Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Muvazene

" Buna Para Derler Sevgilim! "

Recommended Posts

Yavuz Bülent Bakiler anlatıyor:

 

 

Osman Yüksel Serdengeçti, Denizciler caddesinin bir arka sokağında, Deniz Palas Otelinin altında küçücük bir dükkân kiralamıştı. Hem yazıhane, hem yatakhane olarak kullandığı bu tekgözlü dükkân, sıvaları yer yer dökülmüş, kerpiç yüzleri sancılı yaralar gibi ortaya çıkmış, pencereleri - kapıları çarpılmış, çatıları esnemeye başlamış eski Ankara evleriyle adeta burun burunaydı. Necip Fazıl, çok güzel bir benzetmeyle Onun izbe sokaktaki mekânından «Kör barsak gibi bir yer» diye bahsetmiştir. Ben fikir ve sanat dünyamızın gönül kumaşları ipekten olan bazı temsilcilerini ilk defa Onun yazıhanesinde tanıdım. Türkiye çapında bâzı siyasilerimizi ilk defa Onun meclislerinde dinledim. Her defasında kendimi zengin hatıralar, taze bilgiler, ve güzel dostluklar içinde huzurlu buldum.

Bir akşam, Necip Fazıl, o körbarsak gibi yere, bir fırtına gibi girdi. Etrafa yüzünü buruşturarak baktı. Kırık-dökük sandalyelerden birine ilişse, çok şık, çok temiz elbiselerine sanki pençe pençe matbaa mürekkepleri bulaşacaktı. Acele acele ve sesinin yüksek tonuyla söze başladı:

Osman sevgilim! Bana beşyüz lira lâzım. Vaktim yok. Çabuk ol biraz. Sadece beşyüz lira istiyorum senden!

Necip Fazıl, Ona hep sevgilim diye hitab ederdi. Bazan «espri makinası» derdi. Kızdığı zamanlarda da «espri budalası» diye homurdanırdı. Osman Yüksel ise Necip Fazıl'a sesinin o tok tonuyla ve yerden sanki birkaç batman bir ağırlık kaldırıyormuşçasına, hep «ÜSDAD» diye seslenirdi.

1958 yıllarında beşyüz lira iyi paraydı. Serdengeçti'nin üzerinde o kadar para var mıydı; bilmiyorum, avuçlarını yanlarına açarak gülümsedi:

Aman Üstad dedi, siz beni Fatih'in vekil harcı sanıyorsunuz galiba? Ne gezer bende beşyüz lira.

İkiyüzelli lira ver öyleyse sevgilim!

İkiyüzelli liram da yok Üstad!

Peki! Yüzyirmibeş lira olsun sevgilim!

Ah keşki birkaç gün önce gelseydiniz Üstad!

Yetmişbeş liran da mı yok sevgilim?

İnan olsun ki yok Üstad!

Necip Fazıl öfkelendi. Ayak parmaklarının ucunda yükselirken sağ elinin şahadet parmağını başının üstüne kadar kaldırıp süratle aşağı indirdi. Emredici bir tonla bağırdı:

Anlaşıldı! dedi. Mevcudunu ver öyleyse. Boşalt ceplerini. Osman Yüksel, bir çocuk safiyetiyle ceplerini karıştırıyor, güya «mevcudunu» bulabilmek için, gâh arka cebinden buruşuk mendilini, gâh koyun ceplerinden birkaç dost mektubunu, dolma kalemlerini, ceket ceplerinden yazıhane ve posta kutusu anahtarlarını birer birer çıkarıp masanın üzerine koyuyor, her defasında para bulamamanın mahcubiyetiyle başını sola-sağa sallıyordu. Sonunda yüzü aydınlandı. Gömleğinin mendil cebine her-nasılsa sıkışan bir yirmibeş lirayı çıkarıp Üsdad'a melül- mahzun uzattı. Üsdad, yirmibeş lirayı kaparcasına alıp dışarı fırladı. Osman Yükselin gümbürtülü kahkahalarını duymadan çıkıp gitti. Serdengeçti; ellerini birbirine vurarak gülüyordu:

Üsdad'a hiç borcum yok! Galiba benden mukaddesad vergisi tahsil etmeye gelmiş! Neredeyse «Allah böyle istiyor. Ver beşyüz lira!» diye emredecek! Yeter yirmibeş lira, diyordu.

 

Birkaç gün sonra, Necip Fazıl, çiçekler açan bir yüzle Osman Yüksel'e tekrar geldi. Sevinçten uçacak gibiydi, içeri girer girmez, koyun cebinden çıkardığı bir deste banknotu, yazı masasının üstüne «şırrak» diye yapıştırdı:

Buna para derler sevgilim! para! diye bağırdı.

Sonra öteki koyun cebinden çıkardığı yeni bir desteyi masaya yukardan vurarak seslendi:

Buna para derler sevgilim para!

Necip Fazıl, ceket ceplerinden, pantolonunun ön ve arka ceplerinden çıkardığı yeni banknot destelerini, her defasında dizlerinin üzerinde yaylanarak, zevk ve heyecan duyarak, Osman Yüksel'in küçücük yazı masası üzerine şamar gibi patlatarak bağırıyordu:

Buna da para derler sevgilim! Buna da! Buna da! Buna da para derler! parra! parra! parra!...

 

Osman Yüksel'in krem renkli bir muşambayla kaplı küçük masasının üstü, bir anda mor renkli banknot desteleriyle adeta tepelendi. Ben o kadar çok parayı ilk defa bir arada görüyordum. Şaşkındım. Osman Yüksel de masasına yapıştırılan her banknot destesiyle birlikte irkiliyor, hayretten açılan gözlerle bir bana, bir Üstad'a bakıyor, bir faciayla karşılaşacakmış gibi dehşetten dehşete düşüyordu. Birden kendini toparladı. Yazıhanenin geniş camlı penceresini, kirli perdeleriyle acele kapayıp yalvardı :

Aman Üstadım; Allah aşkına şu paralarınızı tekrar lerinize koyun. İçime fenalık çöküyor. Yoksa, ben hepsine el koyacağım.

Necip Fazıl, Büyük Doğu için, Tahsisat-ı Mestureden para almıştı. Banknot destelerini mağrur bir gülümseyişle ceplerine yerleştirdi. Birkaç gün önce aldığı «mukaddesiyat vergisini» iade ederek ve başını bulutlara kaldırarak yürüdü gitti. Yazıhanede ikimiz kalınca merakımı gidermek istedim.

Osman Ağabeğ, dedim, doğrusu anlayamadım. Gündüz gözüne pencereleri perdelerle sıkısıkıya neden kapadınız?

Heyecanını daha yenememişti. Büyük bir tehlikeden çıkmış gibiydi:

Deli misin yahu dedi, şu sokaktan geçenlerden birisi, masamın üstüne köz gibi yığılan paraları görse, onları benim sanacak, sonra da gecenin bir yarıısında gelip dükkanı soymaya çalışacaktı.

 

Soyulmasından korktuğu yazıhanesinin ön bölümünde beş on çeşit dini ve millî neşriyat, arka bölümünde ise, gece yarılarına kadar ezdiği tahtakurularının kanlarıyla beneklenen kağıt balyaları üzerinde rengi çoktan kaybolmuş bir yatak yorganından, küf renkli bir yüz havlusundan, bir küçük su testisinden, bir teneke Akseki pekmezinden ve bakırı çıkmış iki yemek tabağından başka hiçbir şeyi yoktu.

 

Ben, fakir-fukaraya, darda kalanlara, hayır kuruluşlarına Onun kadar cömert, Onun kadar yakın ve merhametli, ama kendine karşı da Onun kadar muktesid, eli sıkı çok az kimse görmüşümdür.

Sohbetlerinde:

Türkiye, ancak bir Aksekili başbakanla kalkınabilir. Çünkü bizim Aksekililer, sineğin yağını bile hesab ederler, derdi. Osman Yüksel de bir Aksekili olarak sineğin yağını hesaplayanlardandı. Hatta para harcamasında kendine birşey alacaksa sivrisineğin bile yağını çıkarmaya çalışırdı. Bu bakımdan aynı elbiseyi yıllarca ütüsüz giyer, ayağına geçirdiği Sümerbank ayakkabılarını yıllarca boyatmazdı. Günlerce bir sıcak çorba olsun içmediği olurdu. Her yıl, Akseki'den getirdiği bir teneke pekmeze kuru ekmeğini banar, karnını günlerce böyle doyururdu. Yine Akseki'den getirdiği 5-10 kilo badem içini yemeklerden sonra atıştırmak, Onun için gerçekten lüks olurdu.

 

Şaşırmaz mısınız, kendine karşı bu kadar sıkı ve kapalı olan Serdengeçti'nin, belki on, belki onbeş yoksul lise-üniversite öğrencisini okuttuğunu, yıllarca yedirip giyindirdiğini bilirim. Kendisinin koyu renkli bir-iki gömleği, yıllarca değiştire değiştire kullandığı olurdu. Ama Antalya'daki bir dairesini yok pahasına birine verdiğini, İstanbul'daki dairesini Türk Edebiyat Vakfına bağışladığını, Ankara'daki bir dairesini darda kalan bir arkadaşı için karşılık beklemeden elden çıkardığını da yakınen bilenlerdenim. Merhamet, Onda bir gökyüzü gibiydi.

 

(Suffe 1984 Kültür Sanat Yıllığı - Sh. 570-573)

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dostluk ne demek...

Merhamet ne demek...

Azim ne demek..

Yılmamak,usanmamak ne demek...

Ve bur da bizleri, okurken dahi sanki asrı saadetten fırlayıp da gelmiş şaheserleri izletmek ne demek...

 

İşte duyguları kamçılayan,gençliğin olgunlaşma katresinde ki,hissiyatını kamçılayan iki kumandan,iki önder.

Allah ikisine de ahirette en güzel kıdemi nasip etsin,rahmetini onlardan eksik etmesin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...