştay... Böylelikle hükümetin her içraatına nanik yapma olanağı kalmıyor danıştay efendinin...

     

    Türkiye'deki yargı sistemine dahil olan bütün hakim ve savcıları bir kazan, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesini tabak olarak düşünürsek, HSYK da burada kaşık olur... Efendim, mevcut olan yargı sistemine göre, kaşık olan HSYK başını şöyle bir kazana daldırır ve çorbayı karıştırır... Çorba da 1. sınıfa henüz ayrılmamış hakim ve savcıları temsil ediyor ha... İşte buradan kendi ideolojisine göre şekil almış hakim ve savcıları 1. sınıfa terfi yaptırır... Sonracığıma efendim, bu 1. sınıfa ayırdığı hakim ve savcıları da Yargıtay ve Danıştaya atar... Yani hsyk kaşığına aldığı çorbayı tabağa aktarıverirrrrrrrr, yaaaa... Ha kaşığa hakim HSYK üyelerini, yani has odanın eşiğinde rejim nöbetine duran HSYK üyelerini kim belirliyor... Tabiki tabak yahu... Tabağa ayrılan 1. sınıf yargıtay ve Danıştay üyeleri de Hsyk'yı yanı kaşığı kontrol edenleri, yaninin de yanisi has odanın eşiğinde rejim nöbetine durmuş herifleri belirliyor... Şimdi efendim, hülasa edersek şöyle bir manzara çıkıyor ortaya: Kaşık daldırır bağrını kazana, oradan aldığı yudumluk çorbayı devirir tabağa... Bu tabaktaki çarbadan da seçtiği tadımlık hakim ve savcıları danıştay ve yargıtay üyesi yapar... İşte bu eleklerden geçip da has odaya kadar gelen Danıştay ve Yargıtay üyeleri de HSYK üyelerini, kaşığı belirler... Gördünüzmü kast sistemini nasıl kurmuşler... Yargıyı milletin iradesinden, milletin taleblerinden nasıl kaçırmışlar... İşte gerçek bu... Peki şimdi getirilmek istenen sistem nasıl? Şu kadarını söyeleyeyim yeter: Hani şu kaşığın iradesini elinde bulunduran üyeler var ya, canım şu HSYK üyerinden bahsediyoruz, ha işte o üyeleriin 10 tanesini, yani 20'nin 10'nu kazanda kalan çorba, yani Türkiye'deki bütün hakim ve savcılar belirliyor... Yahu has odanın eşiğine hakim rejim muhafızları değişiyor, anlasanıza...

     

    Neyse yeter bu kadar...


  9. Ah, şu referandumdan 'evet' çıkmasını heyecanla bekliyorum... Sandıklardan testereleri çıkarma vakti 13 Eylül sabahı... Sokak sokak dolaşacağım, hayır oyu verenleri kıtır kıtır keseceğum... Sonra parçalarını kıyma makinesinde öğütme ameliyesine başlayacağım... Sonracığıma, yollara zemin yapacağım... Ve sonra silindirle... üstlerinden geçip, sadist duygularımı, katillik özlemimi dindireceğim... Gözlerim kan yuvası, ellerim canavar edalı, bekliyorum 'hayır'cıları... Bir kısmını da, cezaevlerine yollamak suretiyle, onlara oralada işkencelerin envai türlerini yapacağım. Cin işkence patendi için bana gelecektur. 'sen niye hayır verdin layyyyt?' diye haykıracağun ve tam o arada dişlerimin arasında tavuk parçaları, huhahahahuhhuhahaha... Ben faşist duygularımı, 'hayırcı'ların üzerinde dindireceğum... Sivil dikta heveslerim var benim... Bıcaklarım, keserlerim, kazmalarım neyse kazmaya gerek yok, onu çıkardım cephaneden... Hımm, kılıçlarım, kurbağacıklarım, penselerim var benim... Sandığımda duruyor hepsi... Ben bu günleri bekliyordum... Kurbağacığımla hayırcıların dişlerini sökeceğim... onların dillerini arı kovanına daldıracağım... idam sehpalarında gezdireceğim onları... Soğuk su banyosunda sopalarla döveceğim... ...Sıcak suda pişireceğum, bi eli sıcakta bir eli soğukta olacak... Ah cinli koministler, siz ne bilirsinizki, işkencenin hası bende... Referandumdan sonra görürsün emi... Kılıçdaroğluna bol bol pankart, afiş yedireceğum... Bahceliyi Taksim meydanında filistin askısında sallandıracağum, öyle urganla falan uğraşamam ben... Hitler, musolini, stalin falan elime su dökmezler yahu... Onlarda benden öğrendiler faşistliği... Yargıyı, bürokrasiyi, orduyu birbirine düğümleyip diktama amade yapacağım... Hele bir evet çıksın, hayırcıları mahkeme safahatından geçirmeden sallandıracağım ve kararını sonradan, bilahare açıklayacağım, hem bu mahkemelerin ismi de belli şimdiden: Sivil İstiklal mahkemeleri... Hayırcıların hepsini idam etmeyeceğim, bir kel kafaları, bir köse sakallıları asacağım, bir mavi gözlüleri bir sarı saçlıları asacağım... Asarken de esşitliği sağlayacağım... Ben nü yapacağım. Bütün bu işkencelerimi, katilliğimi yeni bir anayasayla meşrulaştıracağım... Haydi faşist yiğitlerim, iblisin şeytanları varsa, benim de faşistlerim, sivil diktacılarım var... ne duruyoruz, hemen sandıklara koşalım ve silahlarımıza davranalım, işe komşu hayıcılardan başlayalım... E ama sizi de havaya sokmak için ille de Sultanahmet'te vaaz mı verilim faşist şeylerim, sivil diktacılarım...

    Hey Allahım......)))))))

     

    Bu arada chp lideri inönü italyaya gider iken aldı da bir yağmur... Hatlar karıştı... Ha ne diyorduk, gider iken Cumhuriyet gazetesi manşet atar:'Kemalist Türkiye'den Faşist İtalya'ya selamlar'... Neymiş, neymiş... Gider iken aldıda bir ars...ızlık... Yahu adamlar herifi öldürür, sonra döner bana derlerki, 'niye öldürdün adamı büdon kafalı göbeğini kaşyan mahluk'... Aaaaaaa Aaaaa a üstüme iyilik sağlık... Herhalde faşistler millete bakınca kendilerini seyreliyor... Çünkü millet aynadır...

     

    Chpli ve mhpli kardeşlerim yazdıklarımdan müstesna... Oklarım, mizah ayarında kimleri hedef aldığını iyi bilir...

    • Like 1

  10. ''-Canlılar evrim teorisi iddiasının aksine gelişim değil, tersinim gösterir. Tersinim, entropi kanunu gereği canlılık gibi kompleks sistem ve düzenlerin zaman içinde bozuma uğraması kimi özelliklerini zayıflatması ya da kaybetmesi demektir.''

     

    Gerçekten anlamadım...

    Yani? Yanisi şu mu?

     

    İleriye doğru bir gelişim söz konusu değil de, ve bunun için maymunların insan olamyacağını söylüyorsunuz. Ama, insanların mükemmel yapısının bozumuna uğraması sonucu maymunlara tersinim olacağını söylüyorsunuz...

     

    Bir arı ırk var, bir de yan sanayi, diyorsunuz bir anlamda... Hadi ana ırkları biliyoruz da yan sanayi ırklar hangisi?

    Bir de benim yan sanayim bir maymun mu? Hani ben zaman içinde fiziksel olarak bozulursam maymuna tersinim mi olacağım... Zaten bir evrimleşiyoruz, bir tersimleşiyoruz... Ne olacak bu halimiz yahu...

     

    Allah yaratıyor, kimi evrimleştiriyor, kimi de tersimleştiriyor...

     

    Sayın site sakinleri, ne yapsak, ne etsek şu maymunlardan kurtulamıyoruz iyi mi? İlk önce evrimleştik, sonra tersimleşiyoruz... Teori için Sloganım: Nehir yatağını arıyor... Kabul ederseniz çok şey olurum, şey, yahu şey iste... A....... Dünyası ya da Ş..... Dünyası.... Yok, yok şu daha güzel: M.... dünyası...

     

    Not: Anlatılarımı yazdım. hani daha ayrıntılı bir şeyler olursa, oradaki anlatıklarımı da yazarım... Tam TR'lik konu ya neyse... Mitajanı nerede bu arada? Ay, konu tersinim oldu....


  11. Laik... Laiklik...

     

    Hemen belirtiyim ki, bu kavram ihtiva ettiği mana itibari ile bize ait değildir. Değildir çünkü batının çektiği çileler neticesinde ortaya koyulmuş bir kavramdır. hem laik kavramı bir ahlak düzeni de değildir, daha çok kilise ile devlet yapısının alanlarını belirleyen bir ifadedir. Ataistlerin de bu kavramla öyle pek ilgileri yoktur. Onların dünyasında laiklik diye bir kavramı içine alacak bir fikir yapısı yoktur. Hem zaten laiklik Hristıyanlık dini ile devlet arasında bir hakem değil, kilise ile devlet arasında bir çizgidir. Esasında laikliğin batıda anlaşıldığı şekli bile İslamda yoktur. Çünkü burada bir kilise ayarında yapı yoktur. O zaman laikliği ülkemize ve de İslam dininde de yeri var diyerek ülkemize alıp yerleştirisek, o zaman İslam dini ile yani bizatihi din ile laiklik kavramını karşı karşıya getirmiş olursunuz. E zaten bu da bizim içimize sokulan bir tuzak olur. Neticeye bakarsak oldu da... Necip Fazıl'ın şu sözü olayı açıklar sanırım:''(Laik) Fransa baştan başa koyu (Katolik)dir ve dinin mümessillerine hakaret ettirmez.''

     

    Bir de şu evrensel değrler ile insanların vidan ve fikir hürrüyetleri pek örtüşmüyor. Evrensel değerle rkavramı artık çok eskilerde kalmış bir felsefi akıma ait kaldı. Evrensellik, klasiklik filan ... Hem zaten laik bir rejimse konu evrensel değerler devre dışı kalır ve herkes inandığı gibi yaşar. Ben İslam dini mensubuysam, bana uygulanacak kanunlarda mesela dinime uygun bir miras kuralları isterim ve bana göre de evrensellik budur. Mesela ben selam verirken elimi kalbime doğru getiririm ve bana göre evrensellik budur. Kimilerine göre de mesela medini kanunlardır. Artık günümüz eğitim sistemleri evrensellik akımını bırakıp, bilginin artık kişiden kişeye, toplum değerlerinden, değerlerine göre değiştiği bir felsefi akıma yöneldi. Bir asır önceki kavramlarla, günümüzü yorumlayamayız... Laiklikte bunun içinde olarak.

     

    Hem laiklik var ya, neyse... Buradan sonrası tehlikeye giriyor...


  12. Başol: Üniversitelilerin doğru dediği doğrudur

    -Örtülü Ödenek Davası duruşmasında, Hâkim Başol ile Bakan Tevfik İleri arasında Necip Fazıl ile ilgili şu diyalog geçiyor:

     

    Hâkim Başol: Tevfik İleri, Necip Fazıl'ın neşriyatının memleket yararına olup olmadığı noktasındaki görüşünüz... ...Üniversite gençliği Necip Fazıl'ın neşriyatını protesto ediyor. Doğru dedikleri doğrudur, yanlış dedikleri yanlıştır...

     

    Tevfik İleri: Muhterem Reis Beyefendi, bu mevzu gayet derin bir mevzudur.

     

    Hâkim Başol: Derin ama gayet basit olarak ifade edilebilir.

     

    Tevfik İleri: İlerilik, gericilik mevzuu bugün olduğu gibi bundan sonra da devam edecek bir münakaşa mevzuudur. ...Benim tavassut ettiğim Necip Fazıl'ın böyle bir neşriyatı yoktu. Daha ziyade çoluk çocuğu ile aç kaldığından kendisine tavassut etmişimdir.

     

    Başkan Başol: Mesela Türkçe ezan için "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" diye okunduğu zaman "Allah işte insanı böyle ulutur" diye ezanın Türkçe okunmasına muhalefet etmiştir.

     

    Tevfik İleri: Yanlış bir şeydir efendim...

     

    Kaynak:Zaman gazetesi


  13. Üstad Necip Fazıl'ın Yassıada'da bir resmi...

     

    dizi5.jpg

     

     

    Başol'dan Menderes'e: Necip Fazıl mı vatansever!

    Örtülü Ödenek Davası'nın önemli duruşmalarından biri de Necip Fazıl'ın şahit olarak dinlendiği oturumlardı. İddiaya göre Necip Fazıl'a Büyük Doğu dergisi için 10 yılda 147 bin lira verilmişti. Hâkim Başol, 'gerici ve Atatürk düşmanı birine' bu paranın neden verildiğini soruyor, Adnan Menderes de Necip Fazıl'ın bir vatansever olduğunu, o ve onun gibi farklı görüşlerden yazar ve gazetecilere ödenekten para yardımı yapıldığını söylüyordu. Hâkim Başol ise hayret uyandıracak hatta ihsas-ı rey olarak tarihe geçecek şu cümleyi kuruyordu: "Necip Fazıl mı vatansever!" Sıra şahit olarak Necip Fazıl'ın dinlenmesine gelmişti. Aralarında şöyle bir diyalog yaşandı:

     

    Başkan Başol: Örtülü ödenekten para almışsınız...

     

    Necip Fazıl: Evet aldım. Ne aldığımdan ziyade niçin aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları olarak para almadım ve bunlardan hiçbirini yapmadım. 1943'ten 1960'a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana sürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin himayesi yolunda para aldım...

     

    Başkan Başol: Bu notları yazmışsınız okuyorsunuz, burada not olarak kelime kelime okuyamazsınız...

     

    Necip Fazıl: İlk gazete olan Takvimi Vakai'den bu yana fikre müstenit bir tek gazete mevcut değildir ki, şu veya bu şekilde hükümetten yardım görmesin.

     

    Başkan Başol: Üniversite gençliği ki süt gibi tertemizdir. Onlar sizi gerici buluyorlar...

     

    Necip Fazıl: Bana gerici diyenler, sesini duyuranlar... Bir de on binlerce genç var ki benim idealime bağlı. Fakat sesini yükseltemiyorlar...

     

    Başkan Başol: Memleket yararına yayın yapan gazetelerin büyük kanaati de memlekete zararlı olduğunuz...

     

    Necip Fazıl: Büyük gazete tiraj ifade eder...

     

    Kaynak:Zaman Gazetesi...


  14. Reyhan hanım daha önceden 'benim Gözümde Menderes Eserinden alıntılamış... Üstadın Yassıada mahkemesinde söyledikleri....

     

    ''Selamlar,

    Üstadın, Benim Gözümde Menderes isimli kitabından örtülü ödenek hususu ile ilgili fasıllardan en önemlisi aşağıya iktibas edilmiştir.

     

    Beni Yassıada’ya şahitliğe çağırdılar

    (...)

    Sual:

    -Örtülü ödenek vaziyetine ne dersiniz?

    -Evet aldım. Alırken de bir rejim ve hükumet meddahlığı vazifesini üzerime almadım. Ben, Tanzimattan beri sökün edici oluşların köksüz olduğunu, hiçbir zaman Doğu ve Batı arası bir nefs muhasebesine yanaşılmadığını ve mahsup sırrına varılmadığını, her kıymetin ruh ve kökünde, yani İslamda bulunduğunu ve aklımızı Batıdan devşirirken, ruhumuzu Doğuda tutmamız gerektiği üzerinde bütün bir dünya görüşü ve ideal savunucusuyum. İşte Adnan Beyde, Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu davayı tutmaya müstaid biricik insanı buldum ve yardımını davamın hakkı olarak kabul ettim. Bütün aldıklarımı, mücadelesini ettiğim yolda harcadım. Ve sade harcamakla kalmayıp evimdeki eski koltuk ve halılara kadar da bu uğurda satmaya mecbur oldum. Zira Adnan Beyin “bir kere başla da sonu gelir” diye ettiği her yardım, Demokrat Parti iktidarının manfi kutbu tarafından engellenince, kendisine bir ev yaptırılmaya başlanıp, birinci katı çıkmadan yüzüstü bırakılan bîçare gibi, elimdeki avucumdakini sarfetmeğe, üstelik müthiş bir borç altına girmeğe mahkum oldum. Yani örtülü ödenekten bana verilen paralar, şahsıma bir şey getirmek yerine, benim bütün imkanlarımı yedi, bitirdi ve neyim varsa götürdü. Böyleve Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle beni kullanmış değil, asıl ben onu idealim uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş, fakat iradesiz ve sabatsız karakteri yüzünden muvaffak olamamış bulunuyorum. Benim, bir dava uğrunda bir nevi vergi hakkiyle alabildiğim, reklam parasına bile yetmez, gülünç meblağlara karşılık, kendisinden milyonlar devşirip şimdi gözünü oymaya bakan, Büyük Doğu’yu örtülü ödenek beslemesi olmakla suçlayan ve hesap vermeğe davet edilmeyen bazı gazetelerin hali, masumluk ve ulviliğimizin ters tarafından mükemmel bir ifadesidir. İsterseniz bu gazetelerin hesabını yüksek huzurunuzda ortaya dökeyim.

    -Hayır.

    -Böyleyken huzurunuzda suçlu sıfatiyle oturan dünün Demokrat Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başvekili Adnan Menderes’e, bize gösterdiği yarım, devamsız ve samimiyet derecesi belirsiz alakadan dolayı minnettar olduğumuzu ve böyle olmakta devam edeceğimizi bildirmek de vazifemdir.

     

    Bu sahne karşısında, söyleyeceği bir şey olup olmadığı sorulan Adnan Menderes, bana uzaktan teşekkür dolu gözlerle bakarak, söyleyeceği sözü olmadığını bildirirken aynı suale mahut savcı, kürsüsünden hafifçe doğrularak, galerinin hayret bakışları karşısında şu cevabı verdi:

    -Söyleyecek bir şey yok!

     

    147.000

    Örtülü ödenekten bana verilenleri 147.000 lira olarak tespit etmişlerdi. 1952’den 1960’a kadar, iki kere günlük, bir defa da haftalık gazete çıkarmam için verilen, üstelik en saf niyetle gazeteme ve davama tahsis ettiğim için yetersizliği yüzünde evimdeki baba mirası eşyayı da götüren ve beni çeneme kadar borca batıran para... Bu 147.000 liranın, üzerine oturup “tamamlanmadıkça bir şey yapamam!” diye onu tasarrufuma geçirmiş olsam ve kendimi pahalıya satmayı bilseydim, o zamanlar oturduğum köşkü bana yüzbin liraya satmaya kalkan ev sahibime “evet!” demekle, bugün, yine dava ve gayeme mahsus olmak üzere birkaç milyonluk bir servet sahibiydim. Bugün, Feneryolu’nda, Bağdat Caddesi üstünde, 5000 metre karelik bahçesiyle bu mülk 5 milyon lira değerindedir.

     

    Fakat bende, gayem ve yolum bakımından mutlaka malik bulunmam gereken böyle bir malî ve ticarî şuurdan hiçbir zaman hiçbir eser olmadı; ve mukaddes hedefe yol açabilmek, bir köprübaşı tutabilmek için en yetersiz yardımlara razı olmak ve bu yüzden evimdeki eşyayı da kaybetmek ve borç denizinde boğulmak gibi bir vaziyet doğdu. Yani mahut 147.000, sırf İslamî gayeye yol bulabilmek için, olduğu gibi, pişirdiğim yemeğe gitti, üstelik cebimde ve kilerimdekileri de silip süpürdü.

     

    İşte, davamın baş hakkı olarak aldığım ve bunu iftiharla ilan ettiğim, fakat başta Adnan Bey’den milyonlar çimlenip de sonradan onu vatan haini diye teşhir eden namus yoksunu gazetelere nispetle işimi bilemediğim, örtülü ödenek hikayesi bütün içyüzü ve mahrem karakteriyle bundan ibarettir ve bu hikaye ve içyüzü bütün Büyük Doğu’cuların kavraması lazımdır. ''

    • Like 1

  15. Adnan Menderes'in elindedeki derginin manşeti 'Artık Günü Geldi!!!' ifedsiyle görülüyor.

     

    Bu manşet üzerinden yaptığım araştırmaya göre 8 Mayıs 1959 tarihli ve 10. sayı dergisi... İşte derginin içindekiler kısmı:

    SAYI:10 - 8 MAYIS 1959

     

    Artık Günü Geldi (Başmakale)...........................KISAKÜREK, Necip Fazıl / s. 1

    Cihaz...........................................................................

    ..................Ne. Fe. Ka. / s. 1

    Doğu Ve Batı Birarada (İdeolocya)..........................................Büyük Doğu / s. 2

    Unutma Affetme......................................SERDENGEÇTİ, Osman Yüksel / s. 2

    Her Şey Göz Planında ................................................................................

    .... / s. 3

    Altun Halka - 10...........................................................................Adı

    değmez / s. 4

    İslam Ve Ceza...........................................................ARVASİ, Abdülhakîm / s. 4

    Vecdimin Penceresinden..............................................................Adıde

    ğmez / s. 5

    Kayd............................................................................

    ....İmam Rabbani'den / s. 5

    Manzum 101 Hadîs Meali........................................................................... / s. 5

    İslami Tahassüsler (Sadi'den)........................................................................

    . / s. 5

    Yine İrfan Davamız.........................................................................

    ....Lâedri / s. 6

    Yeni Nesil.................................................................ABDÜLBAKİ, Ahmed / s. 6

    Bir Zamane Ailesi - 2........................................................ÖRİK, Nahid Sırrı / s. 6

    Bedava Dünya (Şiir)........................................................SAYAR, N. Abbas / s. 6

    Gazel (Şiir)..........................................................................

    .................Muhti / s.7

    Dünyada Sanat Ve Edebiyat ................................................BÜRÜN, Vecdi / s. 7

    Poetika : Şiir Ve Din.............................................................Ne.Fe.Ka / s. 7

    Kaza (Hikaye)........................................................................

    ..........ECER, E. / s. 7

    Hadiselerin Muhasebesi..........................................................(Be.De) / s. 8-9

    Kaba Bilgi, Kuru Akıl.............................................................SAFA, Peyami / s. 8

    İlk Röformacılar..............................................................TAYYAR

    , Cafer / s. 8-9

    T.Milli Talebe Federasyonu Kongresinde...........................Dedektif X Bir / s. 9

    Dünyada Fikir Ve Hareket............................................................Müstensih / s. 9

    Garp Medeniyeti Kimindir?...........................DANİŞMEND, İsmail Hami / s. 10

    Suçlu Çocuklar....................................................................YÖRÜ

    K, Sadık / s. 10

    Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri Ve Çektiklerimiz - 10.....................Atsız / s. 11

    İstediğimiz Kongre.................................................................NAİL, Doğan / s. 12

    Ormanlarımız....................................................................

    ...İSMAİL, Sedat / s. 12

    Ses.............................................................................

    .........AKKOR, Adnan / s. 13

    Kanserle Savaş....................................................................NEZİHİ, Tevfik / s. 13

    Tarih Yapraklarından Enstantane................................................................. / s. 14

    Son Yüzyılın Muhasebesi: X............................................ÖRS, Sedat Zeki / s. 14

    Nureddin İbrahim Paşa-2.............................................Yazan : Fani Dünya / s. 14

    Nasıl Öldüler? İkinci Murad ..............................................BÜRÜN, Vecdi / s. 15

    Tarih Boyunca Patrikhane............................................GİRAY, Muharrem / s. 15

    Sizinle Başbaşa.........................................................................

    ...............(*) / s. 16


  16. Ah, bu şiir, ah...

     

    Bir Allah dostuna soruyorlar: Ne arıyosun o tespih tanelerinde?

    Dedi ki, gafleti arıyorum...

     

    Yunus Emre de şöyle dedi:''Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü. Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.''

     

    Bunları niye mi yazdım? ben de bilmiyorum...

     

    Hani Üstad bir gün bir ara aşık olduğu kadına birşeyler yazarken, bir anda kendisini yatağa zor atıyor... Sonra sabaha bambaşka bir dünyaya bakıyor... Bütün eşyaları bıraktığı gibi değil, bir şafak ki yeni bir dünya hediye etti ona... Hani o kadın için karaladığı kağıtın üzerine kalemi fırlatan ve onu yatağa kan ter içinde atan şey neydi acep? Hakikat tos, indirdi balyozunu... Gelme artık istemem, gelme işte... O gece ne olduysa oldu, bilinmez... İşte orada, yani o gece kalemi kağıtın üzerine fırlattığı gibi mi haykırdı, 'bırak vehmimde gölgeni' diye?.. Ve vehmini bıraktı mı o gece ardında bıraktığı gölgesine? Ah şu vehimler... Gelme artık, geçti... Bir gece fırtınalarla yattı ve yeni bir dünyaya uyandı...

    Hem aşık olduğu kadın, ifadesi bir vehim mi acep? Yunus Emre kadeh, şarap, sarhoş deyinde ne anlıyorsunuz?

     

    Üstad kimbilir hangi fırtınalar içinde yazdı bu şiirini... Anlamamız için yeni bir sabaha doğmamız lazım belkide...

     

    Ne bileyim işte, bunlar geldi aklıma...

    • Like 2

  17. Mahkemenin bilirkişi raporuna rağmen Necip Fazıl'ı 'Sultan Vahidüddin' adlı kitabından dolayı 1,5 yıl hapse çarptırdığını belirten Özkan, cezayı 8 ay ertelettiklerini, bu süre içinde şairin vefat ettiğini söyledi.

     

    Ünlü şair-yazar Necip Fazıl Kısakürek'in ölümünün üzerinden 27 yıl geçti. 25 Mayıs 1983'te hayata gözlerini yuman Kısakürek'in hüzün dolu son yıllarını avukatı Muhammet Emin Özkan Zaman'a anlattı. Necip Fazıl'ın 6 yıl avukatlığını yapan Özkan, büyük şairin ömrünün mahkemelerde geçtiğini söylüyor. Hayatı boyunca birçok hastalık ve davayla mücadele eden Kısakürek, ölmeden önce oturduğu evin tahliyesi için ev sahibinin, işyeri ve Büyük Doğu Yayınları'nın tahliyesi için işyeri sahibinin açtığı davalarla uğraşmış. Ünlü şairi en çok sarsan ise İstanbul Toplu Basın Mahkemesi'nde Sultan Vahidüddin adlı kitabı sebebiyle açılan ceza davası olmuş. Bilirkişi raporu kitapta "Atatürk'e hakaret yoktur." dediği halde 1,5 yıl hapse çarptırılan Necip Fazıl, 8 aylık ceza erteleme süresinde vefat etmiş.

     

    Özkan, Kısakürek'in, ölümüne kadar serencamı devam eden Sultan Vahidüddin kitabı sebebiyle açılan davaya büyük önem verdiğini anlatıyor. Mahkemenin bilirkişinin aleyhine karar çıkarabilmek için 25 sayfa rapor yazdığını ve bunu Yargıtay'ın onadığını belirten Özkan, 79 yaşındaki şairin bu davadan yargılandığı sıralar çok hasta olduğunu, savcının ise "Hapishanenin de reviri var, orada yatar." dediğini aktarıyor. Özkan, hastalık durumu olduğu için cezayı 8 ay ertelettiklerini, bu sürede Üstad'ın vefat ettiğini söylüyor.

     

    Necip Fazıl'ın son dönemlerinde çevresi tarafından yalnız bırakıldığına dikkat çeken avukat, "Benim gibi 30 yaşında birine üstadın avukatlığını yapmak düşmüşse ne denebilir siz düşünün." diye konuşuyor. Ünlü şairin, çok cömert olduğu için elinde hiç para tutmadığını belirterek, kirasını bile zor ödediğinden bahsediyor. Devam eden davaları için avukat olarak gösterdiği gayretin maddeten karşılanmasını mümkün görmediği için, "Bu millete hizmetimden dolayı Allah bana eğer tırnak ucu kadar sevap yazmışsa tamamı senin olsun." dediğini aktarıyor. Karşılık beklemek olur diye Necip Fazıl'dan yan yana fotoğraf çektirmeyi bile isteyemediğine değinen Özkan, ondan maddi olarak aldığı tek şeyin el yazısıyla yazdığı savunması olduğunu vurguluyor.

     

    Ölümü anında da Necip Fazıl'ın yanında olan avukat Özkan, o dakikaları anlatırken duygulanıyor: "O kadar zor ki bunu söylemek benim için. Üstadın hâlâ öldüğüne inanamıyorum. Ruhunu asla incitmek istemem. Doldurulamayacak bir boşluk bırakmıştır bende. Ama benim ona olan saygım sevgim o kadar sahiciymiş ki vefat ettiği gün oradaydım. Cesedine dokundum, sakalını okşadım." Özkan, o acı güne ait bir anısını şöyle aktarıyor: "Rizeli İlyas amca, Bolu'da Necip Fazıl'ın çok samimi olduğu doktor Ahmet abi, benim yanımda staj yapan genç avukat ve ben, bu 4 kişi cenazeyi evden aldık, ambulansa yerleştirdik. Bolu'daki doktor marketten alışveriş yaparken Tercüman gazetesine bakmış, Necip Fazıl'ın bir şiirini görmüş. Şiir şöyle: 'Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam/ Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam'. Cenaze kalabalıktı ama evden bu 4 kişi çıkarmıştık. Bu kendimi bir yere koymak değil. Onu taşıyan tabut neyse, o tabutu taşıyan bizler de ancak tabut kadar değerli olabiliriz."

     

    Muhammet Emin Özkan, avukatlık hayatının en onurlu yerini Necip Fazıl'ın teşkil ettiğinin altını çiziyor. Üstadın düşüncelerinin şimdiki Müslüman entelektüeller için bile lüks olduğuna işaret ederken, onun 1930'lu yıllarda çıkardığı Ağaç Dergisi'ni örnek gösteriyor. Özkan, hâlâ tam anlamıyla Necip Fazıl'ın düşüncelerinden konuşulamadığını söylüyor: "Üstad şehirli biriydi. Halkın içinden gelmiş bizler şehirlileşemedik. Avukatlığa başladığım yıllarda bana ilk "Sokrates'in Savunması'nı okudun mu?" demişti. Vefatından sonra okudum ve yüz kere okumuşumdur. Ne demek istediğini daha sonra anladım. Okumayan bir milletiz. Gelecek nesiller yapacak bu tahlilleri."

     

    Zaman


  18. [email protected]

    Salı, 25.05.2010

     

    Gençlik yıllarım talihlidir…

     

     

     

    Talihlidir, çünkü bir tarafımda Bediüzzaman Said Nursi, bir tarafımda Zübeyir Gündüzalp, bir tarafımda Bekir Berk, bir tarafımda Cemil Meriç, bir tarafımda Mahir İz, bir tarafımda Türk edebiyatının çınarlarından Prof. Ömer Faruk Akün ve Mehmed Kaplan, bir tarafımda Prof. Dr. Ayhan Songar, bir tarafımda Nihad Sami Banarlı, bir tarafımda Eşref Edip, bir tarafımda Sinan Omur, bir tarafımda İbrahim Hakkı Konyalı, bir tarafımda Münir Süleyman Çapanoğlu, bir tarafımda Muzaffer Ozak Hoca, bir tarafımda Nurettin Topçu ve Üstad Necip Fazıl Kısakürek vardır...

    Balarısı gibiydim: Fırsat bulur bulmaz birinden birine koşuyor, hayatı çeşitli perspektiflerden kavramaya çalışıyordum.

    Tabii hayatım çok renkli, çok alternatifli bir maceraya dönüşüyor, gençlik çağlarının geçer akçesi saplantılara yer kalmıyordu.

    Şimdiki gençler bu yönden çok talihsiz: Çünkü ortada bu isimlerden (ya da benzerlerinden) yok, olanlar ise kendi içlerine çekilmiş, kapılarını sımsıkı kapatmışlar.

    Bendeniz dahil, herkes kendi dünyasında kendi yalnızlığını yaşıyor.

    Oysa geçmişte ne güzel sohbet mekânlarımız vardı…

    Meserret, Çınaraltı, Küllük…

    Ve daha bilmediğim, sivil eğitim mekânları…

    Ayrıca evler, bürolar, mescitler, gizli gizli arka kapıları açılmış dergâhlar, nur medreseleri…

    Dersler, âyinler, dernekler (Bu arada MTTB’nin üzerimdeki etkisini minnetle yâd etmekle mükellefim)…

    Neyse, nostalji takılmayı bırakıp, vefat yıldönümü (25 Mayıs 1983) münasebetiyle biz Necip Fazıl’a gelelim…

    Rahmetli Necip Fazıl’la ilk tanışmamız konferans için geldiği Rize’de, konferansını verdiği sinema salonunda gerçekleşti…

    Henüz bir lise öğrencisiydim ve bilgisine, üslubuna, kelime haznesine hayran kalmıştım.

    Çok sonra Cağaloğlu’nda aynı cadde üstünde (Yerebatan Caddesi) çalışma şansını elde ettim (nasiptir)…

    O tarihte ben Yeni Asya Gazetesi’nde yazıyordum, o da Büyük Doğu Mecmuası’nı çıkarıyordu.

    Günlük işlerimi toparlar toparlamaz bürosuna koşuyor, sigara dumanları arasında (sıkı bir tiryakiydi) abonelere gönderilecek Büyük Doğu’ların üstüne adres yazıyordum…

    Ya da sırtlayıp Büyük Postahane’den abonelere gönderiyordum.

    Keyfinin yerinde olduğu bir eşref saatinde dümdüz sordu:

    “Beni nasıl bilirsin, genç adam?..”

    “Kaleminizden kan damlıyor, müthiş bir kavga adamısınız” gibisinden bir şeyler kekeledim…

    Kulak yumuşağımdan tuttu ve bir ebedi hakikatı kulaklarıma küpe etti:

    “Kavga adamı olmayı boşver genç adam, ben şimdiye kadar kimseyi döve döve Müslüman yapamadım. Sen sevgi adamı olmaya çalış, ancak o zaman daha etkili olabilirsin.”

    Doğrusu o zaman bunu pek anlayamamış, Üstad’ın yaşlandığını, bu yüzden kavgadan vazgeçtiğini düşünmüştüm…

    Şimdi anlıyorum ki, o sözler yaşlanma emaresi değil, olgunlaşma belirtisiydi. Hem Mevlâna’laşmış, hem de Yunus’laşmıştı…

    Sağlığında Üstad’ın özel hayatı bizim camiada çok eleştirilirdi: Kimisi sigarasına, kimisi at binmesine, kimisi sakalına-bıyığına, hatta kravatına takar, bazıları ise “ilmiyle âmil” bulmadığı için eleştirirdi.

    Ben ise böyle bir üslupkârın, bu kudretli şair ve nesir ustasının dinsiz cephede yer alması halinde inancımıza verebileceği zararları düşünür, saflarımızda yer aldığı için Allah’a hamd ederdim.

    Çünkü çok etkin bir yazar ve hatipti. Benim durumumdaki milyonlarca genci etkiledi ve istikamet bulmalarına yardımcı oldu.

    Yaşadığı dönem, İslâmi hizmetler açısından, tam anlamıyla bir “kaht-ı rical” (adam kıtlığı) vardı. Alnı secdeyle buluşan yazar bulmak imkânsız gibiydi. Öte yandan düzgün kıbleli tanınmış insanlara zindanlar göz kırpıyordu.

    Böyle bir dönemde hizmet etti.

    “Böyle bir dönem” derken İnkâr-ı uluhiyet (Allah’ın inkârı) fikrinin ders kitapları ve şiirler vasıtasıyla körpe zihinlere ekildiği dönemi kastediyorum…

    Gerçekten de durum içler acısıydı…

    Geleneksel kültürümüzle ithal Batı kültürü arasında gel-git kurulmuştu. Kafamız sözün tam mânâsıyla hercümerçti. Aileden aldığımız geleneksel terbiye ile telkin, okullarda öğrendiklerimizle kıran kırana çatışıyor, şuurumuz alabora oluyordu.

    Belli ki, bu çatışmayı vakti zamanında kendisi de yaşamış, Osmanlı aile yapısının modern aile yapısıyla yer değiştirmeye başlamasını kendi evini örnek göstererek hicvetmişti:

    “Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem,

    “Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem…

    “Orta kat: ‘Mavs’ oynayan annem ve âşıkları,

    “Alt kat: Kız kardeşimin tamtamda çığlıkları…

    “Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;

    “Buyrun ve maktaından (kesmesinden) seyredin, işte evim!”

    Otuzlu yaşlarda Abdülhakim Arvasi ile tanışınca, ruhsal bir dönüşüm geçirdi ve ancak ondan sonra yaradılış hikmetine ulaştı…

    “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

    “Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...”

    Artık kim olduğunu biliyor, şiirlerini ve yazılarını duru bir zihinle yazıyordu.

    Artık her şey yerli yerine oturmuştu.

    Gelin görün ki, biz hâlâ, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmaya devam ediyoruz.

    Onu rahmetle, şükranla anıyorum.

    NOT: Sevgili dostlarım! Bugün (25 Mayıs Salı) saat: 14.00'de İstanbul/Üsküdar, Şemsipaşa İlçe Halk Kütüphanesi'nde "Fetih ve Fatih" konulu bir konferans vereceğim. Tüm dostlarımı bekliyorum


  19. Onun cemiyet ve insanlık için fedakarlık ufkunu anlama adına fikir verecek bir hatırayı Vehbi Vakkasoğlu Bey'den dinlemiştim. Kendisi Necip Fazıl merhumu ziyarete gittiğinde ona Zübeyr abiden işittiği bir hatırayı naklediyor. Büyük Doğu dergisinin sıkıntılar yaşadığı, bir yayınlanıp bir yayınlanmadığı dönemlerden birinde yine parasızlıktan dolayı dergi basılamayacak gibi oluyor. Bu mevkûte o zaman için çok önemli bir misyon ifade ettiğinden Üstad Hazretleri ona İslam'ın sesi ve soluğu olarak bakıyor.

     

    İşte Büyük Doğu'nun parasızlıktan dolayı basılamayacak olması Üstad Hazretleri'ne çok dokunuyor ve Zübeyir ağabeyi çağırıp ona, "Zübeyir, Doğu çıkmayacakmış, mutlaka bir şey yapmamız lazım." diyor. Zübeyir ağabey de, "Üstadım, neyimiz var ki bir şey yapalım?" diye cevap veriyor. Bunun üzerine Üstad Hazretleri "Benim, kışın üzerime aldığım eski, yamalı bir yorganım vardı. Belki birisi bir değer atfeder de onu satın alır. Siz de elinize geçeni Doğu'ya gönderirsiniz." diyor. İşte Hazreti Üstad o yorganı sattırıp bedelini dergiye gönderiyor. Vehbi Vakkasoğlu Beyefendi, "Bunu Üstad Necip Fazıl'a anlattığımda yüzünü pencereye çevirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladı." demişti.

     

    Zaman

×
×
  • Create New...