Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Kalemdar

İbretlik Hikayeler

Recommended Posts

Dini vede tasavvufi hikayeleri manevi hayatımıza, zihin dünyamıza

yön vermesi açısından bu başlık altında paylaşalım inşallah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

KALP VE DİL

 

Hazreti Lokman (Lokman Hekim), yanında yardımcısı ile ava çıkmıştı. Avdan dönerken bir kabile reisi Lokman Hekim'e bir gece misafir kalması için ısrar etti. Lokman Hazretleri de kabul ederek o gece misafir kaldı. Kabile reisi Hazreti Lokman için bir koyun kestirdi. Hazreti Lokman çömezine:

 

— Kesilen hayvanın en temiz iki azasını kes bana getir, dedi. Çömezi gidip koyunun kalbini ve dilini kesti getirdi. Hazreti Lokman:

 

— Aferin bildin, dedi.

 

İkinci gün başka bir kabile reisi, Hazreti Lokman'a bir gece de kendisinde misafir kalması ve evini şereflendirmesi için ısrar edince, Lokman Hazretleri onu da kırmayıp bir gece de onun evinde kaldı.

 

Orada da ziyafet olarak bir koyun kestiler. Hazreti Lokman gene çömezine bu sefer:

 

— Hayvanın bana en pis yerinden ikisini kes getir, dedi. Yardımcısı yine hayvanın dilini ve kalbini kesip önüne koydu. Lokman Hazretleri çömezine:

 

— Aferin bunu da bildin. Hakikaten insanın ve hayvanın en pis ve temiz yeri, kalbi ve lisanıdır, buyurdu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÜÇ KAFA

Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi.

 

Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak:

 

— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi.

 

Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı:

 

— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

MiSAFİR GELMEYİNCE..!

Hz. İbrahim Halilullah misafiri çok severdi. Hattâ bir defasında misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezretmişti. Evinde her zaman misafir bulundurur, misafir gelmezse kendisi arar bulur, yine misafirle yemek yerdi. Hikmeti ilâhî bir defa öyle oldu ki, tam bir ay misafir gelmedi.

 

Hz. İbrahim de misafirsiz yemek yemeyeceğine dair nezrettikleri için, bir ay yemek yemedi. Bir ay sonra da misafir gelmeyince, kendisi aramaya çıktı. «Acaba benim gibi misafire itibar eden bir kimse daha var mıdır?» diye düşünerek gidiyordu. Bir misafir bulmak için hayli yol katettikten sonra bir de baktı ki, oralarda bir adam daha gezmekte. Ona:

 

— Ne arıyorsun buralarda? diye sordu. O zat:

 

— Misafirsiz yemek yemeyeceğim diye nezrettim, üç aydan beri bir misafir gelmedi, misafir aramaya çıktım. Şimdi Allah seni gönderdi. Buyurun eve gidip yemek yiyelim, diyerek Halilürrahman'ı evine davet etti.

 

Hazreti ibrahim hayrete düşmüştü. Kendisi bir aydır açtı ama, o zat, üç aydan bu yana bir şey yememişti. Eve gittiler, Allah ne verdi ise yediler, sohbet ettiler, ibadet ettiler, ayrılma zamanı geldiğinde o zat-ı şerif bir odanın kapısını açarak: «Bu içerdeki kıymetli şeylerden ne beğenirsen al!» dediğinde, Hazreti ibrahim:

 

— Bana dua eyle, dedi.

 

Fakat o, çok zamandan beri dua etmediğini ve Allah'a dua etmeye de artık dilinin varmadığını söyleyerek, kendisini mazur görmesini diledi.

 

Hazreti İbrahim:

 

— Niçin duayı terkettiniz? diye sordu. O:

 

— Senelerdir Allah'tan bir isteğim var, Allah o isteğimi yerine getirmedi. Ben de demek ki benim duam kabule şayan değil ki, Cenab-ı-Allah kabul etmiyor diye bir daha dua edemiyorum, dedi.

 

Hz. İbrahim isteğinin ne olduğunu sorduğunda o mübarek zat:

 

— Allah'ın Resûlü Halilürrahman, dünyada benim zamanımda yaşıyormuş. Fakat bu zamana kadar onu görmek nasip olmadı. Allah'dan, O'nu bana göstermesini istedim, O da kabul edilmedi, dediğinde Hazreti İbrahim:

 

— Ey Allah'ın aşık, sadık kulu: Müjdeler olsun sana, Allah senin duanı kabul etti. İşte ben, Halilullah İbrahim nebiyim. Cenab-ı Allah, bu güzel ahlâkından dolayı, beni senin evine misafir etti. Ben de bir aydan beri misafirsiz yemek yemeyeceğim diye aç gezdim ve bir misafir aramak kasdıyla yola çıkmıştım. Demek senin duan kabul olunduğu için Allah beni ta buralara kadar getirip seninle görüştürdü, buyurdu.

 

Cenab-ı Allah misafire olan hürmetinden dolayı, onun evine Peygamberini göndererek memnun etmişti.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İbrahim Bin Edhem'in Binekleri

İbrahim Edhem Hazretleri, yaya olarak hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Bir müddet gittikten sonra, arkadan bir atlı yetişti. Adam, ıssız çöllerde yalnız başına yola giden ihtiyarın kim olduğunu bilmiyordu. «Nereye böyle ey ihtiyar?» diye seslendi. İbrahim Edhem:

 

— Hacca gidiyorum! dedi. Adam:

 

— Yanına ne bir binecek ne bir yiyecek almışsın, kaç senede varacaksın böyle, dedi.

 

İbrahim Edhem:

 

— Sen yoluna devam et evlât. Benim bir değil hem de birkaç tane bineğim var, deyince, adam şaşkın şaşkın:

 

— Ne bineceğinden bahsediyorsun. Baksana yaya olarak yoluna devam ediyorsun, dedi.

 

Adam, bir türlü o büyük velînin ne demek istediğini anlamıyordu.

 

İbrahim Edhem Hazretleri: «Benim bineklerimi merak ediyorsun. Bana belâ isabet etse, sabır benim bineğimdir, bir nimet isabet etse bineğim şükür atı olur. Bir kaza isabet etse, rıza atına binerim. Eğer nefsim beni aldatmak isterse, bilirim ki, geçen ömrüm kalanından daha çoktur. Nefsimin isteğinden vazgeçerim. Bunlardan daha iyi bir emniyet olur mu ey yolcu!?» deyince adam, karşısındakinin kim olduğunu anladı:

 

— Meğer, asıl yaya olan sen değil benmişim, Allah yardımcımız olsun, deyip yoluna devam etti.

Share this post


Link to post
Share on other sites

HZ. ALİ (r.a) KAFİRİ AFFI

Bir harpte Hazreti Ali (r.a.) bir kâfirle çarpışıyor ve kâfir usta bir savaşçı olduğu için bir türlü mağlup edemiyordu. Tam karşı karşıya geldikleri bir sırada Hazreti Ali:

 

— «Ya Allah!» diyerek kâfirin üzerine hücum edip yere yatırdı. Çıkıp göğsü üzerine oturduktan sonra hançerini çıkarıp geberteceği sırada kâfir Hazreti Ali'nin yüzüne tükürdü. Kâfir, bunu Hazreti Ali gazaba gelsin de; daha çabuk öldürsün diye yapmıştı.

 

Hazreti Ali hemen kâfirin üzerinden kalkarak onun da ayağa kalkmasına müsaade etti. Kâfir şaşırmıştı:

 

— Ya Ali, ben seni kızdırmak için yüzüne tukurdum, sense beni tam öldüreceğin sırada serbest bıraktın. Bunun sebebi nedir? diye sordu. Hazreti Ali kâfire şu cevabı verdi:

 

— Ben bu harp meydanında Allah rızası için çarpışıyorum... Sen yüzüme tükürdüğün zaman içimde sana karşı bir hissi nefret belirdi, seni öldürmüş olsa idim Allah için değil de nefsime yapılan hakaretten dolayı öldürmüş olacaktım. Bundan dolayı seni öldürmekten vazgeçtim, dedi.

 

Kâfir Hazreti Ali'nin bu âlicenaplığına hayran kalarak İslâmiyeti kabul edeceğini ve İslâm dinini ta'rif etmesini istedi. Hazreti Ali İslâmiyetin şartlarını öğretip adam şehadet kelimesi getirerek müslüman oldu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

***MESNEVİDEN***

Çinliler ? Biz daha mahir ressamız, dediler. Rum halkı da dedi ki: ? Bizim maharetimiz daha üstündür.? Padişah ?Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz davasında haklı? dedi. Çinlilerle Rum diyarı ressamları hazırlandılar; Rum diyarı ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi. Çin ressamları ? Bize bir hususi oda verin, bir oda da sizin olsun? dediler. Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini çin ressamlar aldı. Öbürünü de Rum ressamları. Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Yüce padişah bunun üzerine hazinesini açtı. Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi.

Rum ressamları ? Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne boya!? dediler. Kapıyı kapatıp duvarı cilalamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, saf ve berrak bir hale getirdiler. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay. Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.

Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler. Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalade güzel şeylerdi.

Ondan sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mani olan perdeyi kaldırdı. Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, adeta göz alıyordu.

Oğul, Rum ressamları sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri kitapları yoktur. Ama gönüllerini adamakıllı cilalamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır. O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir. Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa?nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür.

O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz. Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur. Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır.

Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir nakşın aksi geçip gider, ebedi değildir. Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecilli eder.

Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Aynel yakin bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır.

Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne galip gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil.

Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder.

Share this post


Link to post
Share on other sites

GERÇEK NEDEN

 

 

 

Hz. Ali'nin halifeliği sırasında, Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle sonuçlanan fitne, fesad daha da arttı. Bu durumdan üzülen, şikayetçi olan bir mümin Hz. Ali'ye gelip sordu:

 

- Ya Ali neden Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanında meydana gelmeyen bu olaylar senin zamanında meydana geliyor, müminler birbirine düşüyor?

 

Hz. Ali cevap verdi:

 

- Hz. Ebû Bekir ve Ömer zamanında biz vardık, ama bizim zamanımızda onlar yok.

Share this post


Link to post
Share on other sites

MERTLİK

 

 

 

Geçmişin büyük bilginlerinden biri, yorgun bitkin bir halde uzun bir yolculuktan dönmüş, ter ve kir ağırlığı da buna eklenmişti Yurduna yuvasına kavuşan bilginin ilk işi hamama gidip kendisine en fazla rahatsızlık vermiş olan kir ve terden kurtulmak oldu Hamamda kendisini yıkayan tellak görgüsü kıt biriydi Yıkanma kesesine dolan avuç avuç kirleri suya tutacağına "Ne kadar kirlisin" der gibi bilgin zatın önüne yığıyordu Keseleme işi devam ederken, tellak keselediği şahsın ilim sahibi biri olduğunu öğrenince, "Efendim madem siz derin bir bilginsiniz 'mertlik nedir?' bana açık seçik anlatır mısınız?" dedi Yıkanmakta olan büyük bilgin tellaka bir incelik dersi vermenin fırsatını yakalamıştı Şöyle dedi:

 

"Mertlik, kimesinin ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamak, kirlerini kendisine göstermemektir"

Share this post


Link to post
Share on other sites

BENLİĞİN ŞIMARTILMASI

Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir. Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der. Bu der ki: “Varlık aleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.” Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tabidir.” O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar. Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

 

Dünyanın lutfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır! Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.

 

Sen “Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben, onu anlarım” deme! Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle gönlün, günlerce yanar.

 

Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğu halde, O sözler, gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak! Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebebolur.

 

Fakat bu tesir, zahiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür. Kınanmak, kaynatılmış ilaç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.

 

Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.Zahiren uzun sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla! Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çiban çıkar.

 

Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakir ol; ululuk taslama! Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgan olma! Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

 

Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler; Genç oğlan gibi. Ona önce Allah adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler. Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.

 

Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen Şeytan’dan da betersin. Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.

 

Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden Şeytan da kaçmaktadır. Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!

MESNEVİ

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

HZ. ALİ'NİN BÜYÜKLÜĞÜ

 

 

 

Birgün ashab Peygamberimiz (s.a.v)'den Hz. Ali'yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz Peygamber o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali'yi çağırmaya adam gönderdi ve orada bulananlara sordu:

 

- Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yapardınız? Cevap verdiler:

 

- Yine iyilik ederiz.

 

- Yine kötülük yapsa?

 

- Biz yine iyilik ederiz?

 

- Yine kötülük yapsa?

 

Ashab cevab vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun anlamı kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.

 

Bu sırada Hz. Ali o meclise geldi. Rasulullah Hz. Ali'ye sordu:

 

- Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?

 

- Yine iyilik ederdim.

 

- Yine kötülük yapsa?

 

- Yine iyilik yapardım.

 

Hz. Peygamber soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali yedi defasında da "yine iyilik ederdim" diye cevap verdi. Ashab,

 

- Ya Rasulallah, Ali'yi çok sevmenizin sebebini şimdi anladık, dediler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

PEYGAMBERE BAĞLILIK

 

 

 

Mekke'nin fethinden sonra İslâm'ı kabul edenler arasında Hz. Ebû Bekir'in babası Ebû Kuhâfe de bulunuyordu. Yaşı sekseni aşmış, âmâ bir kişi olan Ebû Kuhâfe, Hz. Peygamber'in huzurunda hidayete ermekte geç kalmışlığını telâfi edercesine aşkla kelimei şehadet getiriyordu. Bu esnada sevinmesi gereken "Sıddıyk" (yürekten tasdik edip, sorgusuz sualsiz bağlanan) lakaplı Ebû Bekir ağlıyordu. Fakat bu ağlayış bir sevinç ağlayışı değil üzüntü ağlayışıydı. Bu, meclisteki herkesin hayretine sebep olmuştu. Sordular:

 

- Ey Ebû Bekir, neden sevinilecek bir günde gözyaşı döküyorsun? Cevap verdi:

 

- Allah'ın Resulünün en büyük arzusu amcası Ebû Talibin müslüman olmasıydı. Fakat bu dileği bir türlü gerçekleşmedi. Ben isterdim ki şu anda benim babamın yerinde şehadet getiren Ebû Talib olsun, babamın Müslüman olmasından dolayı benim gönlüm hoşnud olacağına, amcasının Müslüman olmasından dolayı Allah Rasûlünün gönlü hoşnud olsun. İşte bu olmadığı için ağlıyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

AŞERE-İ MÜBEŞŞERE'YE BENZEMEK

Hazreti Ali (kerremallahü vechehu) hurma bahçesinde akşama kadar çalışmış, akşam da devesinin üzerine bir çuval hurma yükleyerek evinin yolunu tutmuştu.

Devenin yuları yardımcısı Kamber'in elinde kendisi de önde gidiyordu. Medine'nin içine girdiklerinde yolun kenarından bir ses geldi. Yoksulun biri elini açmış sızlanıyordu:

- Ne olur Allah rızası için!... diyordu.

İşte bu sırada sesi duyan Hazreti Ali (ra) ile arkadan deveyi getiren Kamber arasında şu konuşma geçiyor. Hazreti İmam soruyor:

- Kamber ne istiyor bu yoksul?

- Hurma istiyor Efendim!

- Ver öyleyse!...

- Hurma çuvalda Efendim!

- Çuvalla ver öyle ise!...

- Çuval da devenin üzerinde!...

- Deveyle ver öyle ise!...

Emri yerine getiren Kamber der ki:

- Devenin ipi de benim elimde, demekten korktum. Çünkü beni de deveyle birlikte yoksula vermekte tereddüt etmeyebilirdi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ADALET

İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.

 

Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:

 

- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.

 

Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

 

Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.

 

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

 

- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.

 

Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.

 

Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

 

Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;

 

- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

 

Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:

 

- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.

 

Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.

 

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

 

- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)

 

 

Kaynak:

1) Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir çalışan kul vardı. Gece gündüz çalışırdı. Gece dersini çalışır gündüz medresesine gider, talebe arkadasları onu oyunlarına almasa, hocası ona bir ters baksa o hep üzülürdü ve bildiği şeyleride bilmedikleri kervanına katar boynu bükük yaşar giderdi. Zeka konusunda pek parlak değildi ancak çalışırdı. Seyyiddi, bu yüzdende arkadaşları tarafından kıskanılırdı. Hizanlı meşhur gavs seyyid sıbgatullah arvasi hazretlerinin çocukluğundan bahsediyoruz. Sonra birgün komşulardan sefer tasları ile ögrenciler yemek almış yiyorlardı. Arkadasları yine seyyid sıbgatullahı aralarına almamışlardı. Tek başına yiyordu yemeğini. Sonra kapıdan dilenci kılıklı bir adam girdi. Kimse sofraya davet etmedi onu. Seyyid sıbgatullah davet etti. Yemek yerlerken adamın ağzındaki tükürükler yemeğe akmaya başladı. Seyyid sıbgatullahta gücenmesin utanmasın diye adamın tükürüklerinin aktığı yerden yemeye başladı. O günden sonra mütemadiyen seyyid sıbgatullah'ın zekası artmaya başladı. TAbiki manevi olarakta açıldı. Sonra medreseyi ilk o bitirdi. O gelen zat hızır aleyisselamdı.

 

Allah bir şekilde çalışan talep eden kuluna veriyor. İnsallah bizde çalışan, ümmeti muhammede hizmet edenlerden oluruz.

 

Kaynak: bir nakşi sohbet halkası :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

GURURA KARŞI İLAÇ

 

 

 

Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:

 

- Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?

 

- Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bir çalışan kul vardı. Gece gündüz çalışırdı. Gece dersini çalışır gündüz medresesine gider, talebe arkadasları onu oyunlarına almasa, hocası ona bir ters baksa o hep üzülürdü ve bildiği şeyleride bilmedikleri kervanına katar boynu bükük yaşar giderdi. Zeka konusunda pek parlak değildi ancak çalışırdı. Seyyiddi, bu yüzdende arkadaşları tarafından kıskanılırdı. Hizanlı meşhur gavs seyyid sıbgatullah arvasi hazretlerinin çocukluğundan bahsediyoruz. Sonra birgün komşulardan sefer tasları ile ögrenciler yemek almış yiyorlardı. Arkadasları yine seyyid sıbgatullahı aralarına almamışlardı. Tek başına yiyordu yemeğini. Sonra kapıdan dilenci kılıklı bir adam girdi. Kimse sofraya davet etmedi onu. Seyyid sıbgatullah davet etti. Yemek yerlerken adamın ağzındaki tükürükler yemeğe akmaya başladı. Seyyid sıbgatullahta gücenmesin utanmasın diye adamın tükürüklerinin aktığı yerden yemeye başladı. O günden sonra mütemadiyen seyyid sıbgatullah'ın zekası artmaya başladı. TAbiki manevi olarakta açıldı. Sonra medreseyi ilk o bitirdi. O gelen zat hızır aleyisselamdı.

 

Allah bir şekilde çalışan talep eden kuluna veriyor. İnsallah bizde çalışan, ümmeti muhammede hizmet edenlerden oluruz.

 

Kaynak: bir nakşi sohbet halkası :)

 

Kardeşim Allah razı olsun güzel bir paylaşım olmuş.

Onların büyük olma nedenlerinden biriside tevazuyu doruk noktalarına kadar yaşıyor olmalarıdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÖĞÜT

Mağripte, itibârlı bir âlim olan Ebü'l-Hasan; İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nin İhyâ kitabını okuyunca “Sünnete muhâlif” diye beğenmemiş ve müslümanların elindeki İhyâ kitaplarının toplanıp yakılmasını emretmiş. Cumâ günü yakılmasını kararlaştırmışlar.

 

Ebü'l-Hasan cumâ gecesi rüyâsında ders okuttuğu câmie girmiş. Bakmış ki câminin köşesinde parlayan bir nûr; Resûlüllâh Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (r.anhümâ) ile oturuyorlar. Bu arada İmâm-ı Gazâlî de elinde İhyâu Ulûmi’d-Dîn, kitabı ile huzura gelerek:

 

“Ey Allâh'ın Resûlü! Şu kimse benim hasmımdır.” dedi ve İhyâ kitabını Resûlüllâh'a verip:

 

 

“Yâ Resûlallâh, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete muhâlif bir şey varsa, ben Allâhü Teâlâ’ya tevbe ettim. Eğer dîne muvâfıksa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin.” dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.) İhyâ kitabını baştan sona göz gezdirdi ve;

 

“Vallâhi bu çok güzel bir şeydir.” buyurduktan sonra Hz. Ebû Bekr'e (r.a.) verdi. O da baktıktan sonra

 

 

“Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bu kitap güzeldir.” buyurdu. Hz. Ömer’de (r.a.) verdiler. O da inceleyerek, aynı cevabı verdi. Bunun üzerine Resûlüllâh (s.a.v.);

 

“Ebü'l-Hasan'ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun.” buyurdu. Beşinci sopadan sonra Hz. Ebû Bekr şefâat ederek;

 

“Yâ Resûlallâh böyle yapması yine senin sünnetini tâzîm içindi, af buyur.” dedi. Ebü'l-Hasan da hatasını anlayıp tevbe edince; İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de affetti.

 

Ebü'l-Hasan uyanınca gördüklerini halka anlatıp tevbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların vurulduğu yerler sızladı. Vefat edince sopaların izi sırtında görülüyordu. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi

 

Kaynak: Fazilet Takvimi/2006

Share this post


Link to post
Share on other sites
Kardeşim Allah razı olsun güzel bir paylaşım olmuş.

Onların büyük olma nedenlerinden biriside tevazuyu doruk noktalarına kadar yaşıyor olmalarıdır.

 

 

Ecmain olsun kardeşim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

AĞIZDAKİ TAŞIN HİKMETİ

Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.', hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:

 

- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susup, birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.

 

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:

 

- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.

 

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra, vaktli vaktsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü kendi kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.

 

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Share this post


Link to post
Share on other sites

DOĞRULUĞUN MAKBUL OLANI

 

 

 

Aralarında Allah yolunda ilerlemeye karar veren iki kardeşten biri, bu amacına ancak kırlık bir yerde, bir dağ başında ulaşabileceğini düşündü ve bunun için bir dağ başına çekilip çobanlık yapmaya başladı Diğeri zorluklarına rağmen insanların kalabalık olarak yaşadığı bir yerde bu niyetini gerçekleştirmenin daha doğru ve sevaplı olacağını düşündü ve şehre yerleşip ayakkabı tamircisi oldu Sonra aradan yıllar geçti İki kardeş de sözlerini tuttular İşlerinde dürüstlükten ibadetlerinde ihlastan (samimiyetten) ayrılmayarak, haramlardan dikkatle kaçınarak Allah yolunda küçümsenmeyecek mesafe aldılar Artık herkes biliyor ve inanıyordu ki bu iki kardeş Allah'ın veli kulları arasındadır Durum bu aşamada iken birgün çoban olan kardeş şehirdekini ziyaret etmek istedi Bez bir torbaya birkaç litre süt koyup şehrin yolunu tuttu Kardeşinin dükkanını bulup içeri girdi ve selam verdikten sonra elindeki içi süt dolu torbayı bir çengele astı İki kardeş hasretle kucaklaştıktan sonra derinden derine sohbete daldılar Bu sırada dükkana bir kadın geldi Ayakkabısının sallanan topuğuna çivi çaktırmak istiyordu Kadın ayakkabısını çıkartırken, giyerken ona bakmakta olan çoban kardeşin kalbi bozuldu O âna kadar bir keramet işareti olarak torbada duran süt şıp şıp diye akmaya başladı Kadın işi bitip ayrıldıktan sonra ayakkabıcı olan tam fırsattır diye çoban olana önemli bir gerçeği açıkladı:

 

- Ey kardeşim, gerek din, gerek dünya bakımından insanlardan uzak yaşamak kolaydır Böyle, insanlardan soyutlanmış bir yaşayışta günaha girme tehlikesi yoktur Allah yolunda daha rahat ilerlenir Fakat önemli olan insanlarla sıkı ilişkiler sürdürürken dürüst kalabilmek, ortamın elverişli olmasına rağmen günaha düşmemektir Allah katında dürüstlüğün makbul olanı budur

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALLAH'TAN UTANANDAN HER ŞEY UTANIR

Ma'rûf-ı Kerhi Hazretlerinin bir dayısı şehrin vâlisi idi. Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini dolaşıyordu. Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü. Önünde de bir köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor, bir lokma da köpeğin ağzına veriyordu.

Dayısı,

- Köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi.

Maruf;

 

Utandığım için bu zavallıyı yediriyorum dedi ve başını kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi, eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü.

Ma'rûf;

-Allah'tan utanandan her şey utanır, buyurdu.

 

Dayısı bu hâli görüp, bu sözü işitmekle hem hayret etti, hem de oradan uzaklaştı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALIN TERİ

İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:

- Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu.

- Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.

- Allah'ın elçisi, Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...