Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Gökhan Çakmaz

Risale-i Nur'a Eleştirilere İlmi Cevaplar

Recommended Posts

İşte Prof. Akgündüzün Vakit Gazetesindeki köşesinde yayınlamaya başladığı makalenin tamamı:

 

 

Risale-i Nura Yapılan Bazı İtirazlar ve İlmî Cevapları

 

Son zamanlarda Bediüzzaman ve onun eserleri olan Risale-i Nur Külliyatına yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta o yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. Son zamanlarda ehl-i ilim ve fazilet bazı tarikat erbabı da işin içine girince ve hatta Erzurumdaki bir ilahiyat profesörü 20 noktada Ehl-i Sünnete muhalefet olduğunu söylüyor şeklinde ve imalı bir tasvip ile televizyon kanallarından açık hata yapmaya başlayınca bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissediyorum. Bu tür hatalar kendi zamanında da yapılan İmam Gazali hazretleri boşu boşuna Faysal el-Tefrika beyn el-Islam ve al-Zındıka= Müslüman ve Zındıklar arasındaki Farklılıkları Ayıran Kriter adlı eserini kaleme almamış.

Bu konuyu ele almak için bazı hakikatleri beraber paylaşalım:

 

EHL-İ SÜNNET, KÜFÜR VE İMAN MESELELERİ

 

Maalesef bu asırda Müslümanların en büyük problemi ehil olan ve olmayan herkesin ağzından filan kâfirdir, filan ehl-i sünnet dışındadır gibi kelime ve cümlelerin kolaylıkla çıkmasıdır. Hâlbuki Bediüzzamanın yerinde ifadesiyle Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belâgat dahilerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. O halde imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, "Hiçbir cihette değildir! Olamaz!" dese kâfidir. Çünkü inkâr cihetinin yani Sâni'siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder. Ayrıca Birisi dese ki, "Bu şey küfürdür." Yani, o sıfat imandan neşet etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neşet ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka vasıflara malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neşet ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neşet edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!

 

Bu önemli hatırlatmayı yaptıktan sonra iki önemli noktayı açıklamak durumundayız:

 

Birincisi; Ehl-i sünnet ve ehl-i bidʿat mezhepleri kavramlarını anlamak için şu bilgileri vermek zorundayız. Mezhep kelimesi, sözlük anlamı itibariyle gidilen yol demektir. İslâm dininde çeşitli alanlardaki fikir akım ve ekollerine de mezhep denmiştir. Ancak inanç itibariyle mevcut olan mezhepler ile hukuk alanındaki mezhepler birbirine karıştırılmaktadır. Hâlbuki itikadî hükümlerle ilgili fikir ayrılıkları, İslâmın usûl denilen temel ilkelerini yani imanın şartlarını ilgilendirdiğinden, ehl i sünnet (sünnî) ve ehl-i bidât (bâtıl) ayrımı söz konusu olmaktadır. Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise füru denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir. İslâm hukukundaki mezhepler, Kuran ve sünnetin açıkça düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tespitinde yani içtihatta ortaya çıkan fıkir ayrılıklarından doğmuştur. Yoksa İslâmın temel ilkelerinde ittifak söz konusudur. Bu genel kaideyi bozan tek istisna, kurucuları Şiî olan hukuk mezheplerindedir. Bunlar, itikadî sahadaki fikir ayrılığını hukukî alana da çekmişler ve hukukî meseleleri de tamamen itikadî görüşlerine göre şekillendirmişlerdir. Bu şüphesiz yanlış bir tutumdur.

 

Hz. Peygamberin ve Onun ashabının yolundan giden Müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenen ehl-i sünnet mezhebinin iki ayrı kolu vardır: Bu iki kol arasında 20 tane ayrıntılı meselelerdeki küçük fikir ayrılığı dışında fazla bir fark yoktur.

A) Mâturidiye koludur.

B ) Eşariye koludur.

Bir de selef-i salihin vardır. Hz. Peygamberin izinden ve sahabelerin de yolundan ayrılarak, İslâmın ruhuna aykırı fikirlere saplanan ve dinden olmayan fikirleri dindenmiş gibi gösteren fikir akımlarına ehl-i bidat veya bâtıl mezhepler denmektedir. Bunlar yedi ana kola ayrılmaktaysalar da, biz bunlardan sadece konumuzu ilgilendiren üç grubu zikredeceğiz:

A) Hariciler (Havâriç).

B ) Mutezile.

C) Şia

 

İkincisi: Bir görüşün insanları veya grupları ehl-i sünnetin dışına itebilmesi için iman esaslarında ehl-i sünnete muhalefet etmesi şarttır. Mesela, Şiʿîler, Sünnet kavramını, Hz. Peygamberin ve kendilerince masum (günahsız) kabul edilen imamların sünneti olarak tarif ederler. Bu, Şîanın itikadî açıdan ehli bidat olması sonucunu doğuran temel esaslardan birisidir. Eğer ikinci derecedeki meselelerde görüş ayrılığı var ise, bu insanları ehl-i sünnetin dışına itmez. Buna en güzel misal imamet meselesidir. Bununla alakalı olarak bir devirde iki halifenin caiz olup olmadığı uzun uzadıya tartışılmıştır. Her ne kadar ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu olmamalı demişler ise de, özellikle Endülüs âlimleri buna cevaz vermişler ve Endülüs Emevi halifelerinin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bu noktalarda azınlığın desteklediği görüşü benimsemek asla ehl-i sünnetin dışına çıkmak demek değildir. Hz. Peygambere nübüvvet geldikten sonra fetret devri olup olmadığını tartışmak ta bu gruba girmektedir. Aşağıda ayrıntılarını göreceğiz.

 

BEDİÜZZAMAN VE İLMÎ ŞAHSİYETİ

 

Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir. Sonradan ise, bu takdir edememenin cezasını, hem muâsırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu hükmümüze müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı A'zam ve Ahmed bin Hanbel gibi islam âlimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir. Tesbitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, bu yazımızın mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vükûfu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anlayışına uygun harika izahları ve seksen küsür yıllık istikâmetle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i islamiye uğrundaki gayret ve mücâhedeleri bütün İslam âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bedîüzzaman.

 

Bu yüz karası hale, Türk ilim adamlarının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır. Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir.

 

Bedîüzzaman'a itiraz eden insanları birkaç gruba ayırmak mümkündür:

Birinci Grup; Devletin kendisidir ve bütün organlarıyla, yani MİTi, askeriyesi, polisi ve benzeri kollarıyla devlet Bedîüzzaman ile mücadele etmiştir. Suçladıkları dört nokta vardır: 1) Kürtçülük. 2) Laik düzeni yıkmaya çalışmak. 3) Şeriʿatçılık ve nihayet 4) Tarikatçılık. Yarım asra yakın bu suçlamalar yapıldığı halde hiçbir ciddi suç isnad edilememiştir. Bugün devlet bu tavrından vazgeçmek üzeredir.

 

İkinci Grup: Devletin borazanlığını yapan bazı bilim adamları ve yapay aydınlardır. Ayrıca tamamen din düşmanı olan bazı yazarlar da dinsizlik namına Bedîüzzaman'a itiraz etmişlerdir. Bunların içinde ilahiyat profesörleri bile vardır. Neşet Çağatay ve eski Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfü Doğan bunlardandır.

 

Üçüncü Grup: Makam ve unvan elde etmek için gayret gösteren bazı bilim adamlarıdır. Bunlara örnek göstermek istemiyoruz. Bedîüzzaman'ın ilmî şahsiyeti, İslam âleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye'de özellikle ilim adamları çevresinde yeterince tanınmamıştır. Bunda, yapılan menfî propagandaların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, ilâhiyât öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bedîüzzaman ve onun 6.000 küsur sayfayı bulan Risâle-i nur adlı eserleri aleyhinde konferans yahut makale bulunması şartı arandığını, hâdiseyi yaşayan hocalarımız anlatmaktadır.

 

Dördüncü Grup ise, maalesef Bedîüzzaman'ın tabiriyle meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulamayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i haktır. Bunların bir kısmı karanlık mihraklar tarafından desteklenmektedir. Bir kısmı ise tam Bedîüzzaman'ın tarif ettiği insanlardır. Samimi Müslümandırlar; ancak Risale-i Nuru okumamışlardır ve yukarıdaki gruplardan birinin itirazlarını tevil yoluyla işaret etmektedir. Hâlbuki işaret ettikleri kimselerden bazıları kendileri de cahillikle suçlamakta ve hatta tekfir etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, bu grubun, ileride, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de manevi reislerini çürütmemek gerektir.

 

Hâlbuki biz Nur talebeleri şuna inanıyoruz: Şahsî araştırma ve tesbitlerime göre, asrımızın ferîd ve müceddid makamını ihrâz eden zat, Risâle-i Nurun şahs-ı manevîsidir ve o şahs-ı manevî adına onun tercümanı olan Bediüzzaman Said Nursidir. Bu zatın, daha evvelki veya olsa dahi şu zamandaki bir kutb-ı azamın tasarrufu altına girmeye mecburiyeti yoktur. Zira kendisi kutb-ı azamlık makamının da üzerinde olan ferdiyyet makamını ihrâz eylemiştir. Vefâtından sonra onun bu manevî tasarrufunu, şahs-ı mannevîyi temsil eden talebeleri devam ettirmektedirler. Mustafa Sungur, Fethullah Gülen Hoca Efendi ve Mehmed Kırkıncı Hoca Efendi gibi Nur Talebeleri, en az bir kutub kadar hizmet ettikleri halde, ferîd makamını ihrâz eden Bediüzzaman ve Risâle-i Nur şahs-ı manevîsinin tasarrufu altındadırlar. Bahsettiğimiz zatlar da, asrımızda yaşayan maneviyât reislerinin başlarında gelen şahsiyetlerdir.

 

Bediüzzamanın ferîd ve müceddidlik vazifesini ihrâz etmesi, asrımızda başka kutubların ve imâmların olmasına mani değildir. Ancak bilinse de, bilinmese de, kutb-ı azamın ve ferîd makamını ihrâz eden zatın manevî tasarrufundan manevî yardım almaktadırlar. Bu çeşit kutubların ve imamların başında Süleyman Hilmi Tunahan Efendi, Muhammed Zâhid Kotku ve Abdülhakîm Arvâsî gibi manevîyât erenleri gelmektedir. Ancak bu zatlar, günümüze kadar manevî tasarrufları devam eden Kutb-ı Azam Abdülkâdir-i Geylânî yahut Şah-ı Nakşibend ve İmâm-ı Rabbânî gibi maneviyât reislerinin manevî tasarrufları altında hizmete devam etmektedirler.

 

Biz Nur Talebeleri olarak Bediüzzamanın şu tesbitine de aynen katılıyoruz: "Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Nurların şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."

 

Bunun en güzel misalini şu hadisede görüyoruz. Eşarilere göre cüzi iradeyi Allah yaratır. Çünkü bu emr-i itibari değildir ve mahlûktur; belki cüzi iradedeki tasarruf kula aittir. Matüridîlere göre ise cüzi iradeyi Allah yaratmaz; çünkü bu emr-i itibaridir. Bediüzzaman Hazretleri bu ihtilafı zikrettikten sonra bu farklılığın terminolojide ihtilaf ibaret olduğunu Kader Risalesinde açıkça belirtmiştir. Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Dikkat edilirse meyelan ve tassarufu arka akaya zikretmiştir. Böyle bir tercih Bediüzzaman gibi bir allamenin hakkıdır ve ehl-i sünnet dışında bir görüş değildir.

 

EHL-İ İMANIN İHTİLAFLARI TARTIŞIRKEN RİAYET ETMESİ GEREKEN PRENSİPLER

 

Bu konuda çok ciddi problemlerimizin olduğu aşikârdır. Önemle ifade edelim ki, Gaybı Allahtan başka kimse bilemez kaidesince, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere'nin (Cennetle müjdeli 10 sahabenin) arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.

 

Bu sebeple Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalarda şu düsturlara riayet etmesi şarttır:

Birincisi: Öfkelerini yutabilenler ve insanlardan sadır olacak hataları affedebilenler diye Kuranın hakiki müminler hakkındaki yüksek ahlak kaidesine riayet etmek. Bazı ehl-i imanın Hoca Efendi gibi bir şahsiyeti hâşâ CIA ajanı diye itham etmeleri elbette ki bu düstura yüzde yüz muhalefettir. Her insanın peygamber olmadığı sürece hata yapması mümkündür.

 

İkincisi: Müslümanların avam tabakasının şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamak ve böylece imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek bütün Müslümanların asli vazifesidir. Hakiki ihlâs ve hakperestlik, Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun istifade etmelerine taraftar olmaktır.

 

Üçüncüsü: Müslümanlar kendi meslek ve meşreplerine karşı yapılan haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kaçınmak zorundadırlar. Aksi takdirde kazanan din düşmanları olacaktır.

 

Dördüncüsü ve en önemlisi de, dine ve dindarlara kaşı olan ekibin ikisi de hak olan iki grubun veya cemaatin arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini yaralayıp ve tenkit edip; ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten kaçınmalarıdır. Mesela eski bir Diyanet İşleri Başkanının haklı bile olsa, Süleyman Efendi hizmeti ile alakalı dindarlara olumsuz tutumu ile bilinen bir büyük gazetede yazı yazması ve yine bir tarikat erbabı Hoca efendinin Bediüzzaman ile alakalı Erzurum İlahiyat hocalarından birinin 20 noktada ehl-i sünnete muhalif gittiğini umumun dinlediği bir TV kanalında söylemesi gibi.

 

Onun için biz de, bu dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bil misille karşılık vermemeliyiz. Yalnız gerçekleri müdafaa için barışçıl bir şekilde, itiraz edilen noktaları izah etmek ve cevap vermek vazifemizdir. Bu makalemizde hem 1950li yıllarda necip Fazıl Kısakürekin ve hem de onun şeyhinin itiraz ettiği bir meseleye cevap vereceğiz.

 

BEDİÜZZAMANIN GAYR-İ MÜSLİMLER İLE ALAKALI MEKTUBUNA YAPILAN İTİRAZLAR VE CEVABI

 

Başta Necip Fazıl olmak üzere bir kısım ehl-i imanın ve ehl-i tarikatın bu konudaki itirazlarını nazik bir üslub ile izah etmek bizim vazifemizdir. Evvela bu mesele, başta izah ettiğimiz gibi, insanı ehl-i sünnetin dışına çıkaracak imanî meselelerden değildir; belki ehl-i sünnetin âlimleri arasında da tartışılan ve hakkında farklı görüşler bulunan bir mesele ve hatta meseleler topluluğudur. Sırasıyla meseleyi inceleyelim:

 

Gayr-i Müslimlerin Çocuklarının Manevi Akıbeti Meselesi

 

Bu mesele Kuran-ı Kerimde geçen şu ayet sebebiyle İslam alimleri arasında tartışılmıştır: Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.. Bu ayeti değerlendiren İslam âlimleri meseleyi hem fetret devri açısından ve hem de gayr-i Müslimlerin çocukları açısından değerlendirmişlerdir. Fetret devri meselesini biraz sonra inceleyeceğiz. Ehl-i sünnet âlimleri gayr-i Müslimlerin çocukları hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda mesela Ibn-i Kesir isimli büyük müfessir, müstakil bir Risale sayılabilecek uzunlukta müstesna bir tefsir kaleme almıştır. Bunları özetleyelim.

 

Birincisi: Bir grup âlimler (Mutezile, Hanbeliler ve Malikilerin mütebahhirin ulemasının da içinde bulunduğu önemli bir Müslüman alimler topluluğu), bu çocukların ehl-i cennet olduklarını kabul ve kendilerine ispat etmişlerdir. Bu konuda onların görüşlerini destekleyecek çok sayıda hadisler vardır. Ancak bir tanesi önemlidir: Enes ibn Malikten nakledildiğine göre, Hz. Peygambere Müşriklerin çocuklarından sorulmuş ve cevap olarak şunu ifade etmiştir: Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar.

 

İkincisi: Bir kısım İslam âlimleri ise onların babalarına tabi olduklarını ileri sürmüşler ve bu konudaki bazı hadisleri delil olarak getirmişlerdir. Hz. Aişenin naklettiği şu hadis bunların başında gelmektedir: Müşriklerin çocukları babaları ile birliktedir. Bu yoruma muhtaç bir hadistir. Israrlı sorular üzerine Resulullah bir seferinde Allah onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir buyurmuştur.

 

Üçüncüsü: Bu konuda kesin bir hükme varmayıp meseleyi Allahın iradesine bırakmaktır (tevakkuf). İmam-ı Azam başta olmak üzere çoğu âlimler bu kanaattedirler. Bu konudaki en önemli dayanak İbn-i Abbas hadisidir. Allah onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir.

Bu arada bazı alimler bunların toprak olacaklarını beyan etseler de çoğunluk alimler yukarıda saydığımız görüşlerden birini tercih eylemişlerdir.

 

Bediüzzaman Hazretleri, bu kanaatleri değerlendirerek şu neticeye varmıştır: O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten (I. Ve II. Dünya Harplerinden) vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

 

Burada iki kelimenin açıklanması gerekmektedir: Birincisi: Şehittir demiyor belki şehit hükmündedir, bir nevi şehittir diyor. İkincisi: Bu cümleyle birinci ve ikinci görüşü bir nevi telif ediyor. Bunda da ehli- sünnetin dışına çıkmak gibi bir durum asla mevzubahis değildir. Unutmayalım ki, Allah yolunda cihad ederken öldürülen hakiki şehitler olduğu gibi, hükmen şehit sayılan müminler de vardır. Müminlerden yanarak, suda boğularak, karın sancısı, vebâdan ölen veya çocuk doğurmaktan gelen kırk günlük loğusa döneminde vefat edenler hükmen yani bir nevi şehit sayılır. Ancak, peygamberlik gibi şehitlerin de dereceleri vardır. Nice mübârek hastalıklar vardır ki, şehâdet gibi yüksek dereceleri kazandırır.

 

Fetret Devri İnsanlarının ve Özellikle de Fetret Devri Sayılabilecek Hallerdeki İnsanların ve Musibetzedelerin Hükmü

 

Bu konu da İslam âlimleri arasında tartışılmıştır. Özellikle konuyu ikiye ayırmak icabetmektedir:

 

Birincisi: Fetret Devri İnsanlarının Hükmü

 

Fetret kelimesinden kasıt, iki peygamber arasındaki meydana gelen ve Hakkın tebliğine engel olan uzun zaman dilimidir. Bazıları Hz. İsanın getirdiği dinin bozulması ile Resulûllah Efendimize vahyin tebliği arasında geçen dönem gelir. Ancak, bu tabir bir peygamberin getirdiği dinin nurundan haberdar olmayan her fert ve her dönem için kullanılabilir. Bu dönemde yaşayan insanların sorumluluk sınırları hakkında itikat mezhepleri arasında az da olsa farklılık görülüyor.

Bu konuda dört ayrı görüş bulunmaktadır:

 

Birincisi: Maturidî ve Eşarî imamları, Biz bir resul gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici olmayız) meâlindeki âyet-i kerimeye dayanarak Fetret devri insanlarının tebliğ edici bir peygamber gelmeden sorumlu olmadıkları kanaatindedirler. Ancak Maturidilere göre, fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Eşʿariler ise, peygamber gelmeyen bir kavim için hiçbir sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır.

 

İkincisi: Bunların tebliğ ulaşmasa da sorumlu olacaklarına dair görüştür ki, İbn el-Kayyım başta olmak üzere bazı âlimler bu kanaattedirler.

 

Üçüncüsü: Bunlar hakkında kararı Allaha bırakmak (tevakkuf) şeklindeki görüştür.

 

Dördüncüsü ise: Fetret ehlinin kıyamet günü yeniden imtihana tabi olacakları ve bunun neticesine göre muamele görecekleri şeklindeki görüştür. Selef-i salihin bu kanaattedirler.

 

Bunların durumu ile alakalı şu hadisi zikretmeden geçemeyeceğiz: Resulüllah şöyle buyurmuştur: Dört grup vardır ki, onlar kıyamet günü kendilerini mazur göstereceklerdir: Hiçbir şey duymayan sağırlar; Gel-git akıllı ahmaklar; aşırı yaşlılar; fetret devrinde ölen insanlar. Sağırlar derler ki, Yarab! İslamiyet geldi ama biz bir şey duymadık. Gel-git akıllılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama benim üzerime çocuklar pislik atıyorlardı. Yaşlılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama bir şey anlayamadık. Fetret devrinde ölenler diyecek ki, Yarab! Bize peygamber hiç gelmedi. Bunlar cehenneme de girseler, Allah orayı onlar için bir nevi cennete çevirir.

Önemle ifade edelim ki, bu dört görüşten birini tercih etmek insanı ehl-i sünnet dairesinden çıkarmaz. Zaten Bedüuzzaman da bu konuda farklı bir görüş beyan eylememiştir.

 

FETRET DEVRI SAYILABİLECEK HALLERDEKİ İNSANLARIN HÜKMÜ

 

Gelelim asıl tartışma konusuna yani Fetret Devri sayılabilecek hallerdeki insanların hükmüne. Tartışmanın asıl temeli şu sorunun cevabıdır: Acaba Hz. Peygamberden sonra fetret devri olur mu? Ayrıca Hak dinden haberdar oldukları halde onun hidayetinden nasip alamayan veya gelen Hak din ile alakalı doğru bilgilere ulaşamayan insanların hükmü nasıldır?

 

İslam âlimlerinin çoğunluğu Hz. Peygamberden sonra fetret devrinin olamayacağı yönünde izahlar getirmişlerdir. Fakat İmam-ı Gazalinin başını çektiği bir grup âlimler farklı kanaattedirler. Son zamanlarda Muhammed Abduh ve bazı âlimler de aynı kanaati savunmuşlardır. Bu konuda İmam-ı Gazaliyi dinleyelim: Derim ki, Allahın rahmeti cehennem azabına çarpılsalar bile, geçmiş ümmetlere de şamildir. Zira cehennem azabının da şiddetlisi vardır, hafifi vardır. Diyebilirim ki, zamanımızda Bizans sınırları içinde kalan Hıristiyanların ve Türkistandaki Türklerin çoğu, inşallah özellikle de bu memleketlerin uzaklarında bulunanlar bu rahmete mazhar olanlardır. Zira bunları üç gruba ayırmak mümkündür:

 

Birincisi: Hz. Muhammedin ismi bile kendilerine asla ulaşmamış olanlardır ki, bunlar mazurdurlar.

 

İkincisi: Kendilerine Hz. Muhammedin hem ismi ve hem de sıfatları ulaştığı ve kendileri de İslam ümmetine komşu yahut bizzat birlikte yaşadıkları halde inkâr edenlerdir ki, bunlar inkârcı kâfirlerdir. Bediüzzaman Hazretleri bunlar hakkında şunları demektedir: Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

 

Üçüncüsü: Yukarıdaki iki derece arasında kalanlardır ki, bunlara Hz. Muhammedin ismi ulaşmıştır; ancak özellikleri ve sıfatları tam ulaşmamıştır. Çocukluklarından itibaren onun yalancı bir peygamber olduğu telkin edilmiştir. Bana göre bunlar da birinci grup hükmündedir.

 

Bediüzzaman Hazretleri de bu kanaati benimseyerek şöyle demektedir: Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Dikkat edilirse fetret devri demiyor; bilakis fetret derecesinde diyerek meseleyi vuzuha kavuşturuyor. Kaldı ki, bu görüşü tercih etmekle ne İmam Gazali ve ne de Bediüzzamanın ehl-i sünnet dışına çıkmadıklarını, zira bu meselenin doğrudan imanın şartlarıyla alakadar olmayıp içtihadi bir mesele olduğunu daha evvel belirtmiştik.

 

Bediüzzaman Hazretleri Kâfirler İçin olan Cehennem Azabını ve Cihadı asla inkâr etmemiştir

 

Maalesef bazı insanlar meseleyi o kadar çarpıtmaktadırlar ki, nerdeyse Bediüzzaman Hazretlerinin kâfirler için olan Cehennem Azabını ve Cihadı inkâr ettiğini ve Anzakları bile (Risale-i Nurda hiç geçmediği halde) şehit ilan ettiğini ileri sürmüşlerdir. Doğrudur, bazı ehl-i dalalet grupları ve başta hem Lahoriye koluyla ve hem de Kadiyani koluyla bütün Ahmediye Cemaati maalesef hem cihadı ve hem de ebedi cehennem azabını inkar etmişlerdir. Halbuki bu ehl-i dalalet gruplara en iyi cevabı yine Bediüzzaman vermiş bulunmaktadır. Onuncu Söz, Meyve Risalesi ve 29. Söz bunun şahididir. Burada sadece bir tek tesbitiyle yetineceğiz:

 

Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid'at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir. Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.

 

NETİCE

 

Bedîüzzaman'ın kelâmda müceddid, muasırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir islam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bedîüzzaman'ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde "Mirkât" gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ı fıkıh metni; islam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan "Mevâkıf"; Mantık ilminin özeti demek olan "Süllem" ve benzeri 90 çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan "Kamus"u "Sin" harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah'ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar eklenince, mu'âsırları tarafından "Bedîüzzaman" yani zamanın eşsiz bir allâmesi unvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır.

 

Bedîüzzaman'ın diğer İslam âlimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca islam âlimleri arasında ihtilâf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadî meseleleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metotla izah edebilmesidir. Buna ilim ve sanat asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefî meseleleri de eklerseniz, Bedîüzzaman gibi bir allâmeye ve Risâle-i Nur gibi bir Kuran tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz.

 

Burada bir tespitimi belirtmek istiyorum: Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kuran Dili adlı eserini mütâlaa ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona muhatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve ispatı, kader meselesi, haşrin ispatı, miracın cesetle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah'ın isbatı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

 

Hâlbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dâhinin "Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz" demesine rağmen, 10. Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede "Bu eserimi idrâk ve izanla iki defa mütâlaa et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok" hükmünü, okuyanın vicdanı tefessuh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir.

 

Bu sebeple bu makalemizde zikrettiğimiz konu itiraz edilen noktalardan sadece birisinin cevabıdır. Allahın izni ve yardımıyla Bediüzzamanın eserlerinde beyan ettiği hakikatlerin ehl-i sünnet dairesinde ve Kuranın ruhuna sadık olduğunu bütün yönleriyle ispat eylemeye hazırız. Rahmetli Osman Yüksel'in tabiriyle "Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nursi ve talebeleri."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Paylaşım için teşekkür ederiz, lakin pek de tatmin edici bir yazı olmamış. Ehl-i sünnet mefhumunun zikredildiği bir yazıda, ehl-i sünnet olanlarca ne olduğu malum olan Abduh'u da kaynak olarak almakla ve hatta "Son zamanlarda Muhammed Abduh ve bazı âlimler de aynı kanaati savunmuşlardır." denilerek onu alim sınıfına sokmakla nasıl bir garabete düştüğünün sanırım farkında değil yazar. Kaleme alınan bu yazıya mevzu teşkil eden husus, cübbeli Ahmet hoca tarafından çok güzel bir şekilde açıklanıyor, onu dinlemenizi tavsiye ederim.

http://www.facebook.com/video/video.php?v=...6315&ref=mf

 

Bu makalemizde hem 1950’li yıllarda necip Fazıl Kısakürek’in ve hem de onun şeyhinin itiraz ettiği bir meseleye cevap vereceğiz.

BEDİÜZZAMAN’IN GAYR-İ MÜSLİMLER İLE ALAKALI MEKTUBUNA YAPILAN İTİRAZLAR VE CEVABI

Başta Necip Fazıl olmak üzere bir kısım ehl-i imanın ve ehl-i tarikatın bu konudaki itirazlarını nazik bir üslub ile izah etmek bizim vazifemizdir.

 

Burası da dikkate şayan bir ifade. Üstadın ve şeyhi olan efendi hazretlerinin bu mevzudaki itirazlarını ele alan yazı hangisi acaba? Efendi hazretleri ve Üstad boş yere itiraz etmezler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın ve Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Said Nursi'yi eleştirdikleri yazıyı lütfen siteye taşıyınız!

 

İlimde 'O, ehl-i sünnet değildir çünkü şundan duydum o da bundan duymuş falanca veli buna filanca ithamı kullandı' diye safsataların yeri yoktur. Kitaplar ortadadır ve Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet olduğu da... Kaldı ki o bile yetmez bir alimi ''afaroz'' etmek için. Bu mevzuya bakış açımızla ilgili ışık tutacak bir iki örnek vermek istiyorum. Bunlar yazıya dökülmüş ve dedikodudan uzak ithamlardır.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, Vahdet-i Vucud konusunda Şeyh-i Ekber Hazretleri için ''Ehl-i Sünnete çok ters ifadeleri var ancak bunlar keşfi hatalardır şerri olsaydı...'' diye devam eden bir yazısı var mektubatında. (Uzun zaman önce okumuştum, mektubu hatırmayamıyorum. Bilen varsa paylaşsın) Zaten Şeyh-i Ekber'in bu konudaki görüşünü adeta nesh etmiş ve hataları düzelterek hakikati ortaya çıkarmıştır. Neden kimse Şeyh-i Ekber'e ehl-i sünnetten ayrıldı demiyor?

 

Yahut Mustafa Sabri Efendi... Merhum, son senelerinde talebesi Kevseri Hazretleriyle sert tartışmalar yaşamıştır. Nedeni ise Mustafa Sabri Efendi Cebriye mezhebinin görüşlerine yaklaşmaya başlamasıdır. el-Kevserî merhum onu bu anlayışından vaz geçirmek için gayret sarfetmişse de, netice alamamıştır. Mustafa Sabri merhum, Mevkıfu'l-Beşer adlı eseriyle itikâdî tavrını ortaya koyunca el-Kevserî, Kemâluddîn el-Beyâdî'nin İşârâtu'l-Merâm'ını, Râgıb Paşa'nın el-Luma'ını ve el-Cuveynî'nin el-Akîdetu'n-Nizâmiyye'sini kıymetli ta'liklerle neşrederek büyük Şeyhülislam'ı bu görüşünden vaz geçirmeye çalışır. Ancak o bu görüşünden vaz geçmek şöyle dursun, bu sefer de Mevkifu'l-Akl isimli muhalled eserinde el-Kevserî'ye cevap verir ve Mâturîdiyye'ye yüklenir. Bunun üzerine el-Kevserî el-Istibsâr'ını yazmak zorunda kalır.

 

İmam Buhari'nin İmam-ı Azam'a mürci dedi herkesin malumu... İbn-i Teymiyye'yi yerden yere vurup adının yanına (Rahmetullahi Aleyh) yazan okadar çok Ehl-i Sünnet alimi var ki... Kevseri merhum bunlardan ki O'nun vahhabilere ve Teymiyye-Kayyum ikilisine reddiyeleri ve ithamları meşhur.

 

Tamam, Bediüzzaman yalnış keşiflerde bulundu denilsin. Bu O'nu ehl-i sünnetten çıkarmaz zira keşfin şeriata mutlak uygunluğu ancak Sıddıklık dercesindedir. E sıddık olmadığı da malum... O makam başka...

Ben Külliyata baktım da Abduh iki defa geçiyor -onlarda bir cümle de- efgani bir defa -o da ''bu konuda selefim'' denilerek-.

 

Bilemiyorum Gönüldaşlar, ben böyle bir ithamla Bediüzzamana gidemem. Ben eserlerinden istifade ediyorum. Bana çok yararı var. Sitede de paylaştığım ''İçtihad Risalesi''ne bir göz atında elinizi vicdanınıza koyun.

 

Dedikodularla bu yola çıkılmaz. Tekrar ediyorum:

Üstadın ve Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Said Nursi'yi eleştirdikleri yazıyı lütfen siteye taşıyınız!

 

Selametle Gönüldaşlar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

Üstad'ın itirazını yazıya mı döktüğünü, yoksa şifahen mi bir itirazda bulunduğunu net olarak bilmiyoruz. Yazıyı kaleme alan Prof. Akgündüzün kullandığı ifadeye göre de bu tam olarak anlaşılmıyor. Bu yazıda verilen bilgiye göre ortada bir itiraz var lakin itirazın ne şekilde yapıldığına dair bir malumat mevcut değil. Yazar, 1950li yıllarda çıkan Büyük Doğu'larda, diye başlayan bir cümle kursaydı itirazın dergide neşredilmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdik. Üstad'ın siyasi, tarihi, harsi, dini ve diğer sahalardaki bütün fikirlerini, beyanlarını kendi neşrettiği Büyük Doğu dergisinde yayınladığı gerçeğine binaen, bu yazının da dergide yayınlanmış olduğu tahmininde bulunabiliriz. Yazıyı kaleme alan kişi bu itirazı okumuş (veya bizzat dinlemiş vs.) ve onu da ele alan bir yazı yazmış olduğuna göre en kestirme yol yazar ile iletişime geçip ilgili itirazlar hakkında bilgi sahibi olmak için onları bizimle paylaşmasını istemek olacaktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu mevzuyla ilgili bir yazı buldum arkadaşlar. Yazıya göre Üstad bu hususla ilgili yazısını 1970'li yılların başında Mehmet Şevki Eyginin çıkardığı Bugün Gazetesinde kaleme almış. Bu yazıda Üstad'ın yazısının tamamı verilmemiş ama hadisenin gidişatına dair bir bilgi elde edebiliyoruz. Yazıyı okuyunca doğrusu şaşırdım. Tabi Üstad'ın Bugün gazetesindeki yazılarını bulabilirsek onları da ayrıca okumak isteriz. Bir de şu var, bu meseleye Arvasi hazretleri de itiraz ettiğine göre (ki Prof. öyle diyor) 1943 yılında Hakk'a kavuştuğunu düşünülecek olursa, Arvasi hazretlerinin bu meseleye Üstaddan çok daha önce itiraz ettiği ortaya çıkıyor.

 

 

Necip Fazıl'dan Cübbeli Hocaya...

21 Aralık 2009 / 08:45

Cübbeli Hocanın sözleri ile tekrar gündeme gelen Hıristiyanların şehitliği meselesi 40 yıl önce de medyada yer almıştı

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Cübbeli Ahmet Ünlü Hocanın sözleri ile tekrar gündeme gelen Hıristiyanların şehitliği meselesi bundan yaklaşık 40 yıl önce de medyada yer almıştı. Necip Fazıl Kısakürek, yine Cübbeli Hoca gibi Bediüzzaman Said Nursi'nin görüşlerini ehl-i sünnet akidesine muhalif olduğu gerekçesiyle eleştirmişti.

 

İşte o günlerde meydana gelen bu olayla ilgili hatırayı Ağabeyler Anlatıyor kitaplarının yazarı Ömer Özcan Risale Haber okuyucuları için paylaştı.

 

Ağabeyler Anlatıyor isimli kitaplarımın hazırlık çalışmaları sırasında yüzlerce kadim ağabeyle görüşme fırsatı buldum ve elan bu çalışmalarım devam ediyor.

Mehmet Kırkıncı Hoca Efendiden kaydettiğim çok önemli tarihî bir hatıra var 40 sene önce yaşanan bu hadisenin özü şudur: Bediüzzaman Hazretlerinin Hristiyanlarla alakalı bir tespitine, Necip Fazılın itiraz etmesi; Kırkıncı Hocanın izahlarıyla ikna olunca da hakperestlik yaparak hatasını tashih edip düzeltmesidir. Şimdi olayı Mehmet Kırkıncı Hocamızdan dinleyelim. (Ömer Özcan)

 

Mehmet Kırkıncı anlatıyor:

 

1970li yılların başlarındaydı Mehmet Şevki Eyginin çıkardığı Bugün Gazetesinde Necip Fazıl Kısakürek yazılar yazıyordu.

Bir kış günü Zübeyir Ağabeyden, Hocam acele İstanbula gel diye bir telefon aldım. Aynı gün uçakla İstanbula indim. Havaalanında Av. Bekir Berk, Mustafa Polat, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci karşıladılar. Oradan Bekir Beyin Kığılı Pasajındaki bürosuna gittik. Zübeyir, Sungur, Bayram Ağabeyler oradaydılar. Baktım Zübeyir Ağabey kravat takmış, özel bir hazırlık yapmış gibiydi.

 

Dedi ki: Hocam, Necip Fazıl Bey, Bugün Gazetesinde Üstad aleyhinde birkaç yazı yazdı. Üstadımızın Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir sözüne itiraz ederek, bunun ehl-i sünnet akidesine muhalif olduğunu söylüyor. Kendisinden randevu aldık, şu anda bizi bekliyor.

 

BEDİÜZZAMAN'IN SÖZLERİ

 

Gerekli kitapları yanımıza alarak ormanlarla kaplı, içi de çok güzel döşenmiş evine gittik. Necip Fazıl Bey beni görünce, Tamam! Mehmet Beyde gelmiş, ehl-i sünneti bilen, şeriatı bilen birisidir, şimdi meseleyi daha rahat çözebiliriz dedi. Sonra Tarihçe-i Hayatı getirdi ve ilgili mektubu okumaya başladı:

 

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

 

Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa'da Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

 

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

 

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum. (Kastamonu Lâhikası 112)

 

RİSALE-İ NURDAN MEKTUBAT KİTABINI AÇARAK ALAKALI YERİ OKUDUM

 

Okumayı bitirdi, bana dönerek: Hocam, şimdi bu fikirler ehl-i sünnet vel cemaat mezhebine uygun mu, değil mi? Sen ne dersen razı olacağım dedi.

 

Bir tevafuk eseri birkaç gün önce ilm-i kelam dersi alan talebelere İmam-ı Gazalinin Faysalüt Tefrika adlı kitabında o kısmı okumuştum. Dedim: Efendim keşke o yazıları yazmadan evvel bizimle görüşseydiniz. Üstad Hazretleri itikaden Eşari mezhebindendir. Biz ise Maturudi mezhebindeniz. Bu konuda Eşari ile Maturudi mezhebi arasında görüş farklılığı vardır. Eşariler (Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz. İsra 64) ayetine dayanarak, kendilerine peygamber gelmemiş, davet ulaşmamış insanları ehl-i necat kabul ederler.

 

Sonra Risale-i Nurdan Mektubat kitabını açarak alakalı yeri okudum: Zaman-ı fetrette : sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz. (Mektubat 386)

 

AKŞAM NURCULARIN KURMAY GRUBUYLA GÖRÜŞTÜK

 

Devamında dedim ki: İşte İmam-ı Gazalî de Eşari Mezhebindendir ve kitaplarında aynı fikirleri savunmaktadır.

 

Necip Fazıl Bey çok hakperest bir insan olduğundan söylediklerimizi kabul ve tasdik ederek ayağa kalktı: Şimdi o yazıları yazdığıma pişman oldum diyerek hakkı teslim etti. Benden İmam-ı Gazalinin mevzu ile ilgili bölümü kendisine göndermemi rica etti. Ben de Erzuruma döndüğümde mektupla İmam-ı Gazalinin Faysalüt Tefrika adlı kitabının 96. sayfasını kendisine gönderdim.

 

Ertesi gün aynı gazetede: Akşam Nurcuların kurmay grubuyla görüştük diye başlayan bir yazı yayınlayarak hatasını tashih ve telâfi etmiş oldu.

 

İmam-ı Gazalinin Faysalüt Tefrika adlı kitabındaki mevzuumuz ile ilgili bölümü aynen şöyledir:

İnancıma göre, İnşallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hrıstiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâmın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

1.Hazret-i Muhammedin (asv) ismini hiç duymamış olanlar

2.Hazret-i Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mucizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir.

3.Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamberin ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hazret-i Peygamberi tâ küçüklüklerinden beri İsmi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın El Mukaffa adında birisinin Allahın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamberin ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikatı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.

 

İmam-ı Gazalinin bu yazısını Necip Fazıla gönderdim. Aynı zamanda Alûsinin, Ruhül-Meâni tefsirinin 15. cilt 42. sayfasında, İbrahim Lekkâninin Cevheretüt-Tevhid adlı kitabının 29. sayfasında aynı görüşü savunduğunu kendisine yazdım.

 

Seneler sonra Üstadla alakalı düzenlenen sempozyumlarda gördük ki Bediüzzamanın bu mektubunun Hristiyanlar âleminde ne kadar takdir-i şâyanla karşılanmıştır. Ve İttihad ve birliğin temel taşını oluşturduğunu, bir nevi üstadımızın bir kerameti olduğunu hep beraber müşahede ettik.

 

Kaynak: http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=68194

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Metafor Gönüldaş'a teşekkür ederim. Güzel bir paylaşım. İstifade ettik.

Allah sizden razı olsun. Selametle...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yaklaşık birbuçuk yıl önce paylaşılmış bu yazılar için ben de teşekkür etmeliyim. Bir de zannedersem bu yazıların daha anlaşılır olması için başlık-arabaşlıkların kalın harflerle yazılması hoş olacaktır. Ehliyeti olanlardan bunu rica etsek bir mahzuru olmaz inşallah.

 

Cübbeli Ahmet Hoca,Fatih Altaylı’nın Teke Tek programına katılmış, ani olarak kendisine Risale-i Nur hakkında sorulan soruya bu mevzu ile alakalı verdiği cevaplara, Mehmet Paksu ve Kenan Demirtaş'ın konuğu olarak Moral FM'de açıklık getirmişti.

 

Kastamonu Lahikası'ndaki o mektubun da konuşulduğu sohbeti paylaşayım, faideli olur inşallah. Mevzuya videonun ikinci kısmında giriliyor zannımca.

 

Youtube üzerinden dinlemek için tıklayınız

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...