Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Selmanbey

Musiki - Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi

Recommended Posts

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Musiki Hakkındaki Görüşleri

 

Kimdir?

 

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi 1869 senesinde Tokat'ta doğdu. Kayseri ve İstanbul'da okudu. Müderris olup Fatih Camii’nde ders verdi. 1900-1904 arasında II. Abdülhamid Han’ın kütüphaneciliğini yaptı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Tokat mebusu olarak Meclis'e girdi. 1908-1912 arasında Beyanu’l Hak mecmuasının başyazarlığını yaptı. 1910'da kurulan Ahali Fırkası'nın ve 1911'de kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. 1913'de İttihatçıların Babıali baskını darbesi üzerine önce Mısır'a sonra Romanya'ya kaçtı. I. Dünya Harbi'nde Romanya'ya giren Osmanlı ordusunca geri yollandı ve Bursa'da mecburi ikamete tâbi tutuldu. 1918'den sonra Damad Ferid Paşa'nın birinci kabinesinde şeyhulislamlığa getirildi. Kabine düşünce Ayân (senato) üyeliğine atandı. 1919'da İskilipli Mehmed Atıf ve Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte Cemiyet-i Müderrisin'de çalıştı. 1920'de tekrar şeyhulislamlığa getirildi. Kabineden aynı sene içinde istifa etti. 1922'de yine Romanya'ya kaçmak zorunda kaldı. Daha sonra 1924'de "150'likler" listesinde yer aldı. Önce Hicaz sonra Mısır'a geçti. 1938'de 150'liklerin affından sonra da Türkiye'ye dönmedi. 1954'te Mısır'da vefat etti. Pek çok eser yazan Mustafa Sabri Efendi, İslam aleminde kelam ilminde müctehid olarak bilinmektedir. Maalesef ülkemizde değeri yeterince bilinememiştir. Kemalist sisteme getirdiği eleştiriler sebebiyle sistem tarafından da adı unutturulmaya çalışılmıştır. Ancak Büyük Doğu'ya bağlı aksiyon cephelerinde önemli yeri olan dergiler vesilesiyle onun ihtilal teşebbüslerinden bahsedilmiş, adı yeniden ilmi mahfillerde konuşulmaya başlamıştır. Bazı eserleri Türkçe’ye çevrilmiştir.

 

Aşağıdaki makale Beyanu’l Hak (aded: 63, sene: 2, cilt: 3, 1328 (1910) dergisinde "Din-i İslam’da Hedef-i Münakaşa Olan Mesâilden: Musiki" ismiyle yayınlanan yazıdan biraz sadeleştirilerek çevrilmiştir.

 

Bu nefis yazıyı aktarmaktan maksadımız müzik hakkında bir tartışma başlatmak değil. Osmanlı’nın son dönem uleması ile bizler arasında maalesef feci bir kopukluk olduğu malumdur. Asıl gayemiz işte bu kopukluğu bir az olsun gidermek, onların nasıl düşündüklerini, meselelere nasıl baktıklarını anlamaya bir nebze katkıda bulunmaktır.

 

İSLAM’DA TARTIŞMA KONUSU OLAN MESELELERDEN MUSİKİ

 

Evin reisi defe düşkün olunca

Bütün ev ahalisi de rakseder.

(Orijinalinde bu beytin sadece Arapçası var)

 

Gerek doğrudan doğruya tabii seslerle ve gerek aletler ve çalgılar vasıtası ile icra edilen musiki nağmelerinin envâi ve muhtelif şekillerine göre haramlığına, kerahetine ve hatta cevâzına dair ahkâm ve akvâl-i şer'iyye mevcud olduğu malum bulunmakla beraber her halde din-i İslam’ın musikiyi mutlak surette kabul etmekden buna karşı tamamen kayıtsız kalmaktan kaçınmakta olduğu da malumdur ki işte biz de asıl bu ikinci nokta hakkında, yani din-i İslam’ın, musikiyi kayıtsız ve şartsız tecviz veya tahsin etmeyerek buna karşı velev kısmen korumacı bir tavır almakta olmasının sır ve hikmetine dair beyan-ı mütalaa edeceğiz.

 

Bilenlerin zevkine göre ruhu okşayan büyük bir kıymete haiz olan bu sanat-ı nefise hakkında şeriat-ı garrânın şu muttaki muamelesinin, musiki nağmelerinin tesirli kokularını takdir edemiyen bazı kasvetli yaratılışlı kimselerin haline kıyas olunması asla caiz değildir. Belki din-i İslam musikinin tab'a ne kadar hoş geldiğini, duygularımızı ne derecelerde gıcıkladığını bizden ziyade takdir ettiği için buna karşı lakayd kalmayı uygun görmüyor. Zaten en tatlı, en zevkli şeyde mevcud olan en gizli sakıncaları keşfetmek hususunda dinimiz gayet müstesna bir derin görüşlülüğe malikdir ki bu da dinler arasındaki yüceliğine şehadet etmektedir. Öyle ya bir din-i semavi, beşeri kendi akılları ile anlayamayacağı hakikatlara ulaştırmalıdır ki hidayet edici sani ile mütenasib olsun.

 

İste musiki ilkin, malayani ile istiğal kabilinden olmak hasebi ile meşguliyet seklinde bir ataletdir ki, kumar bahsinde dahi beyan edileceği vecihle ataletin bu nevinde, yani insanlar için bir iş sırasına geçmiş bulunanlarında mündemiç olan kat kat atalet dinimizin nazar-ı dikkatinden gizlenememiştir. İkincisi, musikiden alınan lezzet, edilen istifade derin hevâcı bir manaya sahiptir. Din-i İslam ise gerek ataletin ve gerek hevâcılığın yegane düşmanı olduğu cihetle bunları saklandıkları umulmadık yerlerde arayıp takip etmek önemli vazifelerindendir.

 

Musikinin ataleti ihtiva eylediği pek güçlükle kabul edileceğine rağmen dikkatli bakışlar bu hususta hiç tereddüd etmez. Çünkü bir kere musiki için uhrevi bir fayda tasavvur olunamaz. Dünyaca ise karın doyurmaz tabirine mâsadak olacak surette faydasızdır. Fakat musiki sayesinde, mesela Avrupa'da, geçim temin eden ve belki büyük bir servete nail olan bu kadar hânendeler, sâzendeler mevcud olduğu halde, bunun maddi menfaatlerini inkara nasıl cesaret olunur demekte acele edilmesin. Çünkü geçim temini insan haysiyetine halel getirmeyecek surette olmadıkça vicdan rahatlığını temin edemediği için nazar-ı itibara alınamaz.

 

Lakin biz de serd eylediğimiz nazariyatta garabetten garabete intikal ediyoruz. Bunun haysiyete halel getirme neresinde? Yine acele buyurulmasın. İnsanları aşırı derecede eğlendiren bütün sanatlar selim ahlak nazarında düşük işlerden sayılır. Bu gibi işleri yapanların itibar ve şöhretine yapılan alkışlara ihtiramlara belki istirhamlara bakmayınız. Bu ihtiramlar, istirhamlar onlardan bir parça haysiyet koparmak ve bu zararı belli etmemek üzere gururunu okşayarak yaptırmak manasına olduğu için red edilmez. Cevher-i ismetinden sıyrılmak istenilen kadınlara karşı da pek çok ihtiramlar gösterilir.

 

Hânendelik ve sâzendelikde mevcud olan su "eğlendirmek" nokta-i nazarından kızlarına çalgı öğretmiş olmakla bunu olumlu bulan ebeveynin aklına, ve kadınların hürmeti meselesi en muazzez kavaidinden addolunan Avrupa medeniyetini taklid levazımında olmak üzere dest-i izdivacına talib olduığu kızın çalgı bilmesini arzu eden beylerin haline taaccüb etmek lazım gelir. Bir kadının zevcini eğlendirebilmek iktidarına malikiyeti ayıp şeylerden değil övgüye değer olması iktiza edeceği ve çünkü kadının zevcini refakati ile memnun mesud etmesi kendisi için bir vazife-i tabiiye olduğu makam-i itirazda söylenemez. Çünkü refakatiyle mesud olmak, eğlenebilmek karşılıklı bir menfaattir. Su halde çalgı bilmek şartının kadın tarafından erkeğe karşı dermeyân olunmak ve erkeklik meziyetlerine güvenen bir zevcin çalgı çalmasını bilmediğinden dolayı kıymet-i zevciyesi eksik görülmek ne kadar garib ve ne kadar gülünç geleceği tasavvur buyurulsun.

 

Hânendelere ve sâzendelere nisbet bestekarlar bir dereceye kadar yukarıda izah edilen gizli zilletten azade gibi görünürlerse de, yekdiğeri sayesinde revaçta kalabilen bu sanatlar birbirinin iyi ve kötü taraflarına az çok iştirak etmekten kurtulmamaları lazım geleceği gibi, şurası da mahsusdur ki ilim adamlarının saha-i tedrisinde yükselen vakar dalgaları ve iftihara bedel bestekar öğretmenlerin muhit-i taliminde hafifmeşrepliği hissettiren bir vakardan sıyrılmış bir hava yayılır. "Kırkından sonra saz çalmak" ne demek olduğunu elbette takdir ederiz. Onun içindir ki mesela ileri gelen bir zat hakkında velev en nefis, en musanna bir şarkıyı talim etmek mahall-i haysiyet ve kendisinden öyle bir şeyi istirham büyük bir cüret addolunur. Halbuki ulûm ve fünûn tedrisatı, büyük küçük herkes hakkında şan ve şerefi artırma vesilesi olmak icab etmez mi idi?

 

Bir bestekarın şakirdleri huzurunda bağırıp çağırmak hiffet ve mezelletine düşmeksizin henüz bilcümle musiki eserleri hakkında kabil-i tatbik olmayan nota usulü sayesinde kendi tenha hücresinde eserlerini neşredebilmesini dermeyân eylemek ise bu hususda bir tesettür çaresi bulunmuş olmakla teselli kabilinden olacağı cihetle bize cevap olmak söyle dursun iddiamızı zımnen teslim yerine geçer.

 

Musiki için yukarıdan beri şerhine çalıştığımız sakıncalar, bununla maişet temin eden sınıfa ait olup kendi kendilerini veyahut sevdiklerini eğlendirenleriyle hepsinin dinleyenlerini atalet mahzuru açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek bir açıklıktadır.

 

Musiki dinleyenler bu müddette cemiyet-i beşeriyye için bir şey yapmış olmayıp yalnız bir hayli paraların bir çok ceplerden çıkarak bir cebe girmesine yardim etmiş oluyorlar. Sonra bu paraların mukabilinde bu adamlar ne almış oluyorlar? Hiç!... Bir kunduracı size paranız mukabilinde bir kundura verir. Fakat siz de o kundurayı giyer mesela dükkanınıza gidersiniz. Bilfarz kitap satarsınız. Hem kendiniz kazanırsınız, hem de bir tarafdan o kitapların münderecatından memlekete ulûm ve fünûn öğretirsiniz. Kitabın tabiine, mürettibine, müellifine, kağıdını imal eden fabrikaya, pamuğunu istihsal eden çiftçiye ve diğer tarafdan kunduranın köselesini yapan sanatkara, hayvanını yetiştiren inekçiye kazandırmış olarak bir çok zincirleme içtimai menfaatlara hizmet etmiş olursunuz. Lakin musikiye gelince onun da çalgı ve teferruatını temin edenlerle o mezkur çalgıları takdir duygunuza karşı kullananlar müstefid oldukları halde bu istifade zinciri artık sizde kesilir.

 

Sizin para sarfederek musiki dinlemeniz bir araba tutarak gezintiye çıkmanıza da benzetilemez. Çünkü bu suretle arabacıya kazandırdığınız gibi kendiniz de sıhhaten edeceğiniz istifade ile hani o beşeri ihtiyaçlar silsilesinin tamamlayıcı bir cüzü olan işinize daha güzel çalısırsınız. Ve ayrıca gezintiye çıkanlar için hazır bulunan arabalar sair vakitlerde doğrudan doğruya işlerine gidenler hakkında da kolaylık vasıtası olur. Elhasıl gezinti başka musiki dinlemek başkadır. Bugün havanın yemek içmek derecesinde mühim bir gıda olduğu ve tebdil-i hava sıhhi tavsiyelerin müntehası bulunduğu kadar bir hastanın musiki dinlemesinde tıbbi gereklilik gösterirse buna bittabi bir şey denemez. Fakat musiki ile tedavi tabiri, yakın zamanlarda alısılagelmiş bir terkib haline gelmekle beraber henüz reçete ile musiki dinlendiği işitilmemiştir.

 

Simdi gelelim musikinin mutazammın olduğu hevây-ı manaya:

 

Musiki tahrikleri ile dolu sarhoş edici bir havanın cereyanına maruz olanlar acaba hangi nevi duyguların tesiri altında bulunuyorlar? Bununla hasıl olan tesirler hayli çeşitli olup bir garibe gariplik elemlerini, bir yetime kimsesizliğinin açısını, bir hastaya hüzün verme, bir ihtiyara ömrünün haraplığını ve bazen de bir sermest-i ikbale saadetinin dansettirici coşkusunu vererek hülasa mahzunun ye'sini ve memnunun neşvesini artırarak alemin olay ve çehrelerinin asli renklerini bir az daha koyulaştırması ve insanların mezkur olayları itidal sınırları haricinde karşılama ve telakki etmelerine sebebiyeti cihetiyle bilhassa tembellik tesirlerini andırır. Hele şu sayılan çehrelerin büsbütün üstünde olarak aşk duygularını tahrik etmesi vardır ki artık bu musiki yönünün beyan sihri için bir manay-ı mutabiki mesabesindedir. Bundan dolayıdır ki mükellef bir musiki meclisinin içki kapları ve dilberi ayrılmaz unsurları halinde bulunur. Nitekim en mühim en üryan aşk ve sevda sırları evvela ve saniyen musiki kisveleri altında -bazı kadınların tesettür ederken kendilerini daha cazibedâr bir surette gösterdikleri gibi- bir kat daha açılarak mevkii ilan ve itirafa vaz olunur. Yahut iştiyak heyecanı ile aşıkların dilinde terekküb edemiyen muhabbet kelimeleri bu iki mikyasın düzenleyici bağları sayesinde bir tezahür şekli alır. Bu nüktelere mebnidir ki mesela bir güzelin aşkından sabahlara kadar uyuyamıyorum, yanıyorum, çıldırıyorum demeye sıkılan bir adam bu mazmunu şiir ve musiki kuvvetiyle herkesin içinde bağıra bağıra tebliğ ve ifade ederse küstahlık etmiş sayılmaz. Hele ağzından izdivâc kelime-i meşruası çoklukla işitilen genç kızların, zamanımızda olduğu gibi gelin olmak için iktiza eden mükemmellik sebeblerinden sayılması itikadının bahşettiği cesaret ve salahiyeti ile en derin, en açık aşk cümlelerini alenen kullanmalarına, kızlarını akıl ve hikmet ve basiret dairesinde büyütmek isteyen ebeveynin muhakemesi nasıl müsait olur bilmem? Son asır hükemâsından bazılarının genç kadınlar işsiz bırakılırlarsa kendilerine başka isler bulmak için düşünürler dediğine göre çalgı ile meşgul olan kadınlar o gibi düşüncelere doğru düşüncelerini çekip götürecek mukavemetsiz bir rehber bile bulmuş olurlar.

 

Lakin aşk ve sevda hayalleri fena bir şey midir? Aşk kadar hissiyata incelik, yücelik ve insana melekiyet bahseden hangi şey vardır? O derecede ki bu hal erbabının yanık kalplerinden tefahur inlemelerine kulak vermemek, göz yaşlarıyla hem cereyan olan müdafaa selinin önüne durmak mümkün olmaz. Pek doğrudur ama yine bu nazik, muazzez mesele kadar suiistimale kabiliyetli bir şey de yokdur. O halde ki, hoca Nasreddin efendi merhumun başınızdan aşk ve alaka geçti mi sualine cevap olarak bir defa geçiyor idi üzerimize adam geldi dediği kadar vardır. Alelhusus aşk ve sevda karşılıksız olamadığı halde kadınlar hakkında hayli ayıp görünür. Hatta bir erkek yalnız kendisini seven bir kadını taziz edebilir. Bundan başka hiç bir kadının, hiç bir erkeğin hakkında aşk ve sevdasını mazur görmediği gibi evvelki kadına da evvelki erkekden maada insanlar tarafından bir kıymet ve haysiyet verilmez.

 

Musiki hakkında serdedilen şu mütalaalardan şiirin en latif kısmını teşkil eden gazel söyleme hakkında da bir fikir istihsali pek kolaylaşmıştır. Methiye ve hicviye kısımları ise, birincisi çoğunlukla dalkavukluk ve ikincisi genellikle ayıpçılık olmakla pek iyi bir şey değillerdir. Hüküm ve nasihat nevinden olan şiirlere gelince biz de bir şey demeyiz. Nitekim şiir hakkında İslam’ın fikri iyisine iyi ve kötüsüne kötü denmekle özetlenmiştir.

 

İste maarif-i nefisenin belki enfesi bulunan şiire karşı da mütereddit bir nazarla bakılmasının sebebi fenalığının iyiliğine galip olmasıdır. Hatta tahsil-i ulûm ve fünûn hengâmında bir talibin şiir üzerine fazla düşmesi haylazlık belirtisi addolunarak son asır medeniyetinde dahi pek hoşnutlukla telakki edilmez. Şiirin sermayesi neden ibaret olduğu şairlerin kendileri tarafindan itiraf olunarak:

 

Sermaye-i sâiran tükenmez

Dünya tükenir yalan tükenmez

 

denilmiş. Ve onların henüz bu gibi itiraflara yaklaşmadıkları bir devirde: "Onların (şairlerin) her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını söylediklerini görmedin mi" (Şuara 225-226, orijinalinde ayetler Arapça olarak veriliyor) tarzındaki beyanat-ı Kur'aniye ile meslekleri tanıttırılmıştır. Mamafih şiir zihni keskinleştirme ve malumat artırmaya medar olması cihetiyle musikiye kıyas kabul etmeyecek surette ehemmiyete haizdir.

 

Musiki bahsine nihayet vermeden şurasını söyleyelim ki eğer bunun hissiyat üzerinde icra edeceği tesirler bir nevi azab-ı ruhani halinde mutlaka insanlar için lazım ise, din-i İslam’da tilavet-i Kur'an mesele-i mühimmesi bu ihtiyacı daha yüksek bir surette temin etmektedir. Nitekim tilavet-i Kur'an esnasında teganni müstahab olduğu da bunu teyid eder. Ancak burada şayan-i dikkat bir nokta vardır ki o da Kur'an okunurken teganni etmenin bir taraftan da mezmum olmasıdır. Yani tilavet esnasında teganni bazı ehadis-i şerife ile tavsiye edilmiştir. Fakat şeriat uleması teganni ile tilavet aleyhinde bulunurlar. Mesele her iki teganni arasını ayırt etmekle hallolunur:

 

Teganni Kur'an’ın tecvid kaidelerini ihlal eder veya musikiye tatbik edilerek yapılırsa mezmumdur. Okuyanın tabiati güzelliği nisbetinde icra edeceği latif sesler beğenilir. Musiki nagmelerine esas maksat ve bizzat olarak Kur'an’ı ona icra aleti edinmekten sakınmak için mezkur sekil son derecede makuldur. Bundan dolayıdır ki musiki dairesinde bestelenen eserler ve şiirlerin güfteleri bihakkın anlaşılmayıp sırf beste kıymetlerini takdiren dinlenir ve taksim namı verilen musiki seslerinde bir dereceye kadar mana anlaşılırsa da bunun icab ettirdiği sanat eksikliklerinin aradaki heyheylerle tamamlanmasına mecburiyet hasıl olur ki bittabi bu gibi ahval Kur'an’da vukuuna cevaz verilir şeylerden değildir.

 

Bir de hüsn-ü tabiat ve kabiliyet-i sanattan mahrum bir adamın musikisi de dinlenmez. Bu meziyeti haiz olanlara gelince dikkat edilirse tabii sesleri müzik eğitimi ile kazanılmış seslerinden daha latif ve tesirlidir. İddiamız garip karşılanmasın. Nice meşhur hafızlar biliriz ki musiki bilgilerini ileri götürdükten sonra tilavetlerinde evvelki kadar tatlılık ve saflık kalmamıştır. Hasılı, tabii musiki sun'i musikiden daha kıymetli olmak lazım gelir. Çünkü bunlardan birincisi sırf icat olduğu halde kullanılan sesleri taklidden ibaret kalır. Bu makamda bir delilimiz daha var: Bir milletin musikisinden diğer millet lezzet alamayıp onun da kendi musikisine rağbet gösterdiği görülüyor. Demek ki musikinin tesiri hususiyeti nisbetinde oluyor. Su halde bir adamın tabii sesi milli musikisinin dahi üstünde olarak şahsi musikisi demek olur.

 

Hazırlayan: Abdulkadir COŞKUN

Share this post


Link to post
Share on other sites

RABITA-İ ŞERİFE

 

Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri

 

 

SEMA' (TEGANNİ)

 

Fakihler zümresi ''sema mutlaka haramdır'' derler. Tasavvuf taifeside ''bazı yerlede helaldir'' hükmünü verirler. Bu mevzu üzerinde imamlar ve Hanefi fıkıh adamlarıyla tasavvuf büyükleri arasında kuvvetli bir ihtilaf vardır. Birinci fırka -ki imamlar ve fakihlerdir- semanın mutlaka haram olduğuna kail bulunurken, ikinci fırka -ki tasavvuf eldir- zevk ve halet galabesinden ötürü mutlaka helal olduğu itikadındadırlar.

 

İfrat kapısının kapatılması maslahatına dayanarak hükmedilebilir ki, sema' iki kısma ayrılmış olmak lazım gelir. Birincisi, fitne mahalli olmayan, kadın ve genç çocuk bulunmayıp da vezinli kelam, vezinli namelerle şer'i yasakları içine katmaksızın okunan ilahi ve gazeller... Dinleyenlerin batının da bunlardan fesat doğmazsa, hatta kalpte sevinç ve hüzün uyanırsa, bu türlü sema elbette mübah olsa gerektir. Bunun da mübaha aykırı olmasında bir mana yoktur. Biliyoruz ki ilk zamanlarda nikah ve sefer dönüşlerinde ve bu gibi meşru işlerde ümmetin büyükleri ve bilginler bunu yaparlardı. Hadis kitaplarında da zahir olan hakikat budur. Ama bu amel o büyüklerden ve iltizam (ille lüzum göstermek) yoliyle değil, tesadüfen ve kendi kendisine vaki olurdu.

 

İkinci kısım galiba son zamanlardakilerin revaç verdiği, içine şeriate aykırı işler karıştırarak yapılan tegganilerdir ki, araya mübah olmayan maddelerin girmesi nisbetinde kerahet ve harama gider. Haramlığında herkesin birlik olduğu birşeyin mübahlığına hükmetmekse küfre götürür. Kemal erbabından bir topluluk, mübah olduklarını doğruladıkları halde sema'a rağbet etmezler. Etseler de zevk hususiyetinden ötürüdür, şer'i ölçü değil...

 

Allah ehli, birlik olarak İlahi Zat aşkını şaraba benzetmişlerdir. Benzeyiş noktası, şarabın melekeleri bulandırması, bozması ve insanı kararsız bırakmasıdır. Aşk da kararsızlık ister. Sarhoşlukta işte o hal vardır. Ancak, bu kararsızlık şaraptan ve benzerlerinden doğan sarhoşluktan meydana gelir.

 

Afyon sarhoşluğunda ise sükut ve sükunet baş gösterir. Bu sarhoşluk insanda bir içekapanış meydana getirir. İşte iki nevi ‘serk-sarhoşluk’ arasında işaret edilen farklar vardır. Mesela şarapta meze olarak tatlı şeylere rağbet edilmediği halde afyonda ekşi ve tuzlu şeylerden hoşlanılmaz. Sıdık-i Ekber yolundan gelen Zat aşkı, afyon sarhoşluğunu andırıcı öyle bir içe kapanış ve sükunet meydana getirir ki, bu zevkin sahipleri, gürültülü, patırtılı, hengame ve nağme istemezler.

 

Hazret-i Ali’ye bağlı tarikatlerden, hususiyle Çeştiyye’de şaraptan gelen sarhoşluk ve neşenin şarap tesirine benzerliği vardır ki, bağlıları cümbüş ve nağmelerden hoşlanırlar.

 

Bu ayrılığın kaynağı zevk ve mizaçtır; biraz evvel belirttiğimiz gibi din ve şeriat emri değildir. Nitekim Ahmedi Şeriat, bütün şeriatları toplayıcı olduğu gibi, bütün tarikatlerin toplayıcısı da Nakşiliktir. Ve o yolun yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri, şu iki mısrayla en salim zevk ve mizacı ortaya koymuştur:

 

O afyon ki, saki

Kadehe karıştırdı;

İçenlerin ne başı kaydı,

Ne de sarığı…

 

Bütün tarikatlerin büyükleri, topyekun din ve millete bağlıdır. Heva ve heveslerine asla!.. Hepside mübah olmayandan sakınma icabında eşittir. Her iki taraf cahillerinin (zahir ve batın tarafları) ihtilafı ise itibardan uzaktır. Muteber kitaplarda, hususiyle İmam-ı Gazali’nin ‘İyha’siyle Şeyh Sühreverdi’nin ‘Avarif’ül Maarif’inde bu mesele tafsilatıyla anlatılmıştır.

 

Şeyh Mazhar-ı Can-ı Canan buyuruyorlar:

-Hamdolsun ki, bu fakir, mübah olmayan semadan tövbekar, mübah olandan uzağım. Benim semanın mübah oluş ve olmayışında ki itikadım, Kitap ve Sünnet’e bağlıdır zevk ve vecde değil…

Bu bahsi uzatmaya hacet yoktur. Dürüst hal ve yüksek makam sahiplerinden, mübah semalarda can verenler bile görülmüştür.

 

Hülasa:

İlim ve tasavvuf zevklerine sahip, selim akıl ve doğru anlayış ehli, yazdıklarımı takdir eder. İnsaf edersek, sema’ hakkında mutlaka haram veya mutlaka helal diyenlere tabi olmayız.

 

(Sf: 68)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...