Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Kalemdar

İbretlik Hikayeler

Recommended Posts

DUÂ AYNI DUÂ, AMA OKUYAN AĞIZ...

Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruh) hazretlerinden:

 

'Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali (r.a.)'ye gelir, ihtiyaçlarını arz eder:

 

' Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.

 

Hz. Ali (r.a.) hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar. Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...

 

' Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!

 

Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur:

 

' Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn! Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der. Hz. Ali (r.a.) anlatır:

 

' Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir. Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...

 

Bunu öğrenen fakir durur mu? O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya. Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur. Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine:

 

' Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der. Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali (r.a.) boynunu büker, mahcup bir edâ ile cevap verir:

 

' Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir!..

 

İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde... Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice elde edilebilsin. Yoksa kumu altın yapmak gibi bir iksire sahip olabilmek mümkün olmaz

 

 

Alıntı:

Fazilet Takvimi

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÇOBAN VE AĞAÇ

Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:

"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık".

Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

 

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken :

"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi."

Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

 

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

 

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.

Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :

"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.

"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?"

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALTIYÜZ DİRHEMLİK İP

Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.

 

Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.

 

- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:

- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?

- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.

- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.

- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.

 

Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.

 

Hazreti Şeyh kadına dönerek.

- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.

- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.

- İpilik satıldı mı?

Abdülkadir Geylani Hazretleri:

- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.

Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:

- Yarın gel, paranı al.

Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Müritler:

- Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.

 

Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:

- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:

- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.

Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:

- Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.

 

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.

- Para geldi mi efendim?

Şeyh bin altını kadına verirken:

- Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu?

 

Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ZAYIFLAMA İLACI

İmam Şafiî Muhammed b. İdris Hazretleri anlatıyor:

 

Eski zamanda pek şişman bir kral varmış. Şişko kral zeki hekimlerden birinden kendisini zayıflatacak ilaçlar talep etmiş. Doktor onu görünce şöyle demiş:

- Allah seni ıslah etsin! Ben ilerisini gören bir doktorum. Sana bakınca anladım ki, senin ancak bir aylık ömrün kalmış! İlacın sana bir faydası olmaz ki!

Bunun üzerine kral, söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamak için hekimi hapsettirir. Kral da bu süre içinde halktan gizlenir. Fakat içini öyle bir üzüntü sarar ki, bir ay içinde iyiden iyiye zayıflar.

Bir aylık zaman geçince kral sağ salim ortaya çıkar ve hapisteki hekimi de yanına çağırır. Der ki:

- Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanın sebebiyle seni fena halde cezalandıracağım. Hekim ise telaşlanmadan cevap verir:

- Allah kralı ıslah etsin! Ben geleceği bilmede Allah'ın en düşük kuluyum. Fakat ben anladım ki, senin şişmanlığını gidermenin tek ilacı, ancak keder ve üzüntüdür. İşte bu sebepten dolayı, sana söylediğimi söyledim!

Bunun üzerine kral onu serbest bırakır ve kendisine iyiliklerde bulunur.'

İmam Şafiî bu hikayeyi şu maksatla anlatmış: 'Fazla dert ve tasa, bedeni zayıflatan ve solduran şeylerdendir.' (Tabii ki sıkıntıdan fazla yeme durumu hariç)

Yine o şöyle derdi:

'Sana dininden bilgi verecek bir alimin ve beden durumundan bilgi verecek bir doktorun bulunmadığı bir memlekette oturma.'

 

Semerkand dergisinden alınmıştır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

KABAĞIN BİR SAHİBİ VAR !

 

Vaktiyle bir dervis, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Mesrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösteristen arınacak varlıktan vazgeçecektir. Fakat is yamalı bir hırka giymekten ibaret degildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir.. .

Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden. Dervis, usule uygun hareket eder, solugu berberde alır.

- Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervisin saçlarını kazımaya baslar. Dervis aynada kendini takip etmektedir. Basının sag kısmı tamamen kazınmıstır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak

- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

Dervislik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuga oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder;

-'Kabak aşagı, kabak yukarı.'

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre

gitmiştir ki, gemden boşanmıs bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracıga yıgılır, kalır.Ölmüstür. Görenler çığlıgı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar;

- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabagın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

Share this post


Link to post
Share on other sites
KABAĞIN BİR SAHİBİ VAR !

 

Vaktiyle bir dervis, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Mesrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösteristen arınacak varlıktan vazgeçecektir. Fakat is yamalı bir hırka giymekten ibaret degildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir.. .

Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden. Dervis, usule uygun hareket eder, solugu berberde alır.

- Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervisin saçlarını kazımaya baslar. Dervis aynada kendini takip etmektedir. Basının sag kısmı tamamen kazınmıstır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak

- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

Dervislik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuga oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder;

-'Kabak aşagı, kabak yukarı.'

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre

gitmiştir ki, gemden boşanmıs bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracıga yıgılır, kalır.Ölmüstür. Görenler çığlıgı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar;

- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabagın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

 

Çok güzel bir paylaşım olmuş Allah razı olsun konuya ilişkin bir hadiseyide ben nakledeyim inşallah.

 

Dervişin birisi yolda yürürken arkasından gelen bir zat sopayla dervişin kafasına sertçe vurur derviş hemen arkasına döner sopayı vuran kişi neden arkanı döndün der o dervişde vurduranın kim olduğunu biliyorumda ne ile vurulduğuna bakıyorum der.

Bu makamdakiler için büyüklerimiz ağzına helva verenle başına tokmak indirenin arasında fark olmamalıdır derler!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

HAKİKİ MUHABBET

 

 

Biribirlerine kırılan iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar.

 

-Kim o? diye seslenir içerdeki.

 

-Benim, der kapıyı çalan.

 

-Burada ikimize birlikte yer yok, diye cevap verir öbürü.

 

Aradan uzunca bir zaman geçer... Yeni bir umutla tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını.

 

-Kim o? diye sorar yine içerdeki.

 

- Sen'im, der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır.

 

Hz. Mevlânâ da;

 

"Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta o olmalısınız" diye anlatır hakiki muhabbeti.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Fakir bir genç, padişahın kızına aşık olmuş.

 

ALLAH demek

 

Bu ümitsiz sevdasını gidip meşhur dervişine anlatarak yardım dilemiş. Derviş: “Evlâdım, şehrin girişinde tam yol ağzında otur, kim ne derse desin sadece ‘Allah’ diye cevap ver.” demiş.

 

Fakir genç, denileni yapmış. Günlerce, aylarca şehrin girişinde başka hiçbir kelime konuşmadan “Allah” demiş. Derviş, yiyeceğini, içeceğini her gün getiriyormuş. Zamanla “Allah” diyen genç halk arasında meşhur olmaya başlamış. Nihayet bir gün padişah da genci merak etmiş. Dervişten, genç hakkında bilgi istemiş.

 

Derviş, gencin devrin büyüklerinden olduğunu söylemiş. Padişah, kalkıp genci ziyarete gitmiş. “Kimsin?Derdin ne? Ne istersin?” demiş ise de, genç, padişaha karşı da “Allah” demekten vazgeçmemiş. Başka tek kelime konuşmamış.

 

Derviş akşam gencin yanına gelmiş. “Padişah sana “Kızımı vereyim” diyene kadar, sen ondan sakın ola ki bir istekte bulunma!” diye tembihte bulunmuş. Nihayet bir gün padişah gelip: “Ne istiyorsun, istiyorsan seni kızımla evlendireyim.” deyince,

 

Genç, dervişin şaşkın bakışları altında “Yok” demiş. Artık onu da istemiyorum.

 

Ben başka birisinin hatırı için Allah dedim, Allah devrin padişahını ayağıma getirip, benim gibi miskin bir gence kendi kızını teklif ettirdi.

 

Eğer Onun hatırı için Allah deseydim kim bilir ne olurdu?

 

Ben bundan böyle Ondan başkasını anmıyor, ondan başkasını istemiyorum.”demiş.

Share this post


Link to post
Share on other sites

GURUR

 

Sâlim Şebşîrî'nin talebelerinden Nûreddîn Ali Şebrâmelîsî isminde bir zât, bir gün İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitâbından gurûr bahsini mütâlaa ediyordu. Orada ilim sâhiplerinden bâzılarının, ilimlerine güvenerek ve ilimlerinin kendilerini kurtaracağını zannederek aldandıklarını, kendini beğenmeye, kibre ve gurûra kapıldıklarını, böylece felâkete sürüklendiklerini okuyunca birden çok duygulandı. Kendisinin de o tehlikelere düşmesinden çok korktu. Şimdiye kadar öğrendiklerim bana yeter düşüncesiyle ilim öğrenmeyi bırakıp, devamlı Kur'ân-ı kerîm okumakla, oruç tutmakla, sırf ibâdet ve tâat yapmakla meşgûl olmaya karar verdi. Artık Sâlim Şebşîrî'den okumayacaktı. Ertesi gün derse gitmeyecekti. Fakat hocası derste göremeyince merak edip sorar veya yanıma gelir diye sırf hatırını gözetmek için derse gitti. Fakat, o günkü dersi mütâlaa etmemişti. Ders esnâsında hep susuyor, derse iştirak etmiyor, hep İhyâ'da okuduğu yeri düşünüyordu.

 

Ders esnâsında Sâlim Şebşîrî de, onun bu hâlini anlamıştı. Bir ara ona;

"Yâ Ali! Sana ne oldu. Bugün çok suskunsun" dedi.

O da;

"Efendim, bu günkü dersi mütâlaa etmedim" dedi.

Sâlim Şebşîrî onun hâlini kerâmet olarak anladı ve İmâm-ı Gazâlî'nin eserlerini sayarak;

"Yâ Ali! İmâm-ı Gazâlî, Müstesfâ, Vecîz gibi şu şu eserleri telif etmedi mi?" dedi.

Ali Şebrâmelîsî;

"Evet efendim" dedi.

Bunun üzerine sâlim Şebşîrî;

"Anlaşılıyor ki, sen İhyâ'dan Gurûr bahsini okumuşsun ve o sana çok tesir etmiş. İlim ile meşgûl olmamak îcâbetseydi, İmâm-ı Gazâlî hazretleri ilimle bu kadar meşgûl olur ve bu kadar eser yazar mıydı? Sen ilim taleb et! Gücün yettiği kadar Allahü teâlâdan kork. Çeşitli tehlikelere, kibre, gurûra düşmekten O'na sığın. Ümid olunur ki, Allahü teâlâ seni ihlâs sâhibi kullarından eyler" dedi.

 

Ali Şebrâmelîsî diyor ki: "Hocamın bu sözleri bana çok tesir etti. Ben önceki düşüncelerimden vazgeçtim. İlim öğrenmeye devâm ettim. Vakitlerim hocamdan okuduğum ve okuyacağım dersleri mütâlaa etmekle geçti."

 

 

Kaynak: Evliyalar Ansiklopedisi

Share this post


Link to post
Share on other sites

MİSVAKSIZ NAMAZ

 

Hazret-i Ömerin (ra) zemân-ı şerîflerinde, Şâm şehri civârında, bir kal'ayı muhâsara etdiler. Allahü teâlânın hikmeti öğle vakti yaklaşdı. Feth müyesser olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip, islâm askerinin hepsini huzûruna çağırıp,

-Bu âna kadar kal'anın feth olunamamasının sebebi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karşı koyarlar. Aranızda zâhiren bir hatâ sâdır olmuş kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye şiddetli azarladı.

Eshâb-ı tâhire varıp, herbirisi tevbe ve istigfâr ile meşgûl oldular. O esnâda Eshâb-ı güzînden birisi ağlıyarak, hazret-i Ömerin (r.a) huzûrlarına gelip, dedi ki,

-Yâ Emîr-el-mü'minîn, bu gece teheccüde kalkdığım vakt, karanlık olduğundan, misvâkımı arayıp, bulamadım. Misvâksız nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır.

Hazret-i Ömer (r.a) buyurdu ki,

-Tevbe ve istigfâra devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal'a feth oldu.

 

Şimdi, ey mü'min kardeşlerim.

 

İslâm askerine lâzım olan budur ki, doğru yoldan dışarı bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları yerlerde yüz aklıklar edip, fethler müyesser olur. Yoksa cevr ve zulm ne dünyâya ve ne âhırete yarar. Zâlimler dünyâda ve âhıretde perîşânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ nice mu'teber kitâblarda meşâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuşlardır: Bir asker zulm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düşmanla karşılaşınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku verip, düşmân üzerine galebe etmeden firâr eder. Ceng etmeğe aslâ iktidârı olmaz. Ba'zı meşâyıh rivâyet etmişdir ki, zulm muhârebe mahallinde, bir kerîh şekle girip, hemen muhârebeye başlanınca, zâlimlerin gözlerine korkulu görünüp, savaşmağa mecâlleri kalmayıp, firâra başlarlar. Allahü teâlâ âlimdir. Böyle hâller çok olmuş, tecrîbe olunmuşdur. Allahü teâlâ nefslerimizin şerrinden, çirkin işleri yapmakdan hepimizi muhâfaza buyursun.

 

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Share this post


Link to post
Share on other sites

DUA İÇİN RİCA

Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın huzuruna gelerek:

- Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.

İmam:

-Hayır, asla dua edemem buyurdu.

-Niçin edemezsiniz efendim?

-Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞEYTANIN ALDATMASI

 

Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp;

 

"Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı." deyip kendi başına bir yere çekildi.

 

Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî'ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona;

 

"Seni bu gece Cennet'e götürürlerse, Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle oku." buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet'e götürdüler. O kimse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip, talebeler arasındaki yerini aldı.

 

Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:

 

"Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel'ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur."

 

Kaynak:Evliyalar Ansiklopedisi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Taşkafa Boşkafa Hoşkafa

 

Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip 'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış.

'Satıyorum, alan var mı?'

 

Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar:

 

' Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca paradır.

 

Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip:

 

' Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna 'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Iskender PALA

 

Son mürit

 

Yunus Emre bir şiirinde "Cübbe vü hırka taht u tâc, bular verirler aşka bac/ Dört yüz mürîd ü elli hac, terk eyledi Abdürrezzâk" buyurarak mevki ve makamın, taht ve tacın, hatta sufilik ve dindarlığın da birer imtihan olduğuna vurgu yapıyor.

 

Sözünü ettiği kişi Şeyh-i San'an olarak bilinen Şeyh Abdürrezzak'tır. Menkıbeye göre, bu yüce adam Mekke'de 400 müride hidayet yollarını gösterip dururken rüyasında bir Hıristiyan kızı görüp âşık olmuş. Kızı bulmak için Bizans'a doğru yola çıkmış. Müritleri de peşinden yollara düşmüşler. Kız aslen Rum kayserinin koyu bir Hıristiyan olan kızı imiş ve Şeyh'in kendisine olan tutkusunu görünce onunla evlenmek için sırayla bazı şartlar öne sürmüş. Şeyh'in yapamayacağı şeylermiş bunlar. Şarap içmek, ibadetini kilisede yapmak, Kur'an'ı yakmak, beline papaz kuşağı bağlayıp dolaşmak, domuz gütmek... Şeyh, tamamen Hıristiyan ritüelleri içeren bu şartlara önce itiraz ettiyse de gönlüne söz geçiremeyip sonunda birer birer razı olmuş, hepsini birer birer yapmış. Bu arada biri hariç müritlerinin tamamı ondaki sapkın halleri gördükçe yavaş yavaş yanından ayrılmışlar. Artık kimisi onun çıldırdığını, kimisi de gerçekten Hıristiyan olduğunu söylüyorlarmış. Kayser'in kızına gelince o, isteklerine her defasında daha ağırını ekliyor ve bir türlü şeyhe rıza göstermiyormuş. Sonunda bir gün evlenmekten vazgeçtiğini söyleyip şeyhi kapısından kovmuş. Zavallı şeyh, nefsine uyup yoldan saptığıyla ve halk nazarında itibarını yitirmekle öylece kalakalmış. Kendisini terk etmeyen son müridiyle, Bizans sokaklarında, açta açıkta ve ayıplanmış olarak... Rivayete göre o son mürit, yıllar yılı şeyhe olanın Hak'tan geldiğine inanmış, hiçbir gün dedikodusunu yapmamış, aynı halin kendisine olmaması için dualar etmiş ve şeyhi hakkında daima iyilik istemiş.

 

*

 

Yunus'tan 250 yıl kadar sonra bir başka şair (Hayali) şöyle diyor:

 

İbadetine güvenme ki sana pend yeter

 

Hemîn hikâyet-i Bel'am-ı Bâûr

 

Bu beyitten "İbadetine güvenme sakın, öğüt istiyorsan, Bel'am-ı Baûr'un başına gelenlere bakıp ibret al!.." gibi bir anlam çıkar. Sözü edilen Bel'am, Kur'an-ı Kerîm'de adı anılan (A'raf, 175) Baûra'nın oğlu Belam'dır. Hz. Musa zamanında yaşamış, ism-i azamı bilecek derecede yüksek mertebeler kazanmış bir kişi iken itibarına güvenmiş ve nefsine uyarak yoldan sapmış. Öyle ki sonunda halk nazarında adı lanetle anılmış ve çok kötü bir son ile hayata veda etmiş.

 

Aynı yüzyılın şairlerinden bir başkası da şöyle diyor:

 

Kâni olmazsın cihanda olsan da Kârûn-ı vakt

 

Zîr-i hâk olsa gerektir menzilin âh nidelim

 

"A beyim! Şu dünyada Karun dahi olsan bununla yetinmez haddi aşarsın ha?!.. Sonunda gideceğin yerin toprağın altı olacağından şüphe mi duyuyorsun?"

 

Karun, malum, Kur'an'da bahsi geçen (Mü'min, 24) Krezüs'tür. Rivayete göre o da Hz. Musa zamanında yaşamış, Musa aleyhisselamın duası berekatıyla dünya nimetlerine kavuşmuş ve yükselince nefsine uyup yoldan sapmış, halk nazarındaki itibarını yitirmiş, adı tarihe kötülükle anılmak üzere kalmış. İbret ki ibret!..

 

*

 

Ayağın yoldan sapması, aciz insanoğlunun en büyük imtihanlarından biridir ve insana dengeyi kaybettirir. Üstelik bu denge kaybı küçük bir inhirafa, küçük bir kulluk zafiyetine bağlı olarak bir bela-yı nâgehan misali birden geliverir. Burada marifet kulluğun acziyeti içinde ayağı sapıp itibarını kaybeden değil de sabit kadem olup o itibarı koruyan olabilmektedir. Çünkü iyi bir ad edinmek kolaydır da, o iyi adı koruyabilmek oldukça zordur. O yüzden mü'min kişi her elini açtığında "Rabbenâ, lâ tüziğ kulûbena... (Rabb'imiz! Bizleri hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphe yok ki Sen, bağışı bol olansın!)-(Âl-i İmran, 8)" diyerek dua etmeli, istiğfar üzre olmalıdır. Aksi takdirde iman ile küfür, kulluk ile şeytanlık, itaat ile isyan, güzel ile çirkin arasındaki o hassas ve ince nefis ipi üzerinde cambazlık etmek -ki biz buna ömür diyoruz- en büyük denge sınavlarından sayılır. Allah korusun, bir yanlış adım dengeyi bozuverir de ayağın kaymasına yol açarsa düşüş etrafa gümbür gümbür yansır. Burada da müminin tavrı düşene gülmek değil, bilakis Allah kendisini de aynı sınava tabi tutmadığı için şükretmek olmalıdır. Hele olmayanı yakıştırmak, hele bilmeden iftira derecesinde dedikodular yapmak!.. İşte bu, ciddi bir tevbeyi gerektirir. Elbette adımını yanlış atan kişi mağdur veya masum değildir; ama kalplerdekini de ancak Allah bilir. Bize düşen, onlara hidayet, kendimiz için de hak yolda ayaklarımızın sebatını dilemektir. Zira Mevlevi hazretlerinin "bin kere tevbeni bozmuş olsan da" hitabı o vakit anlam kazanır. Horasan'da bir eşkıya iken gördüğü bir işaret üzerine hak yola eren veli, Bağdat sokaklarında bulduğu kâğıtta Allah adı yazıyor diye öpüp başına koyarak mertebeler kazanan âbit veya Belh'te tac u tahtı terk edip hakikat yolculuğuna başlayan sultan, başlangıçta tıpkı Bizans yollarında nefsinin arzusunu arayan San'an şeyhi Abdürrezzak gibi değiller miydi? Kaldı ki Abdürrezzak'ın yanında kalan o son mürit var ya!.. İşte o temiz insan, şeyhine asla gülmemiş, diğerleri gibi asla dedikodusunu yapmamış, olup biteni Hak'tan bilmiş ve onun eteğini hiç bırakmamış. Şeyh, sonunda onun duası berekatıyla kendine gelmiş ve sahip olduğu nur ona yeniden dönmüş. Eski azgın hallerine tevbe edip Bizans'tan ayrılmış. Bu sefer onun gittiğini gören kız, yaptıklarına pişman olup imana gelmiş ve onu aramak üzere günlerce dağ bayır izini sürmüş. Aç susuz yollara serilmiş. Sonunda bir çölde şeyhi bulmuş. Ne var ki bu buluşmaya canı dayanmamış ve oracıkta ölüvermiş. Şeyh yanında kalan son müridin yardımıyla onu öldüğü yere defnedip başında dualar etmiş. Sonra da Kâbe'ye yönelmiş. Bu yolcuk onun için yeniden "Leyla'dan geçme, Mevla'yı bulma faslı" olmuş ve Kâbe'nin eşiğine yapıştığı an o da canını vermiş. Ölürken yüzündeki mutluluğa yine o son mürit şahit imiş...

 

Sınavı kazanan o son mürit...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sana O Mucize Yetmezmi

 

Hazret-i Alîden (r.a) rivâyet edilir. Evvelâ islâma gelen, Ebû Bekrdir (r.a). Hazret-i Resûl-i ekrem(s.a.v) ile ilk önce kıbleye durup, nemâz kılan Ebû Bekrdir. Ebû Bekrin (r.a) islâma geliş sebebi şöyle idi:

 

Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü'yâ gördü ki, gökden ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine basdı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. Râhib dedi ki,

 

- Sen nerelisin?

 

Ebû Bekr dedi;

 

- Arz-ı Hicâzdanım.

 

Tekrâr sordu:

 

- Ne iş yaparsın.

 

Ebû Bekr,

 

- Tüccârım, dedi.

 

Râhib dedi ki,

 

- Yâ Arabistanlı kişi. Bu rü'yâda, sana büyük müjdeler vardır. Ta'bîrini ister isen, ücretini ver, dedi.

 

Ebû Bekr (r.a) oniki dînâr çıkarıp, verdi.

 

Râhib dedi ki:

 

- O ay ki, gökden sana indi. Âhır zemân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecekdir. Sen Onun hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi olursun. Yâ Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaşdırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ'atinden unutmasın.

 

Hazret-i Ebû Bekr (r.a),

 

- Bana bir mektûb ver, dedi.

 

Râhib, oniki satır bir mektûb yazıp, Ebû Bekre (r.a) verdi. O mektûbun mevzû'u şu idi.

 

(Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî, salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakîkaten sen âhır zemân Peygamberisin! Ve Rabbilâlemînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile sana gönderdim. Ma'lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekr bana gelip, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. O rü'yâ delâlet eder ki, Ebû Bekr senin vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem, gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhıretde beni şefâ'atinden unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir.

Hazret-i Ebû Bekr (r.a); ey rü'yâyı ta'bîr eden kişiye:

 

- Eğer ta'bîr etdiğin gibi olursa, yüz altın dahi bende senin emânetin olsun, dedi.

 

Şâm seferini bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede(s.a.v) vahy eyledi. Bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: Allahü teâlâya da'vet edenin da'vetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah. Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah (s.a.v)ile buluşdu.

 

Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki:

 

- Ne olaydı, islâma geleydin.

 

Ebû Bekr (r.a) dedi ki:

 

- Yâ Muhammed(s.a.v)! Peygamber isen mu'cize gösteresin.

 

Hazret-i Resûl-i ekrem(s.a.v), Ebû Bekrin göğsüne mubârek ellerini dayayıp, şöyle dıvâra yaslayıp, dedi ki,

 

- Sana o mu'cize yetmez mi ki, o rü'yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta'bîr etdirdin. O zemândan on iki yıl geçdi. Ta'bîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ va'd etdin. Rü'yâyı ta'bîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular.

 

Ebû Bekr (r.a) işitip, parmak kaldırıp,

 

- (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah). Ya'nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ râhib senden haber verdi, dedi.

 

Kaynak:MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ GÜZÎN DÖRT BÜYÜK HALİFENİN MENKİBELERİ Seyyid Eyyûb bin Sıddîk

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ey muslumanlar!ne care ben kendimi bilmiyorum!ben ne dunyadan,ne ukbadan,ne cennetten,ne cehennemden,ne alemden,ne Havva'dan,ne de firdevs-i aladanım;mekanım la mekan,nişanım,binişan oldu.artık bende ne can var ne de ten;zira ben canan otağındayım.iki gözü de kapı dışarı ettim;iki alemi birden görüyorum...gayrı Bir'i biliyor,Bir'i soylüyor,Bir'i arıyor ve Bir'i okuyorum... Ey Şems'i Tebrizi! dunyada oyle mestim ki,bu alemde mestlikten baska derman olmaz!! MEVLANA

Share this post


Link to post
Share on other sites

HALLAÇ MANSUR

 

Hallaç Mansur

Hüseyin Mansur... Bağdat... Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet eder nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitem ile Mansur'a:

- Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der?

Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.

 

... Ve dünyayı ayağa kaldıran malum sada:

-" Enelhak!" Hak benim!

Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham:

- Küfür.

- Mansur, Hak O'dur de, Hak benim deme.

- Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..

 

Zindanda... İdam fermanı... Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.

 

Halife, iki defa iki büyük zatı gönderir:

- Sözünden dön, tövbe et, özür dile...

Hallaç.

- Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.

 

Zindan... Her yerde Mansur'u aradılar. Yok. Ertesi gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde... Sordular ve Mansur cevapladı:

- İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım... Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı... Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O'nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.

 

Her gün bin rekat namaz... Soru:

- Hem "Hak benim" diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kimin için kılyorsun?

Cevap:

- Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı?

- Nasıl olur?

Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zincirler çözülür.

Sorarlar:

- Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun?

- Biaz Allah'ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.

 

Mahşeri bir gün... Herkes orada... Mansur getiriliyor ve hala aynı nida:

- " Enelhak!" Hak benim!

Bir derviş yaklşır ve sorar:

- Aşk nedir?

- Bugün ve yarın görürsün!

O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.

 

Darağacında.... Mansura soruluyor:

- Tasavvuf nedir?

- En aşağı derecesi bende gözüken bu hal.

- Ya ileri derecesi?

- Onu görmeye yol gerek, o da sizde yok.

 

Taşlar... Kan... Kanlar içindeki Mansur... Ses yok.. Tebessüm... O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti... Bir inilti ki; yürekler titrer ve sorarlar:

- Taş yağmuru altında inlemedin de bir güle karşı ne diye böyle inledin?

- Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir.

 

 

Son sözleri:

- Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet...

 

Gece, küllerinin Dicle'ye döküldüğü günün gecesi... Bir derviş Dicle'ye ulaşmak için yürüyor...

Mansur'un vasiyeti aklında:

- Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle'ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat'ı yutar. İstemem Bağdat'a bir şey olmasın... O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..

 

Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor....

 

Öldürüldüğü gece talebelerinden İbrahim Hatekoğlu rüyasında Allah'a soruyor:

- Allahım, ne sırdır ki, kulun Hüseyin Mansur'u bu hale getirdin?

Cevap:

- Kendi sırrımı ona açtım, o, herkese gösterdi. Ben, ona bahşettim; o halkı kendi nefsine davet etti.

Share this post


Link to post
Share on other sites

BİRE YEDİYÜZ!

İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer (r.a.) Medîne-i münevvereye giderken, yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları için, yiyecek birşey alacak yer de olmayıp, açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip, yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi, ovanın orta yerinde bir karaltı gördüler. Ona doğru sürüp, gitdiler. Bakdılar ki, bir kara çadır içinde, bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O kadıncağız da, letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki, bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.

Kadına dediler ki,

 

-Bir yiyeceğin var mıdır.

 

-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız, sütünü içiniz.

 

İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak sütü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki,

-Başka yiyeceğin yok mudur.

 

-Bu keçimi boğazlayıp, yiyin.

 

O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip, atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki,

 

-Medîne-i münevvereye vardığın zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp, gitdiler.

 

Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki, ortada keçi yok.

 

-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup,

 

-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi.

 

-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler, asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki, öyle sultânlardan esirgerim.

 

Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından, firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.

 

Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup, onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.

 

Artık, kadıncağız, kocası ile birşeyler alıp-satmak için, Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken, hikmet-i ilâhî, imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri, kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip, huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip, buyurdular ki,

 

-Benim kim olduğumu bilir misin?

 

-Bilmem, deyip, cevâb verdi.

 

İmâm hazretleri buyurdu ki,

 

-O üç yiğit, bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim.

 

Emr etdi, bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.

 

-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip, bizi ma'zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.

 

Abdüllah hazretleri,

 

-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.

 

-Evet, onlardan geliriz, dediler.

 

Abdüllah hazretleri buyurdu:

 

-Ne olaydı, önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için, belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki, her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp, sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği, ikrâmları bu mertebede olunca, lâyık olan odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk edip, onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma'mûr, âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hazret-i Bâyezîd, vefat ettikten sonra,büyük zâtlardan birisi kendisini rüyada gördü ,

 

sordu :

 

"Münker ve Nekir sana nasıl muamele etti ?.."

 

 

Hazret-i Bâyezîd şöyle buyurdu :

 

 

O iki mübarek melek gelip ; ' Rabbin kimdir ?' diye sorunca onlara dedim ki ; " Bunu

 

sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. O,beni

 

kulu olarak kabul ederse ne âlâ..

 

 

Mâzallah O, beni, kulu olarak kabul etmezse ben, yüz defa ' O benim Rabbimdir '

 

desem ne faydası var ?.."

Share this post


Link to post
Share on other sites

FAKİR VE KÖR

Kibirli ve zengin birisi kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği gibi, onu hem paylar hem de kapıyı yüzüne kapatır.. Zavallı fakir içlenir; bir tarafa çekilir ve oturur, ağlamaya başlar.. Bir kör, onun ağlamalarını duyar. Kalkar yanına gelir, niçin böyle üzgün olduğunu, ağladığını sorar.

 

Fakir olanı biteni anlatır.

 

Kör, teselli vererek, üzülmemesini, kendi evine gelmesini, evinde kalmasını, ekmeğini çorbasını kendisiyle paylaşmasını ister ve ısrarda eder. Fakir onun içtenliği ve ısrarı karşısında kabul eder, onunla gider.

 

Kör ona karşı çok güzel bir konukseverlik gösterir. Fakirin, hem karnı doyar hem de gönlü hoş olur. Gönlü öyle hoş olur ki, o hoşnutluk içinde:

 

 

- Sen bana evini açtın, sen bana gönlünü açtın, Kadir Mevlamda senin gözünü açsın, diye dua eder.

 

Gece olur, körde bir gariplenir bir gariplenirki, o gariplik içersinde gözünden birkaç damla yaş damlar, gözleri birden açılır. Görmeğe başlar.

 

Körün görmesi ile ilgil i haber bir anda şehirde yayılır. Yer yerinden oynar. Bu haberi onu kapısından kovan, kovmakla kalmayan taş yüreklide duyar. İşin doğruluğunu anlamak için gözü açılan şahsa gelir:

 

 

- Çok şanslıymışsın. Gözün nasıl açıldı, kim açtı.

 

 

- Hey! seni gidi gafil seni, sen nasıl bir adammışsınki, öyle bir mübarek zatı azarladın, üzdün, yüzünü yıktın. devlet kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapattığın o kimse açtı.

 

 

- Desene kendime yazık ettim, öyle bir doğanmışki öyle bir devletmiş ki, kıymetini bilemedim, bana değil sana nasip oldu, ben avlayamadım sen avladın, der ve kıskançlıkla parmağını ısırır.

 

Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse koca doğanı nasıl avlayabilir? İyilerin bastıkları toprak dermandır, göz açar. Ancak gönül gözü kör olanlar o dermandan gafildirler, kıymetini ne bilsinler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...