Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kurşunkalem

Kadir Mısıroğlu

Recommended Posts

1933 yılında Trabzonun Akçaabat ilçesinde doğdu.Trabzon Lisesini,İ.Ü. Hukuk Fakültesini bitirdi.Sebil Yayınevini kurdu.12 Eylül 1980den sonra bir süre yurtdışına çıktı, bilahare yurda döndü.

 

1933 yılı Ramazan-ı Şerifinin yirmiyedisinde yani Kadir Gecesi seher vakti Dünyaya gelmişim. O saat mahallemizin Câmii Şerifinde âdet üzere Seher Mukabelesi okunuyormuş. Bu mukalebeyi takib etmekte olan babamın kulağına o anda müjdeyi fısıldamışlar ki, tam Sûre-i Kadir okunuyormuş. Bu sebeple ismimin Kadir olarak konulmasını gönlünden geçirmiş.

Doğduğum ev Akçaabatın Dürbinar (1) Mahallesinin Dere Mahallesi denilmekle mâruf semtinde iki katlı, ahşap kağgir karışığı bir evdi. Hâlâ ayakta olan bu ev ailenin köyden şehre indiğinde yerleşmiş olduğu ilk evdir. (2)

İsmimin Kadir olarak konulmasına babaannem itiraz etmiş ve Dedemin adını bana vermekte direnmiş, Dedemin adı aslında Kâzımmış. Fakat güzellik ve yakışıklılığından kinaye Paşa, Paşa diye sevilirken Kâzım unutulup Paşa umûmileşmiş.

Bundan dolayı babaannemi de tatmin maksadıyla bana Kadir Paşa adını vermişler. Lâkin babam bu ismi nüfusa Paşasız olarak kaydettir miş. Esasen bir yıl sonra da çıkarılan bir kanunla paşa sözü diğer bir çok elkabla birlikte yasaklanmıştır. Buna rağmen, mahallede hep Kadir Paşa olarak anılagelmişimdir.Dedemin mezarı Dürbinar mahallesindeki aile kabristanı-mızdadır. 1975 yılında vefat eden babam 1991 sonlarında vefat eden vâlidem ve diğer akrabalarımız da orada yatmaktadır. (3)

Vâlidem Sâriye Hanım da ebâecdad Akçaabatlı olup kazanın en eski ve mâruf âilesi Hacısâlihoğulları ndandır. (4)

Vâlidemin anlattığına göre hiç ana sütü emmediğimden, çocukken gâyet cılızmışım. Hatta bu sebeble dört yaşına kadar yürüyememişim. Bir gün kapıya gelen dilenci kılıklı biri Vâlideme:

- Bu çocuk neden hep oturuyor?diye sormuş. vâlidem de cılızlıktan yürüyemediğimi izah edince adam:

- Siz buna bir kurban kesiniz, kurbanın kanıyla kendisini belden aşağıya yıkayınız, kan vücûdunda üç gün kalsın. Üç gün sonra normal su ile yıkayıp kanları temizleyiniz. Allah (c.c.)ın izniyle yürür!.. demiş.

 

Vâlidem kendisine bi, ikram için odaya girip çıktığında kapıdaki bu zatın kaybolduğunu görmüş. Bu işte bir fevkalâdelik olduğunu düşünerek o gün adamın dediğini yapmış ve böylece yürümüşüm.

Cılızlığım sebebiyle yedi yaşıma bastığımda mektebe gönderilmedim. Bu husustaki yalvarmalarım fayda vermedi. Bir yıl sonra yani, sekiz yaşında Akçaabat Merkez İlk Mektebi ne başladım. İslâm aleyhtarlığının en şiddetli bir sûrette yürütüldüğü zamandı. Mektebe başlamadan önce Kuran Hocasına gitmiştim. Hocanın defaatle Jandarmalar tarafından basılması yüzünden, ancak bir hatim indirebildim.

İlk tahsilimi tamamıyla bu Merkez İlk Mektebi nde bitirdim. O sene kazamızda bir ortamektep yapılmasına başlanmış fakat bitirilmemişti. Babamsa beni okutmak istemiyordu. Bu sebeble devre arkadaşlarımdan bazıları orta mektep tahsili için Trabzona gittikleri halde, babam beni bir terzi yanına çırak olarak verdi. Fakat benim böyle bir işle vakit geçirmeye hiç de niyetim yoktu. Bu bakımdan sık sık terzi dükkânından kaçıyordum. O sıralarda başta Hz. Ali cenkleriyle ilgili kitaplar olmak üzere, ne bulursam okuyordum. O derece ki, her an elimde kitap bulunduğundan söylenen söz kulağıma girmez, bana havale edilen işleri yanlış yapardım. Bir gün böyle bir halime kızan vâlidem biriktire-bilğidim bütün kitapları avluya dökerek yakmıştır. Bu kadar anormal okuma hevesimin sonunda şuurumun bozulacağından korkuyorlardı.

Ertesi yıl ortamektep ikmal edildi. Talebeler kaydolmaya başladılar. Babam beni okutmamak için hâlâ direniyordu.

 

- Bir tek oğlum var, okuyup da memur olur giderse ocağım söner diyordu. Lâkin sağın, solun zorlaması, hocalarımın baskısı neticesinde Onun mukavemetini kırabildik. Böylece yirmibir numara ile Akçaabat Orta Mektebine en son kaydolan bir talebe olabildim.

O yıl (1947) Büyük Doğu ile tanıştım. İlk mektepten itibaren parlak bir talebeydim. Hocalarım beni el üstünde tutarlardı. Hariçten ne bulabildimse okumam sebebiyle dâima sınıf arkadaşlarımın üstünde bir seviyem vardı. Büyük Doğu, CHP, M. Kemal Paşa ve inkılâplara bakış açımın teşekkül etmesinde mühim bir merhale oldu. Esasen öteden beri evimizin dindar havasında bunlar menfur ilân edilmiş olduklarından bende, bu istikamette bir temâyülün ilk nüvesi mevcuttu.

 

Orta mektep ikinci sınıfda okurken (1948) sınıf arkadaşlarımla vâki bir münakaşa mektep dışından idareye aksettirilmiş ve bundan dolayı bir haftalık Tard-ı muvakkat yani geçici uzaklaştırma cezası almıştım. Sebap gâyet basitti : Bu münakaşanın mevzuu M. Kemal Paşanın şahsiyet ve hareket-leriydi. Bu hususta serdettiğim fikirler, idarece suç telakki edilmiş ve bir hafta mektepten uzaklaştırılmıştım. Eğer fevkâlâde zeki bir talebe olmasaymışım, beni büsbütün kovacaklarmış. Babam bu ceza işiyle hiç alâkadar olmadı. Belki de kovulmadığıma üzülmüştür. Lâkin bu sûretle başlayan yakın tarihimizle alâkalı bir bakış açısı, zamanla gelişecek, hayat ve mücâdelemin hâkim çizgisini teşkil edecekti.

 

Hafta sonları, Trabzona gidip gelmeye başladım. Trabzon lisesinde ve Trabzon Muallim Mektebinde bazı milliyetçi arkadaşlar edindim. Bunlar vasıtasıyla Sebilürreşad ve Serdengeçti mecmualarından haberdar oldum.

O sırada güdümlü demokrasi mücâdelesinin hızlanmasıyla dindar insanlar da milliyetçilik adı altında yavaş yavaş fikirlerini izhar etmeye başlamışlardı. Bu sebeple üç-beş sayı çıkıp batan birkaç sayfalık gazete ve dergiler görülüyordu. Bunların her birinden birşey kapmışımdır.

1950 yılında Trabzon Lisesine başladığım zaman, şahsiyet ve fikirlerim ana hatlarıyla tebellür etmiş bulunuyordu. Kendime göre fikrî bir muhitim de vardı. Sık sık anma günleri yapar, Mehmed Akif, Kâzım Karabekir ve hatta Mareşal Fevzi Çakmak için bile mevlüd okutmaya kadar varan, alâkalar içinde davayı terennüm etmeye çalışıyordum ki; bunlardan bazıları mahallî gazetelere de aksetmiştir.

Bu sırada dört küçük milliyetçi teşekkülün birleşmesiyle vücud bulan Türk Milliyetçiler Derneği nin Akçaabat Şubesini açtım ve 1953 yılında DP hükümetince basit bir bahane ile kapatılıncaya kadar başkanlığını deruhte ettim. En yakın arkadaşım bilâhere 27 Mayıs İhtilâli hengâmmda öldürülen Özdemir Kazancıoğlu idi. Onunla gece gündüz beraberdik.

 

Trabzon Lisesi benim için islâmî mücâdele bakımından dört fırtınalı yıl olarak geçmiştir. O zamanlar liseler dört yıldı. Heyecan ve asabiyetim had safhada olduğundan, nasıl olup da o mektebi bitirebildiğime hâlâ şaşarım.

1953 yılında İstanbulun Fethinin beş yüzüncü yıldönümü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasını kazanarak bir güzel dolmakalem mükâfat olarak aldım.

 

Bütün lise hayatım boyunca iki dindar hocayla karşılaşabilmişim. Bunlar coğrafya muallimi merhum İsmail Hakkı Berkmen ile halen hayatta olan Ahmet Saka Beylerdi. İdâre ve müdürümüz dindarlık ve milliyetçiliğe haşin bir sûrette karşıydı. Bundan dolayı pek çok kereler disiplin kuruluna girip çıkmak mecburiyetinde kalmışımdır. Bu arada binbir güçlükle temin edebildiğimiz namaz odasına asılmış olan bir takvimin kartonundaki M. Kemal Paşa resmini yırtma sebebiyle üç gün Tard-ı muvakkat cezasına çarptırılışım zikre değer. Bilahere büyütülen bu hâdise yüzünden, mezûniyet ve olgunluk imtihanları arasında tamamen mektepten uzaklaştırılma cezasına çaptırıldım. Ayrıca, güya beni himaye etmiş olmak töhmetiyle o zamanın başmuavini İsmail Hakkı Berkmen ve edebiyat muallimi Kaya Bilgegil (sonradan Profesör) de altı ay vekâlet emrinde kalmak sûretiyle izac olunmuşlardır. Ben de müteakip imtihanlar için Giresuna gittim. O zaman olgunluk imtihanı dört dersten yapılırdı. Sualler Bakanlıktan ge¬ lirdi. Yolda imtihanların birini kaçırmıştım. Diğerlerini Giresunda vermiştim. Kaçırdığım imtihan için 1954 Ekiminde Erzuruma gittim. Bu dersin imtihanını da Erzurum Lisesinde vererek nihâyet lise mezunu olabildim.

 

Lâkin lise devremdeki mücadeleler tâfsilatıyla okunmaya değer mâhiyet-tedir. Davamızın o günkü şartlarının anlaşılması bakımından hâiz-i ehemmiyet olan bu devreyi, çeşitli yönleriyle anlatan Geçmiş Günü Elerken I-II serlev-halı esere bakılabilir.

Artık yüksek tahsil için İstanbula gitmem gerekiyordu. Babamın bu husustaki muhalefetini bertaraf etmek kolay olmadı. O sırada mahallemizde bir kız delirmişti. Okuma arzusuna set çekildiği için delirdiği şâiası babamı biraz yumuşatır gibi oldu. Lâkin para vermeyerek Akçaabattan ayrılmamı önlemeye çalışıyordu. Zavallı anacağım aynı zamanda terzilik eder, şuna buna dikiş dikerdi. Yediyüz lira para biriktirmiş imiş. Bunu bana verince, son müşkül de hallolmuş oldu.

 

Üç günlük bir vapur yolculuğundan sonra 6 Ekim 1954′te İstanbula ayak bastım. Her taraf bayraklarla donatılmıştı. İstanbulun düşman işgalinden kurtuluş yıldönümü imiş. Boğazı hayranlıkla seyrederek Galatada karaya ayak bastım. Bir müddet Edirnekapıdaki eniştemin yanında, bir müddet de Fatih Sarıgüzeldeki babamın teyzesi yanında kaldım. Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırarak bilahere Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyetinin Soğanağa semtindeki yurduna yerleştim.

Fakülte hayatım lisedekinin birkaç katı daha hareketli ve mücâdeleli geçti. Bunun bir kısım tafsilâtını da yine Geçmiş Günü Elerken adlı eserimde bulabilirsiniz. Ehemmiyetli olanı bir taraftan çalışarak, diğer taraftan da okumak sûretiyle fakülteyi yürütmüş olmam ve dava için uğraşmaktan bir an bile geri durmamamdı. Trabzon Liselerinden Yetişenler Cemiyetinin yurdundaki ikâmetim bir yıl sonra o cemiyetin başkanlığını yapmamı ve bu başkanlıkta yurtçuluk meselesini öğrenmemi intaç eylemiştir. Üniversite talebeliğim esnasında yedi talebe yurdu açıp çalıştırmışımdır ki bunların en meşhurları Vefa, Seyhan, Karadeniz ve Yıldız Talebe Yurdlarıdır. Dava yönünden genç insanlarla meşgul olmak için en müsâid müessesenin yurd olduğunu ilk keşfeden benim, desem herhalde yanlış olmaz, o derecede ki mâhud dönme Ahmed Emin Yalman o tarihlerde vatan gazetesinde bu faaliyetimden dolayı aleyhime bir baş yazı yazmıştır.

1961 yılında Aynur (Aydınaslan) ile evlendim. Sırasıyla Abdullah Sünusi (1963) Fatıma Mehlika (1965) Mehmed Selman (1973) isimli üç çocuğumuz oldu.

Fakülte yıllarından itibaren neşriyat ve konferanslar vermeyi hızlandırarak hukukçuluktan çok tarihçiliğe meylettim. Yakın tarihimiz üzerindeki araştır-malar daha çok alâkamı celbediyordu. Vâsıl olduğum kanaatleri, izhar ve ifadenin kanûnî güçlüklerine rağmen yazıp söylemekten geri kalmadım. Daha önceleri çeşitli mecmua ve gazetelerde çoğu müstear adlarla yazılar yayın-lamıştım. Öz adımla matbuat âleminde ilk görünüşüm 1948 yılındadır. Bu çocuksu bir şiirdir ve Yeni Polathane Gazetesinde yayınlanmıştır. Polathane, Akçaabatın eski adıdır. Fakülte yıllarımda merhum İlhan Darendelioğlunun çıkarmakta olduğu Toprak Dergisine de Mehmed Meriçgiller nâm-ı müsteari ile birkaç yazı yazmıştım.

İlk eserim Lozan Zafer mi, Hezimet mi ? adlı araştırmanın birinci cildidir. İlk tabı 1964 yılında yapılmıştır. Aynı yıl SEBİL YAYINEVİni kurmuştum. Bu eser yayınevinin ilk kitabı oldu. 1970 yılındaki genişletilmiş ikinci tabı 5816 sayılı Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanunna istinaden toplattırılmış, hakkımızda dava açılmış ve bu dava 1974 umûmî affı ile bir karara iktiran etmeksizin düşmüştür.

 

1970 yılı ocak ayında İstanbul Milli Türk Talebe Birliğinde Harf İnkılâbı ile alâkalı bir konferansım dava mevzuu yapılarak hakkımda Eski-şehir Örfî İdare Askerî Mahkemesince yedi sene hapis beş sene amme haklarından men ve yirmi ay sürgün cezası verilmiştir. Hem kanunî ikamet-gâhım ve hem de konferansın verildiği yer İstanbul olduğu halde, Eskişehirin bir selâhiyet tecâvüzü ile bu davaya bakmasındaki garabet ve hukukun de-faatle nasıl çiğnenmiş olduğunu göstermek için ciltler dolusu yazmak gerekir. Şâhidlerin hapsedilmesinden tutunuz da, askerî şahısların kendi fiilleri ha-kkında şahid olarak dinlenmelerine ve hatta önce beraat olarak yazılmış olan kararın kumandan İrfanÖzaydınlının baskısıyla yırtılıp yedi sene hapse tahvil edilmesine kadar nice nice kanunsuzlukların sergilendiği bu macerayı - inşallah - müstakil bir eser halinde kaleme alacağım.

Hükmedilen cezanın infazı Eskişehir Sivil Cezâevinde başlayıp İstanbul Sağmalcılar Cezaevi, ve Bakırköy Akıl Hastahânesi Adlî Servis merhale-lerinde geçtikten sonra Cerrahpaşa Hastahânesi Psikiyatri Kliniğinden 1974 Yılı Mayısında çıkarılan umûmî afla nihayete ermiştir. Lâkin bu benim ilk hapse-dilişim değildir. Merhum Necip Fazıl Beyle yakınlığım dolayısıyla resmî bir sürü istintak geçirmiş ve nihayet 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra hapsin hem de Kızgın Askerler kontrolündeki en şiddetli nevini tatmıştım. Aziz Nesinle Nâdir Nâdi arasındaki bir kalem münakaşasından başlayıp garip şekiller geçir-dikten sonra benim Bursada Çekirce Kaplıcalarından alınıp İstanbula getirilmem, İstanbul Harbiye Binasındaki hücrelerden birine hapsedilmem, bilâhere Balmumcu Askerî Kışlasından tahliye edilmemle ilgili tafsilât da müstakilen yazılmaya değer mâhiyettedir.

1964 yılında Sebil Yayınevini kurup kendimi tamamen neşriyata verdim. 1970 yılında Harf İnkılâbı ile ilgili mezkûr konferansım yüzünden, mâruz kaldığım hapsedilme macerasından sonra yine aynı işe devam ettim ve 1976 yılı başından itibaren haftalık olarak Sebil Dergisini çıkarmaya başladım. Bu dergideki yazılarımdan dolayı kısa bir müddet sonra hakkımda M. Kemal Paşa ile ilgili mâhud kanun ve 163. maddeye istinaden sayısız dava açılması üzerine yeniden hapse girmeyi bertaraf etmek ümidiyle 1977 umûmî seçimlerinde MSPden Trabzon mebus namzedi oldum. Listede ikinci sıraya konulmam sebebiyle kazanamadım. Ertesi yıl aynı partiden İstanbul senato namzedi oldum. Yine ikinci sıraya konulmuş olduğum için kazanamadım.

 

1978 yılında MSP Merkez Umûmî Heyetine (Genel idare Kurulu) seçildim. Bu vazifedeyken 12 Eylül 1980 İhtilâli oldu ve 13 Ekim 1980 tarihinde bütün merkez Umûmî Heyeti hakkında tevkif kararı verildi. Bunun üzerine hakkımda daha evvel açılmış olan davaların, MSP davasıyla birleşmesinden doğacak psikolojik ağırlıktan kurtulmak isteyen bazı arkadaşlarımızın ısrarı sebebiyle yurtdışına çıktım, Almanyada ikâmet hakkım olduğundan Frankfurta yerleştim.

Böylece vatan-ı azizimden ayrıldığım zaman, arkada otuzdan fazla ağır cezalık dava bırakmış durumdaydım. Bilâhere çoluk çocuğumu yanıma getirttim. Almanların benden gayrısına oturma müsâdesi vermemesi üzerine, hep birlikte İngiltereye geçtik.

 

Gurbete hazır değildim. Mâlî imkânlarım mahduddu. Bu sebeble gâyet sıkıntılı bir gurbet çilesi içinde boğuşurken 1983 yılı başlarında gazete, radyo ve televizyon anonslarıyla yurda dönmeye dâvet olundum. Dâvete icabet etmediğimden bilâhere Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığından tard edildim. Bu sebeble İngiltereden siyasî iltica hakkı istedim. Bunun için 7 Eylül 1983 tarih ve 18158 numaralı kararın yayınlandığı Resmî Gazeteyi göstermem kâfî geldi. Daha sonra ecdaddan kalma gayri menkullerim hazinece haraç - mezat sattırıldı. Bu yetmiyormuş gibi 1984 yılında da kitap depomuz yaktırılarak iktisaden çökertilmem için elden geleni yaptılar.

Çoluk çocuğumla Londrada oturmaktayken geçimimi sağlayacak bir iş kuramadığımdan bir buçuk yıl sonra iş ve geçim mecburiyeti beni tekrar Almanyaya dönmeye zorladı. Böylece Gurbet İçinde Gurbet denilebilecek bir çile çemberi içinde günlerimi geçirmek kaderimin garip bir cilvesi olmuştur.

1991 Yılında çıkarılan Terör Kanunu ile TCK.ndan mâhud 163.madde çıkarılınca aziz vatana avdet edebildim.

 

Yayınlanmış olan eserlerimin tam bir listesi işbu yazının altında mevcudtur. Ancak fazla emek vermediğim bazı eserlerde Cüneyd Emiroğlu müsteâr adını kullandığımı hatırlatmak isterim.

 

 

ESERLERİ

Araştırmaları:Lozan Zafer mi Hezimet mi 1-2,Yunan Mezalimi, Macar İhtilali,Amerikada Zenci müslümanlık Hareketi,Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Moskof Mezalimi,,Musul Meselesi ve Irak Türkleri,Ali Şükrü Bey,Osmanoğullarının Dramı,Türkçe, İslam Yazısına Dair, Üstad Necip Fazılı Anarken,Üç Hilafetçi Şahsiyet, Geçmiş Günü Elerken 1-2

Romanları:Kanlı Düğün, Uzunca Sevindik, Kırık Kılıç.

Share this post


Link to post
Share on other sites

kaliteli güçlü ve cesur bir yazar

ALLAH(c.c.) ondan razı olsun

özellikle

LOZAN ZAFERMİ HEZİMET Mİ

okunması gereken

kesinlikle okunması gereken bir eser

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kadir Mısıroğlu

1933 yılında Trabzon’un Akçaabat ilçesinde doğdu.Trabzon Lisesi’ni,İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.Sebil Yayınevi’ni kurdu.12 Eylül 1980’den sonra bir süre yurtdışına çıktı, bilahare yurda döndü.

hayatı icin bakınız: http://www.kadirmisiroglu.com

üstad'necip fazıl ın yakın dostu ve dava adamıdır.tarihi gerçeklere onun gözünden bakalım.bizlere ders kitaplarında yada aynı masalları anlatan kitaplardan degil herşeyi vesikasıyla açıklayan üstad'ın kitaplarını tavsiye ediyorum.

 

ESERLERİ

Araştırmaları:Lozan Zafer mi Hezimet mi 1-2,Yunan Mezalimi, Macar İhtilali,Amerika’da Zenci müslümanlık Hareketi,Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Moskof Mezalimi,,Musul Meselesi ve Irak Türkleri,Ali Şükrü Bey,Osmanoğulları’nın Dramı,Türkçe, İslam Yazısına Dair, Üstad Necip Fazıl’ı Anarken,Üç Hilafetçi Şahsiyet, Geçmiş Günü Elerken 1-2

Romanları:Kanlı Düğün, Uzunca Sevindik, Kırık Kılıç.

ve diger eserleri için bknz: http://www.sebilyayinevi.com

Share this post


Link to post
Share on other sites

Unutma!.. Düşmanın senin için asâletsizliği nisbetinde tehlikelidir.

 

Olgunluğun en bâriz göstergesi, dedikodu ve iftirâya tahammüldür. Bu olgunlukta birinci basamak; dedikodu ve iftirâya muttalî olunduğu nisbette ve sükûnetle cevap vermekle iktifâdır. İkinci basamak, böyle bir dedikodu ve iftirâya sevinmek, üçüncü basamak ise, kendi nâmına sevinirken, dedikoducu ve iftirâcı hesâbına üzülmektir. Bu üzüntü, sevince gâlip değilse, olgunluk yine de eksik demektir. Bu olgunlukta zirve ise, iftirâya cevap vermeksizin tahammül ve sevinmeden istiğfardır. Zîrâ dedikodu (gıybet) ve iftirâ olmasa günâh yükünü taşıyabilecek olan sırt nâdirdir.

 

Bereket veya muvaffakiyet, tedbîrin takdire tevâfuku nisbetindedir!.. Bereketsizlik veya muvaffakıyyetsizlik ise, tedbîrin takdire adem-i tevâfuku neticesidir. Bu sebepledir ki attığın bir adımdan me’mûl, muhtemel ve müteâmel, olandan daha büyük bir netice hâsıl olmuşsa o adım, kadere tevâfuk bereketine mazhar demektir. Devam et! Aksi hâlde azm ettiğin işten geriye dön!

 

 

 

KADİR MISIROĞLU

Share this post


Link to post
Share on other sites

KAFİRİN KALP GÖZÜ KÖRDÜR

 

İnsanı, insan yapan imandır!… Daha emin bir tâbirle söylemek gerekirse kâmil mânada insan, kâmil mânada imanın eseridir. Küfür veya inkârsa ya nihilizmin (hiçbir şeyin bir sonu, mânası ve ehemmiyeti olduğuna inanmama)ya da materyalizmin eseridir.

 

Nihilizm, kendi kendini dipsiz bir çukura atmak veya idrâk ve iz’anı kaldıran mutlak ve nihayetsiz bir zihnî malûliyete râm olmaktır.

 

Materyalizm ise, tecessüs, tahayyül ve tefekkürü madde ve havass-ı hamse (beş duygu) ile tahdid ederek, beşeri ufuksuzlaştırmak, hayvânileştirmek -ve eğer tâbir caizse- maddeleştirmektir. İnsanı insan yapan, eşref-i mahlûkat (varlıkların en şereflisi) kılan bütün hasletlere saha ve inkişaf şansı bırakmayarak onları iptale mahkûm etmektir. Üstelik bu keyfiyeti, idrâke ancak izafiliklerle yol bulabilen havass-ı hamse, sahası mahdud (sınırlı) olan maddî âlem içinde daha da mahdud imkânlarla araştırıcılığa sahne olan lâboratuvar ve binbir zaafı sabit akim müşterek mesâisine dayarsa…

 

Üstelik, maddenin hududunda durmayan insan müfekkiresini tatmin ihtiyacı karşısında metafizik mes’elelere de el atar ve ispat külfeti bakımından kabulden farksız olan inkâr hükümleriyle ortalığı sise boğarsa…

 

Üstelik, yola lâboratuvardan çıkan Einstein gibi muâsır müsbet ilimcilerin maddeyi aşan izahlarla aklı dipsiz bir metafizik (fizik ötesi) âleme çeken teorileri karşısında kendi kendisi ile tezada düşmeksizin en küçük bir tenkid sahibi olamazken… Ruh, ezel, ebed, varlık, yokluk, ölüm gibi muammalar için ifsad edilmemiş hiç bir insan fıtratının sükût ve lâkaydiye (ilgisizliğe) bürünmesi imkânsızken… Varlığı inkâr edilemeyen «keyfiyet»lerin «kemmiyet»ler gibi izahı yapılamazken… Bütün bunların zatî mâhiyeti bir kenara bırakıldığı halde âsâr ve tecellilerine âid kaanun ve kaideler peşinde koşulurken… Feza’yı ezeldeki tek bir «nokta»nın hâlâ devam eden genişlemesi kabul eden görüşlerin laboratuvarda başlayan ve fakat az sonra onun mahdud çerçevesini aşarak fıtrî (yaradılıştan) tecessüse hürriyet bahşetmek mecburiyetinde kalan âlimlerce ortaya konduğu bilinirken… Hâlâ inkârla, aklı mâbud kılan rasyonalizm (akılcılık) ve materyalizmde inat ve ısrar etmek ne hazin bir sefalettir!…

 

Bir de tutup bu sakim (çirkin) tavrı ferdî ve içtimaî hayatın çeşitli faaliyet ve davranışlarına aksetmiş olarak düşünün… Ortaya yukarıya koyduğumuz resimdeki espriden başka ne çıkar!?…

 

Bu âlemin varlık sebebi olan aşkın, selim kalblerdeki tecelliyatı vücûd bulmadıkça, bugün sokakları dolduran kalabalıkların günü birlik mâcerasının resimdeki hayvanınkinden farklı, olması imkânsızdır. Gulgûlesi afâkı tutan ferdî ve içtimaî kavgalar sadece ve sadece aşksızlığın -daha emin tâbirle- imansızlığın eseridir. Zira gerçek aşk, imanın özüdür.

 

Her türlü beşerî tavra seviye ve vasıf kazandıracak olan imandır. Kâfirinse akıl gözü (kalb gözü kördür!… Bu gözü açmadıkça feraset avdet etmez ve beşer lâyık olduğu ulviyyete kavuşamaz!…

 

Zamanımızda müsbet ilimler artık lâboratuvarların dar çerçevesine sığmıyor, yeni araştırmaların sonu, fizikî sahayı aşıp metafiziğin derinliklerine dalıyor. Fizikî sahada - maddenin sırrına vukuf sayesinde- elde edilen başarılar ise, bizzat maddenin maddîliğinden bile şüphe ettirecek noktalara ulaşmıştır.

 

Gerçekten geçen yüzyılın katı materyalist görüşlerine mukabil bu asrın seçkin kafaları imana yönelmiştir. Çünkü dinin kavranması güç metafizik gerçekleri bu yeni keşifler karşısında - aklen ve ilmen- daha da mümkün görünüyor.

 

Diğer taraftan, İslâm’ın anlaşılması istikametinde Batı Âlemi’nde müşahede olunan terakki de sevindiricidir. Bu da materyalist telâkkilerin çöküşüne paralel bir gelişme arz etmektedir. Zira her geçen gün Kur’an’ı teyid eden ilmî bir keşif yapılıyor. Böylece de O’nun gerçek azametine şâhid olunuyor. Varsın ülkemizde, hâlâ Ondokozuncu Yüzyılın bâtıllarına perestiş eden (tapınan) yarı münevverler küfür ve ilhadda inad ededursunlar! Bütün Dünya her gün biraz daha iman dairesine kaymakta ve Kur’anî gerçeklere yeni bir pancur açmaktadır. Hayfa ki, kaderin mühürlediğı kalbleri, açmaya kimsenin gücü yetmez! Onların resimdeki zavallı hayvandan daha aşağı seviyelere düşmeleri müstakbel imânî şahlanışa mâni olamaz!..

 

Gelecek zaman, İslâm’a gebedir!.. Bu büyük tecellinin müjdeci emarelerine karşı lâkayd kalıp da bize ve davamıza düşmanlık güdenlerin zararı sadece ve sadece kendilerine dokunacaktır! Onlar, şeytanın boyunlarına bağladığı bir çubuğun ucundaki havuca ulaşmaya çalışan zavallılardır. Onlar bize kızarken, biz onlara acıyor ve Rabbimizden kendilerine hidâyet diliyoruz.*

 

KADİR MISIROĞLU *Arifan Dergisi EKİM 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ey Müslüman genç!. Husûmetini ve muhabbetini iyi kullanmaya ve kendine iyi dostl...ar edinmeye çalış!

 

Fıtri temayüllerin istikametinde kendini ormandaki ağaçlar misali, fıtratının ve içinde yaşadığın cemiyetin müessirlerine gayr-i iradi bir sürette tabi kılma!

 

[Hayat Felsefesi yahud Yaşamak Sanatı adlı eserinden]

KADİR MISIROĞLI

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir Mazlum Pâdişâh: Sultan II. Abdülhamid

İsimli Eseri Yayınlandı

ÖNSÖZ

Birtakım fevkalâdelikleri kullanarak milletlerin hayatında derin değişikliklere âmil olanlar, hemen hemen dâima tarihi, kendilerine mahsus birtakım temel umdelerle (prensiplerle) yeniden değerlendirerek zuhûrlarının bir nevî gerekçesini ortaya koyarlar. Böylece gûyâ yaptıklarının doğruluk ve haklılığını geniş kitlelere kabul ettirmek isterler ki; bir propaganda mahsûlü olan bu değerlendirmeler, ekseriyâ eskiyi kötülemek tarzında vâkî olur.

Dünya'da her milletin hayatında görülen bu gibi tarih tahrifkârlığının en dehşetlisi bizim ülkemizde yaşanmıştır. Çünkü bizi, uzun asırlar boyunca teşekkül ve devam etmiş bulunan İslâm Dünya Görüşü nden kopararak bir bâtılın gayyâsına düşürmek kolayca mümkün olabilecek bir iş değildi. Bundan dolayıdır ki, ülkemizde icrâ edilmiş olan inkılâp hareketleri, dehşet verici bir tedhiş metoduyla gerçekleştirilmiş ve netice olarak tarih, âdetâ masallaştırılmıştır.Gerçekten 1839 Tanzimat Fermânı ile ortaya çıkan ve kahraman milletimizi Avrupa'nın bir nevî vesâyeti altına sokan batılılaşma mâcerâmız henüz devam eden tesirleri itibariyle hâlâ kurtulamadığımız bir fikrî ve fiilî sefâlet ve felâketler manzûmesidir. Zira Batılılar ne der? [1] endişesi ile hareket ve onları memnun etmek gayreti peşinde koşmak, siyasetimizin en temel bir müessiri hâline gelmiştir. Bunun neticesi de, idâre edenlerimizle idâre edilenlerimiz arasındaki birbirlerine –mutlak mânâsıyla- yabancılaşma olmuştur. Çünkü başka memleketlerde tarihin sadece yorumunda bir inhiraf vâkî olduğu hâlde bizde bu durum, kıymet hükümlerinin tepetaklak edilmesine ilâveten bir de gerçeklerin değiştirilmesi ve bazen de olmamış vak'aların uydurulması gibi akıl ve ilim dışı bir sûrette vâkî olmuştur.

Ülkemizdeki bu tarih tahrifkârlığı, daha ziyâde üç büyük şahıs etrafında dehhâmeleşmiştir. Bunlar Tanzimat'la açılan meş'ûm (uğursuz) kendinden kaçma Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamid ve Sultan Vahideddin,merhumlardır. Bu üç büyük şahsın nûrânî çehrelerinin korkunç bir karalama kampanyasıyla tanınmaz hâle getirilmesinde en ileri gidilmiş olanı –hiç şüphesiz- Sultan II. Abdülhamid merhûmdur. Bunlardan Sultan Abdülaziz ve Sultan Vahideddin'i daha önce yazmış bulunmaktayız.[2] Elinizde tuttuğunuz bu eserle Sultan II. Abdülhamid de yazılmış ve böylece Üç Mazlûm Padişah serimiz tamamlanmış bulunmaktadır. cereyânına karşı millî ve dînî mukavemeti temsil eden

Tarihle az-çok uğraşanlar çok iyi takdir ederler ki, bu ülkede iki şahıs hakkında gerçekleri söylemek, tasavvurun fevkinde bir derecede güçtür. Bunlar Sultan II. Abdülhamid ve M. Kemal Paşa'dır. Zira her ikisi hakkında da yazılmış olanların kaahir ekseriyeti yalandır. Bu yalanlar, bunlardan birincisinin aleyhinde; ikincisinin ise, lehinde vâkî olmuştur. Üstelik bu sonuncusu hakkında eğriyi, doğrudan ayırmanın fiilî güçlüğüne ilâveten bir de kaanunî bir mâni mevcuddur.[3] Bu sebepledir ki, onunla ilgili olarak yazabildiklerimizden dolayı mâruz kalmış olduğumuz sıkıntılar, bizi tanıyan herkesçe mâlumdur.[4]

Sultan II. Abdülhamid'e gelince, O'nun hakkında gerçeği söylemek için kaanunî bir mânî yoksa da, yalanların kesâfeti (yoğunluğu) sebebiyle fiilî gerçeklerin tam mânâsıyla ortaya konulması, imkânsıza yakın bir derecede güçtür. Bununla beraber uzun bir çalışmanın mahsûlü olan bu eserde, merhum hakkındaki yalan ve yanlışlarla gerçeklerin çarpıtılmasına âid belli başlı yanlış ve iftiraları cevaplandırmaya çalıştığımız görülecektir.

Satranç oynayan insanlar, birbirlerinin şâhını mat etmeye çalışırlar. Şâhı mat olan bir oyuncu, geride ne kadar atı, kalesi ve piyonu mevcud olursa olsun, oyunu kaybeder, yani mat olur!.. Milletler arasındaki mücâdele de bir satranç oyununa benzer. Her milletin münevverleri, bir satranç tahtasındaki şâh mesâbesindedir. Binâenaleyh düşman telkinlerinin asıl hedefi onlardır. Bir ülkenin münevverlerini, kendi dâvâsına kazanan düşmanlar, o münevverlerin mensup olduğu milleti, kahredici emellerine râm etmekte hiçbir güçlük çekmezler. Bizde de böyle olmuştur. Bunun neticesidir ki, Sultan II. Abdülhamid Han hazretlerinin otuz seneyi aşan iktidar zamanının vak'alarını ve onların baş âmili olan o büyük şahsiyeti değerlendirmekte, halk ile münevverlerimiz arasında dâima büyük bir fark müşâhede edilegelmiştir. Hâlâ devam eden bu değerlendirme farkını kavrayabilmek için bir misâl zikredelim. İttihatçılar'ın Selânik vâliliğini yapmış olan ve bazı müsbet fikirlerine rağmen Tevfik Fikret gibi memleket münevverlerini sihr-i şiir ile idlâl (sapıklığa sürükleme) gayreti peşinde koşmuş bulunan bir kimseye yazı yazdırabilmek için mâhud Tanin Gazetesi'nin sermâyesini vermiş olan Hüseyin Kâzım Kadri, hâtıratında, kendisi gibi ifsâd edilmiş münevverlerle halk arasındaki tezadı, yani değerlendirme farkını açıkça ortaya koyan tipik bir vak'a nakletmektedir. O, Sultan II. Abdülhamid'den sonra işbaşına gelenlerin ülkeyi bir mâcerâ mantığıyla idâre ederek binbir bâdireye sürüklemeleri karşısında, umûmî efkârın o büyük Hükümdar'a hasretle meyletmiş bulunduğunu belirttikten sonra bu değerlendirme farkını, şu satırlarla ifade etmektedir: Bir ihtiyar kadın bana bir gün: -Âh!.. Kahrolasın Abdülhamid!.. Âh gaddar, hâin!.. O'nun yüzünden bu hâle düştük!.. demişti. Ben de: -Evet, vâlide, çok doğru söylüyorsun!.. Allah kahretsin!.. cevabını verdim ve her ikimiz bu nakaratı tekrar edip duruyorduk ki; kadın birden bire makam değiştirip:

-Oğlum!.. Sen de, ben de söylüyoruz; fakat zan ederim ki; her ikimizin sözlerimiz arasında pek büyük bir var… Ben, Allah kahretsin, diyorum; çünkü memleketi güzel yönetemedi ve bu yüzden hem kendisini, hem de bizi makhur (kahrolmuş) ve perişan etti. Memleket de birtakım bayağı adamların elinde kaldı. diyordu.

-Aman hanım, ne söylüyorsun?! diyecek oldum. Kadın, târif olunmaz bir şiddetle söze başladı ve dedi:

-Oğlum, kendine gel, senin Abdülhamid dediğin Sultan ibni Sultan, ibni Sultan, ibni Sultan… idi. Ne çâre ki, kendine yakışmayacak işler yaptı ve bizi de böyle adamların ellerine bıraktı… Eyvah!.. Eyvah!..

Ben, bu sözleri işitmemek için süratle yürüdüm ve arkamdan söylenmekte devam eden bu sıkıntı veren kadından uzaklaştım. [5]

Sultan II. Abdülhamid devrinin –hemen hemen bütün münevverleri- O'nu anlamamakta, hatta O'na muhalefet etmekte âdeta ittifak hâlindedirler.[6] Bunların Batı zihniyetli olanlarını, bu yanlış tutumları dolayısıyla anlayıp izah etmek kaabilse de, bütün hayatları boyunca islâmî gayret sahibi olmuş bulunmaları sebebiyle Üstad Bediüzzaman Said-i Nursîve büyük şâir Mehmed Âkif Bey için bu tutum gerçekten izahı gayr-i kaabil bir büyük tezattır. Bu tezâdın, Sultan II. Abdülhamid merhumun devrini dolduran dâhilî ve hâricî gâilelerin perde arkasına vâkıf olmayı güçleştiren kesîf (yoğun) bir propagandadan doğduğu şüphesizdir.

Hakîkaten Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri'nin devri, -bilhassa dâhilî hâdiseler dolayısıyla- âdeta bir örfî idâre (sıkı yönetim)dir. Bundan dolayı kaynatılmakta bulunan fitne kazanına vâkıf olunamadığı takdirde, hâdiselerin zâhirine nazaran o büyük şahsiyete muhâlif olmak âdeta kaçınılmazdı. Halbuki hâdiselerin içyüzüne vâkıf olunsa, o büyük hükümdarı bu tutumundan dolayı mâzur görmek ve asla kınamamak gerekirdi. Çünkü birlik ve beraberlik şuurunun –çeşitli iç ve dış sebeplerle- zaafa uğradığı o hengâmda devletin bekası ancak ve ancak tezatsız bir otorite ile sağlanabilirdi. Sultan II. Abdülhamid bu gerçeği erkenden görerek dizginleri dirâyetle eline almasaydı, devlet, daha o zaman hayalperest Midhad Paşa ve ekibi elinde çoktan batmış olacaktı. Nitekim bilâhare, hâdiselerin içyüzüne vâkıf olmak imkânını elde edince eskiden yaptığı hürriyet münâdiliği nden dolayı nedâmet gösterenler de az değildir. Hatta böyleleri içinde filozof ünvanlı Rızâ Tevfik gibi pek de dindar olmayan kimseler bile mevcuddur. Buna rağmen yukarıda ismi geçen iki dindar şahsın bu dirâyeti daha sonra bile gösterememiş olmaları, onlar hesabına cidden üzücü bir keyfiyettir.[7]

Sultan II. Abdülhamid hakkında hâlâ devam etmekte ve mektep kitaplarına kadar intikal etmiş bulunmakta olan iftiralar, âdeta uçsuz bucaksız bir denizi andırmaktadır. Bu iftiralarda O'nun şahsî husûsiyetlerine kadar karartılmadık bir nokta yoktur. Bunların pek çoğuna eserimizde gerekli cevapların verilmiş olduğu görülecektir.

Bununla beraber Sultan II. Abdülhamid merhûmun siyâsî dehâsıyla dindarlığını kabulden hareketle O'nun lehine olmak üzere yazılmış bazı eserlerde de gülünç derecede asılsız vak'alarla medhedilmek istenmesi şâyân-ı teessüftür. Bunlara da bir misal vermek gerekirse, denilebilir ki, ilk nazarda ilmî bir hüviyeti olduğu sanılacak derecede vesika ihtivâ eden, fakat bunların pek çoğu temas edilen bir gerçeğe âit lüzuma binâen dercedilmemiş bulunan bir eserde pek çok doğru ve faydalı bilgiye rağmen Sultan II. Abdülhamid Han'ın mütenekkiren (habersizce) hacca gitmiş olduğu yolunda mantıksız bir iddiâ mevcuttur.[8]

İsmi mâlum olmayan bir mutavvıf (tavaf yaptıran) kimsenin beyânına yer veren arapça bir kitabı kaynak göstererek ortaya konulan bu iddianın sahibi, gûyâ o yüce Sultan'ı, Osmanlı padişahları içinde yegâne hacca gitmiş olan bir kimse olarak gösterirken düşünmemektedir ki, o zaman da hac için en az altı ay, merkez ve idâreden uzak kalmak gerekirdi. Bu takdirde bunun bilinmemesine ve yerli bir kaynakta zikredilmemiş olmasına imkân var mıdır?!. Bunu takdir edemeyecek kadar saray ve devlet hayatına vâkıf olmayanların böyle medhiyeleri, Sultan II. Abdülhamid düşmanlarına karşı gülünç bir duruma düşmekten ve O'nun hakkındaki doğru sözlerin de güvenilirliğini azaltmaktan başka bir netice hâsıl etmez!..

Aynı eserde, bir de Ulu Hakan II. Abdülhamid Han [9] müellifi Üstad Necip Fâzıl Kısakürek'ten -kaynak göstermeksizin- bir iktibasta bulunulmuştur. Halbuki Üstad Necip Fâzıl eserine:

-Ben sanat ve tefekkür adamı olmak iddiasındayım ve tarihçi değilim!.. Bu eser de bir tarih denemesi değil!.. cümlesiyle başlamakta ve 320 sayfalık kitabında hiçbir kaynak zikretmemiş bulunmaktadır. Böyle olduğu hâlde, zikri geçen eser, oradaki asılsız bir medhiyeyi[10] de aynen nakletmektedir[11] ki, o medhiye de şudur:

Gûyâ bir gece yarısı Aksaray'dan karısı doğum yapamayan bir adam, saraya bir telgraf çekerek yardım istemiş ve bunun üzerine mâbeynciler (aşağı yukarı her mâbeynci hâtırat yazmıştır, bunlar her kimse!..) bir kısım ihsân-ı şâhâne ve bir doktor ile birlikte oraya sevk edilmiş, dönüşlerinde Sultan'ın uyumayarak onları beklemekte olduğuna şâhid olmuşlardır.

Evet, Sultan II. Abdülhamid, mühim bir devlet işi için gecenin her saatinde uyandırılmasına müsaade etmişti.[12]Fakat bu aslâ ahâd-ı nâstan (sıradan bir kimseden) gelen bir telgraf için olamaz!..

Buna ilâveten bir de şunu söyleyelim. Bazı açıkgözler de kendi faaliyetleri için Sultan II. Abdülhamid'i kullanmaya teşebbüs etmişlerdir. Bu çirkin tavrın en son örneği, Fethullah Gülen'in mektepleri ile yapmak istediği işin,Abdülhamid'in güttüğü dâvânın bir devamı olduğu yolunda beyâna kapaktan yer veren bir eserdir.

Böyle eserler[14] ve onların şaşırtıcı beyânları pek çoktur!.. Bunlardan bir kısmına da ileride yer yer cevap verilmiş olduğu görülecektir.

İşte hakkında en çok eser yazılan insanlardan biri olduğu hâlde, bizim de üç mazlum padişah tan biri olarak bu büyük şahsiyetin biyografisini kaleme alışımız, O'nun hakkındaki eserlerin, gûyâ lehte olanlarının bile, şu zikrettiğimiz bir-iki misalde görüleceği üzere ciddiyetten uzak oluşudur.

Gençlik yıllarımda Sultan II. Abdülhamid Han hakkında, bazı nâdir makaleler ve Seyyid Abdülhakim Arvâsî ileSüleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin etrafında bulunmuş zevâttan[15] nakledilen değerlendirmeler dolayısıyla O'nun büyüklüğüne bir kere daha muttalî olmuş ve lise yıllarında edindiğim kanaati pekiştirmiştim. Fakat öyle büyük bir şahsiyetin, nasıl olup da birkaç Balkan komitecisi karşısında mağlubiyeti kabul edip taç ve tahtını terk etmiş olmasını izah edemiyordum. Hatta merhûmu şecaatsizlikle itham ettiğim bile olmuştur.[16] Gerçekten her insaf sahibi kabul eder ki, Sultan II. Abdülhamid'i devirenler, zekâ ve siyâsî dirâyet itibariyle o büyük hükümdara çömez bile olamazlar. Bu gerçeği mezardan kaldırıp kendilerine sorsak, onların bile itiraftan içtinab etmeyecekleri muhakkaktır.[17] kader hakkındaki derinleşmem sonunda anladım ki, o büyük şahsiyet de, aynen Sultan Abdülaziz gibi ilâhî kadere ters düşmüş olmaktan dolayı, mazlûmiyetin her türlü acısını tatmak mecburiyetinde kalmıştır. O kaderse, milletin sonraki bozuk kafalı idârecilerin zulmüne müstahak hâle gelmiş olmalarının bir icabı idi.[18] Böyle olduğu hâlde bu şerirler, o büyük hükümdara karşı, nasıl olup da muvaffak olabilmişlerdir!.. Doğrusu bunu anlayamıyordum. Zamanla, hem tarih üzerindeki araştırmalarım ve hem de her müminin iman ettiği

Diğer taraftan Hayrihî ve şerrihî minallâhi Teâlâ diyen bütün müminler, kader inancına sâhip oldukları hâlde, Âlemi dolduran vukuatı bu temel görüşle değerlendirmekte -ekseriyâ- kifâyetsiz kalmaktadırlar. Gençliğimde ben de böyleydim. Sonra anladım ki; tedbir, takdire tevâfuk ettiği kadar netice hâsıl eden bir beşerî tavırdan başka bir şey değildir. Allah ise, Kâinât'ta mâsivâullâhtan her varlığı, fânîlikle mahkûm etmiştir. Ne hayır, ne de şer; ne kemâl ve ne de zevâl üzere beka şansına mâlik değildir. Bu durum, âdetullâh icâbıdır!..

Burada özün özü bir sûrette temas ettiğim bu gerçeği Sultan Abdülaziz hakkındaki eserimde[19] tafsîlâtıyla anlatmış bulunduğum için bu kadarla iktifâ ediyorum.

Evet, kader perspektifinden işin izahı böyledir. Fakat bir de zâhirî şartlar itibariyle değerlendirme yaparsak, görürüz ki, o şerir insanların başarısı Yahudi desteği nin eseridir. Diğer bütün sebepler, asırlar sonra tekrar Filistin'e dönmek emeliyle başkalarını kullanan Yahudilerin icadıdır. Sultan II. Abdülhamid'in tâlihsizliği, iktidar zamanının Dünya'daki Yahudi gücünün zirveye ulaştığı bir zamana tesâdüf etmiş olmasıdır.

Benim gençliğimde bir kimsenin islâmî şuurlanma itibariyle durumunu tâyin bakımından –bir nevî turnusol kağıdı gibi- iki şahsiyet ile ilgili değerlendirmesine itibar edilir di ki, bunlardan birincisi Sultan II. Abdülhamid merhumdu. Diğeri ise, ehline mâlumdur!.. Şimdi ise, tâviz furyası öylesine şiddetlenmiş bulunmaktadır ki, onun anaforuna yakalanmayan hiçbir kimse kalmadı denilse mübâlağa edilmiş olmaz. Bu sebeple bu eski ölçü, artık kullanılamaz olmuştur!..

Yerli ve yabancı pek çok eserle Başvekâlet Osmanlı Arşivi'ndeki sayısız vesâike istinâden yapılmış olan bu çalışmada, bazı pespâye propaganda mahsûlü neşriyatla –bizce hepsi de şüpheli olan-[20] ve ortalıkta Abdülhamid'in Hâtıratı adıyla dolaşan eserlere itibar atfetmemiş olduğumuzu ifade etmek isteriz.

Bu vesileyle yakın tarihimizin bu devâsâ şahsiyetini, âhır ömründe mâruz kaldığı mazlûmiyeti anlatmak maksadıyla yazmaya bu âciz kulunu muvaffak kıldığı için Cenâb-ı Hakk'a nihayetsiz şükürlerimi arz ediyorum.

 

Bu eseri, okuyucularıma yakın tarih hakkında yeni bir görüş ufku kazandıracağı veya zaten mevcud olan doğru görüşlerini teyide medâr olacağı ümidiyle yayınlarken, son söz olarak –okuyan herkesin- Sultan II. Abdülhamidmerhumun aziz ruhunun bir Fâtiha ile taltif etmesini istirham ediyorum.

 

Ve minallâhi't-Tevfîk!..

Kadir MISIROĞLU

26 Aralık 2006/ İSTANBUL

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dipnotlar:

[1] Avrupa'yı anlamak için, Avrupa'yı temsil etmek için bir vâsıtamız yoktur: Yalnız garip, mühlik (tehlikeli) bir vak'a önünde:«-Avrupa ne der?!» söyler ve bir şey bekleriz!.. …Bir fırka (parti) mühim bir teşebbüste bulunsa, bir vilâyet kaanunu tanzim edilse, millî bir tezâhür olsa, bir cemiyet-i islâmiyye teşekkül etse, bir hükümet sukût etse,…. millî bir gazete neşredilse, harb edilse, sulh edilse, idamımıza karar verilse, mezara gidilse… biz:«-Avrupa ne der?!» söyleriz. … -Avrupa ne der?! suâli, havfın (korkunun), fikr-i şahsiyi istihkâr eden (hakîr gören) kuvve-i hafiyesidir. (Bkz: Halil Adem'in Hilâfet Siyâseti ve Türklük Siyâseti (İstanbul 1331) isimli esere yazdığı uzun dipnot. sh: 7 vd.)Ne dersiniz, makale hacimli bir hâşiyeden naklettiğimiz şu üç-beş cümlede ifâde edilmiş olan gerçek, bugün de hâlâ aynen mevcud değil mi?!

[2] Kadir Mısıroğlu- Bir Mazlûm Padişah: Sultan Vahideddin, (İstanbul, 2005) ve Bir Mazlum Padişah: Sultan Abdülaziz, (İstanbul, 2006).

[3] M. Kemal Paşa hakkındaki 5816 numaralı kaanun, aslında O'nun heykellerini kırmayı ve hâtırasına alenen hakaret etmeyi suç saydığı hâlde, tatbikatta en küçük bir tenkidin bile suç sayıldığına dâir gerçeklere vâkıf olmak için: Gurbet İçinde Gurbet (İstanbul, 2004) isimli eserimizin 372. sahifesindeki 153 numaralı dipnot veya Sarıklı Mücâhidler (İstanbul, 2007) 18 sahifedeki 10 numaralı dipnota bakılabilir.

[4] Tafsîlât için şu eserlerimize bakılabilir: Geçmiş Günü Elerken, c. I ve II (İstanbul 1993-1995), Hicret (İstanbul 1990) ve Gurbet İçinde Gurbet (İstanbul 2004).

[5] Hüseyin Kâzım Kadri- Balkanlardan Hicaz'a İmparatorluğun Tasfiyesi- İstanbul, 2003. sh: 59.

[6] Bu gibi insanların ne kadar çok oldukları hakkında sathî bir fikir edinmek için şu esere bakılabilir: Âdem Çevik- II. Abdülhamid'de Yanılanlar, İstanbul, 2006.Bir derleme olan bu eser, köpük toplama nev'inden belli başlı kalburüstü insanları ele almış olmasına rağmen yine de kemiyete dâir bir fikir verebilir. Ancak burada Sultan II. Abdülhamid'e muhalefet edenlerin hepsi de, bu hataları sebebiyle yanılmış olarak gösterilmektedir ki, böyle bir tespit aslâ doğru değildir!.. Bunların pek çoğunun muhâlefetleri bir yanılma eseri olmayıp zihniyetlerinin tabiî icabı olarak kasdîdir.Bu derlemede ayrıca İttihatçılar hakkındaki tenkid ve târizler de, Sultan II. Abdülhamid'den itizar veya O'nun hakkındaki menfî beyânlardan nedâmet gibi değerlendirilmektedir. Bu da onların ekseriyeti için doğru değildir. Buna misal olarak sadece Süleyman Nazif'in şu şiiri kâfîdir:

Padişahım! Gelmemişken yâde biz,

İşte geldik senden istimdâde biz,

Öldürürler başlasak feryâde biz,

Hasret olduk eski istibdâde biz.

Dembedem coşmakta fakr ü ihtiyaç

Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.

Memleket mâtemde, öksüz taht ü taç.

Hasret olduk eski istibdâde biz.

Görülmektedir ki, burada bir özür değil, İttihatçıların daha zâlim oldukları tarzında bir ifade mevcuttur. Mezkûr kitapta fikirlerine yer verilen şahsiyetlerin pek çoğu da Süleyman Nazif gibidir.

Yavuz Selim Osmanoğlu- Sultan İkinci Abdülhamid Hakkında Meşhurların İtirafları, (İstanbul, 2006) isimli derleme de aynı mâhiyettedir.

[7] Sultan II. Abdülhamid'e muhalefet kendilerine hiç yakışmayacak iki şahıstan biri olan Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî, pek geç kalmış dahî olsa, âhir ömründe nedâmet göstermiştir. Şöyle ki:Prof. Dr. Osman Turan merhumdan dinlediğime göre Bediüzzaman Said-i Nursî, 1960 yılında vefâtıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken Ankara'daki evlerini ziyaret etmiş ve O'nun kayınvâlidesi Nemîka Sultan'dan dedesi adına helâllik istemiştir:Bilindiği üzere Osman Turan Bey'in kayınvâlidesi Nemika Sultan, Selim Efendi'nin kızıydı. Selim Efendi ise, Sultan II. Abdülhamid'in en büyük oğluydu. Nemîka Sultan, Ankara'da damadıyla birlikte yaşamakta ve bir apartman katında kendisine tahsis edilen odadan çıkmayarak devamlı ibâdetle meşgul olmaktaydı. Vâkî ısrar üzerine misafirlerin yanına gelmiş ve Said-i Nursî merhum, şu sözlerle kendisinden helâllik dilemiştir: -Sultan Efendi Hazretleri!..Biz, gençlik sâikasıyla İttihadçılar'ın propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Abdülhamid Han Hazretleri hakkında pek çok itâle-i kelâmda (lisânen tecâvüzde) bulunduk. O'nun vârisi sıfatıyla sizden helâllik diliyorum. Ben bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. O'nun nâmına bana hakkınızı helâl ediniz!.. Nemîka Sultan: -Ne beis var hocaefendi!.. O zamanın siyâseti icabı böyle çok işler oldu!.. Artık geçen geçti. demişse de Bediüzzaman sarahaten Helâl ettim!.. cümlesini duymak istemiş ve bunu Sultan Efendi'ye ısrar ederek üç kere tekrarlatmış ve sonra da: -Oh!.. Elhamdülillâh, inşallâh bu haktan da kurtuldum. Artık müsterih olarak ölebilirim!.. demiştir.Hakîkaten o anda Urfa'ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa'ya varmış ve kısa bir müddet sonra da orada vefat etmiştir.Rahmetli Celâleddin ÖktemHoca'dan dinlediğine nazaran, II. Meşrûtiyet arifesinde İstanbul'a gelen Said-i Nursî merhum o zaman Dârulfünûn'a tahsis edilmiş olan Zeyneb KâmilSultan II. Abdülhamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş. Ezcümle Celal Hoca'nın bizzat işittiğini söylediği şu sözleri sarfetmiş: -Sultan, tek başına koca bir sarayı işgâl ediyor. Çıksın oradan!.. Ben orayı mektep yapacağım!.. Bu ve benzeri sözler yüzünden tımarhâneye sevkedilmişse de doktorlar, aklında bir noksanlık olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarfettiğini söyleyerek O'nu serbest bırakmışlar.Bundan sonra Mâbeyn'e gelerek Padişah ile görüşmek istemiş, fakat bütün ısrarlara rağmen belindeki hançeri çıkarmak istemediğinden bu görüşme vâkî olamamıştır.II. Meşrûtiyet'in ilânı üzerine Selânik'teki Hürriyet Meydanı nda düzenlenen bir mitingde bir konuşma yapmış, bu konuşma Nutuk adıyla basılıp halka dağıtılmıştır. (İstanbul, 1326…..)Daha sonra Sultan Reşad'la görüşen Said-i Nursî, O'ndan Van'da tesis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefâtında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askerî Cezâevi'nden hapishâne arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşak'ta kalmış. O da bunları bozdurarak bugünkü Hayrat Vakfı nı kurmuştur.Mehmed Âkif Bey'e gelince, bu hususta bir nedâmette bulunması için Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi tarafından, Mısır'da kendisine defaatle tavsiye ve telkinde bulunulmuş olmasına rağmen, O'nun böyle sarih bir beyânına şâhid olunmamıştır. Mehmed Âkif Bey üzerinde şâyân-ı takdir çalışmaları olan arkadaşımız M. Ertuğrul Düzdağ, merhumun Âsım kitabındaki Semerci şiirinin böyle zımnî bir nedâmet olduğunu söylemekteyse de, O'ndan sarih bir beyânda bulunmasını beklemek, bütün müslümanlar için gerçekten bir haktı. Maalesef O, bunu yapamamış ve bundan dolayı da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin şâir evlâdı İbrahim Sabri Bey tarafından -şahsî arşivimizde mahfuz- uzun bir şiirle tenkid edilmiştir.Bununla beraber -şu hususu da ifade etmeliyiz ki- Âkif Bey'in şiirleri kronolojik bir sıra dâhilinde incelenirse, O'nun Sultan II. Abdülhamid sonrasını gerek vak'alar ve gerekse şahıslar itibarıyla –kâh açık, kâh kapalı olarak- çok şiddetli bir sûrette tenkid ettiği görülmektedir. Benim gençliğimde okuduğum Safahat ta bunların çoğu mevcud değildi. Meğer hayırsız damad Ömer Rızâ Doğrul, bazen kelime değiştirerek, bazen de beyitler çıkararak eseri tahrif etmiş imiş. Ertuğrul Düzdağ Bey, uzun ve sabırlı bir çalışma ile Safahat ı aslî hüviyetine kavuşturmuştur. Bundan dolayı bu eserin yeni baskılarında –hiç olmazsa Sultan II. Abdülhamid sonrası, yani İttihadçılar hakkında-yukarıdaki görüşümüzü te'yiden sadece Semerci şiiri değil, daha bir çok misal gösterilebilir. Konağı'nda bir konferans vermiş. Bu konferansta

[8] Bkz: Ömer Faruk Yılmaz- Belgelerle Sultan II. Abdülhamid Han, İstanbul, 2000, sh: 214.Cümle âlem bilir ki, Osmanlı padişahlarının hiçbiri hacca gitmemiştir. Bunun bir çok sebebi meyânında emniyetin sağlanmasındaki güçlüğe ilâveten bir de bunun en az altı ay gibi bir zaman almasıdır. Ulemâ devlet reisinin –cihad dışında- bu kadar uzun bir müddetle işbaşından uzaklaşmasını –o günün şartları dolayısıyla- aslâ câiz görmemiştir.Bu âileden yegâne hacceden Cem Sultan'dır, o da padişah olmamıştır.Sultan Vahideddin, tahttan ayrıldıktan sonra Hicaz'a gitmiş, fakat orada hastalandığından hac mevsimini bekleyemeden geri dönmüştür.İster doğru kabul edilsin, isterse yanlış!.. Tarihî gerçek bundan ibarettir. Onlar çoğu kere kendi yerlerine hacca vekil göndermişlerdir.Büyük velilerin kerâmetleri arasında tayy-i mekân denilen bir hâdise vardır. Sultan II. Abdülhamid de hiç şüphesiz böyle velîlerden biridir. Bundan dolayıdır ki, halk arasında O'nun böyle kerâmetleri şâyîdir. Nitekim biz de ileriki sayfalarda bir kısım görgü şâhitlerine atfen bunlardan bir-ikisini nakletmiş bulunmaktayız. Fakat unutulmamalıdır ki, tarihle menkıbe ayrı ayrı şeylerdir.

[9] İstanbul'da 1965 tarihinde basılmış olan bu eser, mesnedsiz medhiyelerle dolu olduğu gibi Sultan Abdülazizmerhumla ilgili yakışıksız pek çok beyânı ihtivâ etmektedir ki, bunlara Sultan Abdülaziz'le ilgili eserimizde bir nebze temas edilmiş bulunmaktadır.

[10] Necip Fazıl Kısakürek- a.g.e., sh. 317.

[11] Ömer Faruk Yılmaz- a.g.e., sh: 393-394.

[12] …Sultan Hamid müstâcel bir iş zuhurunda, gecenin herhangi bir vaktinde kendisinin uyandırılmasına müsaade etmişti. Bir işin müsta'celiyetini br Hünkâr'ı uykudan uyandırmaya değer olup olmadığını takdir etmek hak ve mesûliyeti, onu arz eden zâta âid idi. (Bkz: Tahsin Paşa- a.g.e., sh: 15)

[13] Bkz: Mustafa Armağan- Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı, İstanbul, 2006.Sultan II. Abdülhamid Han'ın ismiyle dans kelimesini yan yana getirmekteki garabet ve hatta çirkinlik bir yana, bu kitap sırf arka kapağındaki beyân ile dâsitânî bir istismar örneğidir. Bu istismarı şümullendirmek için de eser, -üzerindeki beyâna göre- elli bin nüsha basılmış ve çoğu bedâvâ dağıtılmıştır.Fethullah Gülen ve cemaatiyle benim ilk ihtilâfım Sultan II. Abdülhamidmerhûmun torunlarından Şehzâde Abdülkerim Efendi vesilesiyle vâkî olmuştur. Bütün uğraşmalarıma rağmen bu şehzâdeyi Fâtih Koleji'nde parasız okutturmaya muvaffak olamadım. Onlar buna aslâ yanaşmadılar. Şimdi O'nun dedesini çarpık hizmetleri için bir propaganda malzemesi olarak kullanmaktan içtinab etmedikleri bu eserle sâbit olmuş bulunmaktadır.

[14] Yazarının dindar olduğu bilinen Sultan Abdülaziz ve I. Meşrûtiyet (İstanbul, 2001) isimli eserden alınan şu birkaç satırı –sırf bir misâl olmak üzere- dikkatlerinize arz edelim: Veliaht Murad tahta çıkınca, kendisinden sonraki küçük kardeşi Şehzâde Abdülhamid «Veliaht» statüsü kazanarak tahtın vârisi olmuştu. Şehzâde Abdülhamid, Sultan Abdülaziz'e yönelik hal' girişimini bildiği hâlde, bunun kendisini tahta biraz daha yaklaştıracağını düşünerek ses çıkarmamıştı. (Bkz: Süleyman Kocabaş, a.g.e., sh. 227)Bunu hiçbir görgü şâhidinin ahlâksızlık ve karaktersizlik isnad edemediği Sultan II. AbdülhamidVeliahd Abdülhamid'e cülus yolunu Sultan V. Murat'ın hastalığı açacaktı. Bu uğurda öyle spekülatif görüşler ortaya atıldı ki, Abdülhamid'in Sultan'ı tedâvî eden doktorlarla anlaşıp, onun hastalığını daha da artırarak iyileşmemesi için çalıştığından bahsedilir. Lütfü Simâvî'nin yazdıklarına göre, Abdülhamid, Dr. Kapolyonve Dâru'ş-Şifâ tabibi Müncevrî ile anlaşmıştı. Bunlar, Sultan'ın sağlığını, «Mahmud Paşa'nın gönderdiği sarı altınlara ve ilerisi için verdiği vaatlere fedâ etmişler», her iki doktor, Abdülhamid'in saltanat yıllarında ihsan ve rütbelere boğulmuşlardı.Ahmed Saib'in yazdıklarına göre, Abdülhamid Efendi, vükelâdan faydalanmak yanında Rus Büyükelçisiİgnatiyef'ten bile faydalanmak istemiş, V. Murat'ın hastalığını O'na kendisi haber vermişti. (Bkz: a.g.e., sh. 227 vd.)Süleyman Kocabaş'ın kendi değerlendirmeleri de –çoğu kere- kabullenerek naklettiği bu isnad ve iftiralardan daha hafif değildir: Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde Atatürk İnkılâbı dâhilinde yapılacak olan bir çok inkılâbın düşünce plânında Sultan II. Abdülhamid'de ortaya çıktığını görüyoruz. (Bkz: Garip Tarihimiz, İstanbul, 2006, sh: 40) diyebilen bir yazarın artık Sultan II. Abdülhamid'i Lâtin harflerine milâdî takvime ve hatta şapkaya taraftar (!) göstermesine şaşılmaz!.. Böylece O'nun hakkındaki gericilik ithamını gûyâ cevaplamış olduğunu sanan yazar, dayandığı Hâtırat ın Süleyman Nazif tarafından uydurulmuş olduğunu bilmese dahî –az bir ferâsetle- bu yanlışlara sürüklenmekten kurtulabilirdi. Lâkin bir yazarı teemmül ve mesûliyet duygusundan uzaklaştıran ve eser telifini sırf bir kemiyet zannettiren o sakîm zihniyet yok mu?! İşte bütün bu yanlışların sebebi odur!..Ancak Süleyman Kocabaş bir amatör diyelim ve kendisini mâzur görelim!.. Ya televizyon ekrânlarında kâzip bir Osmanlı hayranı olarak görmeye alıştığımız İlber Ortaylı'ya ne demeli!.. O da bakın, ne cevherler yumurtlamış!.. Lâtin harflerinin bilinmeyen ve kendisini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi Bey'in yayınladığı hâtırata göre, Sultan II. Abdülhamid'dir. Ona göre, halkımızın büyük cehâletine sebep, okuma-yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise, harflerimizdir. Sultan: -Belki bu işi kolaylaştırmak için Lâtin harflerini kabul etmek yerinde olur!.. demektedir.(İlber Ortaylı-Gelenekten Geleceğe, İstanbul, 2002, sh: 103) …1908 Temmuz'unda Makedonya'da patlayan ihtilâlle, Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Abdüülhamid'in otuz yıllık despot yönetimine dur denilmiş… (İlber Ortaylı- İstanbul'dan Sayfalar, İstanbul, 2007 sh. 133) …Böyle bir toplumu tek elden yönetmeye kalkan diktatör padişah II. Abdülhamid bile… (İlber Ortaylı- İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, 2005, sh: 91) hakkında bir müslüman yazar söylüyor!.. Bu kadarla kalsaydı yine neyse!.. O büyük hükümdarın garezkâr düşmanlarından pek çok nakiller yapan bunları bir tenkid süzgeçinden geçirmeksizin eserine derceden bu arkadaşın böyle cürümlerine de sadece bir tek misal verelim:

[15] Biz şahsen Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretleri'nin Sultan II. Abdülhamid'i senâ eden pek çok beyânını, O'nun yakınlarından ve damadı olan Kemal Kacar Bey'den naklen ve defaatle dinlemişizdir ki, bunlardan bir-ikisini nakledelim:Süleyman Hilmi Tunahan, Şeyh Sirâceddin Hazretleri'ne mensubiyetinden dolayı müridlerine Sultan Abdülhamid Han'ı her vesîle ile medh u senâ eder ve: -O, sizin mânen amcanız mesâbesindedir!.. dermiş. Buna bir de şunu ilâve edelim:Süleyman Efendi Hazretleri'nin Tesbihçi Dede denilmekle meşhur olan yetişmiş bir müridi vardı. II. Meşrûtiyet'in ilânı sırasında Sultanahmed Meydanı'nda yapılmakta olan şenliğe gidip bakmak istemiş. Süleyman Efendi, kendisine: -Olur, git, bak!.. Ama üzüleceksin. O şamatacıların en önünde HızırSultan Abdülhamid) baş rolde Hızır (a.s.)'ın olduğuna vâkıf bulunduğu için Selânik'ten gelen Hareket Ordusu na karşı kılını kıpırdatmamıştır.Şâyân-ı hayrettir ki, kendisinin en yakını olan bir kimseden (Kemal Kaçar), Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri'nin bu beyânına muttalî olduktan az bir müddet sonra bu gerçeğin o büyük Sultan tarafından da aynen ve yazılı olarak ifade edilmiş olduğunu hayretle öğrendim, şöyle ki:1960'lı yıllarda Serencebey'de Mazhar Paşa Sokağı'nda oturuyordum. Burası Şeyh Zâfirî Tekkesi'ne çok yakındı. Arada sırada sabah ve yatsı namazlarına, aslında bir Şâzelî Tekkesi olan Ertuğrul Câmii'ne giderdim. O sırada Beyrut ve Şam'da giriştiği bir ticâretten muvaffakiyetsizliğe uğrayarak İstanbul'a dönmüş bulunan Halil Zâfir, bu câmiin hemen yanıbaşındaki Şeyh Zâfirî Konağı'nda münzevîyâne bir hayat yaşıyor ve beş vakit bu câmi-i şerife devam ediyordu. Burada ahbap olduk. Bazı yatsı namazlarından sonra beni konağa dâvet eder, Sultan II. Abdülhamid merhumun Yıldız Sarayı'ndaki marangozhânesinde imal edilmiş olan eşyâlarla lebâleb dolu olan bir salonda uzun uzun sohbetlere dalardık. Bir gün Halil Bey, konağın üst katına çıkarak hasırdan mâmul bir zenbille döndü. Bunun içi, Sultan II. Abdülhamid Han tarafından Şeyh Zâfirî Efendi'ye, O'nun vefâtından sonra da oğullarına yazılmış olan mektuplarla doluydu. Bunları tetkik ederken bir mektup, hayretimi mucip oldu:Halil Bey, Şeyh Zâfirî'nin ondört evlâdından birinin oğluydu. O'nun söylediğine göre, dedesinin vefâtından sonra Padişah, babası ve amcalarını huzuruna çağırarak: -Babanızdan sonra kime râbıta yapacağınızı merhum Şeyh Hazretleri size söylemiş miydi? diye sormuş. Onların da: -Hayır!.. cevabını vermeleri üzerine: -Rabıtayı bana yapacaksınız. O'nun yerine ben tâyin olundum. Size söylemiş olması lâzımdı. demiş.Bundan dolayı Şeyh Zâfirî'nin evlâtları her vesile ile Sultan'ı ziyârete giderler ve O'nunla temâsı kesmezlermiş. Padişah, aynen Şeyh'inin sağlığındaki gibi her Ramazan mutlaka bir kere bu konağa iftara gelirmiş. O gelmeden önce de konağa, saraydan tabla tabla yemekler gönderilirmiş. Bunları anlatan Halil Zâfir, Padişah'ın zaman zaman babası ve amcalarını, eski tâbirle berâ-yı mâlumât bazı şeylerden mektupla haberdar edermiş. Hasır zembilde beni hayrete düşüren mektuplardan biri de bu mâhiyette idi. Mektubu, birlikte tekrar tekrar okuduk. Saltanatının son zamanlarında yazıldığı anlaşılan bu mektupta Sultan diyordu ki: Evlâtlarım!.. Hareket Ordusu'na karşı bir şey yapmadığımdan dolayı bazıları hakkımda itâle-i kelâmda (sözlü tecâvüzde) bulunurlarmış. Sakın siz, böylelerine kapılmayın. Evet, ben o güruh karşısında hareketsiz kaldım. Çünkü onların en ön safında Hızır –aleyhisselâm-'ın yürüdüğünü gördüm ve anladım ki, ne olacaksa olacaktır. Bu bir kader icabıdır. Karşı çıkıp ibâdullâhın kanlarının heder olmasına sebep olmak istemedim. Halil Zâfir Bey'den, bu mektubu bana vermesi için pek çok ricâda bulundum. -Bunların hepsini sana vereceğim, sabret!.. dedi. Hakikaten o sırada, sanki ölümünü hissetmişcesine bazı tasfiye hareketleri yapıyordu.Ertuğrul Câmi-i Şerifi tekke iken üst katında zengin bir kütüphâne varmış Tekkelerin kapatılmasından sonra burasını ilk mektep yapmışlar. Halil Bey'in babası da kitapları, konağın üst katına taşımış. Halil Bey, bu sırada bazı yazma Kur'ân-ı Kerîm'lerle birlikte nâdide eserleri Topkapı Sarayı'na götürüp teslim etmişti ki, aldığı makbuzları bana da göstermişti. Bu arada bana da zaman zaman tarihle ilgili bazı kitaplar veriyor, mektupla ilgili talebimi ise: -Kütüphâneyi tasfiye ediyorum; evrak kısmını sana vereceğim. Biraz sabret!.. diyordu.Ne yazık ki, kısa bir müddet sonra vefat etti. Geride meczûbe bir hanım bıraktı. Esâsen evlâdı yoktu. Bu kadına lâf anlatıp zikri geçen mektubu elde etmek için vâkî mürâcaatlarım boşa gitti.Sultan II. Abdülhamidmerhumun şu beyânıyla zâhir olan kalb gözü açıklığını kızı Ayşe Sultan da, şu sözleriyle teyid etmektedir: Babamın çok nasihatını aldım. Aklına her zaman hayran kaldım. Görüşü çok kuvvetli idi. İleriyi keşfedecek kadar keskin görüşlü idi. Kerâmet sahibi denilebilirdi. O zaman söylediklerinin hakikat olduğunu zaman bize isbat etti. (Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 154)Yine Halil Bey'in sağlığında Nâmık Paşa'nın kızından aynı konakta bir keramet nakline de şâhid olmuşumdur ki, bunu da ileride nakledeceğim. aleyhisselâmı göreceksin!.. demiş ve ilâve etmiş: O büyük velî (yani

[16] Hatta Şehzâde Mahmud Şevket Efendi ile Fransa'da görüştüğüm 1965 yılında bile bu görüşü muhâfaza etmekteydim. Merhûm Şehzâde, Sultan II. Abdülhamid'i tenkid zımnında diyordu ki: -…Tâc ve tahtım için kan dökemem!.. diyerek Hareket Ordusu na karşı âtıl davranması hatadır!.. Devlet adamı gözü kara ve cesur olmalıdır!.. Sultan Hamid böyle yapmakla kan dökülmesini önleyebildi mi? Aslâ!.. Bu defa İttihatçılar kan döktüler!.. Hem de nice mâsumun kanını!.. Onlara bu fırsatı, Sultan Hamid verdi!.. Ben de bu görüşleri o gün için tasvip etmiştim.

[17] Nitekim onların böyle itirafları mevcuddur. Çanakkale Harbi sırasında İstanbul işgal tehlikesi altına düştüğünden o sırada Beylerbeyi Sarayı'nda menkûb olan Sultan II. Abdülhamid'i, hükümet, Anadolu içlerine nakletmeyi düşünmüş ve bu maksatla Talat Paşa, yanına Meclis'i temsil etmek üzere bir meb'us arkadaşını alarak Hünkâr'ı ziyarete gitmiştir. Sultan II. Abdülhamid, bu teklifi şiddetle reddetmiş ve ziyaretçilerine dehşetli bir siyâset dersi vermiştir: Beylerbeyi Sarayı'ndan sandalla ayrılan Talat Bey, refikine: -Azizim!.. dedi. Bu adamı tahttan indirmekle büyük hata etmişiz. Bunu takdir etmek de bir meziyettir. (Bkz. Refî Cevat Ulunay, Bu Gözler Neler Gördü, İstanbul, 2004, sh: 21) Bu vak'a O'nun devriyle alâkalı bütün ciddî eserlerde yer almış bulunmaktadır.Gerçekten Sultan II. Abdülhamid'in kendisine siyâsette çömez bile olamayacak insanlardan tarafından tahttan indirilmesini, onların mesâîlerinin kadere tevâfukundan başka bir sûretle izah etmek mümkün değildir. Bu gerçeği ifade etmek üzere Yunus Emre:Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yereYalan değil, gerçektir ben de gördüm tozunudemiştir.

[18] Kemâ tekûnû yuvellâ aleykum Yani, Nasılsanız, öyle idâre olunursunuz!.. (Hadîs-i şerîf)

[19] Bkz: Kadir Mısıroğlu- Bir Mazlum Padişah: Sultan Abdülaziz, sh: 181 vd.

[20] İlme hizmetten ziyâde sırf bir sansasyon (heyecan verici haber) ve para kazanma gâyesi peşinde koşan birtakım kimselerin Sultan Abdülhamid'in Hâtırâtı İbnü'l-Emin Mahmud Kemal İnal'ın Türk Tarih Encümeni Mecmuası'nda (Bkz: Sayı: 13-15) Abdülhamid-i Sânî'nin Notları başlığı altında yayınlanmış olan metne nâşirinin güvenilirliği dolayısıyla itibar edilebilirse de, o da aslının Hazine-i Evrâk'ta bulunan bir defter olduğunu söylediği metnin, az bir kısmını yayınlamıştır. O günden beri, sadece Mehmet Hocaoğlu, Abdülhamid Han ve Muhtıralar İ. Hami Danişmend'in gûyâ Fransızca bir nüshasını buldum!.. diyerek Çakmak Mecmuası nda (sayı: 32 vd.) yayınladığı metin ve bunu te'yiden Ayşe Osmanoğlu imzasıyla dercettiği yuvarlak ifadeli mektup da -kanaatimizce- İ. Hami Danişmend'in hatırı için kaleme alınmış bir hatır senedi mâhiyetindedir. En evvel Utarid Mecmuası'nda 1919 yılında neşredilen ve sonra Zaman Kitabevi tarafından kitaplaştırılan metinse, yayıncı olarak Vedat Örfî ismini taşımakla beraber, bunun Süleyman Nazif tarafından uydurulmuş bulunduğu ve bu gerçeği bizzat İbrahim Hakkı Konyalı'ya itiraf etmiş olduğu, Konyalı merhumdan mesmûumuz olmuş bulunmaktadır. Bizim iddiâmızı İbnü'l-Emin de kabul etmekte ve bundan dolayı Süleyman Nazif'i azarlamış bulunduğunu beyân etmektedir. (Bkz: İbnü'l-Emin- a.g.e., sh: 341'deki 2 numaralar dipnot) Bu hususta tafsilat için bakınız: Alaaddin Yalçınkaya- Sultan Abdülhamid'in Notları, İstanbul, 1996 veya Ali Birinci- Sultan Abdülhamid'in Hâtıra Defteri Meselesi , Divan, 2005/2, sh: 175-194. diye ortaya koydukları eserlerin hiçbiri bizce güvenilir değildir. Bunlardan sadece ünvanlı eserinde (İstanbul, 1989) mezkûr defterin ancak bir kısmını gördüğünü söylemekte ve ondan bazı parçalar iktibas etmiş bulunmaktadır.Diğerleri ise, çeşitli kimseler tarafından uydurulmuş hayal mahsulü şeylerdir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...