Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Kalemdar

Sultan'ul Ârifin Mahmud Sami Ramazanoğlu (K.s)

Recommended Posts

Hz. Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım'dır. Sâmi Efendi'nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey'in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.

 

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul'da yaptı.

 

Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi'nin babası Rüşdü Efendi'nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es'ad Efendi'ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana'ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.

 

Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Câmi-i Kebir'de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi'yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.

 

Adana'da uzun yıllar müştâk gönüllere aşk-ı ilâhî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazları Adana'nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazan da Kayseri'nin Talas'ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.

 

1951 yılında İstanbul'a geldi. İki yıl kadar İstanbul'da kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminde önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi'yle Şam'a geldi ve oraya yerleşti. Bilâhere âilesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul'a geldi. İstanbul'a bu gelişlerinde önce Bayezid-Lâleli'ye, sonra da Erenköy'üne yerleşti. Şamdan İstanbul'a bu gelişlerinde zevceleri Valide Hanım'a "İstanbul'a tekrar geldik. Gönlümüz Medine'de atıyor. Ahîr ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz," buyurmuşlar

 

İstanbul'da bulunduğu yıllarda da Adana'daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale'de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O' nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.

 

Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan'da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.

 

1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire'ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk'a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:

 

- Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul'da bulunduğu yıllarda mübtelâ oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da vâkî olmuş ve Cennetü'l-Baki'ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.

 

Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü. Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi Belde-i Tahire'de tevhidle deyüp Allah Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi (1404 H.)

 

Şemail ve Ahlâkı

 

Merhum Ramazanoğlu Sâmi Efendi, uzuna yakın orta boylu, nahif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, ela gözlü mücessem bir nûridi. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Temiz ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bütün bunlar sünnet-i seniyyeye imtisâllerindendi.

 

Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.

 

Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:

 

-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:

 

-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:

 

-Yatar mısınız? deyince O yine:

 

-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, "gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım."

 

Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Nitekim Merhûm Ali Yektâ Efendi şöyle diyor: "Evliyâullah'ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi'nin tarassufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi."

 

Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." Demişti.

 

Edeb

 

Sâmi Efendi'nin bütün hayatı edeb çizgisi içinde geçmiş, her an hadis-i şerifde ifade buyrulan "Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O' nun muşâhedesi altında bulunduğu duygusuna sâhib olmak" (Buhârı, Tefsir Sûre, 31) mânâsına gelen ihsan duygusu içinde yaşamıştır. En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz'in "Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!" (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı"

 

buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.

 

O' nun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, O hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. Sohbetlerinde sık sık:

 

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan Giy o tâcı emîn ol her belâdan

 

beytini okuyarak edebden bahsederlerdi. Sohbetlerde Kur'ân tilaveti esnasında kendileri koltuk kanepede bile olsa hemen dizüstü oturur Kur'ân okuyacak kimse yerde ise hemen koltuk ve sandalyeye oturtulurdu.

 

Bir gün Halep meşâyıhından Muhammed en-Nebhânî İstanbul'a gelir. Sâmi Efendi Hazretleri bazı ihvânıyla kendilerini ziyarete giderler. Nebhânî ve arkadaşları gayet rahat ve serbest otururken Sâmi Efendi ve ihvanı dizüstü otururlar. Onların bu halini gören Muhammed Nebhanî:

 

Rahat oturun, der Efendi Hazretleri ve ihvânı oturuşlarını değiştirmeden:

 

Biz böyle daha rahatız, derler, Nebhânî de bu edeb karşısında:

 

Edeb, Türklerde dir, demekten kendini alamaz.

 

Kalb-i Selîm

 

Sohbetlerinde sık sık "O gün kalb-i selîm'den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez." (Şuarâ Süresi: 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selîmi îzah ederlerdi. O'nun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalbdi. "İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir amma incinmemek elde değildir," derlerdi. Ve ilâve ederlerdi: Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım." Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca O'nun hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.

 

Kapısına gelen herkesi kabul edip onlarla görüşmek onlara iltifat ve ikramlarda bulunmak adetleriydi. Bir defasında ziyaretine gelenlere bir yakîninin: "Efendi'nin istirahata ihtiyacı var" diye geri çevirmesine muttali olunca:

 

- Burası Hak kapısıdır. Kimse geri çevrilmez. Hem de ihvanın kötüsü olmaz, buyururlar. Bu tavır, onun insana ve müslümana verdiği değerin en güzel ifadesidir. Torunu yaşındakilere bile hitab ederken isimlerinin sonuna Efendi, Bey sıfatlarını ekleyerek konuşması aynı anlayıştan kaynaklanmaktadır. H. Sâmi Efendi, kendini Allah'a ve Allah'ın kullarına hizmete adamış bir Hakk dostu idi. Daha sülûkünün ilk yıllarında "Yaratılanı Yaratan'ından ötürü sevmek" esasına bağlı kalarak, hizmeti sohbete, gayreti de himmete vesile bilerek şevkle çalışırdı.

 

Nitekim Kelâmî dergâhı bağlılarından Cide müftüsü H. Hüseyin Efendi'ye yaptığı hizmetler her türlü takdirin fevkindedir. Kelamî dergahında bulunan H. Hüseyin Efendi son zamanlarında hastalanır. Hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihayet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur. Müridân birer hafta nöbetleşe bakmaya başlarlar. Hastalığın şiddeti daha da artırınca acele ailesine bir telgraf çekilmesi kararlaştırılır. Bu haberi duyan o zamanlar dergahın en genç müridi bulunan Sami Efendi mürşidi Es'ad Efendi'ye:

 

- Efendim, müsaade buyurursanız da Müftü Efendi'ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese, der. Es'ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. H. Sami Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi'ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle:

 

- Allah'ım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan hepsini Sami Efendi'ye bağışlıyorum, diye münacâtta bulunur. Ve Es'ad Efendi ile görüştüklerinde de:

 

Sami Efendi evladımız, bize hizmette inşallah Hakk'ın rızasına erdi, diye tebşiratta bulunur.

 

Aslında hayli zamandan beri dergahtaki hizmetlerin ekserisi bu genç ilmiyeli derviş tarafından görülmekte imiş meğer. Gece herkes yatağına yattığında o, gizlice kalkar, yapılacak hizmetleri ifâ eder, her tarafı temizler, suları ısıtır ve öyle yatağına yatarmış. Nitekim Cide müftüsü Hüseyin Efendi, sağlıklı zamanlarında erken kalkmaya çalışıp bu hizmetlerin kimin tarafından yapıldığını öğrenmek istermiş. Fakat ne mümkün. Bir sefer akşamdan yatmamağa karar vererek bir kenara gizlenmiş. Yatağından kalkıp bu hizmetleri gören Sami Efendi tam çöp tenekesini alacağı sırada Hüseyin Efendi tenekeyi kapar ve:

 

- Evladım bu hizmeti de fakîre müsaade buyur, der.

 

Sami Efendi nezaketle almak isterse de Hüseyin Efendi:

 

- Allah aşkına bırak deyince Sami Efendi de bu hizmeti ona bırakır.

 

İrşad vazifesiyle memleketi Adana'ya gönderildiğinde oradan İstanbul'a mürşidine hediyeler göndermek adetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük itina gösterirdi. Rivayete göre ekinler biçildikten hasad toplandıktan sonra tarlalara gider, yerlere dökülen başakları toplar, onları güzelce bulgur yapar ve İstanbul'a gönderirdi. O'nun bu hâline muttali olan babası:

 

- Oğlum, benim ambarlarım buğday oldu. Niçin Efendi'ne onlardan göndermiyorsun? dedi. O da:

 

- O kapıya lâyık olan el emeği, göz nurudur, buyururlar.

 

H. Sami Efendi Hazretleri kendisini sevenleri ve bağlılarını eski kültürümüze ve bâ-husûs eski harflerle okuyup yazmayı öğrenmeye sevk ederlerdi. Hatta bu yüzden son yıllara kadar eserlerini yeni harflerle neşre müsaade etmemişti.

 

Ayrıca kendileri iyi derecede Fransızca bildikleri halde Batı kökenli kelimelerin Türkçe'de kullanılmasından hoşlanmazlar, böyle Fransızca veya Latince asıllı kelimeleri asla kullanmazlardı. Mesela ilaçların isimlerini bile Latince adıyla değil, kendilerinin ona taktıkları bir ad veya sıfatla zikrederlerdi. Kırmızı hap, pembe şurup gibi. Bu davranış lisanda özenti merakıyla Batı kökenli veya uydurma kelime kullanmayı itiyad edinenlere bir ibrettir.

 

Sohbetlerinde bir ara Rûhûl-beyan Tefsirinden naklen köpeğin on hasletinden ısrarla bahsetmişlerdi de (bk Musahabe VI) hal sahibi bir ihvan "Biz henüz köpeğin mertebesine gelemedik" demekten kendini alamamıştı. Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseden ve ihsana nefislerinin tehlikesinden korunabilmek için şunları tavsiye buyururlardı:

 

1-Açlık ve az yemek, oruca devam,

 

2-Az uyumak ve teheccüde devam,

 

3-Huşû ile ibadet, mânâsını düşünerek Kur'an okumak,

 

4-Zikr-i daim içinde bulunmak,

 

5-Salih ve sadıklarla beraber olmak.

 

Sâmi Efendi, daima huzûr-i ilahîde bulunduğu ve her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim onun muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.

 

Onun irşaddaki usûlü Nebevî üslûpta idi. insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Onlara örnek olmak sûretiyle irşad etmeyi tercih ederdi. İrşadda en geçerli yol da budur. Çünkü irşad halkaları merkezden muhite doğru yayılır. "Önce nefsinden başlamak' esastır. Hiç kimseye açıkça "şunu yap, şunu yapma" demez, dolayısıyla bunu ihsas ettirmeye çalışırdı. Hiç kimseye "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl gibi emirler vermezdi. Hatta kendileri dikkat çekecek, fitne uyandıracak ve riyâya dâvetiye çıkaracak şekle müteallik şeylerden husûsiyle sakınırdı.

 

Ancak yakınlarını helal kazanca, faize bulaşmamaya teşvik ederler, bazan bunu samimi bulduklarına açıkça söylerlerdi. Değilse dolaylı olarak ifade buyururlardı.

 

Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna;

 

- Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.

 

Reisü'l-kurra ve hâdimu'l-Kur'ân Gönenli Mehmed Efendi onun hakkında "Sâmi Efendi bu ümmetin en büyüğü idi. Başka ne söylense boştur " demişti.

 

Ali Yakub Hoca Efendi de:"Takva bâbında bütün evsâfıyla selef-i salihin zâhid ve âbidlerini andıran bu zatın kemâlât-ı mâneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi naçîz bir abdı acizin kârı değildir." der.

 

Mâhir İz Hoca Efendi, gördüğü bir rüya üzerine muhıbb ve bağlıları arasına katıldığı H. Sâmi Efendi Hazretleri hakkında "O Hazreti Sami'dir. Biz devri pâdışâhîden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik" diyordu.

 

Bekir Haki Efendi de Sâmi Efendi'yi sevip takdir edenlerdendi ve Sâmi Efendinin bir sohbetinden dönerken şunları söylüyordu.

 

"Bu zenginleri saatlerce diz üstü sessizce oturtmak. Boğazdan gelen bir gemiyi Sarayburnu'nda bağlamaktan daha zordur. Bizler bu işi yapamayız. Bunu ancak Sâmi Efendi yapabilir."

 

Bekir Haki Efendi belki bunları söylerken Es'ad Efendi'nin Sâmi Efendi'ye verdiği icazetnamede çizdiği irşad stratejisinden habersizdi. Es'ad Efendi şöyle diyordu:

 

İcazetnamede "Ne ticaret, ne de alışverişin Allah'ın zikrinden alıkoyamadığı kimseler vardır." (Nur, 37) ayeti celîlesinin ilan hükümlerine vakıf olan muhterem ihvanımıza arz edebilirim ki, bâtınını tasfiye ve nefsim tezkiyeye talib olanların... Sâmi Efendi'nin sohbetlerine devam ve açıklayacağı usûl ve adaba gösterecekleri gayret ve ihtimam sayesinde bu isteklerine kavuşacaklarda şüphe yoktur. " (Mektubat, 134 Mektup sh. 361)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hamd Menzillerin Sonuncusudur

Hamd, sufiyyeye göre kendisine hamd edilenin kemâlini ortaya koymaktır. Onun kemâli de sıfatlarında, fiillerinde ve eserlerinde görünür. Şeyh Davud-ı Kaysarî der ki: “Hamd, kavlî, fi’lî ve hâlî olmak üzere üç kısımdır. Kavlî hamd, Cenab-ı Hak kendini nasıl sena ettiyse ve hamdini enbiyasının lisanında nasıl icra ettiyse, dilin öylece hamd ü sena etmesidir. Fi’lî hamd, Allah’ın rızasını umarak ve ancak O’na teveccüh ederek bedenî ibadet ve hayrata devam etmektir. İnsana,lisanıyla hamd etmek ne şekilde vacip ise her bir uzvuyla hamd etmek de öyle vaciptir. Kulun Allah’a hamd etmiş olması için, her bir uzvunu ne için yaratıldıysa Allah’a yakınlık yolunda şer’-i şerifin beyan ettiği şekilde kullanması lazımdır. Kulun, bu vazifeleri yerine getirirken nefsî hazlarını tatmin gibi bir arzusu bulunmamalıdır. Hâlî hamd, ruh cihetiyle yapılan hamddir ki ilmî ve amelî kemalat ile vasıflanmış olmak, ahlak-ı ilahiyye ile ahlaklanmaktır.” Huccetü’l-İslâm İmam Gazalî rahimehullah Minhâcü’l- âbidîn isimli eserinde der ki: “Hamd ve şükür, sâlikin geçmekle yükümlü olduğu menzillerin sonuncusudur. Maksadına ancak böyle ulaşabilir. Kulun tarikat yoluna adım atması ilahi bir ihtar ve yardım ile olur ki Hz. Muhammed'e (s.a.v) “Nûr kulun kalbine girdiği vakit, bir fütuhata mazhar olur ve bir inşirah duyar” mealindeki hadis-i şerifiyle işaret buyurmuşlardır. Dediler ki: “Ya Rasulallah, bu nurun sahibinin bileceği bir alemeti var mıdır?” Rasulullah (s.a.v)cevaben: “Alâmeti, dünyadan kalben alâkayı kesmek, ebediyet yurduna yönelmek, ölüm gelmeden ölüme hazırlanmaktır.” buyurdular. Kulun kalbine, her şeyden evvel “Bütün nimetlerin bir tek sahibi vardır” diye bir fikir ve ihtar geldi mi, “Allah benden şükür istiyor, aksi takdirde nimetini çekeceğini hatırlatıyor” diye düşünmeli ve Allah’a dönmelidir. Bu hâl, kalbindeki yakînin artmasını, ahiret hazırlığına girişmesini ve şeriatin emirlerine riayetini arttırır. Fakat ibadetlere yöneldikçe bu sefer günahlarının çokluğunu farkeder ve çaresizliğe kapılır. Bu durumda ise pes etmeyip, “Allah’a tevbe edersem beni bütün günahlarımdan kurtaracak ve salih kul olacağım” diye itikad etmelidir. Böyle yaparsa tevbe menzilinde aldığı ihtarlar onu kurtarır ve salih kul olmasını sağlar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

EN KÖTÜ TİCARET

Nebi (s.a.v) buyurur ki:

 

“İblis aleyhilla’ne her gün dünyayı iki

elinde kaldırır ve der ki:

 

- İnsana zarar veren ve onu üzen şu

dünyayı kim benden satın alır? Ehl-i

dünya der ki:

 

- Biz alırız.

 

Şeytan:

 

- Acele etmeyin, onun bir kısım ayıpları

vardır, der. Onlar:

- Beis yok, derler. Şeytan:

- Fiyatı birkaç dirhem veya dinar değildir;

cennetteki nasibinizdir. Çünkü ben

bunu dört şey karşılığında satın aldım:

Allâh’ın laneti, gazabı, azâbı ve benden

alakasını kesmesi. Bunun uğrunda cenneti

sattım.

 

Ehl-i dünya:

 

- Bunlarla beraber kabul ediyoruz, derler.

 

Şeytan:

 

- Bunda bana biraz kâr vermenizi isterim.

Bu da dünyaya kalplerinizde yer

ayırıp ebeden onu oradan çıkarmamanızdır,

der. Onlar da:

- Kabul, derler ve alırlar. Şeytan bunların

arkasından der ki:

- Ne kötü bir ticaret bu!

Efendimize (s.a.v.) şeytanın vesvesesinden

sual olundu.

 

Cevaben: “Hırsız, boş eve girmez, bu,

imanın apaçık delilidir.” buyurdular.

Ali bin Ebu Talib (r.a.)der ki:

“Bizim namazlarımızla Ehl-i Kitab’ın namazları

arasındaki fark, şeytanın vesvesesidir.

Çünkü şeytan onlarla uğraşmaz. Zira

onlar, onun isteklerine uygun davranırlar.

Müminler ise ona muhalefet edip savaşırlar.

Savaş ise ancak karşı çıkan olduğunda

vuku bulur.

 

Namaza başlamadan önce şu duanın okunması

tavsiye olunmuştur:

“Allahümme ente’l-Evvelu feleyse kableke

şey’un, ve ente’l-Âhiru feleyse

ba’deke şey’un, ve ente’z-Zâhiru feleyse

fevkake şey’un, ve ente’l-Bâtınu feleyse

dûneke şey’un; Zü’l-melekûti ve’l-ceberûti

Subbûhun Kuddûsun Rabbü’l-melâiketi

ve’r-rûhi.”

 

Vehb bin Münebbih der ki:

 

“Nuh (a.s) gemiden çıkınca İblis aleyhilla’ne

geldi. Nuh ona:

- Ey Allâh’ın düşmanı! Senin ve ordunun saldırıp

helâk etmesine kavmimin hangi günahları

yardımcı oldu? dedi de:

 

- Biz onlardan cimri, hırslı, hasedkâr, zorba,

aceleci birini görünce hemen yakalayıveririz.

Bir kimsede bu huyların hepsi toplansa

ona da ‘şeytan-ı merîd’ yani ‘azgın şeytan’

deriz. Çünkü bu huylar, şeytanların reislerinin

huylarındandır.” demişlerdir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cenab-ı Hakk Mahmud Sami Ramazanoğlu ks hazretlerinin şefaatlerine bizleri de nail eylesin inşallah...

Share this post


Link to post
Share on other sites

İBADET ANCAK ALLAH'ADIR

İbadet ve ubûdiyet ancak Allah’adır. Allah’a ibadet ve taat, âlemin sulh sebebi ve teminatıdır. Bunun için halkın melike, meliklerin de Melikler Melikine itaat etmesi lazımdır. Bir devrede melik âdil ve hak üzere ise, sürüler çoğalır, ekinler bereketlenir. Zalimse bereket ortadan kalkar.Hikâye olunur ki Nuşirevan bir defasında avdan dönerken bir bahçeye uğradı. Oradaki çocuğa “Bana bir nar verir misin?” dedi. Çocuk verdi. Nar çok sulu ve güzel olmakla susuzluğunu giderdi. Hoşuna gidince bu bahçeyi sahibinden almayı gönlünden geçirdi. Bir nar daha istedi. Bu seferki nar kuru ve suszdu. Nuşirevan bunun sebebini sorduğunda çocuk:”Herhalde melik bir zulme azmetti. Kalbi katılaştı ve nar kurudu…” diye cevap verdi. Nuşirevan çocuğun sözünden uyanarak tevbe etti ve bir nar daha istedi. Bu defaki birincisinden daha güzeldi.Bu defa çocuk: “Her halde Melik tevbe etti” dedi.Nuşirevan uyanıp bir daha zulmetmemeye azmetti.Ve ismi adalet ile yad edildi.İbadet, Cenab-ı Hakk’ı tazim sûretiyle, niyete bağlı olarak ve emrettiği şekilde yapılan taattir.Gafletsiz namaz, gıybetsiz oruç, başa kakmasız sadaka riyasız hac, süm’asız gaza ve cihad, eziyetsiz âzat, usanmasız zikir, ‘ibadet’ kısmına girer.Ubûdiyet ise en genel manasıyla Cenab-ı Hakk’ın her takdirine rıza ve teslimiyettir.Husumetsiz rıza, şikayetsiz sabır, şüphesiz yakîn, dönüşü olmayan yöneliş ve aralıksız rıza-i İlahi ‘ubûdiyet’ kısmına girer. Her ikisi de ancak Peygamberimize uymak ile mümkün olup saadetin anahtarı ve muhabbetullahın da alametidir.İbadet, Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubûdiyet,Allah’ın yaptığına razı olmaktır.“Ancak Sana ibadet ederiz, ancak Senden yardım dileriz” ayeti bu mânayadır. Bu bir ictimai sözleşmedir.Cenab-ı Allah bu ahdi, önce Habib-i Kibriya’sının kalbine vahiy ile yapmıştır. Bu ahd ü misakı tam manasıyla söyleyebilen Efendimizdir (s.a.v) Bu münasebetle asıl makam-ı ubîdiyet ve abdiyet O’nundur.Bütün cemaat-i İslamiye O’nun Hira Mağarası’ndaki yöneliş ve kulluğundan teşekkül etmiştir. Her asırda onun sünnetine uyan cemaat-i İslamiyye bu ubûdiyet akdini hakkıyla söyleyebilmiştir. Kul, nefsin dört sıfatı olan emmare, levvame, mülheme ve mutmainnenin arınması için Rabbini ilahiyet, rubûbiyet, rahmaniyet ve rahimiyet sıfatlarıyla zikretmekle emrolunmuştur. Bu sûretle nefsin bu dört sıfatı elinde köle olmaktan kurtulur; Cenab-ı Hakk’a muhatap olma seviyesine yükselir.Kul, Allah’tan gayrı her şeyden yüz çevirmeyince sırat-ı müstakime ulaşamaz. Sırat-ı müstakim, marifetullahtır.Sırat-ı müstakim, ibadet ve taatte ifrat ve tefride düşmeyip itidali muhafaza ile bu yolda sebat etmektir de denilmiştir.Hadis-i şerifte beyan olunduğu üzere Sırat-ı müstakimi bulamayıp gazaba uğrayanlar ve lanetlenenler Yahudiler, dalâlete düşenler ise Hiristiyanlardır.İslam, gazaba uğramadan, dalâlete düşürmeden, saadet ve selametle Allah’ın nimetlerine ve Allah’a götürüp “Elhamdülillah” dedirten apaçık, dosdoğru ve hak, hakikat, istikamet yoludur. Bize düşen ihsan ile, Allah Taala’yı görüyormuş gibi ibadet etmektir.

 

(Fatiha Sûresi Tefsiri’nden alınmıştır.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cenab-ı Hakk Mahmud Sami Ramazanoğlu ks hazretlerinin şefaatlerine bizleri de nail eylesin inşallah...

 

 

Amin kardeşim.İnşallah

Share this post


Link to post
Share on other sites

NAMAZ TERBİYESİ

Mirac-ı Nebevî’de beş vakit namazın farzıyetinden itibaren,

Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Hazretleri ahir

hayatlarına kadar hiçbir vakit namazı terk etmedikleri

gibi maraz-ı mevtlerinde dahi Hazret-i Ebû Bekir’e (r.a)

emir buyurarak on yedi vakit cemaatle ashab-ı kirama

namaz kıldırmış ve bir defasında pek hasta olduğu

halde koltuğuna Hazret-i Ali ve Abbas (r.a) girerek cemaate

gelmiş, ashabına ve ümmetine namazın ehemmiyetini,

devam lüzumunu ve şiddetli hastalık halinde

bile hiç bir suretle asla terki caiz olmayacağını fiilen de

ta’lim ve irşad buyurmuşlardır.

Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

‘’Gerek erkek ve gerek kız yedi yaşındaki çocuklarınıza

namaz ile emrediniz. On yaşındakiler için de kılmazlarsa

darb ediniz ve yataklarını ayırınız.” On yaşındaki

çocuklar namaz kılmazlarsa hafifçe el ile avuçtan

ziyade olmamak üzere darb edileceği kütüb-i fıkhıyyede

açıkça beyan olunmuştur. İşte namazın derece-i

ehemmiyeti ve devamı lüzûmu çocukluk çağında başlamaktadır.

Bir müslümanın evladına çocukluk çağında

namazını ve feraizi-i dîniyesini öğretmesi farzdır.

Aksi takdirde ebeveyn mes’uldür.

Bu sebeple evladın küçüklüğünde dinî terbiyesini

ta’lim ve ihmal eden kimsenin evladı fena ahlak ve bozuk

i’tikad ve cereyana kapılmak tehlikesine ma’ruz kalacağı

açıktır. Allah Teala buyurmuştur: “Habibim! Ehl-i

beytine namazla emir ve namaz üzerine sabret ve

emr-i tebliğle meşguliyetten dolayı rızkın noksan olacağı

hatıra gelmesin; çünkü biz senden rızık istemeyiz

onları biz merzük kılarız.

Ehl-i ıyalini akıbet-i hamîdeye teşvik et, zira akıbet ehl-i

takvaya mahsusdur.” (Taha, 20/132) Her kimin kalbinde

Cenab-ı Allah -azze ve celle- korkusu vardır, onun

akıbeti hayırdır. Sabırdan murad; namazı onlara tebliğ

etmekten hasıl olacak meşakkate sabırdır.

Beyzavî, Hazin ve Medarik’de beyan olunduğu veçhile

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) hazretleri ehlü ıyaline

bir zarar isabet ettiğinde namaz ile emredip bu

ayet-i celîleyi okuduğu mervîdir. Binaenaleyh bir belaya

mübtela olan kimse beş vakit namazla beraber nafileye

devam ile Hak’dan yardım istese o beladan halas

olacağına işaret olunmuştur. “Ey mü’minler! Sabır

ve salat ile Allah’dan yardım taleb edin, zira Allah Teala

sabreden kullar ile beraberdir.” (Bakara, 2/153) buyurulmuştur.

Yani; ey ehl-i îman! Her umûr-ı husûsunuzda nefsinizi

günahlardan muhafaza ve nefsin arzusundan men’

ve belaya tahammül etmekden ibaret olan sabırla

ve bir de cemî’ a’zalarda Cenab-ı Hak -azze ve cellehazretlerine

teveccühden ibaret olan salat (namaz)

ile Cenab-ı Allah’dan yardım talep edin. Namaz ise

ümmü’l-ibadat ve aleminin Rabbine münacat olduğu

cihetle namaza devam etmek sair ibadet ve taata

vesîle de olacağından Cenab-ı Hak -azze ve celle- hazretleri

“namaz” ile Hak’dan istiane ve vesile kılmaklığı

emir buyurmuştur.

İşte bu ayet-i celîle, fiil-i peygamberi ile tefsir edilmiştir.

Çünkü Resûlullah -sav- Efendimiz hazretleri mühim

bir umurun keşfini talebde namazı miftah ve vesile ittihaz

buyurduğu gibi bir musibete duçar olunduğunda

dahi namaza müsaraat buyurmuşlardır. Bu sebeple bilcümle

mü’minlerin musibet ve bela nüzülünde namazla

Cenab-ı Hakk’a iltica etmeleri lazımdır.

 

Kaynak: Yenidünya Dergisi

Share this post


Link to post
Share on other sites

HZ. MAHMÛD SÂMÎ RAMAZANOĞLU (K.S.)

 

Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında Sünnet-i seniyye-i ihyâ eyleyen ve nice yüksek makamların sâhibi, Gavs, Müceddid, Sâhibü’z-zamân ve Cân’a yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı akdes olan Hz. Mahmûd Sâmî (k.s.), insanları Hakk’a da‘vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuzüçünçüsüdür.

 

NESEBLERİ VE DOĞUMLARI

1892 Yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâyı teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendilerdir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendilerdir. Büyük Türk beyliklerinden Ramazânoğlu beyliğinin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendinin (ki Sâmî Efendi Hazretlerinin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vâsıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır.

Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler:

“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelerek: “-Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan, doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: “-Sandıktaki emânetimi veriniz!” diyor. Ona benzer bir emâneti veriyorlar: “-Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!” diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.”

Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında: “-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.” diye buyurdular.

Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (Rh. Aleyh) Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazretin 6 Kasım 1937’de kendi el yazılarıyla, latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir.

Bu “Beyânnâme”de, Hazretin doğdukları ev Seyhân vilâyeti, Adana kazâsı, Kayalıdağ mahallesi, Sabuncu Abdullâh sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazretin doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.

 

ŞEMÂİLLERİ VE ÇOCUK YAŞTA SÜNNETE İTTİBÂLARI

Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorulduğunda:

“-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır.

İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ‘.

 

SÜNNETİ İHYÂ ETMELERİ

Doğumlarından i‘tibâren bütün hayatları boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.

Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütmüştür. Asra yakın ömürlerinin, doğumundan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirmişlerdir. İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.).

Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir” Hazret-i Sâmî (k.s.).

 

TAHSİLLERİ

İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.) yüksek tahsîlini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devâm ederler.

 

ŞEYHÜ’L MEŞÂYÎH ESAD ERBİLİ HAZRETLERİNE

İNTİSAB ETMELERİ

Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü Merhûm Fuat Çamdibi Hocanın babası):

“Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhü’l-Meşâyih Es‘âd Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler. Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar: “Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca:

Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi- deyince; birden Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri:

“Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrât diye cevâb verdim.

“Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.” Akarsu deryâya kavuşmuş; su mecrâını bulmuştu.

 

BİR KAÇ AYDA TECELLİ

Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu. El-hamdü li’llâh.

 

ES’AD ERBİLÎ HAZRETLERİ İLE DERÛNÎ MUHABBETLERİ

Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretlerinin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk def‘a sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu Genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “-Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi.

“-Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki Zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh.

Üstâdına olan bu muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler.

 

DERGÂHTAKİ GÜNLERİ

Sâmi Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı.

 

HÜSEYİN EFENDİ HAZRETLERİNE HİZMETLERİ

Hazreti Es‘âd Erbilî Efendimizin: “Mâ‘nen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi” diye ta‘rîf ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu Zâtın hizmeti için kim tâlib olur?” diye Pîr Efendimiz ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî Efendimiz o Zâtın hizmetlerine koşarlar. Def‘i hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri:

“Evlâdım, Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.

 

MÜRŞİDİN GÖREVİ

Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazretleri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın altına tutarak bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasıyla bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı. İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, bi-izni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez bi-izni’llâh.

Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizmetinde geçiren” Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.

 

ALLÂME TAFTADÂNÎ

Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî hazretlerinin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası:

“-Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe:

“-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî hazretleri:

“Oğlum beni de şeyhine götür” diyor.

Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyyet yok veya nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor. Sâmî Efendimiz Hazretlerinin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşîd-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar irşâdla görevlendirilirler.

 

ADANA’DA İRŞAD VAZÎFELERİ

Kendileri 33 yaşında irşâd ile görevlendirilmiştir. İrşâd ile görevlendirildikten sonra Adana’da aşağı yukarı 20 sene, 52 yaşına kadar, ikamet ederek irşâd vazifesini Adana’da ifa etmişlerdi.

O zamanlar; İstanbul müftüsünün Süleymaniye Camisine imam olarak gece bekçisi tayin etmek zorunda kaldığı zamanlardı. Camilerde vazife yapacak yetişmiş adamlar yoktu, va'z ve nasihatler yapılamıyordu.

İşte böyle bir zamanda üniversite mezunu da olan Hazreti Sami (k.s.) Efendimiz Adana’da Yağ Camii’nde Ümmeti Muhammed’e va’z ve nasihat etmeye başlamıştı. Tabi bu şartlar altında kimsenin söyleyeceği bir şey yoktu.

Şehir otobüsüne bindiğinde, hukuktan mezun arkadaşları ile karşılaştığında, arkadaşları çeşitli hakaretler ederek, terbiyesizlik yapar, “Bu sakal ne? Niye kravatın yok? Niye gericilik propagandası yapıyorsun?’’ derlerdi. Yani Hazret-i Sami (k.s.) Efendimizin hayatı böyle çilelerle geçmişti. Bunlara rağmen İslâm tebliğini hayatının her safhasında yılmadan usanmadan yapmışlardır. Elhamdülillah.

 

MAHMÛD İSMİ VERİLMESİ

 

1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat salla’llâhü aleyhi ve-sellem Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye:

“Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler.

 

HAZRETİ MAHMÛD SÂMÎ (K.S.) EFENDİMİZİN EVLÂDI OLMAK

“Ben Sâmî’nin evlâdıyım diyeni inşâallah öbür tarafta bırakmam” diyor Hz. Sâmî (k.s.). Mürşîd-i Kâmil çobana benzer. Çoban sürüsünü otlatırken ayağı kırılan koyunu merada bırakır mı? Elbette bırakmaz, onu sırtına atar ağıla kadar götürür. İşte Mürşîd-i Kâmil de onun gibidir. (Allah’a hamdü senâlar olsun ki, Allah Hz. Sâmî’ye bizleri evlâd etti.)

“Geceleri bazen fakiri çağırırlardı. Özel sohbet ederlerdi. Bir gece gittiğimde yine ağlayarak duâ ediyor “Ben Sâmî’nin evlâdıyım diyeni vallahi bırakmam, billahi bırakmam.” diyordu. Onun evlâdı olmaya çalışmalıyız.

 

AKLI KURBAN ETMEK

Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullah ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretlerinin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa salla’llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat!

 

KERÂMETİ İFŞÂ EDENE VERDİKLERİ DERS

İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o da yirmi dört saatin tamâmını Resûl-i Ekrem salla’llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin asırlık ömürleri.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kendisini yardıma çağıran Adana’nın Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları bi-iznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak:

“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdülkâdir-i Geylânî’sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle bi-iznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:

“- Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da:

“- İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.

İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.

Bütün hayatları ma‘nevî kerâmet (yani istikâmet) olan Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamd ederek, hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola devâmı öğretiyorlardı.

 

KALBİN HÂLLERİ

Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı. Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri bir misâl: “Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cinsinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda, bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta kalınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül edelim” buyururlardı.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder. Kalb nazargâh-ı İlâhîdir; ona göre dikkat etmeliyiz.”

Yine buyuruyorlar: “Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Beğ bana: “-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir def‘a Ayasofya câmiinde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta imiş (yani katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi. Câmide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona göre dikkat edelim.”

Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı kerîmde beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ezcümle:

 

* Ölü kalb,

* Hastalıklı kalb,

* Gâfil kalb,

* Zâkir kalb,

* Ma‘nen diri (hayy) kalb.

 

Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikrullâha devâm olduğunu her def‘asında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:

“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”

“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’ü ve O’nun zikrini hatırlatanlarla beraber olmağa çağrılıyordu.

 

SÂDIKLARLA BERABER OLMAK

Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.).

 

SÂLİH VE SÂDIKLARDAN DÜNYÂDAKİ İSTİFÂDE

Bu husûsta kendilerine âid şu menkîbeyi anlatırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var; kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem:

“- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim:

“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.”

İşte sâlihlerden bi-iznillâh “kabirdeki istifâde”.

 

SÂLİH VE SÂDIKLARDAN MAHŞERDEKİ İSTİFÂDE

Sâlih dostların birbirlerine olan yardımlarının Kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:

Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı hasenâtına denk geliyor. Mes’elâ, 1000 seyyiesi varsa 1000 de hasenesi var. Cenâb-ı Hakk azze ve celle hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene iste, verirlerse bana getir seni cennete dâhil edeyim diye buyuruyor. O kul Mahşer gününün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu ile anne ve babasını bulup durumunu onlara anlatıyor. Onlar da evlâdım bugünkü günde biz kendimizi kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey veremeyiz diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakk’ın huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey vermediler yâ Rabbi diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve tekaddes hazretleri o kuluna:

“-Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o anda hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz dünyâ hayatında senin rızân için sevişirdik diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup durumunu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:

“-Ey kardeşim ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar” diyor. Hesâb veren kul, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna sevinçle geliyor ve durumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:

“-Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâdü Kerîmim, Erhâmü’r-Rahimînim, her ikinizi de affettim” buyuruyor.

Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. El-hamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn. Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin (Âmîn).

Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimizin buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir mikdâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler.

 

SURİYE'Lİ ŞEYH KETTÂNÎ'NİN SÖZLERİ

1950’li yılların başında (1954 olabilir) Efendi hazretleri Suriye’ye gitmişlerdi. Orada meşâyıhtan epeyce bir zât var. Şeyh Kettânî, o zevâtın hepsini bir yerde toplamıştı. (Suriye’nin, Mısır’ın, Türkiye’nin şeyhleri de orada mevcuttu.) Kendi aralarında diyorlar ki, “Bir murakabe yapalım, Sâhibü’z-zamân kimdir? öğrenelim.” Şeyh Kettânî murâkabe anında gayr-i ihtiyârî “Vallâhi Sâhibü’z-zamân Şeyhu’l ekrattır (Türk Şeyhi)” diye bağırarak Sâhibü’z-zamân’ın Hz. Sâmî (k.s.) olduğunu beyan etmişler. (Allah’a hamd ü senalar olsun ki bizi öyle bir Zât’a evlâd olmayı nasip ve müyesser eylemiştir.)

 

MISIRLI ÂLİMİN SÖZLERİ

Mısırlı bir âlim Türkiye’de İslâmî bir gençlik hareketi başlattığımızı duyunca, Medine-i Münevvere’de fakiri bularak görüşmek istemişler. Bu görüşmede “Kime mensûbsunuz, mürşidiniz kim?” diye sordular. “Sâmî Efendi” diye cevap verince daha önce ismini duymadığını söyleyip “Sâmî Efendinin hallerinden biraz bahseder misiniz?” diye sordu. Ben de Efendi Hazretleri ile ilgili şu kıssayı anlattım: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:

“- Seferden döndüğünüzde hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz.” buyuruyorlar.

Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her def‘asında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az on def‘a devâm etti” deyince yabancı âlim ayağa kalkarak:

“- Vallâhi bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir” dedi.

Tabî ki altının kıymetini sarraf bilir. Bu zat büyük bir âlim, ma’neviyat ehli bir kimse idi. Bu işleri de bildiği için bunu ancak Sâhibü’z-zamân yapabilir dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.

 

ŞERÎATE UYMAKTAKİ TİTİZLİKLERİ

Hz. Sâmî (k.s.) Efendimizin sünnete, şer’-i şerîfe uymaktaki titizlikteki hassasiyetini gösteren bir başka menkıbesi şöyledir:

Medine-i Münevvere’ye hicret edecekleri zaman, İstanbul’dan ayrılmadan amcasının kızı Sıddîka Ramazanoğlu (Allah gani gani rahmet eylesin) güle güle demek için, Bahçelievler’den Erenköy’e Efendi Hazretlerini görmeye gelmişti. Sıddîka Hanım teyze, kapı açık vaziyette kapının arkasında oturuyor. Efendi Hazretleri de yatağında… Oradan bu şekilde konuşarak vedâlaştılar. Yani Allah’ın emrine uymaktaki hassâsiyete bakınız. Kendisi sinn-i şeyhûhete gelmiş (Medine’de 5 sene yaşamıştı, Medine’ye geldiğinde 91 yaşında idi.) Kendileri 91 yaşında, Sıddîka hanım teyze 85 yaşında olmasına rağmen kapının arkasından görüşüyorlar. Bizler de Allah ve Resûlü (s.a.v.)’in emirlerine bu şekilde riâyet edersek “Ve’l âkıbetü li’l müttekîn - Âkıbet müttakîlerindir.” (Kasas s. 83) sırrına mazhar oluruz. Allah’ın dostumdur dediği mü’minlerden oluruz. Biz Allah’la beraber olalım da kim neyi isterse onunla olsun.

Cenâb-ı Hakk dostlarının yanından, yolundan, izinden ayırmasın. Burada beraber ettiği gibi öbür tarafta da beraber etsin inşâallah.

 

SOHBET ESNÂSINDA O HÂLLERİ

AYNEN YAŞIYORMUŞ GİBİ OLMALARI

Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz; daha önceki kitâblarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak ta‘rîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “Gâzî” olmuşlardı. Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân harbinde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bulamadıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyorlardı. Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapamadığınızı söylüyorsunuz?” Kavl-i şerîfini de bize kendileri yaşayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek Gâzî olmuşlar, ve ömürleri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı. Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde Uhud harbinde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân oluşunu anlatırken; onun lâkabını: “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin kılıç saldırıcı, diye ta‘rîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görülmekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor; ondan sonra anlatıyorlar; anlatırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâddı Hz. Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd. Ve bu cihâdı elinde silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuşdu Hz. Sâmî (k.s.).

 

MEŞHUR MUHADDİS "VEHB BİN MÜNEBBİH"

Allâhü Azîmü’ş-Şân “Velîlerim kubbelerim altındadır. Onu benden gayrisi bilmez.” diyor. Bir gün bir yere bir muhaddis (Vehb bin Münebbih) gelmiş, orada sohbet ediyor. Genç bir çocuk da paltosunu kafasına çekmiş, yan tarafta oturuyor. Yaşlı bir amca da genci ikaz ederek:

“Evlâdım bu muhaddis meşhur Vehb bin Münebbih’tir, bir daha bulamazsın gel istifâde et.” diyor.

“Amca işine bak” diyor. Biraz sonra ihtiyar dayanamıyor. Tekrar:

“Evlâdım bu Vehb bin Münebbih’tir. Büyük muhaddistir bir daha yolu buraya düşmez, şuradan istifâde et.”

“Ya amca sen işine bak” diyor çocuk. Adamcağız dayanamıyor üçüncü defa genci ikaz edince genç:

“Ben Vehb bin Münebbih’in Rabbinden dinliyorum.” Yaşlı amca:

“Vehb bin Münebbih’in Rabbinden mi?” deyince genç:

“Evet! Rabbinden” diyor. Yaşlı amca:

“Oğlum bu çok büyük bir iddiâ buna delil gerek.” Deyince genç diyor ki:

“Vallahi bak amca senin Hızır (a.s.) olduğunu şurada herkese söylerim, senin yakanı paçanı koparırlar.” Hızır (a.s.):

“Yarabbi sen, velîlerin isimlerini vermiştin, bu çocuğun ismi yoktu” deyince Hakk Te’âlâ Hazretleri:

“O senin bildiklerin” buyuruyor.

Onun için Allah dostlarının kimler olduğunu yalnız Allah bilir. Hakîkî mü’minlik vasfını iktisâb edersek onu da elde etmiş oluruz. Uçmakla kaçmakla bir yere varılmaz. Kuş da uçuyor, balık da yüzüyor. Uçağa da binince 500 kişi havada gidiyor. Asıl iş hakîkî mü’min, müslüman olmak, Resûlullah (s.a.v.)’e ittibâ edip O'nun yolundan gitmektir. İşte sahâbenin hâli ortadadır. Hz. Sâmî (k.s.)’un hâli de ortada.

 

MUZAFFER OZAK’IN TÜRBEYİ ZİYÂRETİ

 

Falih Efendi Medine-i Münevvere’de devlet büyüklerinin Türbe-i Saadet’i ziyaretinde mihmandârlık yapan, Türbe-i Saadet’in kapısını açarak onları Türbe-i Saadet’in içine dâhil eden Suudi Arabistan devletinin resmi memuru idi.

Efendi Hazretleri’nin eski hac ziyaretlerinden birinde Falih Efendi, Efendi Hazretlerini ziyaret ederek “Efendi Hazretlerinin kendisi ile beraber birkaç ihvânı Türbe-i Saadet’in içine dâhil ederek ziyâret ettirebileceğini" söylemişti. Bu hâdiseyi Rahmetli babam anlatıyor:

 

ALLÂH DOSTLARININ ARKASINDA BİRKAÇ ADIM

 

Efendi Hazretleri ile beraber hac ziyâretinde Harem’in arka tarafında olan Teysir otelinde kalıyorduk (Şimdi o otel yıkıldı Harem-i Şerîf hududları içinde kaldı). Fâlih Efendi, Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizi ziyârete götürmek için “Yatsıdan bir müddet sonra sizi otelden alırım” diyerek kendisini beklemelerini söyledi. Yatsıdan sonra Fâlih Efendi söylediği gibi Teysir oteline geldi. Lobide oturan Efendi Hazretleri’ni ziyâret için da’vet etti. Efendi Hazretleri ile beraber ziyârete gitmek için kalkıp hareket ettik. O sırada lobide ihvânıyla beraber bulunan Muzaffer Ozak, Efendi Hazretleri’nin kalktığını görünce ayağa kalkarak yanında bulunanlara “Bakın arkadaşlar şu gördüğünüz Zât, hakîkî bir Allâh dostudur. Gelin biz de onun arkasında teberrüken birkaç adım atalım” demiş. Arkadaşları ile beraber Hazret’in arkasından bu şekilde yürüdüler.

Efendi Hazretleri de Harem’e doğru yürürlerken “Mehmed Bey Muzaffer Efendi’nin de kendisini çağırın. O da bizime beraber ziyârette bulunsun” dediler. Ben de Muzaffer Efendi’ye gittim selâm verdim. “Üstâdımız sizi de çağırıyor siz de geleceksiniz” dedim ve bu şekilde Türbe-i Saadet’in içine Muzaffer Efendi de girdi.

Tabi Muzaffer Efendi o zaman da Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizden daha medyatik biriydi. Çok kimse tarafından bilinir ve tanınırdı. Tâ Amerika’dan Avrupa’dan mürîdleri vardı.

Bir Allâh dostunun arkasından birkaç adım attığı için çok nâdir kimselere nasîb olacak büyük bir devlet Muzaffer Efendi’ye de böylece nasîb oldu.

 

MENFUR BİR HÂDİSE

1978 senesi Ramazan ayının bir Cuma’sı Suadiye Camii’nde Efendi Hazretleriyle birlikte Cuma namazını kıldık. Oradaki menfur hadiseye çok üzüldüler.

Askeri istihbaratta çalışan emekli bir astsubay terbiyesizlik etti. Efendi hazretleri namazdan sonra biraz oturur, çabuk çıkmazdı. Cuma’dan sonra okuyacak şeyleri vardı. Okuduktan sonra kalkarlardı. Hazret otururken emekli astsubay geldi tam önünde durdu. Hazreti işaret ederek, “Burada herkese şeyh diyorlar” dedi ve bir sürü saçma sapan şeyler söyledi ve (va’z kürsüsünün altında oturan Hüseyin Pilavcı’yı kastederek) “İşte bu Hüseyin Pilavcı’dır. Zamanın kutbudur. Hakîkî şeyhtir.” dedi. Bu arada millet de bana bakıyor. Tabi benim yapacağım bir şey yok. Hazret’ten bana bir işaret gelirse icabına bakılır ama bir şey demedi. Çıktık eve geldik.

Evde âile efradını toplayıp “Bundan sonra Suadiye Camiine hiçbir zaman gitmeyeceğiz. Bundan böyle bütün Cuma namazlarına beni sadece Ömer Öztürk götürecek. O hangi camiye gidileceğine kendisi karar verecek ve kimseye söylemeden dilediği camiye bizi götürecek ve buyurun inin deyince o camide namaz kılacağız.” buyurmuşlardır. “Duydunuz mu, anladınız mı” diye birkaç defa tekrar ettiler. Bunu tebliğ etmek üzere o sırada askerden izinli bulunan Mahmûd’u bahçeye gönderdiler. O sırada Fakir de bahçede Mahmûd Gezer ile oturuyordum. Torun Mahmûd bu emri, Mahmûd Gezer ağabeyin yanında Fakir’e tebliğ ettiler.

 

ABDURRAHMAN GÜRSES HOCAYI ZİYÂRETLERİ

 

Efendi Hazretleri ile beraber Amiral Bristol Hastanesi’ne (Amerikan Hastanesi’ne) gittik. Başhekim M. Es’ad Alpaytaç Bey bizleri karşıladılar. Es’ad Bey Müslüman bir kimse idi. Babası Tarsus Müftüsü Enis Bey’in Es’ad Erbilî Hazretleri’ne sonra da Sâmî (k.s.) Efendimize müntesib olması münâsebetiyle çok ilgi gösterdi, bizi odasına da’vet etti. Es’ad Bey Sâmî (k.s.) Efendimize: “Efendim, buraya kadar teşrif etmişsiniz. Eğer arzu buyurursanız, hoca efendinin yanına sizi götüreyim, ziyâret edin. Ama siz hassas insansınız. Hoca efendinin hâlini görürseniz üzülürsünüz. O vaziyette hoca efendiyi görmeyin. Her tarafına hortumlar takılmış; gıdasını bile hortumla veriyoruz’ dedi.

 

Hazreti Sâmî (k.s.): “İnşâallah Hakk Te’âlâ Hazretleri bir kolaylık ihsan eder. Müsâitse ziyâret edelim, bir selâm verelim” dedi.

 

Sâmî Efendimiz hoca efendinin odasına gittiler. Onun bu hâlini görünce çok müteessir oldular. Abdurrahman Gürses Hoca, Efendi hazretlerinin bu ziyâretinin sürûrundan ağladılar.

 

Hoca gençliğinde Pir Efendimizin (Es’ad Erbilî Hazretleri’nin) bir sohbetine gitmiş Ramazan günü. Pir Efendimize demişler ki: “Abdurrahman Hoca iyi bir hâfızdır, sesi de güzeldir. Müsâade buyurursanız bir aşr-ı şerîf okusunlar.” Hoca efendi de bir aşr-ı şerîf okumuş. Es’ad Erbilî Hazretleri de çok beğenmişler ve “Bu sene Ramazan’da terâvihi Abdurrahman Efendi kıldırsın” demişler ve o Ramazan terâvihi Abdurrahman Efendi kıldırmış. Bundan dolayı Abdurrahman Hoca Menemen hâdisesine dâhil edilmiş ve belli bir süre de hapis yatmıştır.

 

Bu ziyaret sırasında Sâmî (k.s.) Efendimiz, yaptığı her işte olduğu gibi, yine sünnete uyarak hoca efendinin sağlığına kavuşması için: “İnşâallah Cenâb-ı Hakk’ın lûtfü ile şifâ bulursunuz” dedikten sonra şu cümleyi ilâve etti: “İnşâallah Cenâb-ı Hakk lütfeder, yüzlerce talebe yetiştirirsiniz” dediler.

 

Abdurrahman Hoca o zamana kadar hiç talebe yetiştirmemişti. Kendisi Beyazıt Camii’nin imamıydı. Cuma namazında sıhhati müsâid ise, hutbeye kendisi kılıçla çıkardı. (İhtilâlden sonra hutbeyi kılıçla okumayı kaldırdılar.) Celâlli bir kimse idi. Bir gün hutbe okunurken birisi girdi ve namaz kılmaya başladı. Hoca Efendi hutbeden o kişiye: “Şimdi sünnet kılınmaz, selâm ver bakayım” diye bağırdı. Allahü Te’âlâ gani gani rahmet eylesin.

 

Hazreti Sâmî (k.s.)’un şu “İnşâallah yüzlerce talebe yetiştirirsiniz” duâsı bereketiyle yüzlerce talebe yetiştirdi.

 

HAZRETİN HAYÂTINI BÖYLE YAZACAKSAN HİÇ YAZMA DAHA İYİ!

Hazretin hayatıyla ilgili yazılan birçok kitap var. Bazıları doğru ise de birçoğu yakıştırma tarzında olmuştur. Hazretin hayatını yazan bir kitabda şu şekilde geçiyor:

Sâmî Efendimizi Kayseri Yahyalı’da Yeşilhisar İçmecesi denilen şifalı suların bulunduğu bir köyden, Yahyalı’ya Ekşi Ali nâmındaki bir adam götürüyor. Yolculuk esnâsında mezarlığın yakınından geçerlerken Ekşi Ali gönlünden “Böyle insanlar kabir hâline vakıf olurlarmış derler, acaba bu zât da bilir mi?” diye geçirmiş.

Sâmî Efendi yavaşça dönüp “Ali Efendi, onu küçük Veli bilir…” demiş.

Bu kitabı yazan karıştırmış “Velâyetin ilk basamağında olan Veli, ehli kuburun hâlini bilir” demek istemiş. Bunun ma’nâsı : “Biz büyük veliyiz çok daha iyi biliriz.” demektir. Sâmî Efendimizi yüzüne karşı “Efendim siz şöylesiniz, böyle büyüksünüz, büyük bir Allah dostusunuz” diye övdüklerinde; Efendi Hazretleri sağına soluna bakarlar bu sözleri kimin için söylediklerini anlamaya çalışırlardı. Bütün büyük velîler gibi toprak gibi mütevâzi bir zât idi Sâmî Efendimiz…

Hâşâ Efendi Hazretleri Allah muhâfaza etsin böyle bir lafı nasıl söyler?

O hayatı öyle yazacağına hiç yazma daha iyi.

 

İSİMLER ÖNEMLİ

 

Hazreti Sâmî Efendimizin evini Cihad Sarpkaya adında ihvandan biri kiralamak istediğinde Hazret “Allah Allah hem sarp hem de kaya imiş.” dedi. Ömer Kirazoğlu abiye “Yâhu Ömer abi bak Hazret beğenmedi” dedim. Ömer abi de “Yâ nereden çıkarıyorsunuz beğenmediğini.” dedi. Hazretin o sözüne rağmen O’na evi kiraya verdiler. Adam ihvan olduğu halde ne kirayı verdi ne de zam yaptı. En sonunda adamı evden zorla çıkarmak zorunda kaldık.

 

TREN KATARI

Yahyalılı Hacı Hasan Efendi naklediyor:

Efendi hazretleri Kayseri’de demiryolunun kenarındaki bir evde sohbette bulunuyorlar. Sohbette bulunan samimi ihvanlardan biri, içinden şöyle geçirmiş:

“Ya, Allah bize ne büyük bir devlet nasip etti. Böyle bir zatın evladı olduk, sohbetinde bulunuyoruz. Yüz yüze, karşı karşıya oturma şerefine nail oluyoruz. Ama boş bir adamım ben. Hiçbir şey yok bende, keşke bazı istifâdelerimiz olsa idi.”

Bu sırada Hz. Sâmî (k.s.) treni göstererek; “Bakın şu katara. Bütün vagonları çekiyor. Bir kısmı dolu, bir kısmı da boş.” Böylece o ihvana cevabını vermiş oluyor. Allah şefaatlerine nâil eylesin.

 

EFENDİ HAZRETLERİNİN 1963 HAC SEYAHATİ

 

Efendi Hazretlerinin 1963 Hacc yolcuğunu rahmetli babam, Muhterem Merhum Mehmed Öztürk anlatıyor:

Baas partisinin Suriye’de iktidara geçtiği zamanki Hacc yolculuğunda ben yoktum. Efendi Hazretleri ile beraber ihvandan dört kişi (Babam, Atasayar Amca, Musa Amca ve Alemdar Amca) 1963’te Hac için yola çıktık. Efendi Hazretleri hayatı boyunca hiç yemek lafı etmemiş bir insandı; ama İstanbul’da yola çıkarken bize “yanınıza yiyecek alsanız” dedi. Yol arkadaşlarıma “Üstadımız şimdiye kadar hiç böyle bir şey demedi. Bunda bir hikmet olsa gerektir. Yanımıza yiyecek bir şeyler alalım” dedim.

Sonra yol arkadaşları “Uçakta zaten yiyecek verecekler. Şam’da da buradaki yiyeceklerin çok daha iyisi var. O zaman yiyecekleri uçaktan iner inmez Şam’dan alalım.” deyince ben de bir şey demedim.

Şam’da uçaktan inip hiçbir şey almadan otele gittik. Şam’da Tebuk oteli vardı. Efendi Hazretleri Şam’a gidince o otelde kalırlardı. Otele yerleştikten sonra namazı kılıp istihareye çekildik. Sabaha karşı toplar patlamaya başladı. Otel idaresine ne olduğunu soruca “Suriye’de ihtilal oldu. (Baas Partisinin ihtilali) Sakın ha otel kapısından dışarı adım atmayın. Dışarıya adım atana “vur emri” verilmiştir. Dışarı çıkarsanız vururlar sizi… Şuan ihtilal neticesini bekleyeceğiz.” dediler.

Tabi bundan 40 sene önce otelde de ne olacak? Ne yiyecek bir şey ne de içecek su var. Sadece abdest aldıkları sudan içebiliyorduk. Tam üç gün hiçbir şey yemeden içmeden otelde kaldık.

Böylece de neden Efendi Hazretlerinin yanınıza içecek ve yiyecek alın dediği meydana çıkmış oldu.

Tabi Hak Teâlâ Hazretleri, Allah dostu kişilere çeşitli vesilelerle kişinin kalbine, manevi derecesine göre çeşitli ilhamatlar gönderir. Hazret bu ilhamatlara rağmen kendi ihtiyacı olmadığından yanına bir şey almamış, değil 3 gün 13 gün olsa Allahın izniyle yemeden durabilir ama yanında bulunan kişilerin yemek hususundaki durumunu bildiği için “yanınıza yiyecek alsanız” demişti.

Sami Efendi Hazretleri sözünü tutmamız bizim dünya ve ahret saadetimiz içindir. Hak Teâlâ Hazretleri her hususta Hazreti Sami’ye uyup O’ndan istifade etmeyi nasip etsin. (Amin)

 

ADANALI HASAN EFENDİ AMCA

 

Efendi Hazretlerinin tam icazetli hakiki halifesi idi. 1969 ‘de Adana’da vefat etti.

Son nefesinde yanında idim. Onun da anlatılacak çok kerameti var ama bana son nefesinde “şurada gördüklerini başka bir ferde anlatırsan ahirette on parmağım yakanda olur. Hiç kimseye anlatmayacaksın” dedi. Onun için o gördüklerimizi maalesef anlatamıyoruz.

Yalnız başkaları tarafından anlatılan herkesçe de bilinen şu hallerini anlatayım: Vefatından on beş gün önce Adana’ya gitmiştim. Bir hafta iyi, son bir hafta hastalanmış yatıyor idi. Geceleri ağarlaşınca doktor getiriyorduk. Getirdiğimiz doktor dahiliye mütehassısı Adil Bey bir seferinde tansiyonunu ölçtü. Tansiyonu dörde düşmüş… Tansiyonu ölçerken bir taraftan da Hasan Amca görmesin diye eliyle tansiyon aletini kapatıyordu. Hasan Amca yataktan başını kaldırarak:

“Yahu doktor bey sana da zahmet veriyoruz. Bu çocuk illa doktor getirelim dediği, onun hatırı için seni çağırdık yoksa sana ihtiyaç yok. Benim Rabbim öyle bir Allah ki, tansiyon dörde değil sıfıra bile düşse yaşatacaksa beni yaşatır. Öldürecekse de kaç olduğu mühim değil.” dedi. Yani doktor gizlese de tansiyonunun dörde düştüğünü biliyordu. Allah gani gani rahmet eylesin. Şefaatine nail eylesin.

Doktor “yanına kesinlikle kimse girmesin” demişti. Refik Efendi diye bir zat vardı kapısında bekçilik eden… Fakirden başkasını da içeriye almıyorlardı. Bir gün yaşlı pirani bir amca gelip yanına oturdular, birbirlerinin ellerini tuttular epeyce bir zaman da sohbet ettiler. Sonra Hasan Efendi Amca Refik Efendiye “Yahu neden aşağıda hırıltı çıkardın. Sana üç kere gösterdim hala misafirimi tanıyamadın sen” demiş. Meğer ziyaretine gelen, elini tutarak sohbet ettikleri pirani amca Hızır (a.s.) imiş.

Allah şefaatlerine nail eylesin. Hasan Efendi amca böyle bir adam idi. Bunlar dışarıya başkaları tarafında çıktığı için anlatmış oldum. Beni gördüklerime de kendileri yasak koyduğu için anlatamıyorum.

Efendi hazretlerini tahta kaledeki dükkanda muhasebecilik yaptığı zamanlarda Hasan Efendi Amcaya “Bundan sonra bana Mahmud Sami denmesi emrolundu. İhvana bildiriniz.” diye buyurdular. Bu tebşirât da; kendisine şefaat makamının Allah Resulü (s.a.v) tarafından verildiğinin beyanıdır. Allah hepimizi şefaatlerine nail eylesin. (Âmin)

 

ADANALI HASAN EFENDİ AMCA’NIN CELAL SIFATIYLA İHVANI YOLA GETİRMESİ

 

Hazreti Sami efendimizin kızıp kaşlarını çatma diye bir huyları yoktu. Hoşlarına gitmeyen bir hal zuhur etse bile kızamazlar, kaşlarını dahi çatamazlardı.

Adanalı Hasan Efendi Amca Sami Efendimize “ Efendim ihvanın içerisinde çok azanlar var. Celal sıfatınızı bir takınsanız da şunları bir yola getirseniz” deyince Efendi Hazretleri “ Hasan o bizde yok maalesef, Allah onu bize vermedi. O işi sen yap.” buyurmuşlardı. Onun üzerine Hasan Efendi Amca, Sami Efendimizin buyurdukları gibi Celal sıfatıyla ihvanı terbiye etmeye başlamışlardı.

 

YEDİ OSMANLAR

 

Mürşidi kâmil kişinin manevi olarak çekebileceği zikri bilir ve ona göre ona vazife verir. Kişinin yapacağı zikir de okuyacağı evrad da ve diğer dersler de mürşidinin bilgi ve kontrolünde olmalı…

Bu Yedi Osmanlar denen gurup kendilerine verilen üç bin adet zikri az bulup, on biner zikir çekmeye başlamışlar. Gönül yönüyle bu mertebeye gelmeden bu zikirleri çekip, eşyanın hakikati kendilerine gösterilince şaşırmışlar ve kendilerine şeytan rehber olmuş.

Hasan Efendi Amca diyor ki “Bir gece şeytan Yedi Osmanları Adana’dan Pozantı’ya (Adana’ya 70–80 km uzaklıkta) götürmüş çamurun ve çirkefin içine atmış. Gece onları bulundukları o çamur çirkefin içinden aldım Adana’ya getirdim.(gece yarısı hiçbir vasıta yokken 70–80 km uzaklıktan insan nasıl getirilir? Hasan Efendi Amcanın maneviyatı)

Hasan Efendi Amca’nın oğlu rahmetli Selahaddin Abi diyor ki “ babam bana dükkândaki kızılcık sopalarını getirmemi söyledi. Sopaları getirdim. Bana ayaklarını bağlattırdı ve sabaha kadar onları dövdü”

Yedi Osmanların üç tanesi tövbekâr oldular ama maalesef dört tanesi imansız gitti. Düşünün Mürşidinin verdiği tesbihâtı beğenmeyip, kendince onu yükseltmek ne kadar tehlikeli... Allah muhafaza etsin (Âmin)

 

ZİKREDENE ZİKREDEREK BASILIR

 

Adana’da köşkerlik yapan ihvandan Kadir Efendi diye bir zat var idi. (Adana’da ayakkabı tamircisine köşker derler) Bir gün sabahleyin kalkmış hanımına “hanım bak vallahi ben şu yerlerin, duvarların, taşı, toprağın, her yerin zikrettiğini duyuyorum ve görüyorum, seslerini işitiyorum. Dolayısıyla ben bunlara basamam, buradan da çıkamam” demiş.

Tabi o zamanlar yokluk zamanı… Adam gidip bir iki ayakkabı dikecek ki akşam eve ekmek getirsin. Bunun üzerine evin hanımı telaşlanıyor ve o telaşla hac anneye koşuyor. Hacı Anneye “ aman Hacı Anne! bizim adam her yerin Allah’ı zikrettiğini duyup gördüğünü söylüyor, bu zikredenlere de basamam diyor, ne olur bize bir imdat eyle, Efendi Hazretlerine bir şey söyle” diyor.

Hacı Anne gidip Efendi Hazretlerine durumu anlatınca, Sami Efendimiz “Zikreden zikredene basabilir. Kadir Efendiye söyleyin zikrederek bize doğru gelsin.” buyurmuşlar.

Köşker Kadir Efendi de zikrederek Sami Efendimize doğru gelince o hal üzerinden alınmış oluyor.

 

SARAYBURNUNDA GEMİLERİ DURDURMAK MI ZOR? YOKSA…

 

Osmanlının son zamanlarında yetişmiş en büyük âlimlerden birisi olan Bekir Haki Efendi, Sami Efendimiz için şöyle diyordu: “ Sarayburnu’nda gemileri akıntıya karşı durdurmak ne kadar zor… Sami Efendi Hazretleri sohbetlerinde bu zenginleri, bu makam ve mevki sahiplerini saatlerce tahiyyat oturuşunda oturtuyor ya Sarayburnu’nda gemileri akıntıya karşı durdurmaktan daha zor.”

 

İLİMDEN MAKSAT

 

Ve yine son devrin Osmanlı âlimlerinden, bu devirde de yaşamış ilmihal sahibi, altı ay diyanet işleri başkanlığı da yapmış Ömer Nasûhi Bilmen, Sami Efendimizi bir ziyaretinden sonra çıkarken şöyle diyordu: “ Bizim elde ettiğimiz ilimden maksat şu Zatın halini iktisâb (elde) etmektir”

 

TAM HAZRETİ SÂMÎ CEVÂBI

 

Şeyhliğini, kutupluğunu, gavslığını ilan etmiş bir şeyh taslağı müteşeyyih (yalancı şeyh), Efendi Hazretlerine bir adam göndermiş. “ Bana bütün dünyanın kutupluğu, gavslığı verildi. Sen de benden gel ders al” diyor. Bunun üzerine verdiği cevap tam Hazreti Sami cevabı: “ Fakire manen bir şey bildirilmedi. Eğer bildirilirse gelip intisap ederim.” Böylece o gelen kişiye de kibarca şeyhinin doğru söylemediğini yalan, söylediğini de söylemiş oluyor.

 

DÜŞMANI BİLE ONA “ADAM GİBİ ADAM” DER

 

Erenköy Tüccarbaşı’nda Said Efendi adında bir manav vardı. Aynı zamanda mutfak tüpü de satardı. Onun mutfak tüplerini taşıyan Çanakkale plakalı kamyonu olan İhvandan bir zat vardı. (Allah rahmet eylesin) O zat anlatıyor:

Benim bir oğlum var Yeşilköy’de Hava Harp okulu son sınıfında okuyan… İki de bir bana gelir “Baba siz gericisiniz, yobazsınız, tarikatçısınız, sizi şikâyet edeceğim, sizi içeri attıracağım vs” der beni tehdit eder, sürekli beni rahatsız ederdi.

Bir gün çocuk geldi dedi ki “Baba beni şu şeyhine götürür müsün?”

Ne yapacaksın oğlum sen benim şeyhimi deyince “gidip elini öpeceğim, senin şeyhinin duasını alacağım” dedi.

Oğlum sen şaşırdın mı? Şimdiye kadar Sami Efendi Hazretleri için, bizim için ağza alınamayacak şeyleri söylüyordun. Şimdi bunları söylemene sebep ne deyince bana şöyle cevap verdi:

“Harb okulunun son sınıfında rejime düşman akımlar anlatılıyor. Bu ders için Ankara’dan Hava Tümgenerali bir paşa geldi. Rejime düşman akımları anlatmaya başladı. Sıra İslami cemaatlere gelince Türkiye’deki çeşitli cemaatleri ve tarikatları saydıktan sonra dedi ki “ Bu akımların içerisinde bir tane adam var. O da Sami Efendi adında Erenköy’de oturan bir zat… Bu zatın vazifesi gelen müntesiplerine Allah dedirtmektir. Siyaset ve başka bir şeyle de uğraşmaz sadece Allah dedirtmeye çalışır. O adam gibi bir adamdır.”

Ben bunun için senin şeyhinin elini öpmek duasını almak istedim”

Yani sen Allah yolunda olursan nasıl Ebu Cehil Allah Rasulu (s.a.v)’e “ben sana yalancı demiyorum.” dediyse; bu gibi adamlar da senin doğruluğunu, dürüstlüğünü tasdik eder.

Ebû Medyeni Mağribî

Ebû Medyeni Mağribî hazretleri Abdülkadir Geylani Hazretleriyle aynı asırda yaşamış büyük bir veli… Abdülkadir Geylani Hazretleri Bağdat’ta kürsüde vaaz ederken “benim ayağım bütün ehlullahın boynunu üstündedir” deyince ta Endülüs’te bulunan Ebû Medyeni Mağribî hazretleri de O’nu tasdik sadedinde boynunu bükerek “evet doğru söyledin Ya Abdülkadir Geylani! hepimizin boynu senin ayağının altındadır.” der imiş.

 

KEMAL EDİP BEYİN NATI VE ŞİİRİ

 

Milli eğitim bakanlığı Müsteşarlığından emekli Kemal Edip Kürkçüoğlu Hazrete ihvan olmuştu. Kabı da müsait olunca çok kısa zamanda kabını doldurmuştu. (Allah gani gani rahmet eylesin)

Kendisi Nebî (s.a.v.)'e bir naat ve Sami Efendimize bir şiir yazıyor. Bu şiir ve natı dinleyen ihvandan bir kimse, rica edip birer fotokopilerini alıyor. Bu fotokopileri alan zat bununla ilgili yaşadığı şu anıyı naklediyor:

Umreye gelmiştim. Nebi (s.a.v.)’i ziyaret ederken aklıma geldi ki; Kemal Edip beyin natını şu huzurda okuyayım dedim ve okudum. Sonra dedim ki Sami Efendimiz ile ilgili yazdığı şiiri de okuyayım dedim ve onu da okudum. Sonra hatırıma geldi ki şu günü de bir not edeyim, dönüşte Kemal Edip Beye söylerim ve “filan gün ikindi namazına müteakip muvacehede natı ve şiiri okudum” diye not ettim.

Umre dönüşü Kemal Beyin evine telefon açtım. “Üstaz var mı? diye sordum.”

Hanımı dedi ki “ üstaz sizlere ömür vefat etti.”

Hangi gün hangi saatte vefat ettiğini sorunca; benim Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda yazdıkları natı şiiri okurken kendisinin de vefat etiğini öğrendim. (Allah rahmet gani rahmet etsin)

Kemal Edip Beyin vefatında böyle bir var.

 

HAYVANIN HALLERİNE VAKIF OLMASI

 

Nebî (s.a.v.) Efendimizin torunu Hüseyin (r.a.)’in oğlu Zeynel Abidin Hazretleri, atının üzerinde bir yere giderken dağdan bir kurt gelip yanına yanaşıyor. Hazretin ayaklarına başını sürüyor. Zeynel Abidin Hazretleri de kurdun başını okşuyor. Sonra kurt dağa doğru koşarak hazretin yanından uzaklaşıp gidiyor. Yanındakiler Hazrete “ o size ne söyledi, siz ona ne cevap verdiniz” diye sorunca; Zeynel Abidin Hazretleri “ kurt yanıma gelerek lisanı hal ile durumunu arz etti. Eşi hamile imiş doğumda da biraz zorlanıyormuş. Doğumun kolay geçmesi için benden dua talep etmeye gelmiş” diye buyurmuşlar.

1970’lerde Efendi Hazretlerini, Peugeot marka arabamla İnegöl deki geyikli baba hazretlerini ziyarete götürmüştüm. Hazret arkada oturuyor, arabayı da ben kullanıyordum. Tabi o zamanlarda bugünkü gibi asfalt yol yoktu. Toprak stabilize yol vardı. Türbeye doğru çıkarken birden “pak, küt” diye sesler geldi. Acaba o bozuk yolda farkına varmadan bir yere mi vurdum diye kortum. Sağa sola baktım bir şey göremedim. Sonra arkaya hazrete baktım ki ne göreyim, (af buyurun) kocaman bir öküz hazretin oturduğu yere yanaşmış, boynuzlarıyla cama vuruyor. Hazret eliyle öküzün boynuzlarıyla vurduğu camı mess ettiler. Hazret eliyle mess edince hayvan ayrılıp gitti. Sonra buyurdular ki “ ehh hayvan hâl diliyle derdini izah etti”. (Allah şefaâtlerine nail etsin)

 

AYAĞI KIRILAN KÖPEK

 

Sami Efendimiz Erenköy’deki evinin bahçesinde otururlarken demir bahçe kapısından tıkırtılar geldiğini fark ediyor. Kapıyı açan Efendi Hazretlerinin karşısına ayağı kırık bir köpek çıkıyor. Köpeği içeri alan Efendi Hazretleri, yukarıdan köpeğin ayağını tedavi etmek için sargı bezi, krem, tahta vs. getiriyor. Köpeğin kırılan ayağını titizlikle temizleyerek tahtaları da sıkıca ayağına bağlıyor ve böylece onu tedavi ederek hayvanı gönderiyor.

Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra aynı hayvan Efendi Hazretlerinin yanına tekrar geliyor. Bu defa (burada kırılan ayaklar tedavi oluyor diye) ayağı kırılan başka bir köpeği getirmiş…

 

ALTIN VE GÜMÜŞ ÇATAL KAŞIĞA HAZRETİN VERDİĞİ ŞAHESER DERS

 

Bir gün, yeni bir ihvanın evine yemeğe gitmiştik. O zat namaza ve abdeste de yeni başlamış, bu yolun usul ve kaidelerine pek vakıf değil idi. Hazrete ikram olsun diye sofraya altın suyuna batırılmış çatal kaşık koymuştu. Ev sahibi yemekleri getirince Hazret “ben çorba almayım” dedi. Sonra yapılan ikramlardan börek, baklava vs. gibi elle yenebilecek şeylerden elleriyle aldılar; çatal, kaşık ve bıçak kullanmadılar.

Yemek bitip ayrılınca ev sahibi “Neden Hazret, ikram edilen şeylerden almadılar şunları elle yediler?” diye sorunca ona “ bak sen altı suyuna batırılmış çatal kaşık getirmişsin. Nebi (a.s.v) Efendimiz “Altın kaptan yemeniyiz ve içmeyiniz” buyuruyor. O emre imtisalen Hazretin yememesi lazımdı. Senin kalbini de kırmaması lazımdı.

E nasıl yapacak?

Biz olsak (Allah bizi affetsin) hemen “Yahu sen bilmiyor musun? Kaldır bu çatal kaşıkları doğru dürüst çatal kaşık getir” deriz.

Ama O Hazreti Sami öyle demiyor. Ne yapıyor?

Elle yenebilecek şeylerden alıp yiyor, çatal, bıçak, kaşık kullanacak şeylerden almıyor.” deyince o da “ Ömer bey keşke söyleseydiniz koymazdım. Ben ikram olsun diye koydum.”

“Tabi ki ikram olsun diye, bilmediğin için koydun. Eğer, yüzüne söyleseydi unutur giderdin. Ama Hazret, sana öyle bir ders verdi ki, hayat boyu bunu unutmazsın. Hazreti Sami denilince de hatırına gelir, herkese nakledersin. Bak ne kadar ince bir emribil mağruf” dedim. (Allah şefaatine nail eylesin)

 

İHVANIN HER İHTİYACINI GİDERMESİ

 

Anadolu’da hoş, hal ehli bir ihvan var idi. (Allah rahmet eylesin vefat etti) Adamcağız sıkışmış, dua talep etmek için Hazreti ziyaret etmek istemiş. Usulü dairesince ziyaret için müsaade aldık. Adam, ziyarette Efendi Hazretleri ile konuştuktan sonra Hazret cüzdanını çıkarttı ve adama para verdi.

Ziyaretten çıktıktan sonra adam bana dedi ki “Yahu Ömer Bey Hazret bana bir tomar para verdi. Bir şey de söylemedi. Siz de oradaydınız. Bu parayı bana neden verdi.”

Senin borcun var mı? “Benim bir sıkıntım derdim var, dua almaya geldim” demiştin deyince “ Vallahi var. Adamlar beni sıkıştırıyorlar, tehdit ediyorlar.”dedi.

Ne kadar borcun var diye sorunca “5500 lira” dedi.

Hazret sana ne kadar verdi, parayı bir say deyince adamcağız parayı saydı. O zamanlarda 500 lük banknot yeni çıkmıştı. Hazret adama 11 tane beş yüzlük banknot vermiş.

“Bak Hazret sana beş bin beş yüz lira para vermiş, işte git bununla borcunu öde Hazret sana bunun için para vermiş” dedim. Allah şefaatlerine nail eylesin.

 

HAZRET FAKİRLERE YOK DEMEK İSTEMEZLERDİ

 

Medine’de fakirler ve çocuklar Hazretin etrafını sarmışlar. Hazret ceplerinde olan paranın hepsini dağıtıp bitiriyor. Yine fakirler ve çocuklar etrafını sarıp Hazretten para isteyince; yok demek istemedikleri için Hazret iki elini başının özerine kaldırarak avuç içlerini birbirine sürerek “artık kendisinde para kalmadığını” anlatmaya çalışırlardı.

 

FAKİRLERİN BULUNMADIĞI SOFRALARDA YEMEK YEMEZLERDİ

 

Yemek davetlerinde sofralarda fakirlerin bulunmasına çok dikkat ederlerdi. Yine bir gün Erenköy’de katıldıkları yemek davetinde, her şey hazır olmasına rağmen yemeğe başlamıyorlardı. Hazret sofranın başında oturmuş yemeğe hiç oralı olmuyor. Yemeğe hiç oralı olmadığından anlaşılıyor ki “sofrada hiç fakir yok tamamı zengin...”

Hemen koşarak yakında tanıdığımız fakirlerden bir kaçını bulup getiriyoruz. Fakirler de sofraya oturduğunda ellerini de sofraya doğru uzatarak “Elhamdülillah buyurun, buyurun afiyet olsun.” diyerek yemeğe başladılar.

Tamamı zenginlerden müteşekkil sofralarda, kendi evi dahi olsa yemek yemezlerdi.

 

KENDİLİĞİMDEN Mİ KONŞUYORUM BAK İHVAN İSTİFADE EDİYOR

 

Bursa’da bulundukları bir sırada kendilerini sohbete götürecektik. Kaldığı yere gittim. “İhvana selamımı söylersiniz. Sohbete gelemeyeceğim” buyurdular. Durumu ihvana söylemeleri için oradaki zevata bildirdim. Onlar da ihvana “ Üstadımız hasta imiş gelemiyor” dedi. Oysaki Hazret “hastayım” demedi, “gelemeyeceğim” demişti, ama o zat böyle rivayet etti.

Oradaki meşayıhtan birkaç kişi “ Ömer bey müsaitseniz bizi bir ziyarete götürseniz de Üstadımızı bir yoklasak, durumunu öğrensek” dediler. “Abi götüreyim ama Hazret hasta değil, kendisi de öyle bir şey demedi.” dedim.

Neyse o zevatı da alarak Hazretin evine ziyarete gittik. Huzura kabul buyurdular. İki şeyhten biri sağına, biri de soluna oturdu, fakir de karşılarına oturdum, odada başka kimse de yoktu.

Efendi Hazretler sohbet etmeye başladılar. İkisi birden “Efendim siz rahatsızsınız, yorulmasanız, biz müsaade alsak.” dediler. Bu sözü aynı lafızla iki üç defa tekrar edince, Hazret elleriyle Fakiri işaret ederek “Yahu siz kendiliğimden mi konuşuyorum zannediyorsunuz. Allah söyletiyor da konuşuyorum. Bak ihvan istifade ediyor, onun için konuşuyorum.” dedi. Allah şefaatine nail eylesin.

 

FOTOĞAFLARA VERDİKLERİ EHEMNİYETİ

 

Resim ve fotoğraflara çok dikkat ederlerdi. Kendisinden resmi istendiğinde “resmime bakmak isteyen salavatı şerife getirsin.” derlerdi.

Efendi Hazretlerinin kızı Bedia Hanım Teyze anlatıyor:

“Bir gün babamın iç çamaşırlarını değiştirmiştim. Üstünü giydirdim. Beğenmediği istemediği bir şey olursa boynunu bükerek otururlardı. Yine boynunu büktü “suret var” dedi.

Yahu baba daha yeni giydirdim suret-muret yok dedim. Yine babam boynunu bükerek “suret var” dedi. Bunun üzerine elbiselerini tekrar çıkarıp kontrol ettim. Meğer iç çamaşırının etiketindeki resimleri kastediyormuş. (çamaşırın markasında iki tane öküz resmi var imiş) O resimleri kestim tekrar babamı giydirdim. Babam o zaman “hah! şimdi oldu” dedi.”

Türkiye’de çift aslan markası iç çamaşırı alınca, etiketindeki aslan resminden ötürü etiketini keserdim. Nur içinde yatsın annem “ulan sofu! şuraları kesme asamıyorum çamaşırlarını.” derdi. (Allah gani gani rahmet etsin) Meğer yün olduğu için çamaşır bozulmasın diye, marka etiketinin oradan asıyormuş.

Sami Efendimizin bu halini duyunca koşarak anama gittim ona “bak ana sen etiketleri kesmeme kızıyordun. Bak hazret de çıkartıyormuş” dedim. Artık ondan sonra kızmamaya başladı.

 

MAHREMİYETE VERDİKLERİ ÖNEM

 

1977 Umresine ailesi ile gitmişlerdi. Hava alanına gidecekleri zaman, Fakire tembih ediyor: “İhvana tembih edin. Ben havaalanına gitmek için ailemle beraber evden çıkacağım. Beni görmek bahanesi ile de olsa hiçbir ihvan arabanın yanına yanaşmayacak, yanından geçmeyecek, çoluğumu çocuğumu görmeyecek. Bak sözümü dinlemezlerse (işaret parmaklarıyla de işaret ederek) çok ağır konuşurum, hakaret ederim.”

Ben Hazretin böyle konuştuğunu hayatımda ilk defa duydum. Bunun üzerine ihvanın böyle bir söze muhatab olmasın diye, devlethanenin her iki tarafına genç arkadaşları yerleştirdik. O arkadaşlar Hazretin çıkma vaktı gelince, ihvandan o taraflardan gelecek kimselere mani oldular. Böylece kimse böyle bir söze muhatap olmadılar.

İşte Hazretin mahremiyete verdiği önem ve hassasiyetleri…

 

PLEVNE KAHRAMANI GAZİ OSMAN PAŞA

 

Plevne kahramanı Gâzi Osman Paşa’ya Sultan İkinci Abdülhamid Han Hazretleri, “Sen benim yüzümü bu dünyâda ak ettiğin gibi, Allah da senin yüzünü iki cihânda ak etsin” diye duâ ettirmiştir.

1900’de 68 yaşında vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii avlusundadır Türbesini, onu çok seven Sultan İkinci Abdülhamid Han yaptırmıştır.

Sami Efendi Hazretleri Medine’de “Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ziyarete geldi, görüştük elhamdülillah” dediler.

Bu sözünü birkaç defa aynı lafızla tekrar ettiler “Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ziyarete geldi, görüştük elhamdülillah, memnun olduk.” Ben de sözünün karşılığında “Elhamdülillah Efendim” diyordum.

Böyle tekrar etmesi boş değildi ama o zamanlarda hikmetini anlayamamıştık.

O sıra, Hazreti Sami Efendimiz, Fakiri akciğerlerimdeki rahatsızlıktan ötürü İstanbul’a tedaviye gönderdiler. İstanbul’a giderken dediler ki “ Fatih Camiinin haziresinde kıble tarafında Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın türbesi var. O türbe şimdi biraz yıkık vaziyette olsa gerektir. İnşallah İstanbul’da bulunduğunuz müddetçe de onu tamir ettirirsiniz”

İstanbul’a geldik. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın türbesini ziyaret ettik. Kubbenin üstündeki kurşunlar çalınmış, yağmur içeriye girmiş, sanduka ve üzerindekiler tamamen çürümüş… Yani türbe tam Hazretin dediği gibi yıkık bir vaziyette…

İstanbul’a tedavi olmaya geldiğim için bu seyahatim üç dört ay sürdü. Bu esnada, Hazretin emri olan Gazi Osman Paşanın türbesinin tamiratını tamamlayarak türbenin anahtarını ve tamirat ile açılış fotoğraflarını Sami Efendimize gönderdim. (Elhamdülillah) Hazret de bana bu hizmetlerimden ötürü bir mektup gönderdi.

Medine-i Münevvere’ye döndüğümde Ömer Kirazoğlu abi, iki büyük abim İsmail ile Cevat’ı da alarak bize geldiler. Ömer Abi dedi ki “ Sen İstanbul’a hastalık için gittin. Orada Gazi Osman Paşanın türbesini tamir ettirdin. Ben diyorum ki Ömerciğim sen, kendi kafasından tamir ettirecek olsa herhalde Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin türbesini tamir ettirirdi. Neden gidip de Osman Gazinin türbesini tamir ettirsin.”

Hakikaten de doğru söylüyor. Ben kafam göre yapsam öyle yapardım. Nitekim Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin türbesinin de aktığını görmüştük. O zamanki İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’ı tanıyordum. O’na, Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin türbesinin durumunu anlatıp tamir etmesini de söylemiştim.

Ömer Kirazoğlu abi sözüne devamla “Şimdi ben diyorum ki, Ömer babamın mahremi esrarıdır. Babam O’na gizli olarak demiştir. O da gidip tamir ettirmiştir. Yoksa Ömer kendi kafasından böyle bir şey yapmaz.” dedi.

“Evet doğru, Hazret söyledi ben de tamir ettirdim” dedim.

Plevne Kahramanına Yapılan İftira Kampanyası

O sırada Milliyet gazetesine Büyük Mason Derneği tam sayfa ilan vermiş. İlanda “biz bir hayır cemiyetiyiz. Saklanacak bir şeyimiz de yok. Sağ elin verdiğini, sol elin bilmemesi için kendimizi gizliyoruz. Mensuplarımız şunlardır” diyerek o masonlar ordusunun mensuplarının listesini yazmış. O listede Gazi Osman Paşanın Hazretlerini de ismini de var... Maalesef bazı Müslümanlar da bu iftiraya inanmışlar. Medine’de de bazı siyasi İslamcı hainler de bunun propagandasını yapıyorlar.

Ömer Kirazoğlu abi bana dedi ki “ Ömerciğim bu iş büyüdü, bu iş ile ilgili babamdan bildiğin bir şey varsa anlatır mısın?” Ben de hazretin bana yazdığı mektubu onlara okudum:

“Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa biiznillah hakiki şehiddir. Mezarına konduğu gündeki gibi duruyordur. Vefatından yetmiş seksen sene sonra (O zaman sene 1980) torunlarından birisinin kendisinin türbesini tamir etmesi, kendisini ziyadesiyle memnun etmiştir. Allah hizmetlerinizden razı olsun. Osman Gazi şefaatiyle binlerce kişiyi cehenneme düşmekten kurtarıp cennete dahil edecektir.”

Kabir ehlinin dünya hayatında yaptırmak istediği bir işi olursa; Ya birisinin rüyasına girer ona söyler. Mesele ölen kişi birinin rüyasına girere ona “şuraya para koymuştum o paraları çocuklarıma ver” der, hakikaten de o dediği yeri açarlar parayı bulurlar. (Bununla ilgili kıssalar menakıplarda kitaplarında bulunabilir.)

Ya da kendisinin durumu müsaitse Sahibü'z Zaman olan kişiye gider derdini anlatır.

Biz Hazreti Sami Efendimiz “Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ziyarete geldi, görüştük elhamdülillah” demesinin hikmetini o zaman anlamamıştık. Sonradan anladık ki Osman Gazi Hazretleri Sahibü'z Zaman olan Hazreti Sami’yi ziyaret ederek O’ndan isteklerde bulunmuş. Kendisine yapılacak olan iftiralara karşı kendisine yardım etmesini istemiş. Yani Sami Efendimize “Beni mason ilan ediyorlar ve de Müslümanlardan pek çok kimse buna inanıyor. Siz benim mason olmadığımı, Ümmeti Mahammed (s.a.v)’in samimi Müslümanlarına anlatın.” diye talepte bulunmuş.

Hazreti Sami de kendi üslubunca; Gazi Osman Paşanın türbesini tamir ettirerek ve O’nun hakkında da (yukarıda yazılan) sözleri söyleyerek kendisine yapılan iftiralara cevap veriyor, Osman Gazi Hazretlerinin talebini yerine getirmiş oluyor.

 

ANKARALI MUSTAFA AMCA

 

Ankaralı Mustafa Amca hâl ehli bir kimse idi. (Nûr içinde yatsın) Hazret’in Ankara görevlisiydi. Ankara’da ameliyat olmuş. Ameliyatta doktorlar Mustafa Amca’nın vücûdunun içerisinde bir şey unutmuşlardı. Daha sonra yapılan tetkiklerde bu ortaya çıkınca Mustafa Amca’yı tekrar ameliyat edip o unuttukları maddeyi çıkarmaya karar vermişler. Bunun için Mustafa Amca hastanede yatarken yerleri temizleyen temizlik görevlisi (Eskiden o kimselere faraş derlerdi) Mustafa Amca’nın yatağına gelerek üzerindeki yorganı kaldırmış. Ameliyat olan yere elini sokmuş içeride unutulan o maddeyi çıkarmış ve eliyle de o ameliyat olan yeri sıvazlamış. Sonra da yorganı örterek ortadan kaybolmuş.

 

Mustafa Amca’yı Efendi Hazretleri’ni ziyarete götürdüğümüzde bu hâdiseyi Efendi Hazretleri’ne anlattıktan sonra: “Efendim benim böyle işler yapacak bir ma’neviyatım yok. Bildim ki o gelen kişi sizin gönderdiğiniz Ricâlullah’tan bir kimsedir. Buna lâyık olacak bir durumum da yok. Ancak size olan bir kuru muhabbetim var” deyince Hazret-i Sâmî (k.s.) elini kaldırdı ve “Allâh, bu muhabbet üzere haşretsin Mustafa Efendi! Buna duâ edelim” dedi.

 

Allâh (c.c.), Hazret-i Sâmî (k.s.)’un buyurduğu bu muhabbet üzere haşretsin.

 

Derler ki Allah Azîmüşşân’a ulaşmak iki yolla mümkündür.

Birincisi Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmek ki bu çileli zor meşakkatli bir yol.

İkincisi de Ehlullâh’tan birinin gönlüne girmek ile olur ki bu yol kişiyi doğrudan Allâhü Azîmüşşân’a vâsıl eder.

 

Allâh, gönlünden düşürmesin. Onun nûrlu yolundan ayırmasın.

 

DERS KONTROLU USÛLLERİ

Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin kendisine göre üslûbları vardı. Bu üslûbu bilenler, söyledikleri sözlerin derin ma'nalarını anlarlar ve idrak ederlerdi. Hz. Sâmî (k.s.), fakire isim vererek; bazı kişilerin derslerini görüşmek üzere çağırttılar. Onların derslerini kontrol ederken dışarıdan bakan biri hazretin sohbet ettiğini zannederdi. Dersini kontrol ettiği kimseye dönerek “İşte zikir hâli dil ile başlar, kalbe intikâl eder. İşte kalbin beş hâli vardır: Ölü kalb, hastalıklı kalb, gâfil kalb, zâkir kalb, ma’nen diri kalb” diyerek kalbin hâllerini anlatıyor.

Ondan sonra başka bir cihete yönelerek, baştan başlayarak: “Zikir dil ile başlar, oradan kalbe intikâl eder” diyor ve kalbin hâllerini anlatıyor. Ondan sonra “Zikir rûha intikal eder. Rûh âlem-i ervahdan gelmiştir. Kafeste kuş mesâbesindedir. Bizim esas mükerrem sıfatımız melek gibi yaratılmış olan rûhumuzdur. İkinci basamak kalbden sonra orasıdır” der. Sonra tekrar baştan başlayıp bunları saydıktan sonra o sırra geliyor.

Hazreti Sâmî (k.s.)’un ders görüşmelerindeki inceliği bilip anlayan kişiler çok değildi. Bazıları fakire gelip Sâmî Efendimizin söylediklerinin ma’nasını sorarlar, fakir de Hazret-i Sâmî Efendimizin onların bulunduğu cihete dönmüş iken söylediklerine göre ne anlaşılması gerektiğini îzâh ederdim.

 

RÂBITA

 

Râbıta kelimesi lügatte "İki şeyin birbirine bağlanması" demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürşid ile mürîd arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan ma’nevî bir bağdır. Bu bağa, Kur'ân-ı kerîm’de ve Hadîs-i şerîflerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.

 

Râbıta, Cenâb-ı Hakk'ın tecellî ettiği ve bu sebeble nûr, feyz ve muhabbetle süslenmiş olan insan-ı kâmil'in gönlüne teveccüh etmek, bu sâyede Hakk'a vuslat yolunda vesîleye sarılmaktır. Gâye Hakk'a yaklaşmak, O'nun rızâsını kazanmak, O'nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

 

Allâhü Te’âlâ: "Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe s. 119) buyuruyor. "Sâdıkîn"dan murâdın "Mürşidûn" olduğu Bahru’l-Hakâyık tefsîrinde beyan buyrulmuştur.

 

Allâhü Te’âlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerîme ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emreylemiş ve vâcib kılmıştır. Allâhü Te’âlâ'nın “Teklif-i mâ-lâ yutâ‛” olmayacağı, yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.

 

Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da rûhânîdir ki, bunu râbıta ile îzâh edebiliriz. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi olacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.

 

Bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide: 35)

 

Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime'de takvânın yanında kurtuluş için bir de vesîle şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesîleyi ulemâ, Mürşid-i kâmil olarak tefsîr etmişlerdir.

 

Abdullâh ibn Mes'ud (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bir Hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

 

“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allâh'ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allâh zikrolunur." (Câmi’u’s-sağîr, 2466)

 

Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar, Allâh'ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı Hakk'ın maddî ni’metlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, âdetullâh gereği ise; aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine âdetullâhın bir gereğidir. Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, ma’nevî mahlukların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için âdetullâh denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.

 

Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini, enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullâh gereğidir.

 

Kâmil insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar; râbıta ile insan, o kâmil insanın kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete tâlib olur. Bu taleb, insanı rızâ ve muhabbetullâha çeker. Bu ise vuslat yolunda Hakk'a yaklaşmanın, diğer bir deyişle Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.

 

O halde râbıta, âdetullâh gereği, hidâyet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Râbıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı Hakk'ın zâtına izâfe etmek sûretiyle kendileri şirke düşmektedirler.

 

Şeyh Es'ad Efendi (k.s.) Hazretleri buyurur ki: "Tarîkat-ı âliyye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evrâdın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samîmî muhabbetin de büyük te’sîri bulunduğu erbabına ma’lum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kirâm'dan bazısı: 'Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten, feyze nâil olmak için Mürşid-i kâmil'in nûrlu nazarlarını da feyz ve terakkî vesîlesi kabul etmişlerdir." (30. Mektub)

 

Bilindiği gibi, râbıtadan maksâd feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk'tan başkası olmadığı şübhesizdir. Şu kadar var ki, Allâh'ın Habibi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfatının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz (s.a.v.)’den feyz almak, Cenâb-ı Hakk'tan feyz almak demektir.

 

Allâhü Te’âlâ'ya âit olan ilâhî feyz Habîb-i Ekrem (s.a.v.)’in deryâsına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryâsına gelir.

 

Ezelî taksimâta dâhil olanların, nasiblerini alabilmeleri için, o deryâya doğru kalblerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemâdiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip râbıtada bulunmak, kalbi o deryâya bağlamak demektir.

 

Herşey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin ma’nevî parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbînin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sâyesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakkî eder.

 

Ma’nevî terakkînin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullâh ittifak etmişlerdir.

 

Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binâenaleyh deryâdan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.

Kalbini Allâhü Te’âlâ'nın dostuna rabtetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?

 

Kâbe-i Muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, râbıtadan murâd olunan: "Sâdıklarla beraber olunuz!" emr-i İlâhî’sini neden şirk kabul ediyorsun? Hâlbuki o da Allâhü Te’âlâ'nın emri, bu da Allâhü Te’âlâ'nın emri.

 

Kâbe-i muazzama'da Hacerü’l esved, Kâbe-i muazzama'da Altınoluk var. Fakat Allahü Te’âlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryâsından Resûlullâh Aleyhisselâm'ın deryâsına gelir. Kâinat da o deryâdan alır, o Altınoluk'tan alır. Yani ona yönelen Hakk'a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî'dir. Allahü Te’âlâ'dan Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, Resul-i Ekrem (s.a.v.)’den ona, ondan da ona alınmakla feyz-i ilâhî olur. O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibârettir.

 

Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, ma’siyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselere yapılan râbıta onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbûtiyetini kurar. Allahü Te’âlâ Âyet-i kerîmede buyurur ki: "Onlar hakîkaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allâh'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftârı olanlardır." (Mücâdele s. 18-19)

 

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil! Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakîkatten mahrûmdurlar.

Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor: “Resûlüm! Gördün mü o nefis arzûsunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan s. 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen kudda-i tarîk, yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını, şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma ters düşen haller zuhûr ediyorsa o mürşid mukalliddir, sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.

 

RÂBITA USÛLÜ

 

Hz. Sâmî (k.s.) Efendimizin usûlü sâde bir usûldü.

 

1- Nebî (s.a.v.) Efendimizin, Medine-i Münevvere’de ravzada mihrâbında, yüzünü cemaate dönük vaziyette tahiyyatta oturduğunu…

 

2- Ondan sonra Nebî (s.a.v.) Efendimizin sağında Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), ondan sonra Selmân-ı Fârisî (r.a.), ondan sonra Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.), ondan sonra Hz. Ca'fer-i Sâdık (r.a.), ondan sonra Ârifler Sultânı Bâyezid-i Bistâmî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebü'l-Hasan Harkânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.), ondan sonra Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.), ondan sonra Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.), ondan sonra Hz. Alî Râmitenî (k.s.), ondan sonra Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.), ondan sonra Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.), ondan sonra Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.), ondan sonra Hz. Alâaddin Attâr (k.s.), ondan sonra Hz. Ya'kub-ı Çerhî (k.s.), ondan sonra Hz. Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), ondan sonra Kadı Muhammed Zâhid (k.s.), ondan sonra Derviş Muhammed (k.s.), ondan sonra Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.), ondan sonra Muhammed Bâkî-billâh (k.s.), ondan sonra Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.), ondan sonra Urvetü'l Vüskâ Muhammed Ma'sum Fârûkî (k.s.), ondan sonra Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.), ondan sonra Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.), ondan sonra Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.), ondan sonra Hz. Abdullâh Pîr Dehlevî (k.s.), ondan sonra Şemsü'ş Şümûs Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.), ondan sonra Tâhâ'l-Hakkârî (k.s.), ondan sonra Tâhâ'l-Harîrî (k.s.), ondan sonra Şeyhu'l Meşâyîh Muhammed Es'ad Erbilî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un oturarak yarım daire oluşturduğu ve bu yarım dairenin en sonunda 33. olarak Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz ve 34. olarak Hz. Sâmî (k.s.)’un yanında Efendimiz (s.a.v.)’in tam karşısında tahiyyat oturuşunda kendinin oturduğunu düşünerek...

 

3- Allâhü Azîmüşşan’ın Nebî (s.a.v.)’e ihsân ettiği feyzü füyûzâtı evvelâ Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)’e aktarıp oradan da silsile yoluyla şeyhinin kalbine gelerek senin kalbine intikâlini tefekkür ediyorsun.

 

Yani Allâh (c.c.)’un Nebî (s.a.v.)’in kalbine ihsân ettiği feyzü füyûzâtın bu silsile yolu ile gelerek kalbine intikâlini düşünerek istifâde etmeye çalışıyorsun. İşte râbıta bu!

 

Burada rabıtayı kime etmiş oluyorsun?

 

Rabıtayı Resûlullâh (s.a.v.)’e etmiş oluyorsun. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa zaten ortada hiçbir şey yok ki…

 

İşin başı kim?

 

Mihrabda oturan İmâm Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz... Bizim dava bu!

 

Talebeleri Ebû Turâb, Asker bin Hüseyin en-Nahşebî hazretlerine diyorlar ki:

 

“Ah Efendim! Siz olmasaydınız biz ne yapardık?” Hazret de diyor ki:

 

“Evlâdım öyle demeyin. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa biz ne olurduk deyin.” diyor. İşte esas mes’ele, lâfın doğrusu…

 

Her işin başında Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) olduğu gibi râbıta konusunda da işin başında Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.)’in var olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıyız. Bunun dışında yapılan ta’riflere iltifât etmemeliyiz.

 

HER ŞEYİN BAŞI ALLAH KORKUSU

Her şeyin başı Allah korkusudur. Allah’tan korkan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah’tan korkmayan da herkesten korkar.

Muhyiddîn Arabî hazretlerinin şeyhi Ebû Medyeni Mağribî hazretleri bir topluluğu görüyor. Topluluğun yanına gidiyor bakıyor ki aslan adamın birinin merkebini yiyor, yarıya kadar da yemiş. Merkebin sahibi de hayvanını kaybettiği için dövünüyor.

Hayvanın sahibine soruyor Ebû Medyeni Mağribî hazretleri:

“Ne var ne oldu, neden dövünüyorsun?” dediler. Adam cevâben:

“Efendim, hâlimi görüyorsunuz. Şu aslan hayvanımı yedi” diyor.

Ebû Medyeni Mağribî hazretleri aslanı yanına çağırıyor. Hazret çağırınca aslan kuzu kuzu yanına geliyor. Aslanın kulağından tutuyor, adamın yanına getirip veriyor ve diyor ki:

“Tut şunu kulağından al götür, senin hizmetini yapsın.”

Adam, aslanı kulağından tutup alıp götürüyor. Bir müddet sonra adam Ebû Medyeni Mağribî hazretlerinin yanına gelerek:

“Efendim vallahi bu aslan aynen bir merkebin yaptığı hizmeti yapıyor, arkamda bir köpek gibi dolaşıyor. Ama ben korkuyorum. Bunu âzâd edin gitsin, istemiyorum. Ben kendime yeni bir hayvan buldum.”

Bunun üzerine hazret kulağına eğilip aslana diyor ki:

“Bir daha insanlara, meskûn araziye gelme, insanların hudutlarına dâhil olma. İşte böyle cezalandırırız. Hadi yürü git!”

Aslan da dağlara doğru yürüyüp gidiyor. Allah’tan korkar isen bütün mahlûkat da senden korkar.

“Bir gün Hz. Sâmî Efendimizin huzurunda iken “Görüyor musun bak aslan yaltaklanıyor (yağcılık yapıyor), yüzünü gözünü sürüyor, hizmet arz ediyor, bir hizmetimiz var mı diyor.” Ben de: Tamam efendim ama ben bir şey görmüyorum deyince Hz. Sâmî (k.s.) yine “Görmüyor musun bak gelmiş şuraya hizmet arz ediyor” diyor.

Muhammedî Meşrebli Velî, veliler içerisinde asırlarda nâdir gelir. Böyle bir Sahibü’z Zaman Velî’nin hayvanat ve cinnîler hepsi onun emri altındadır.

 

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE HİCRETLERİ

 

Resûlullâh (s.a.v.)’in emri gereği bütün Müslümanlar Cennetül Bâkî’de defnolunmayı arzu etmelidirler. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.)’e Şam, Irak ve Yemen tarafından üç ayrı kavim ayrı ayrı zamanlarda gelerek huzur-u Risâletpenâhî’de oturdular. Resûlullâh (s.a.v.) onlara İslâm’ı telkîn etti ve o kavimler de Müslüman oldular. O zamana kadar inen emirleri Allah Resûlü (s.a.v.)’den telakkî ettiler. Ve her bir kavim de “Beldemize gidelim İslam’ı orada anlatalım” diyerek müsâade istediler.

 

Nebiyyi Ekrem (s.a.v.) her bir cemaat kalkıp gittiğinde “Ve’l medînetü hayrun lehum lev kânû ya’lemûn, Eğer bilselerdi Medine kendileri için daha hayırlı idi” diye buyurmuşlardır.

 

Yani buradan anlayacağımız şu: Menide-i Münevvere’yi bu üç beldenin, Şam-Irak-Yemen, tam ortasına koyarsak. Cihet, yön itibariyle Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bu mübârek sözlerinin dünyanın her tarafını kapsadığını görürüz. Bu sözün ma’nâsı “Medine, dünyanın her yerinden daha hayırlıdır” demektir.

 

Ve yine Efendimiz (s.a.v.) Medine için “Kimin elinden Medine’de ölmek gelirse onu işlesin. Şehitmiş gibi ölür. Mahşer sabahı da kendisine şefaat ederim” buyurmuşlardır.

Ulemâ, Cennetü’l Bâkî’de bulunanların Nebî (s.a.v.)’in hassa ordusu gibi olduğunu tarif ediyor. Ehl-i Bâkiyye, yarın mahşer sabahı Nebiyyi Ekrem (s.a.v.)’in önünde, arkasında, sağında solunda Sahâbe-i Kirâm hazerâtıyla beraber yürüyeceklerdir.

Cenâb-ı Allâh hepimize nasib ve müyesser eylesin (Âmin).

 

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hakkındaki büyük tebşîrâtlar tâ doğumundan önce başlamış ismi dahî ma’nevî büyük bir tebşîratla konulmuş, çocukluk yıllarında annesi Onu arkadaşlarıyla beraber oyun oynaması için arkadaşlarının yanına gönderdiğinde o tahiyyat oturuşunda oturup uzaklara bakarak tefekküre dalmış ve kendisine sorulduğunda Nebî (s.a.v.)’in sözü olan “Biz oyun için yaratılmadık” cevâbını vermişlerdi. Hulâsâ bir asra yaklaşan o koca ömür tamâmı bu şekilde büyük bir hassasiyetle Sünnet-i Seniyye’ye, Şerîat-ı Ğarrâ-i Muhammediyye’ye tamâmen muvâfık yaşadıkları düşünülürse Medine-i Münevvere’ye hicret etmek gibi mühim bir emr-i Risâletpenâhî’yi çok önceden programladığını söyleyebiliriz.

 

Ama Medine-i Münevvere’ye hicret etme arzusu Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz’de ne zamandan beri var olduğunu bu isteğini açığa vurmadığı için bilemiyoruz. Bizim bu konudaki ma’lumatımız ilk defa Rahmetli babamın 1956 yılı ile ilgili anlattığı şu hâdise ile olmuştur: Babam, Atasayar Amca (Medine’de irtihal etti, babamın ortağı idi), Alemdar Amca (ki Alemdar amca da Atasayar amca ile eskiden ortaktılar. Efendi Hazretleri de onların Tahtakale’deki dükkanlarında muhasebelerine bakardı. Sonra Atasayar amca ortaklıktan ayrıldı. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz de Alemdar Amca ile devam etti.), Ömer Kirazoğlu, Ahmed Silahdar (beş kişi) Ebû Eyyûb el-Ensâri (r.a.) türbesinin hemen üst tarafından mezar yeri almak için belediyeye mezarlıklar müdürlüğüne başvurmuşlar.

 

O zamanlarda ihvan ile Efendi Hazretleri arasında irtibatı kuran Rahmetli babam idi.

Babam’a diyorlar ki “Üstâdımıza bir sorar mısın ona da yer alalım mı, ister mi” diye babam da Üstâdımıza giderek “Efendimiz şu arkadaşlar beraber Eyüp’ten mezar yeri satın alıyoruz eğer arzu ederseniz sizin için de yer alalım mı?” diye soruyor.

 

Efendi Hazretleri de “Eğer herkese gönlünün istediği veriyorlarsa bizim gönlümüz Cennetü’l Bâkî’yi ister, Medine”yi arzu eder” buyurarak oradan yer istemediğini beyan etmiştir.

 

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hicret arzusuna babamın anlattığı kadarıyla bu şekilde muttali olmuştuk. Bizim Medine-i Münevvere’ye hicretimizin başlangıcı ise 1976 yılında olmuştu.

 

1976 senesinde Mart sonu Nisan başı Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “İnşâallah, Medine’ye hicretimiz için da’vet edildi (izin verildi veya emir edildi)” buyurdular. Umûmî olarak Medine’den da’vet geldiğini bu şekilde buyurduktan sonra fakire de “Siz de beraberimde bulunursunuz” dediler. O zaman büyük kızım yeni doğmuş 10 günlüktü. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.): “Çok fazla da eşya almazsınız. Evdekiler de (yakın akrabalar da) hicret ettiğimizi anlamasınlar. Bir bavulla gelirsiniz” buyurdular. Ben de evdekileri bir çocukla bırakarak hiç haber vermeden bir bavulla hicrete çıktım.

 

Efendi Hazretleri (k.s.) “Kimse hicret ettiğimizi anlamasın” dedikleri için ihvana “Efendi Hazretleri Umreye gidiyor” diye duyurduk. Uçak biletlerimizi aldığım Ali Koçak bey 80 küsur kişinin bu umre ziyaretine iştirak ettiğini söylemişti. Yani seksen küsur kişilik bir cemaatle yolculuğa çıkmıştık. Ama Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz ile Fakir’den başka hicret niyeti ile geldiğimizi bilen yoktu.

 

Mekke ve Medine’de tam toplam 50 gün kaldık. Çok değişik bir ziyâret oldu. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “Şimdi döneceğiz inşâallah ileride tekrar başka bir tarihte yine hicret ederiz” buyurdular. Ve hicret başka bir sefere kalmak kaydıyla geri dönmüş olduk.

 

1979 senesinde Efendi Hazretlerinin Medine’ye hicret için tekrar emir buyurması üzerine hicret hazırlıklarına başladık. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Hâlid’in arkadaşı İbrahim Şâkir ikâmet için 18 kişilik davetiye göndermişti. İbrahim Şâkir’in gönderdiği bu da’vetiye sayesinde ikâmet işinin resmi yönünü halletmiş olduk.

 

İkâmet işinden sonra Hazret’in evinin eşyalarını götürülmesi işine sıra geldi. O zaman Suudî Arabistan ile ticarî ilişkiler yok denecek kadar zayıftı. Efendi Hazretlerinin eşyalarını kamyona yükleyerek normal şekilde götürme imkânı yoktu. Eşyaların götürülmesi çok zor idi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ve ihsânıyla bir çözüm bulmuş olduk. Şöyle ki: MTTB başkanlığım sırasında muhtelif vesilelerle münâsebetler kurduğumuzRiyad’daki Dünya İslâm Gençlik Teşkilatı (WAMY)’nin başkanına birini göndererek umre için 40 kişilik da’vetiye talep ettim. Da’vetiye talebimi kabul eden WAMY’nin başkanı 40 kişilik umre vizesi verdi. Kimya Mühendisliği’nde okuyan Talebe Birliği’nden arkadaşımız olan Orhan Yentürk’ün amcası Fehmi Efendi’nin otobüsünü tuttuk. Efendi Hazretlerinin eşyalarını otobüsün bagaj kısmına, koridorlara, koltuk aralarına yükledik. Talebe Birliğinde 35 arkadaşı da (diğer beş kişinin işlemleri yetişmedi) otobüse yolcu olarak bindirdik. Böylece Efendi Hazretlerinin eşyalarını götürme bahânesiyle bu arkadaşlar da umre yapmış oldular.

 

1979 yılı Temmuz ayında Efendi Hazretlerinin eşyaları ile 35 arkadaş Fehmi Efendi’nin otobüsü ile Bostancı köprüsünden hareket etmiş oldu. Otobüs Suud gümrüğüne gelince Suud memurları arkadaşlara “Siz talebe adamlarsınız WAMY’nin da’vetiyle geliyorsunuz. Otobüsün içi, üstü, altı her taraf eşya dolu. Siz ne yapacaksınız bu kadar eşyayı” diye soruyorlar.

 

Türkiye’de “Himmetü’r ricâl takrabü’l cibâl” derlerdi. Allah dostları, ricâlullah himmet ederse Cenâb-ı Allah dağları yaklaştırır.

Elhamdulillâh, büyüklerimizin himmeti ile Efendi Hazretleri’nin eşyaları da bu şekilde geçmiş oldu.

 

Umreye gelen arkadaşların 11 tanesi de beni telefonla arayarak hacca kalmak istediklerini söylediler. Ben o zaman Türkiye’de idim. Bende “İyi tamam kalın gelince işlemleri hallederiz” dedim. Bu arkadaşlar da hacca kalmış oldular.

 

Efendi Hazretleri fakiri, ev bulup yerleştirmek üzere Şevval ayında Medine’ye göndermişti. Şevval ayında (Eylül 1979) ikâmet işi için Medîne’ye giderken

 

فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ۝ِ

 

(Yûsuf s. 64) âyetini ve Âyete’l Kürsî’yi okursunuz ve Medîne’deki sohbetlere siz devam edersiniz” diye buyurdular. Fakire bir kitap (Mevlâna Muhammed Rebhâmî Hazretleri’nin Riyâdün Nâsihîn kitabını) uzatarak “Bu da size hediyem olsun. Uçakta size zor olur. Taşımanız da uygun değil. Birkaç kilo gelir. Onu sohbetlerde Medîne’de okursunuz. Medîne’ye karayoluyla giden şekerci Mustafa gibi birisine verirsiniz, o da size Medîne’de teslim eder.” buyurdular. Fakir o zaman trafik kazası geçirmiştim. Doktor, iki kilo bile yük taşımamamı söylemişti. Bir kiloluk kitap için bile ne kadar hassas düşünüyorlar. “Efendim bunu kim okuyacak” deyince, “İnşâallah siz okursunuz” diye buyurdular.

 

Medine’ye gelince daha önceden talebelerle gönderdiğim ve bir depoya koydurduğum eşyaları Efendi Hazretleri için tuttuğum eve yerleştirdim.

 

Böylece bütün hazırlıklar Cenâb-ı Hakk’ın Lûtfu ve Efendi Hazretleri’nin himmeti ile tamamlamış oldum.

 

ÖMER ÖZTÜRK SİZE RAVZA’DA DUÂ ETSİN

ALLAH (C.C.) ONUN DUÂSINI REDDETMEZ

 

Efendi Hazretleri’nin ikâmet işlerini takip etmek üzere Medîne iken Efendi Hazretleri’nin torunu Mahmûd kendi ikâmet işi için, Efendi Hazretleri’nden duâ talep edince, Efendi Hazretleri Mahmûd ve ev halkına, şu kıssayı anlatmış: “Ehlullahdan bir zât var imiş. Ondan yağmur için duâ talep etmişler. O da bir teneke yağ alıp çarşıya çıkmış. Başlamış bağırmaya “Yağ ha yağ, yağ ha yağ!” Birden öyle bir yağmur başlamış ki insanlar evlerine zor kaçmışlar. Yağmur uzun zaman ve şiddetli olarak yağmaya devam edince insanlar bundan zarar görmüşler. Aynı zâta müracaat ederek “Aman efendim duâ edin de şu yağmur kesilsin” diye ricâ etmişler. O zât da eline bir çuval ceviz alıp başlamış bağırmaya “Yağma ha yağma, yağma ha yağma!” deyince birden yağmur kesilmiş” ve daha sonra:

 

“Sen de Ömer Öztürk Ağabeyine selâmımı söyle. Senin ikâmetin için Ravza’da sana duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını reddetmez. Duâsı makbul kişilerdendir O.” diye buyurmuşlar. Allah şefaatlerine nâil eylesin.

 

Efendi Hazretleri Zi’l-ka’de ayında geldiler. O zaman uçak seferleri bugüne göre çok ibtidâî idi. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’u Medine’den gelen üç arkadaşla beraber Cidde’de karşıladık.

 

Hazret-i Mahmûd Sâmî Efendimizin Medîneye hicretleri bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Allâh şefâatlerine nâil eylesin.

 

HAZRET’İN İLK CUMASI

 

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin Medine’ye hicretinin ilk Cuma günü Cuma namazına çıkıp çıkamayacağını bilmiyorduk. Ama çıkma ihtimâline karşı arabayla devlethâneye gittik. Efendi Hazretleri de Cuma namazına çıktılar. Harem’e geldiler.

Arkadaşlar da Efendi Hazretleri’nin geldiğini bilmiyorlardı ama İmam Cuma’nın farzında birinci rekâtta Kadir sûresini, ikinci rekâtta Nasr sûresini okuyunca arkadaşlar Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un namaza iştirâk ettiğini anlamışlardı.

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) birkaç hafta Cuma’ya devam ettiler. Ondan sonra namazlara çıkmaz oldular.

 

RAVDA-YI MUDAHHARA’YI İLK ZİYÂRET

 

İlk Ravda ziyareti Cuma namazından sonra olmuştu. Namazı kıldıktan sonra geri döndük. Sonra tekrar mescide gelerek Ravza’da Nebiyyi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’i ziyaret ettiler. Ziyarette Ravza’ya doğru dönerek ellerini kaldırdılar duâ ettiler. O zaman sağ tarafta arkaya geçmeye mâni olan bölme yoktu. Ashâb-ı Suffe’nin oraya dönülebiliyordu. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.), türbeyi saadetin etrafında birkaç defa dönerek ziyâret ettiler. Daha sonra bu şekilde dönerek ziyâretin önüne geçmek için arayı böldüler.

 

SONDA İLE YAŞAMALARI

 

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.), 1976’dan beri sonda ile yaşıyorlardı.

Türkiye’de kaliteli sonda bulamadığımız için Hazret’in kullandığı sondayı her gün değiştirmek gerekiyordu. Ama Medine’ye hicretten sonra Amerika’dan kaliteli sonda getirttik. Bu kaliteli sondayı, 3 ayda bir değiştirmek yetiyordu.

Beyin cerrâhisinde uzmanlık yaparken Dr. Yusuf Akkaya sonda ile alakalı “Çapada kulak burun boğaz, bevliye ve beyin cerrahisi yan yana idi. Bevliye bölümünden sonda değiştirilirken yan taraftaki bağırmaları duyardık” diyordu.

Demek ki sonda değiştirmek o kadar acı veren bir iş imiş. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’a her gün hem de o zamanlarda hiç tecrübesi olmayan Dr. Âbid Özmen, sondasını takıp çıkartıyordu. Hazret’in sabr ve tahammülü ne seviyede idi ki Hazret, hiç sesini çıkarmıyordu.

Medine’de Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un ehlullahtandır dediği Pakistanlı Ziyâeddin Efendi vardı. Ziyâeddin Efendi’nin sondaya ihtiyacı olduğunda Dr. Âbid Özmen takmak üzere gitti.

O bile sondanın acısında bağırıyordu. Tabi hâşâ bu Zât’ı muâhaze etmek, makâmını tenkîs için söylemiyorum. Hazret’in sabrının derecesini beyan için söylüyorum. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un sonda takılırken ne en ufak bir bağırması olurdu ne de yüzünde en ufak bir ekşime alâmeti olurdu. Tam sekiz sene sonda ile yaşamış oldu.

Allah öbür tarafta hepimizi beraber eylesin. İşte Hazret’in sabır ve tahammülleri…

 

HACI ANNENİZ TEHECCÜDE KALKTI MI?

 

Abdülvâsi’ Amcanın oğlu Prof. Çolpan Bey (Cerrahpaşa Tıp Fakültesi) 1981 de Hazreti Mahmûd Sâmî (k.s.)’u katarakt ameliyatı yaptı.

Hazret, narkozdan gece saat 02.00-02.30 civârı uyandı (Kendilerinin normalde gece teheccüde kalktıkları saat). Uyanır uyanmaz: “Hacı anneniz teheccüde kalktı mı?” diye sordu.

Kur’an-ı Kerim’de zikir ehli “وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِِ Allah’ı çok zikreden erkekle kadın.” şeklinde tabir ediliyor.

Kendileri zikre kalkarlar. Hanımlarını da teheccüde kaldırırlardı. Teheccüd kıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’a istiğfar ve zikirle meşgûl olurlardı. İşte bunun için Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) uyanır uyanmaz: “Hacı anneniz teheccüde kalktı mı?” diye soruyor.

Hazretin gözündeki rahatsızlık bu şekilde düzelmiş oldu.

 

HAZRETİN KULAKLARI BİR ARA DUYMAZ OLDU

 

Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un bir ara kulakları duymaz oldu.

Onun doktorluğunu yapan arkadaşlara “Arkadaşlar ehlullahta bazı hastalıklar olur. Ama bazıları olmaz. Âmâlık olabilir. Şu şu hastalıklar olabilir. Ama sağırlık olmaz. Hazret’in kulağına bir bakın demek ki yapılacak bir operasyonla Hazret’in kulağı tekrar eskisi gibi duyar” dedim.

 

ALLAH DOSTLARINDA SAĞIRLIK OLMAZ

 

Ehlullâhdan Sağır bilinen Hâtem-i Esam vardır. Onun sağır bilinmesinin sebebi, huzûrunda bir kadıncağız sual sorarken (beşeriyet muktezâsı) yelleniyor. Hazret de kadın utanmasın diye üç kere “Ne dedin kadın duyamadım?” diye kadına sesleniyor. Kadın da üç dört defa tekrarla Hazret’in böyle söylediğini görünce “Demek ki Hazret’in kulağı duymuyor. Az önce yaptığımı da duymamıştır” diye düşünerek kalbi mutmaîn oluyor.

Hazret kadın yaşadığı müddetçe 15 sene kulağı çok iyi duymasına rağmen kadını utandırmamak için sağırmış gibi davranmıştı.

İşte Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un kulağındaki rahatsızlığını kontrol ettirene kadar milletle bayağı bir uğraştık. Muâyene sonucunda Hazret’in kulağında bir parça olduğu anlaşıldı. O parçayı küçük bir operasyonla çıkartınca Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz eskisi gibi duymaya başladı. Elhamdülillâh.

 

SON ZİYÂRET

Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz: “Musâfaha için kıyam lâzımdır” buyururlar ve herkes ile tek tek ayağa kalkarak el sıkışırlardı. Kendileri sekiz sene sonda ile yaşadılar. O ızdırâblı hallerinde bile musâfaha için ayağa kalkarlardı. Kendilerine: “Efendim müsâadenizle ihvan gelip sadece selam verseler, elinizi sıkmasalar, o zaman olur mu” dediğimizde bu teklifi kabûl etmişlerdi. Bunun üzerine ihvana teker teker “Huzûra girip sadece selam vereceksiniz, eline uzanmayacaksınız. Uzanırsanız ayağa kalkmaya çalışıyor, kalkacak hâli de yok” diyerek tembih ettik. Bundan sonra ihvan da sadece selam vererek ziyaret etti.

En son ziyaret 1983 yılında oldu. “Beraber hacca gidiyorduk kendilerine ihvanın ziyaret etmek istediğini söyleyince “ziyaret hacdan döndükten sonra olsun” buyurdular. Hac sonrası ihvanı beraberce ziyarete götürdük. İhvan sadece selam vererek teker teker ziyaret etti. Fakir, Rahmetli Atasayar amca ve birkaç arkadaşla beraber içeride duruyoruz. Hz. Sâmî (k.s.) kendilerine ziyarete her gelene: “Cinnîler de karışıyor araya, cinnîler de karışıyor araya” diyordu.

 

CİNNÎLERİN TÂBİİYYETİ

Cinnîler bir mekâna girmek için izin almaları, kapıyı açmaları vesâire gerekmiyor. Cinnîler istedikleri yere, istedikleri yerden girerler. Ama ihvan olunca onlar da edebe riâyet etmeleri gerekir. İnsan ihvanlara müsâade çıkınca onlar da edebe riâyet ederek insanların arasına karışarak bu nimetten istifâde ettiler. (Allah her hususta hepimizi edepli mü’minlerden eylesin.)

Cinnîlerin ziyarete ne zaman başladığını Efendimiz (k.s.)’un anlatmasına da Yahyalı’dan ziyarete gelen bir ihvan sebep oldu. Ömer Kirazoğlu Ağabey: “Baba bu zat Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’den gelmiş. Selam ve hürmetleri var. Ellerinizden öpüyor” deyince; Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz: “Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin babası vardı. Pîr Efendimizin halifesi Mustafa Efendi’nin evinde cinnîler bize intisâb etmişti. Cinnîlerin ziyâreti, cinnîlerin başı, Cünduh’un kendilerine intisâb ettiği zaman başlamıştı." dediler.

 

BİLÂL-İ HABEŞÎ (R.A.)’İN ZİYÂRETİ

Bilâl-i Habeşi Hazretleri, Sâmî Efendimiz Hazretlerini ziyarete geldiler. Başkalarının yazdığı bir kitâbda, bu ziyaretten sonra Sâmî Efendimizin ailesi Hacı anne “Eyvah demek ki hazretin vakti yaklaştı” dediğini ve ağladığını, ertesi gün de Hz. Sâmî (k.s.)’un irtihâl ettiğini yazıyor. Hâlbuki işin aslı öyle değil. Hazret-i Bilal-i Habeşi’nin ziyâreti 1980 senesinde, Hz. Sâmî (k.s.) Hazretlerinin irtihâli ise 1984 senesinde olmuştur. Bilâl-i Habeşî (r.a.)’in ziyâretinin anlamı da farklı bir şey olsa gerektir.

 

ÎMÂN SÜREYYA YILDIZINDA OLSA

 

Nebî (s.a.v.), Cuma sûresi nâzil olurken, “Ashâba yetişmeyen ümmetlere de peygamber gönderildi.” âyeti nazil olunca sâil sordu: “Yâ Resûlullah, onlar kimlerdir?” Nebî (s.a.v.) cevâb vermediler. Sâil bir daha sordu. “Yâ Resûlullah, bunlar kimlerdir?” Yine cevâb vermediler. Nebî-yi Ekrem (s.a.v.), üçüncü def’a sâil sorduğunda ona da cevâb vermedi ve mübârek elini sağ tarafında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)’in omzuna koyarak: “Şunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyyâ yıldızında olsa varır ona yetişirler.” buyurdular.

Selmân-ı Fârisî Hazretleri Nebî (s.a.v.) ile geceleri uzun uzun yalnız başına sohbet edebilen sahâbelerden birisidir. (Allah şefaatine nâil eylesin). Hendek harbinde hendek kazılmasını tavsiye etmişti. Hendek kazılırken Selmân (r.a.) çok çalışıyor, on kişinin yaptığı işi tek başına yapıyordu. Ensâr ile Muhacir Selmân (r.a.)’i paylaşamıyorlardı. Muhacirler kendisi ta İran’dan Şam’a, oradan da Medine’ye hicret etmesi hasebiyle “Selmân muhacirdir, Selmân bizdendir” diyorlar. Ensâr da Medine’de uzun müddet kaldığı için “Selmân Ensâr’dır, Selmân bizdendir.” diyorlardı. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.): “Selmân minnâ, ve min ehli beytin - Selmân bizdendir, ehli beyttendir.” diyorlar. (Allah şefaatlerine nâili mazhar eylesin.)

Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi kendisine verilmiş uçsuz bucaksız bir ummandır Selmân-ı Fârisî (r.a.)… Nakşî silsilesinin de Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’den sonraki ikinci postnişinidir. İşte bu hadîs-i şerîf ile Selmân (r.a.)’e ve Nakşî silsilesine işâret ediliyor. Allah (c.c.), Efendimiz (s.a.v.)’in bu şekilde işâret buyurduğu, tebşir ettiği böyle bir yola müntesîb olmayı, bu yolun postnişini olan böyle bir Zât’a evlâd olmayı bizlere nasîb etmiştir. Ne kadar büyük bir ni’met, el-hamdü lillâhi Rabbi’l âlemîn.

Kur’ân okunduktan sonra bitince “sadaka’llahü’l azîm - Allah doğru söyledi” denir. Biz desek de demesek de muhakkak Allah doğru söyler. Ama biz burada “sadaka’llahü’l azîmAllah doğru söyledi” diyerek anladığımızı, kabûl ettiğimizi ve mu’cibince amel edeceğimizi beyan etmiş oluyoruz.

Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm okunduktan sonra sadaka’llahü’l azîm diyerek Allah’ın kelâmını anladığımızı, duyduğumuzu kabûl edip mu’cibince amel edeceğimizi ifâde ediyor isek Efendimiz (s.a.v.)’in Hz. Selmân (r.a.)’in omzuna mübârek elini koyarak “Bunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyyâ yıldızında da olsa varır yetişirler” sözünün; sünnetlerin unutulduğu, fitnenin kaynadığı bir dönemde 96 yıllık ömrünün tamâmında sünneti ihyâ ederek, îmânın Süreyyâ yıldızında da olsa ulaşılabileceğini hayatlarıyla bizlere gösteren Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz’in hayatlarının; Nebî-yi Ekrem (s.a.v.)’in mübârek sözlerinin tezâhürü olduğunu anladığımızı ifâde etme ma’nasında “Sadaka resûlullah - Resûlullah (s.a.v.) muhakkak doğru söyledi” diyoruz.

Yani 96 yıllık sünnete tamâmıyla muvâfık bir ömürle hayatlarında Efendimiz (s.a.v.)’in sözünün tezâhürünü herkese göstermiş Muhammedî Meşrebli nâdir bir velî-yi Mürşid-i Kâmil’dir Hz. Sâmî (k.s.).

 

SON DÜNYÂ KELAMLARI

 

Musa bey ile ziyâretlerine gittiğimizde misafir odasına kabul edildik.

Ömer Kirazoğlu beyi çağırdı, O da Hazretin yayına girdi. Ömer bey, Efendi hazretlerine Musa beyin ve Fakir’in ziyârete geldiğini söylemiş, arz etmiş. “Buyursun” diye izin çıkınca, Ömer Kirazoğlu tekrar “Efendim Ömer Öztürk de yanında” deyince: Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “O da buyursun. Ömer Öztürk ihvana kılavuzdur. Musa beye de kılavuz olsun.” diye buyurmuşlar.

Huzura kabul olunduğumuzda Ömer Kirazoğlu abi, “Musa bey geldi” diye takdim etti. Sonra sıra Fakir’e geldiğinde Ömer Kirazoğlu abi, “Kılavuz geldi, Ömer Öztürk geldi, Musa beye ve ihvana kılavuz olsun buyurmuştunuz, işte kılavuz geldi” dedi. Fakir o zaman ellerini öpüyor idim. Hazret “Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah” buyurdular. Mübârek ellerini öptükten sonra, Fakir’in sadrına mübârek ellerini uzatıp: “Selâmün aleyküm dıbtüm fedhulûhâ hâlidîn. - Allâh’ın selâmı sizin üzerinize olsun, ne güzel kulluk yaptınız şimdi ebediyen cennetime giriniz.” (Zümer s. 73) buyurdular. Bu da kendisinin 20 Ocak 1984 tarihli dünya kelamı olarak son konuşmalarıdır. 12 Şubat’ta da irtihâl etmişlerdir.

Orada Ömer Kirazoğlu abi diyor ki, “Ömerciğim, not et bak, babam çok enteresan şeyler söylüyor, bak bunlar tebşiratlar, çok büyük tebşiratlar” diyordu.

Konyalı Hattat Hüseyin Efendi, hatırşinas bir insan demek ki, Hazretin en son dünya kelamının bu Âyet-i Kerîme olduğunu öğrenince, onu bir hat hâlinde yazmış, hediye olarak göndermiş. O hat halen bizim Medine’deki evin kapısında asılı duruyor.

1979 yılında İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye hicret ederek, 12 Şubat 1984 tarihinde dâr-ı bekâya irtihâl eylemişlerdir. Cennetü’l-Bakîa’da, Ebû Sa‘îd el-Hudrî ve Fâtıma binti Esed (r.anhümâ)’nın yanında medfûndurlar.

Ve nefe‘ana’llâhü te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l- enbiyâ-i ve’l- mürselîn salla’llâhu Te‘âlâ ‘aleyhi vesellem.

 

Ma‘nevî Evlâdı ÖMER MUHAMMED ÖZTÜRK

 

 

 

HZ. SÂMÎ EFENDİ (K.S.) HAZRETLERİ’NE 03/02/1980

 

Sizi bizden ayıran, gamlı hazan meltemi mi?

Yoksa, hicrân götüren menzili meçhûl gemi mi?

Kenz-i mahfîde yazılmış kaderin hâtemi mi?

Şu gönül ağrısı, hilkatteki firkat demi mi?

Ağlayan arz-ı semâ hasretimin matemi mi?

 

Ağlıyor ebr-i seher bağrına sinmiş de “güz”ün

Dökerek nâle vü figânını küllün ve cüz’ün

Çağlıyor âhı terennümle Erenköy’de hüzün

İftirâk ateşi, bilmem ki garip gönlümüzün,

Bir ömür bitmeyecek gulgulenin hemdemi mi?

 

Sizi candan severim, bende riyâ zerresi yok.

Mücrimim amma “Bu”yum, benliğimin kisvesi yok.

Kurumuş bâğ-ı çemen, artık açan lâlesi yok.

Yoksunuz, leyl ü nehârın tadı yok; neş’esi yok.

Ayrılık, bizlere Pîrân-ı Kirâm sitemi mi?

 

Pürgünâhım, gece eflâkı tutar hıçkırığım.

Künd-i zulmette nihân şûlesi sönmüş ışığım.

Hâlimin arzı budur, sanmayınız sırnaşığım.

Hâk-i pâyinize açmış bir ufak sarmaşığım.

Bu tecellî-i hayat dertlerimin merhemi mi?

 

Bin tahassür ile ihvânınızın derdi, derin.

Atarak cismini, ummânına gâmın, kederin.

Bilmedik, gâye-i maksûdunu bizler, seferin.

Kabr-i Peygamber-i Zîşân’da doğan her seherin.

Ravzasından çağıran er şafağın gül femi mi?

 

(H. Câhid Ercan)

 

 

 

HZ. MAHMUD SÂMÎ (K.S.)’NİN İRTİHALİ’NİN

MİLADÎ SENE-İ DEVRİYESİ DOLAYISIYLE...

 

Ararım ağlayarak katrede, ummanda seni

Gül açan goncada nâle-i hicranda seni

Izdırâbınla yanan îne-i sûzanda seni

Hissedip leyl-ü nehâr tende seni, canda seni

Firkatin yıktığı, şu ömr-ü perîşanda seni.

 

Ağlıyor ben gibi ufkumda sönen bin emelim

Ağlıyor dîdelerim, her tâatim, her amelim

İrtihâlin ile birdenbire lâl oldu dilim

Açılıp göklere gündüz, gece bîçâre elim

Dilerim görmeği ben, Ravza-i Rıdvân’da seni.

 

Bir muhabbet ki onun her ânı dünyâya bedel

Kays-ı Mecnûn eyleyen mâşûka, Leylâ’ya bedel

Adının her hecesi ni’meti uzmâya bedel

Âsumânımda yanan Necm-i Süreyyâ’ya bedel

Bir ömür gördü gönül mihr-i dirahşanda seni.

 

Seni Peygamber-i Zî-şân çağırıp hânesine

Severek okşayarak sardı aziz sînesine

Kenz-i mahfîde yazılmış seferin gâyesine

Nâil oldun girerek cennetin ol bahçesine

Saklayıp Rabb-i Celîl gûşe-i sultanda seni.

 

Geçiyorken yine sensiz, şu ömür yaz ile güz

Silinip gitti gönülden bütün eşyâ, kül, cüz

Neme lâzım benim artık gece, akşam, gündüz

Ağlayan Câhid’e bir bak yapayalnız, öksüz

Arıyor yaş dökerek zerrede, cîhanda seni...

 

(H. Câhid Ercan)

 

HZ. MAHMÛD SÂMÎ RAMAZANOĞLU (K.S.)

 

Eyyâm-ı şeb efrûzda bir merd-i siyâmî.

Mihrâb-ı ubûdiyyet-i ulyâda kıyâmî.

Yoksullara imdâd eli düşkünlere hâmî

Tevhid-i Hudâ rehberi bir zât-ı kirâmî.

 

 

Hayru'lhalef-i Es'ad-ı dergâh-ı Kelâmî.

Fahrû'l-urâfâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî.

Dustûr-i zaman mefhar-i âl-i Ramazandır.

Didâr-ı MUHAMMED ruh-ı pâkinde ayândır.

 

 

Simâsı bir âyine-i envâr-ı cihândır.

Ey cân kulak aç, onda beyân özge beyândır.

Hayru'l-halef-i Es'ad-ı dergâh-ı Kelâmî

Fahrû'l-urâfâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî.

 

 

Devletlü Veli Hazreti Hâlid'den elalmış.

İrşâdını mânend-ı ziya her yana salmış.

Efrâd-ı vatan berzâh-ı fetrette bunalmış.

Ümmid-i reha bir nazar-ı feyzine kalmış.

 

 

Hayru'l-halef-i Es'ad-ı dergâh-ı Kelâmî.

Fahrû'l-urâfâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî.

Hem-hâlet-i Peygamber-i Zi-şân harekâtı.

Vermekte tarîk ehline tahkîk berâtı.

 

 

Geçmektedir Allah'a ibâdetle hayâtı.

Bezminde tadar gam-zedeler azb-i Fürâtı.

Hayru'l-halef-i Es'ad-ı dergâh-ı Kelâmi.

Fahrû'l-urâfâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî.

 

 

Elbet bırakır öyle bir er böyle halîfe.

Ashâb kadar hâdim olur Şer'i şerîfe.

Her sohbeti bir zûbde-i ahkâm-ı münife.

Sorsan kime mazhardır "O" der ism-i Lâtif'e.

 

 

Hayru'l-halef-i Es'ad-ı dergâh-ı Kelâmî.

Fahrû'l-urâfâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî.

Etmiş ona Hakk pâye-i irfanı emânet.

Sermâye-i pür kıymet imânı emânet.

 

 

Ahmed Ağa etmiş ona yârân-ı emânet.

Kılmaz mı erenler güher-kâni emânet.

Hayru'l-halef-i Es'ad-ı dergâh-ı Kelâmî.

Fahrû'l-urâfâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî.

 

Kemal Edîb KÜRKÇÜOĞLU

 

 

http://www.ramazanoglumahmudsamiks.com/menu1_01.php

 

 

Allahu Teala şefaatlerine nail eylesin inşallah...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

NASİHATLERİ

 

Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizi gören ile görmeyen mü'minin farkı güneş görmüş bitki ve meyve ile serada yetişip güneş görmeyen bitki ve meyvenin farkı gibidir.

 

Bizler ashâb-ı kirâmın yanında komutanın karşısındaki asker gibi olmalıyız.

 

Her kap içindekini sızdırır. Bal küpünden bal, sirke küpünden sirke sızar.

 

Yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeliyiz.

 

Az yemek ömrü kısaltmaz, çok yemek ömrü uzatmaz.

 

Hac bir ganîmettir. İhvan bundan istifâde etsin.

 

Allâhü azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.

 

Musâfaha için kıyâm gerekir.

 

(Biz burada çok) inceleriz, çünkü (kabirde çok) inceleneceğiz.

 

Dürüstlük en büyük siyâsettir.

 

Allâhü Te'âlâ mûcibince amel etmeyi cümlemize nasîb ve müyesser eylesin. Âmin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

FELAHA ERENLERİN VASIFLARI

Takvâ, insana ahırette zarar verecek şeylerden sakınmak demektir. Üç mertebesi vardır: Ebedi azaptan sakınmaktır ki küfürden uzak bulunmakla olur. İşlemek veya terk etmek suretiyle günaha sebep olan şeylerden kaçınmak, hatta bazılarına göre küçük günahlardan da sakınmak da takvadır. Takvanın en yüksek derecesi ise, sırrını Allâh ile meşguliyetten alıkoyacak şeylerden sakınmak ve kalben O’ndan başka her şeyden kesilmektir. Kur’an-ı Kerim’in hidayeti, bütün bu mertebe sahiplerini içine alır. Avâmı islâma hidayet, havassı yakinî iman ve ihsana, havassu’l-havassı da perdelerin açılması ve gözle görmeye hidayet eder. Muttakîler, Allâh ile olan ahidlerini tuttuktan sonra ibadet ve taatlara yapışanlar, zahiren ve batınen sözlerine sadakat gösterenlerdir. “Siz bana verdiğiniz sözü yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim” (2/40) ikâzı bunu beyan eder. Kulun sözünü tutması kulluğunu yerine getirmesi; Allâh’ın sözünü yerine getirmesi kuluna hidayet eriştirmesidir.

Risale-i Kuşeyrî’de anlatılıyor ki, İbni Sîrîn, muttakî bir kişi idi. Bu zatın 40 kap yağı vardı. Kölesi kapların birinden bir fare çıkardı. İbni Sîrîn hangi kaptan çıkardığını sorunca köle bilmediğini söyledi. Bunun üzerine bu büyük zat bütün yağları döktü. Ebû Yezîd el-Bistâmî, Hemedan’dan bir miktar serçe tohumu satın aldı ve Bistam’a döndüğünde bu tohumuniçinde iki karınca gördü. Hemedan’a tekrar geri dönerek bu iki karıncayı yerine koydu. Hikâye olunur ki Ebû Hanîfe, kendisine borç verdiği bir kimsenin ağacının gölgesinde oturmaz, evinin gölgesinden geçmezdi. Ve derdi ki: “Herhangi bir borç ki verildiği miktarından fazla bir menfaat getiriyor, o faizdir.” Denildi ki: Ebû Yezîd el-Bistâmî, çölde bir arkadaşıyla birlikte elbisesini yıkadı, arkadaşı elbiseyi üzüm bağının duvarına asarız, dedi. El-Bistamî: İnsanların duvarlarına kazık çakamayız, dedi. Arkadaşı: Ağaca asarız, dedi. El-Bistamî: Dalları kırar, diyerek karşı çıktı. Arkadaşı: Yere yayarız, diye karşılık verince, El- Bistamî, canlıların yiyeceğini örtemeyiz, diye buna da itiraz etti. Bunun üzerine sırtını çevirdi, elbisenin bir tarafı kuruyunca, diğer tarafı kuruması için çevrildi.

Muttakîlerin gayba iman ve namazı dosdoğru kılmalarından sonraki seçkin vasıfları “Ve kendilerine rızık olarak verilen şeylerden infâk etmeleridir. Rızık, lugatta vermek demektir. Örfte, canlıların faydalandıkları şey, şeraitte ise helâl ve haram olarak yenilen, giyilen, istifade edilen şeylerin bütünüdür. Zenginler mallarından, güçlüler nefislerinden, arifler kalplerindeki hikmetlerden, aşıklar ise canlarını infâk ederler. İman kalb ile, namaz ruh ve cesed ile, infak da can ve mal ile yapılır. Bütün ibadetler bunlarla alakalıdır. İmanda necât, namazda münâcât, infâkda derecât vardır. Yine imanda beşaret, namazda kefâret, infakta taharet vardır. Yine imanda izzet, namazda kurbiyyet, infakta ziyade vardır.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nimetler Şükürle Arttırılır

 

 

 

mahmud_samiefendi.jpg

Muttakiler için Bakara Sûresi’nin ilk ayetlerinde zikredilen vasıflar, kemâl dereceleriyle Hulefâ-i Râşidîn’de (r.a.) zuhur etmiş vasıflardır. Takvâ, gayba iman, namazı dosdoğru kılmak ve infak. Sufiyyeye göre infakta birinci mertebe sehâdır. Sonra cûd, sonra îsâr gelir. Malının bir kısmını verip bir kısmını bırakana sehiy, çoğunu infak edip kendisine az bir şey bırakana cevvâd, gönlüne bir darlık gelmeden bütün zaruretine rağmen malının tamamını infak eden ve Allâh’ın kullarını kendisine tercih edene sâhib-i îsâr denir.

 

Ebû Abdullah el-Hârisü’r -Râzî demiştir ki: “Allâh Tealâ peygamberlerinden birine vahyetti ki, ‘Filan kulumun ömrünün yarısını fakirlik, yarısını zenginlik ile geçirmesine hükmettim. Kendisine sor, hangisini evvel isterse onu vereceğim.’ O peygamber bu kulu çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adam: “Ailemle istişare edeyim” dedi. Hanımı: “Zenginliği evvel tercih et” dedi. Adam: “Zenginlikten sonra fakirlik zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise tatlıdır” dedi. Kadın: “Bu hususta benim sözümü tut” dedi. Adam peygambere gelip zenginliği önce tercih ettiğini bildirdi. Allâh ona bütün zenginlik kapıların açtı. Hanımı dedi ki: Eğer bu nimetin ömrümüzün sonuna kadar devam etmesini istiyorsan Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman bir fakire de al.” Adamın ömrünün yarısı böyle şükür içinde geçince Allâh o peygamberine vahyetti: “Ben o kulumun ömrünün yarısını gınâ ile, yarısını da fakr ile geçirmesini takdir etmiştim. Fakat gördüm ki o kulum bütün nimetlerime şükretti. Şükür ise nimetin ziyadesini ve devamının vacip kılar. Ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi kendisine müjdele.” (14/7)

 

Ehl-i hakikat der ki: “mimmâ razaknâhüm yünfikûn.” Yani, varlığın vasıflarından, kul ile Rabb arasında taksim edilmiş bulunan namazın yarısının hakkını tam verirler. Nihayet huzur-ı ilahide tam bir sükûna kavuşup bu sükûnu bozacak hususlara karşı direnirse onu latîf nefhalarıyla ezeli inayet kuşatır ve kendi yakınındaki derecelere ulaştırır. Nasıl ki Hakk’ın Nebisi sallalahu aleyhi ve sellemle “yaklaş” hitabı şeklinde cezbesi varsa, mümine de “secde et ve yaklaş” şeklinde cezbesi olur.

 

Muttakilerin gayba imandan sonra ikinci vasıfları namazı dosdoğru kılmalarıdır. “Onlar namazı dosdoğru kılarlar.” Salâtın 4 mânâsı vardır: 1. Dua 2. Senâ 3. Kırâat 4. Rahmet. İbadet olarak, kendine mahsus hareket ve zikirle yapılan bir ameldir. Kıyâmında kıraat, kuûdunda senâ ve duâ ve fâiline rahmet vardır. Bu ayet-i celilede salât, beş vakit namazı içine alan ism-i cinstir. Namazı ikâme demek, âdâb ve erkânına riayet ederek dosdoğru kılmak ve ömrünün sonuna kadar kılmaya devam etmektir.

 

Mukâtil şöyle demiştir: “Nebi aleyhisselâm Mekke’de iken sabah akşam iki rek’at namaz kılardı. Mi’rac hadisesi vuku bulunca beş vakit namaz emrolundu.” Namaz, imandan sonra tâatlerin en faziletlisi, kulluk vazifelerinin de en güzelidir. Ekser ulemaya göre cemaat, farz-ı kifayedir. Ahmed bin Hanbel (r.a.)’a göre ise cemaat farzdır, nafile değildir. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) “Cemaati terk eden benden değildir, ben de ondan yana değilim. Allâh onun ne farzını kabûl eder ne de nafilesini.” buyurmuştur. Yine şöyle buyurmuştur: “Allâh’a yemin olsun ki birine emredeyim de insanlara namazı kıldırsın, ben de cemaatten geri kalanları takip ederek evlerini yakayım istedim.”

 

Sünnet-i müekkedenin terkinden dolayı ev yakılacak olursa, farzın terki neyi gerektirir iyi düşünmek lâzım.

Kaynak: Yenidünyadergisi

 

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Musa ve Fir'avn

 

Allah Teâlâ buyuruyor: "Ey İsrail oğulları! Size in'am ettiğim bunca ni'metimi ve sizi alemlere tafdîl ettiğim zamanı hatırlayın.

 

Ve öyle bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, hiçbir kimse namına birşey ödeyemez. Kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz. Kimseden bir fidye yani bedel alınmaz, onlara herhangi bir suretle yardım da edilmez.

 

Yine hatırlayın o zamanı ki, sizin oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmak suretiyle size işkencelerin en kötüsünü yapmakta devam eden Fir'avn hanedanından sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden gelen büyük bir imtihan vardı sizin için. (Bakara: 47-49)

 

Fakat Biz ne dediysek de zulmedenler sözü kendilerine söylenenden başkasına çevirmişler, Biz de o zalimlerin üstüne fasıklıklarının bir karşılığı olmak üzere gökten murdar bir azab indirmiştik." (Bakara 59)

 

Fir'avn bir gün rü'yasında büyük bir ateşin Beytü'l-makdîs'den gelip bütün Mısır'ı sardığını, oradaki kıbtîlerin cümlesini çıkardığını ve Benî İsrail'den kimseye zarar vermediğini gördü. Kahin ve sihirbazlara rü'yasının ta'birini sordu. Dediler ki:

 

-Benî İsrail'den bir çocuk doğacak, sen onun eliyle helak olacaksın ve mülkün onun eliyle zeval bulacak.

 

Fir'avn bunun üzerine Benî İsrail kabilelerinde doğan bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Adamlarına dedi ki:

 

-Benî İsrail'in kabîlelerinde doğduğunu gördüğünüz yahut işittiğiniz ne kadar erkek çocuk varsa derhal katledeceksiniz. Kız çocuklarına dokunmayınız.

 

Ebeler bu işle vazîfelendirildi. Can korkusuna bu cinayeti işlerlerdi. Rivayete göre Musa'nın da öldürülmesi için on iki bin çocuk, doksan bin de yeni doğan çocuk katlolundu.

 

Allah bu öldürülen çocukların cümlesinin kuvvetini, Musa aleyhisselam'a tasarruf kuvveti olarak verdi. Ve bu sebeple onun mucizatını zahir ve bahir kıldı.

 

Sonra Benî İsrail'in ihtiyarlarında da ölüm artdı. Kıbtîlerin reisleri Fir'avn'a çıkarak:

 

-Ölüm Benî İsraîl'i silip götürüyor. Küçükleri boğazlanıyor, büyükleri ölüyor. Her halde biz de neticede aynı akıbete duçar kalacağız! dediler.

 

Bunun üzerine Fir'avn bir sene boğazlanıp bir sene bırakılmasını emretti. Harun -aleyhisselam- yeni doğan çocukların boğazlanmadığı, Mûsa -aleyhisselam- da boğazlandığı senede doğdu.

 

Fir'avn hanedanı bunca korkularına ve zulümlerine rağmen Allah'ın kazasından hiç bir şeyi def edemediler. Fir'avn bütün gücünü toplayıp kollarını paçalarını sıvadı, o kadar didindi, fakat Musa'nın doğmasına ve yetişmesine mâni' olamadı. Çünkü Allah nûrunu tamamlayacaktır.

 

Bunda peygamberlerini üzen Benî İsraîl'e büyük bir bela, verilmesi pek güç bir imtihan vardı. Nefislerinin mezmüm desîseleri, zulümatı, son derece bozulan ahlak-ı ictimaiyyeleri ve peygamberlerinin Allah'dan getirdikleri emirlere alabildiğine i'tiraz etmeleri ve yapmamakta direnmeleri onları perişan etmişti.

 

Bu ayet-i celîlede tembih olunmaktadır ki kullara sürurlu ve kederli zamanlarında gelen ni'metlere daimi şükür, musîbetlere ise sonsuz sabır ve tahammül göstermek lazımdır. Çünkü şükredilmezse nimet azaba, sabredilmezse musibet helake döner.

 

Eğer îman gözü ile bakılır ve tedebbür edilirse görülür ki, musîbetler Allah'a duâların azaldığı, ibadetlerin terk olunduğu, ma'siyetlerin arttığı vakitlerde umumî olarak gelir ki bunu Allah, kullarının ni'met bolluğuna ve afiyet devamına kavuşmaları ve nimete şükür hali içinde kendine dönmeleri için dua etsinler, niyazlarını artırsınlar diye yapar. Eğer kullar basîretlenip uyanmazlarsa bu hal uyanıncaya kadar devam eder. Çünkü Allah'ın muradı kullarının kendisine her halleriyle rucu edip "Rabbimiz!" demeleridir. Bunu ister tav'an, yani isteyerek, gönülden desinler, ister kerhen, istemeyerek, çaresiz kalarak desinler. Şerefiyle, alnının akıyle "Rabbim" deyip Allah'a rucu' etmek mü'minlerin; zilletle, yüzünün karasıyla ve yüz üstü ateşe sürüklenip götürülürken demek de kafirlerin halidir.

 

Kaynak: Musa ve Fir'avn / 1989 - Haziran, Sayı: 040, Sayfa: 023

Share this post


Link to post
Share on other sites

İNFAK EDEN NİFAKA DÜŞMEZ

 

“Ve mimmâ rezaknâhüm yünfikûn” “Ve onlar kendilerine

 

rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler”

 

Ayet-i Kerîmesi gereğince, iman ve namazın tamamlayıcı

 

cüz’ü olarak infak, muttakîlerin vasfından bir farzdır.

 

Rızık, lugatta vermek, örfte, canlıların faydalandıkları

 

her şey, şeriatte ise, haram-helal istifade edilen şeylerin

 

bütünüdür. Her nefsin infakı farklı şey üzerindendir.

 

Zenginler mallarından, abidler nefsani isteklerinden,

 

arifler kalblerindeki feyz ü hikmetten, aşıklar ise

 

maşuk için canlarından infak ederler.

 

İman kalb ile, namaz, ruh ve beden ile infak da mal ve

 

can ile yapılır. İmanda necat ve beşaret, namazda münacat

 

ve keffaret, infakta derecat ve taharet vardır. Bu

 

vasıflar, kemal derecesiyle Hulefa-i Râşidîn’de zuhur etmiştir.

 

Sufilere göre infakın da dereceleri vardır: Birinci

 

mertebe sehâdır; malın bir kısmını vermekle olur. İkinci

 

mertebe cûddur; malının çoğunu vermekle olur. Üçüncü

 

mertebe îsâr ise, zaruret halinde olmasına rağmen

 

gönlüne bir darlık vermeden Allah’ın kullarını kendine

 

tercih ederek malının tamamını infak ile olur.

 

Ebu Abdullah el Hârisür Râzî (k.s.) demiştir ki: “Allah Teala

 

peygamberlerinden birine vahyetti ki ben filan kulumun

 

ömrünün yarısını darlık, yarısını bollukla geçirmesine

 

hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim.

 

Kendisine sor, arzusunu beyan etsin, buyurdu. O

 

peygamber zikredilen şahsı çağırıp gelen vahyi haber

 

verdi. Adam ailesiyle istişare etmek için izin istedi. Hanımı

 

âkil bir kadındı; zenginliği önce istemesini söyledi.

 

Adam ise zenginlikten sonra fakirliğin zor olacağını

 

düşünüyordu ama hanımının sözünü tuttu ve önce

 

zenginlik istedi. Allah (c.c.) ona bütün zenginlik kapılarını

 

açtı. Hanımı dedi ki: “Eğer bu nimetin ömrünün sonuna

 

kadar devam etmesini istiyorsan, Allah’ın kullarına

 

karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığında bir elbise

 

de fakire al.” Adamın ömrünün ilk yarısı böyle bolluk

 

ve şükür içinde geçince, Allah (c.c.) o peygamberine

 

vahyetti: “Ben o kulumun ömrünün yarısının fakr

 

ile geçmesini takdir etmiştim. Fakat o kulum bütün nimetlerime

 

şükretti. Şükür, nimetin artmasını ve devamını

 

vacib kılar. Ömrünün kalan kısmını da varlıkla geçirmesini

 

takdir ettiğimi kendisine müjdele.” buyurdu.

 

Ehl-i hakikate göre “kendilerine verilen rızıktan infak”

 

ibaresinden kasıt, kul ile Rabb arasında taksim edilmiş

 

bulunan namazın hakkını tam vermektir. İlahi huzurda

 

sükunu bozacak hususlara direnen insanı ezeli

 

inayet kuşatır ve kendine yakınlık derecelerine ulaştırır.

 

Hakk’ın Nebi (s.a.v.)’e “yaklaş” hitabı şeklinde cezbesi

 

varsa, mümine de “secde et ve yaklaş” şeklinde cezbesi

 

olur.

 

Hali hazırda ve evvel inzal olunanlarla birlikte ahırete

 

de yakînen/şeksiz şüphesiz iman edenlerin yakîn dereceleri

 

üçtür: Yakîn-i haber: Bilenlerin verdikleri haberle

 

gelen inanma şeklidir. Yakîn-i delâlet: Bir şeyin kendini

 

görmeyip sadece işaretiyle elde edilen yakîndir. Yakîn-i

 

ıyân: Bir şeyi görmekle temin edilen inanmadır. Ayet- i

 

celilede ifade edilen “infak ederler; iman ederler…” beyanları,

 

müşahede mertebesinde olmayanlar için yakîn

 

haberdir. Sonra derece derecedir.

 

Şeriatın zahirini bilmek ilmel yakîn mertebesidir; gayba

 

yakînen inanan âlimlere mahsustur. Bildiğini halisane

 

ve ihlas üzere yaşamak aynel yakîn mertebesidir;

 

evliyaya mahsustur. Müşahedeye ermek ise hakkal

 

yakîn mertebesidir ki bu da hicabların tamamen kaldırıldığı

 

enbiyaya mahsustur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ehlikitap.jpg

 

Ehl-i Kitapla İttifak mı?

 

Bazı kimseler, “Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan Kelime-i Tevhid inancıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’i kabul ve tasdîk etmek ise şart olmayıp bir kemâl mertebesidir”. “Ehl-i kitap ile Amentü’de ittifâk hâlindeyiz.” iddiasında bulunuyor. Bu iddiaya “Âmentü” yü yani Îmân’ın şartlarını tek tek ele alarak cevap verelim:

 

1. Biz bir ilâha inanırız. O da Allâhü Teâlâ’dır. Onlar üç ilâha inanırlar. Hz. İsa (a.s.)’a tanrının oğlu ve tanrı diyorlar.

 

2. Onlar melekleri kız gibi görüyorlar; biz ise, meleklerde erkeklik dişilik olmadığına inanıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruluyor ki: “Allâh ile birlikte başka ilâh edinen cehenneme atılır. Rabbiniz oğulları size ayırdı da kendisi için kız olarak melekleri mi edindi? Elbette vebâli çok büyük söz ediyorsunuz.” (İsra s. 39-40)

 

3. Onlar tanrı gökte derler, biz Allâh (c.c.)’u mekândan münezzeh biliriz.

 

4. Biz semâvî kitapların hepsine inanırız; onlar, Kur’ân’a inanmazlar. Biz bütün peygamberlere inanırız; onlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e inanmazlar.

 

5. Biz hayrın ve şerrin Allâh (c.c.)’dan olduğuna inanırız, onlar, (Tanrı kötülükleri takdir etmez) derler.

 

İncil ve Tevrat’ın hükümleri Kur’ân-ı Kerîm’in gelmesiyle nesholmuş, yürürlükten kalkmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin bütün hükümleri kıyâmete kadar geçerlidir. Allâhü Teâlâ, kıyâmete kadar değişmemek üzere İslamiyeti bütün insanlara din olarak göndermiştir.

 

Âyet-i Kerîme’de, “Rahmetim her şeyi kaplamıştır.” buyurulduktan sonra, “(Rahmetim) Allâh’dan korkup, haramlardan kaçan, zekâtlarını veren ve âyetlerimize inananlar içindir” buyuruluyor. (Araf s. 156) Bundan sonraki ayette de, “Ümmî peygamberime (Hz. Muhammed (s.a.v.)’e) uyanlar için” buyuruyor. Yine, Âyet-i Kerîmelerde, “Allah indinde hak din ancak İslâmdır.” (Âl-i İmran s. 19) “İslâm’dan başka din arayan, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.” (Âl-i İmran s. 85) buyuruluyor.

 

“Cennete sadece müslüman olan girer.” (Buharî)

 

***

HZ. İBRAHİM (A.S.)’IN YOLUNDA OLANLAR ANCAK ÜMMET-İ MUHAMMED (S.A.V.)’DİR.

Allah Teâlâ hazretleri İbrahim (a.s.)’ın menâkıb-ı celîlesini beyândan sonra İbrahim (a.s.)’ın övülmüş ahlâklarından yüz çevirenlerin hallerinin hâyret verici olduğunu beyân etmek üzere:

 

“İbrahim’in milletinden kim yüz çevirir? Kimse yüz çevirmez, ancak nefsine ihânet eden ve nefsini zulmet (karanlıklar) içinde terk eden yüz çevirir! Zât-ı ulûhiyetime kasem (yemin) ederim ki Biz muhakkak dünyâda İbrahim’i ihtiyar ile (seçerek) nâs (insanlar) arasında nübüvvete intihâb ettik (peygamberlik verdik) ve o âhirette de elbette sâlihler zümresindendir.”

 

Şu halde İbrahim (a.s.)’ın milletine ittibâ etmek lâzımdır.

 

Gerek Yahudi ve Nasâra (Hristiyan) ve gerekse Arap, cümlesi İbrahim (a.s.)’a mensûb olmakla iftihar (eder) ve menkîbelerini anmaktan ve fiillerine uymaktan şeref duydukları halde, Resûlullah (s.a.v.)’e îmandan yüz çevirmeleri hayret vericidir. İbrahim (a.s.) kendi zürrîyetinden Resûl gönderilmesine duâ buyurmuş ve bu duâsı eseri olarak âhir zaman Nebî’si (s.a.v.) Efendimiz gönderilmiş iken Resûlullah (s.a.v.)’e tâbi olmadılar.

 

Hazin Tefsîri’nde beyân olunduğuna nazaran Âyet-i Celîle’nîn iniş sebebi Abdullah ibn-i Selâm (r.a.)’ın yeğenlerinden Muhâcir’in îmandan geri durmasıdır. Abdullah İbn-i Selâm yeğenleri Seleme ile Muhâcir’i dîn-i İslâma davetle:

 

“Ey yeğenlerim! Siz bilirsiniz ki Allah teâlâ Tevrat’ta “İsmail (a.s.)’ın neslinden Ahmed isminde bir Nebî ba’s edeceğim (göndereceğim), O’na îmân eden ihtida eder (hidayete erer) ve necat bulur (kurtulur) ve îmân etmeyen dalâlette (sapıklıkta) kalır ve mel’un olur.” buyuruyor, deyince, Seleme’nin îmân edip, Muhâcir’in geri durması üzerine bu âyet-i celîlenin nâzil olduğu rivâyet edilmiştir.

 

(Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.), Hz. İbrahim (a.s.), 17-18.s.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

27658.jpg

 

DİZÜSTÜ CAN VERMİŞTİ!

 

Son nefes dizüstüyle mi dizüstünde mi?Dizüstü deyince masaüstünden küçük bilgisayar anlaşılıyor. Eskiler bunu nasıl anlarmış, buna dizini kırıp ömrünü edebe adamış bir hayata bakarak görelim.

 

Mahmut Sami Efendi 1892 yılında her insan gibi ağlayarak dünyaya gelir. Hayatı boyunca ağlamayı göze alan bir Allah dostu olur. Hukuk fakültesinde öğrenim görür. Boş konuşmayı sevmez ona sorulan sorulara da ya bir ayetle ya da bir hadisle karşılık verirdi. Gümüşhanevi Dergâhında bir zat ondaki bu hali görür ve onu yoğurur. Sami Efendi çok kabiliyetli ve çalışkandır. Vaktinin büyük kısmını hizmet etmekle geçirir kalan kısmında da ibadet ederdi. Şüphesiz Allah ve insanlık için yapılan hizmet bir ibadettir. Akşam herkesle beraber uyumasına karşın sabah çok erken uyanır dergâhın temizliğini yapardı.

 

27659.jpg

 

Genç yaşta Allah yolunda

 

Yaşı 28 olduğunda memleketi Adana'ya döner. Ailesinden kalan mirası üzerine almaz ve hepsini bağışlar. Mirası almaktan korkar çünkü çalışmadan almak onu çok rahatsız ederdi. Mirasın sakıncasının olmadığı halde takvasını çok yoğun yaşardı. Sami Efendi zaten kendi kazandığı parayı da infak ederdi. Dünya işleriyle pek ilgilenmez sohbetlerinde de siyasi yahut ticari söz bulunamazdı. Her sohbetinde kalbin ıslahına dikkat çekerdi. Namazı huzurla kılmayı, Kur'an-ı Kerim' i manasıyla okumayı tavsiye ederdi.

 

Mukaddes topraklara 54 yaşında basmak nasip olmuştu. Sami Efendi'nin küçük yaşlardan beri içinde Medine arzusu vardı. Medine'den döndüğünde hüzünlenmişti. Orayı çok özlüyordu. En çok arzuladığı şey Medine'de yaşamaktı. İkinci hac vazifesinden sonra ailesiyle Şam' a taşındı. Medine'den ayrılalı çok olmasa bile Medine kokusu burnunda tütüyordu. Şam'da bir zaman kaldıktan sonra tekrar İstanbul' a döner. Tahtakale'de muhasebe işlerini görürdü. Bir yandan hocalık yapıyor bir yandan kendi ekmeğini el emeğiyle kazanıyordu. Sami Efendi el emeğine, alın terine çok önem verirdi. Çok sevilen ve saygı gören bir kişi olduğundan hediyelerle geçinebileceğini hiç düşünmez aksine buna şiddetle karşı çıkardı.

 

Az yer az uyurdu

 

Hocanın derslerine her kesimden insan gelirdi. Sami Efendi sohbetlerinde mutlaka Ashab-ı Kiramdan söz ederdi. Tevazusu ve cömertliğiyle insanların gözünde çok değerli bir zat olmuştu. Çok düşünceli bir insandı. Bir yere giderken dolmuşu kullanmaz, yürürdü. Dolmuş parasını da infak ederdi. Paradan, dünya işlerinden vazgeçmeyi onun yanına gelenlere de söylerdi. Onu çok tanımayanlar da Sami Efendi'de farklı bir hava olduğunu hissedebilirdi. Nitekim bazı derslerde Hocayla cemaat diz dize oturur, bir süre konuşmazlar ve ardından hıçkırarak ağlamaya başlarlardı. Duygularını etrafındakilere yayabiliyordu. Diyaneti olmayan insanlar bile ona hürmet ederdi. Az yer, az uyurdu. Gecenin neredeyse her saati uyanık olurdu. Secdeye çok önem verir bunu da sohbetlerinde dile getirirdi.

 

Ayağını hiç uzatmadı

 

Sıradan bir insan olmayı yeğleyen bu zat şöhretten hep kaçmıştı. Halkın içinde bir Müslüman güzeli olarak yaşardı. Daima edep ve ciddiyet içinde olurdu. Öyle edepliydi ki hep dizlerinin üzerinde oturdu. Ayağını uzatmaz bağdaş bile kurmazdı. Ona yapılan saygı ve hürmete karşılık o daha saygılı ve hürmetli davranırdı. İnsanları aşağılamaz., onları yaratandan ötürü severdi. Kimsenin kusurunu yüzüne çarpmazdı. Kırmadan incitmeden o kimseleri uyarırdı. Evinde misafir eksik olmazdı. Onu ziyarete gelenleri ayakta karşılar, sohbet eder, yemekler yedirir ve yine ayakta kapıya kadar uğurlardı.

 

Hayatı hocasından aldığı öğüt doğrultusunda yaşardı. 'İncitmemek kolay, incinmemek zor olan Her yaşananın Allah'tan olduğuna inanır, hiç sitem etmezdi. Bu yüzden incinme duygusunu yaşamazdı. Tabi etrafındakileri de incitmezdi. Çocukları çok sever onlara 'efendi' diye hitap ederdi. Sünnet-i seniyyeye çok bağlıydı. En büyük endişesi de kul hakkıyla, Rabb'ın karşısına çıkmaktı.

 

Her daim abdestli

 

Tüm bunların yanında iyi derecede Fransızca bilirdi. Fakat asla bu kelimeleri kullanmaz, Türkçe'nin duru kullanılmasına özen gösterirdi. Hocanın en önemli özelliklerinden bir tanesi de sürekli abdest almasıdır. Muhasebe defterine yazı yazacakken dahi abdest alırdı. İnsanlara öğüt vermekten hoşlanmazdı. Konuşmaktan çok kendi haliyle örnek olmayı daha doğru buluyordu.

 

Ölüme yaklaştığı yıllarda ciddi rahatsızlıklar geçirdi. Fakat kimseyi üzmemek ve halinden şikâyetçi gibi olmamak için sesini çıkarmazdı. Bir gün eşine Medine' ye gitme vaktinin geldiğini söyledi. Bu Hocanın en büyük arzusuydu. Bir süre sonra Medine yollarına düştüler. Mukaddes yerlerde 5 yıl kadar kalırlar. Yıl 1984 olmuştur, Mahmut Sami Efendi 92 yaşında ahir ömrü boyunca kalbinden ve dilinde düşürmediği Allah' a kavuşmuştu. Ölüm arzusuna Medine'de kavuşmuştur. Edep ve tevazuuyla yaşadığı hayatı öyle tamamlar. Ölürken dahi dizlerinin üzerinde, edeple beyaz yolculuğuna çıkmış ve Cennet'ül Baki'ye defnedilmişti.

 

Sevde Kaya / Dünyabizim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ah perdeler bir kalksa

Kutbul aktab Mahmut Sami RAMAZANOĞLU Hazretlerinden bir sohbet ziyafeti

Yakîne Eren Tûl-i Emeli terk eder

 

Hâlıkının Allah olduğunu bilip de O'na kulluk etmeyen, Râzıkının Allah olduğunu bilip de huzur ve güven içinde bulunmayan, dünyanın geçiciliğini bilip de ona itibar eden, ateşin facirlere yuva olduğunu bildiği halde ondan ürpermeyen, cennetin ebrarın yurdu olduğunu bilip de oraya girmek için amel etmeyen kimse aldanmıştır. Zünnun-ı Mısri ks demiştir ki, "Yakîne eren tûl-i emeli terk eder. Tûl-i emeli terk eden zühde erer; zühd hikmete, hikmet de her işin sonunu düşünmeye götürür ki ahiret imanı, bu iman ve tefekkürün kemal halidir.

 

Ebu Türab en Nahşebi anlatıyor: Çölde azıksız sefer eden bir delikanlı gördüm. Kendi kendime dedim ki: "Eğer bunun yanında yakîn azığı yoksa muhakkak helâk olur. Kendisine: Ey delikanlı! Böyle yerlerde azıksız mı gezersin? dediğimde cevaben: Ya şeyh! Kaldır başını! Allah'tan başka bir şey görüyor musun? dedi. Ben de: Sen bu mertebeye erdikten sonra istediğin yerde istediğin şekilde gez" dedim.

 

Perdeler kalkınca iman îkâna erer

 

Varlık hicabında kalmanın zilletinden kurtulan, uhrevi işlerde yakîne ermenin tadını tadar. Gözlerinden hicab kalkıncaya kadar iman eder, hicab kalktıktan sonra yakîne erer. Hz. Ali ra "Perdeler açılmış olsa yakinim artmaz, zira ben devamlı yakin içindeyim." demiştir. Çünkü varlık perdesinden sıyrılanın uhrevi işleri müşahede etmesini bedeni hicapları perdeleyemez. Perdelerin açılmasıyla iman mertebesinden îkân mertebesine ererler.

 

Kur'an'ın yol göstericiliğiyle hidayete erip gabya iman edenler, namazlarını dosdoğru kılanlar, kendilerine verilenlerden infak edenler, Hz. Muhammed as'a ve ondan evvelkilere inzal olunanlara iman edenler, ahirete yakinen iman edenlerin ta kendileridir. Bunlar gerek dünyada gerekse ahirette, dünya işlerinde ahireti, ahiret işlerinde dünyayı iç içe ve yakînen müşahede ederler. Ahireti dünyadan ayrı ve uzak görmedikleri için ahirete iman mertebesinden, îkân mertebesine yükselirler. Allah Taala bu hususta: "Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün çok keskindir." 50/22 buyurmuştur.

 

Felah üç mertebedir

 

Gabya iman, namaz ve infak ile başlayan seyir, öncekilere ve sonrakine ve ahirete yakînen iman ile kişiyi felaha götürür. Felah üç mertebedir: İlki: Hevasına ve dünyanın geçici süslerine tabi olmamak, şeytanın vesvese ve fitnelerine kapılmayarak nefse karşı muzaffer olmaktır. İkincisi: Küfürden, dalaletten, bid'at ve cehaletten, imanın elden çıkmasından, cehenneme müstahak ve cennetten ve cemalden mahrum olmaktan kurtulmak; Üçüncüsü ise: Ebedi mülkte, hüznü olmayan sevince, ihtiyarlığı olmayan zindeliğe, hesabı olmayan nimete, perdesi olmayan görüşmeyle bakaya ve Cemalullah'a kavuşmaktır. Beyzâvi Tefsiri'nde naklolunduğuna göre Necmüddin Daye ks demiştir ki: "Bu ayet-i celilede hideyetin "hüden" şeklinde nekra olarak gelmesi, her bir mertebenin hidayetini içine almak içindir. İlk beş ayette vasıfları sayılan "muttakî"lerden her biri, Rablerinden bir keşif, bir nur, bir sırr, bir lutf ve bir hakikat üzeredirler ki Allah'ın enbiya ve evliyasını nimetlendirdiği kemal, zat ve sıfatına, ebedi ihsanına nisbetle bu nimetler ummandan bir katredir."

 

 

Bakara Suresi Tefsirinden alınmıştır. Haberkültür.com

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...