Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
trradomir

Frankfurt Notları

Recommended Posts

Bundan bir süre evvel, iflah olmaz, devasa bir ev kuzusu kimliğiyle dünyada hiçbir yere değişmek istemeyeceğim evimden bir iş münasebetiyle ayrılıp Frankfurt'a gitmiş, oradan da biraz gezmek için Paris'e geçmiştim. Günlerden vagon dizerken, kah akşamları uyuduğum ciğer söken hoyrat çekyatlarda, kah oturmanın şaşırtıcı bir şekilde mümkün olduğu Frankfurt metrolarında (vallahi Frankfurt'taki tüm metrolarda hep oturarak gittik, İstanbul'da araç frenlerinde sazlık kamışı gibi ileri geri yatmaktan illallah eden garip trra için zikre değer bir nottur bu) bizim gocaoğlanı çıkarıp tıktıkı tıktıkı not dizdim. Bölük pörçük, birbirinden alakasız, darmadağın, özensiz, biraz da uzunca olan notlarımın Frankfurt'la ilgili kısmını okumaya tahammül gösterecekseniz buyurun, yoksa da insaniyetle rica ediyorum sizlerden, derhal çıkın gidin. Zira başlıyorum.

 

Almanya'ya uçakla gelmek zorunda olmak ruha acı veren bir mecburiyet. İnsanın 12 bin metre yukarıda olduğunu bilmesi, hadisenin dehşetini düşünmediği takdirde uçağın hareketsizlik hissi veren durgunluğu içinde bir sıkıntı ifade etmiyor fakat, o eşekliği bi kere ediverip de içinde bulunduğunuz ürkütücü hali bir düşünmeye başladınız mı çaresiz üç buçuğa başlıyorsunuz. Ben 6.5km ile 30 dakika yürüyünce canım çıkıyor, 3.5 kilometre yürüdüğümde yere yığılacak hale geliyorum. Bir de o hızla 2 saatte ancak ulaşabileceğim kadar yukarıda olduğumu bilince, hele de arada sırada uçak sallanınca tırsmakta haklı mıyım değil miyim? Arada, biraz daha korkalım diye olacak, uçağın ne kadar hızla gittiğinden de haberdar ediliyoruz. O sıralarda da 'Hmm, buradan 870KM hızla geçiyorsak 6 dakikada 87, 1 dakikada da 14.5KM yapıyoruzdur, 6 saniyede 1450M yaptığımıza göre 1 saniyede... Anam o ne, biz saniyede 241.6 metre mi gidiyoruz?' gibi psikopatolojinin ilgi alanına giren hesaplar yapıp, sonra da ürperiyorum. Müstehak benim gibi şaşkaloza. Uçağın arada düşer gibi olduğu (bazıları 'pilot tarafından bir miktar aşağı indirildiği' diyor ki kendilerine katiyen itibar etmiyorum), insanın içini dışına çekip ters-yüz eden iğrenç kalkış anı kadar iniş de zormuş, bunu bu uçuşta tekrar hatırladım. Bulutlar arasından geçerken, ileriye doğru eğimle değil de düşey bir hareket yapılması sevgi dolu yüreciğimi ağzıma getiriyor, uçak gürültü yaparak, toprak yolda ilerler gibi sallanır hissi vererek debelene debelene iniyor resmen. Bir nevi dik iniyor yani!

 

Uçağa beraber bindiğimiz arkadaşın, kendisinde emanet olan pasaportumu kontrollerde unuttuğu numarası bile beni kalkış öncesinde teskine yetmemişti. Eleman, uçak kalkmayı geciktirince bu sıkıcı geyik muhabbetinin yeterince uzadığı kanaatine varıp, üstünde olmadığına dair defalarca yemin ettiği pasaportun çantada olduğunu söyledi ama, zaten yutmamıştım. Zira bu tarz yemin kaypaklıklarını iyi bilir, kelimeleri iyi okurum ve yerden 12 km yukarı çıkacak olmanın dehşeti dahi bu kabiliyetimi silip süpüremez. Her neyse, uçakta soğuk bir tavuklu makarna verdiler, yanında da üstü çikolatalı, leziz bir kek vardı.

 

Uçaktaki gümrüksüz mal ticareti efsanesi, sadece hediye almaya vakti olmayan garipleri avlamak için kullanılan bir tuzaktan ibaret sefil bir numara efendim. Yola çıkarken 'amaan, gümrüksüz mallardan bol bol kelepir düşürür, hediye diye millete iteleriz' gibi şark kurnazlıkları yapmaya sakın ha sakın yeltenmeyin. Kelepir beklerken yenen kazığın tadı daha bir acı olur. Zira oradaki mallar çok daha pahalıya geliyor, ucu bırakılmış balon gibi fısır fısır sönüyorsunuz. En kötü parfüme en az 19 euro verecek kadar paranızın düşmanı değilseniz o taraflar size yaramıyor. (Gerçi 19 euroyu beğenmezken sonradan Paris'te ne yaptığımı hiç karıştırmak istemiyorum, o parfümlerden forumdan birilerine de getirdiğim için çılgınlığımı itiraf edip hediyenin ruhuna Fatiha okutmayacağım.) Uçak havadayken bir ara bayılacak gibi oldum, içeriden zalımın biri gırtlağıma yumruğunu dayadı resmen. Neyse ki bir nefes sıhhatin ehemmiyetini, her hastalığımda olduğu gibi tekrar bellediğim o süre uzun sürmedi, basınca alıştım zahir. 3 saat boyunca uçakta giden adamın da aklına 'şimdi uçak tam düşerken ellerimle yukarıya asılıp zıplasam kurtulur muyum' zıpırlıklarından başka da bir şey gelmiyor ki, otur ha otur, saatler boyu Kurtlar Vadisi geyiği yapanların yanındaymışım gibi sıkıntıdan patlıyorum.

 

Frankfurt'a indiğimiz zaman baya bir yürüdük, hava alanları pek geniş. 15 bin çalışanın hava alanı ve çevresinde müstahtem olduğu gibi bir bilgi verdiler, ne kadar doğru, bilmiyorum. Sabancı Holding bünyesinde çalışan insan sayısının 2004'te 30 bin dolaylarında olduğu malumatından hareket ederek, varın siz hesap edin merkezin büyüklüğünü.

 

Hava alanının içinde S-Bahn dedikleri metro garları var. Dolayısıyla iner inmez şehrin her tarafına ulaşmak mümkün oluyor. 'Soldaki ikinci kapıdan çıktıktan sonra Yolun karşısına geçip Hüsameddinoğlu kebapçısının oradaki duraktan 1907FB numaralı otobüse bin, cehennemin dibinde in, sonra üst geçitten geçip minibüse bin, son durakta inip taksiye atla ...' nevinden Yol Tarifnamesi adında brifingler vermeye kat'iyen gerek yok. Ayrıca katılacağım fuarın yapıldığı Sheriton oteli de hava alanıyla bağlantılı olduğu için sokağa bile çıkmadan hoppadak, otele geçilebiliyor. Sistem o açıdan gayet iyi kurulmuş. Havalar güzeldi dün (buradan anlıyoruz ki ben bunları indikten bir gün sonra yazmışım), Dersaadet'in mübarek havasını en azından akşama kadar aramadık.

 

3 saat boyunca, Sheriton'daki tonlarca küçük toplantı odasından bir tanesinde, distribitörü olduğumuz Jim nam, çok afedersiniz hormonlu ayı yavrusundan (kalıbı tahminen 190cm boy ve 130KG civarlarında) ürünleri hakkında eğitim aldık. Bu adamlar, dışarıda ürettiği malların üstüne kendi markalarını yapıştırıp 'işte teknolojimiz!' diye hava yapıyor. Halbuki adamın ürettiği malı, Çin'de kedi köpekle beslenip burnunu karıştıran ucuz işçiler üretiyor. Şunu kitaplardan, sağdan soldan biliyordum fakat son aylarda bu gerçeğin aynelyakin farkına vardım ki, Çinli üretiyor, Avrupalı da markayı basıyor. Büyük firmalar zaten böyle ama, küçüğü de bundan farklı değil. (...) Her neyse. Oradan çıktığımızda metro istasyonu vasıtasıyla gideceğimiz yere geçtik.

 

Burada mesafeye göre para ödemesi yapılıyor. Biletler, mesafeye göre otomatik cihazlar tarafından veriliyor. Tek bilet 3.5 euro'dan bile daha fazla para yiyor bazen. Ama burada öğrendiğime göre işsizlik maaşı bile 1.300 euro civarındaymış, ortalama milli gelir en az 20000 euro. Bu şartlar altında, karşılaştırıldığında bizim Türkiye'yle aynı hesaba geliyor. Olup biten zavallı turistin kesesine. Ayrıca nesle'nin gofretlerine 50 sent, yine iki çikolatayı içeren bir paket çikolata bundle'ına ise 1 euro verdik. dolayısıyla Nesle'nin her ülkede hemen hemen aynı fiyatlandırma stratejisini uyguladığı anlaşılıyor, her ülkeye aynı fiyatı az-çok çakıyorlar. Böylece Alman bebelerinin abur-cubur yeme şansları çok daha yükseliyor, çünkü adamlar bizden 4 kat fazla para alırken bu mallara bizimle aynı parayı ödüyor.

Yahudi yemeği meselesi de enteresan. Türkiye'deyken paketine bile bakmayı günah bildiğim o iğrenç markaları yurt dışında resmen fellik fellik aradım. Malum, bu elemanların helal-haram anlayışlarıyla Din-i Mübin'inki arasında şöyle-böyle paralellik var.

 

Buradaki arabalar, Türkiye'deki aynı model arabalara göre şaşırtıcı şekilde daha güzel görünüyor. Beyninizde şöyle 5 metrelik bir yer açıp, aynı arabanın buradaki ve Türkiye'deki modellerini yan yana koyunca, fıstık gibi arabaların Türkiye modellerinin birer paçozdan farksız olduğu dikkat çekiyor. Türk kökenli bir taksi şöförü de dün aynı tespiti onaylamıştı. Yalnızca kullanım değil, sanki dizayn da farklı.

 

Bir de metrolarda hiç ses çıkmıyor. bizim türkiye'deki liseli kızların bitmek tükenmek bilmez tramvay carcarından burada iz yok. Dün bindiğimiz metroda hiç ses yoktu, bugünkünde fırlamanın biri (tipi de Türke benziyor) takmış kulaklıkları, cânım metroda otobüs körüğü gibi tısırdıyor. başka hiç ses yok. Neredeyse herkesin elinde kitap, boş olan da kkonuşmuyor. Tabii bunun biraz da kültürle ilgisi var. Kültür derken Türk kültürünün Alman kültüründen daha aşağı bir seviyede olduğunu kastetmiyorum. Bizim kültürümüz Alman kültürü gibi kollektif olmamakla beraber, biraz daha interaction, biraz daha temas gerektiriyor. Ayakta gitme derdi olmayınca da açıp okuyorlar. Zaten trenler tam saatinde geliyor, hangi trenin hangi dakika içerisinde nerede olacağı yolcu sayısına göre belirlendiğinden herşey planlı. Bizdeki sistem de son birkaç ayda buna yaklaşmaya başladı ama hala eksiğiz. Ne diyordum, şehrin bir semtinden diğer semtine gitmek, en az yarım saat sürüyor ve ayakta da kimse olmuyor. Kültür farkıyla bunu birleştirince, bu kadar adamın kitap okumasının sırrı bir oranda çözülüyor. Çözülmeyen diğer oran ise, bizim milletle Alman milletinin eğitim düzeyi arasındaki farktan kaynaklanıyor olsa gerek. Bizdeki irfanın değeri bambaşka ama, yine de adamların hakkını teslim etmek lazım. Okuyorlar işte, biz okumuyoruz onlar okuyor.

 

Burada biletler bir makine aracılığıyla alınıyor demiştim. İnsan koymamışlar, insanlarla temas bilet alırken de yok. Gideceğin yolu makineye giriyorsun, saçmalığa bakın ki 10 eurodan büyük olmamak kaydıyla paranı makineye atıyorsun, kaç tane bilet alacağını vs. makineye bildiriyorsun. Makine işlemin sonunda alttaki hazneye paranın üstünü ve biletleri fırlatıyor. Paralar, hazne kapağının arasındaki boşluktan şangır şungur yere de düşebiliyor. Düştü de zaten. Yemişim teknolojinizi sizin, para ulan o, insan biraz saygılı davranır. Dereye çakıl taşı fırlatıyor sanki eşek sıpası. Babanın parasını mı atıyorsun ulan, sen hiç hayatında 2 Euro kazandın mı? Neyse, biletler belli bir zaman aralığını kapsayacak şekilde çıkıyor. Aktarma olayını bu şekilde çözmüşler. Bileti o saat aralığı içinde kullandın kullandın, yoksa at çöpe gitsin, yahut da koy cebine ki Almanya hatırası olsun. Makinelere Türkçe dilini de koymuşlar. Kullanılan kelimelerin imkan, vasıta gibi hakiki Türkçe'den seçilmiş olması çok hoşuma gitti. Tercümeyi yapan şahsı, angı-kungu-mengi-bengi gibi gudubetlere tenezzül etmediği için sağ kulağını çınlatarak ödüllendirdim.

 

Trene binerken hiçbir bilet kontrolü yahut turnike uygulaması yok. Trende giderken de, 'bazen' kondüktör gelip biletlere bakıyor. Bedava binmek mi, tavsiye etmem! Enselendin mi bittin. Kendi ellerinle imzalattıkları büyük bir ceza verdiklerinden mada, bütün millet tetikte, hemmen 'Sen misin bakayım o hırsız?' diye bakıyor adama. Gerçi insan trafiği zaten olmayan şehirde, bu trafiği azaltmak için bilet kontrolünü cihazlara yaptırmaıp trenlerde adam istihtam etmek, verimsiz kaynak kullanımının muhteşem bir misalidir. Süreden tasarrufsa, o paranın kıymetini bilmez, terbiyesiz, akılsız makineler insanın vaktini zaten yeteri kadar alıyor. Bir bilet alacağım diye beş saat uğraşıyorsun. Ne olursa olsun, ben akbil sistemini çok daha iyi buluyorum. İleride 'gittiğin kadar öde' sistemini de uygulayabilirlerse (ki Topbaş'ın kafasında bu var), o zaman en iyisi bizde olacak. Ankara'nın kart okuyan kontrol sistemi de enteresan mesela. Elindeki kağıdı cihazın içine soktuğunda bir anda mübarek uzay mekiği gibi vuut vuut, bızzt bızzt filan edip kartı yarım dakika kadar sonra geri veriyor ki bu sistemin İstanbul'da uygulanışının hayalini bile kurmak istemiyorum, Allah'ım başımıza Ankaralı musibetleri verme, amin ya rabbelalemin!

 

Ha, nereye gideceğimizi tam bilmediğimiz için dakikalarca bilet makinesiyle oynadığımızı gören bir alman vatandaşı gelip bize yardım teklif etti. eminim kendisi de pişman olmuştur. Dietzenbach mı diyip diyip durdu, fakat biz Marktplatz üzerinden aktarmayla gideceğimiz için Marktplatz dedik. Anlaşılmadı, adam bize 10 dakika boyunca asıl gitmek istediğimiz yere gidip gitmeyeceğimizi sordu, biz ise bir evet, bir hayır dedik. Adamın yerinde olsam çok afedersiniz 'soranın da ........' diye türkü çığırıp kaçardım herhalde, 10 dakikadan aşağı olmamak kaydıyla adam bize sabırla laf anlatmaya çalıştı. Valla helal olsun, bizim memlekette onun kadar sabırlısını bulmak zordur. Sonunda "eee yeter ulan" der gibi, fakat asla nezaketini bozmadan bizi bir merdivenin başına koydu, gideceğimiz yolu tarif etti, biz de trene bindik, gittik. Ne yalan söyleyeyim, kendimi embesil gibi hissettim. Bizim memlekette böyle bir adam bulmak zor olur. Makineleri oraya koymuşlar ama, yine bir insanın yardım etmesi gerekiyor. E ne anladım? (... Sonradan bu adamı aynı yerde 2 defa daha gördük ve daha kötüsü, yardım aldık. MİT mi dikmiş bu Alman dervişini buraya yahu?)

 

Şehirde enfes yerler var. Bir tarafta vızır vızır arabalar asfalt yollardan akıyor, fakat aynı yerde ormanlar, köy havası ve bir kısım hayvanlar bulunuyor. Dışarıda tavuk gibi gıdaklayan çocuklar da kendilerince oynamaya çalışıyor. İlk akşam yemeğe, üçüncü sabah ise kahvaltıya gittiğimiz bölge; köy ve şehrin birbirinin içine girip şirinleştiği nadir yerlerdendi. Offenbach'ın Dietzenbach ilçesi...

 

Burada sanayi malları genel itibarıyla ucuz. Güzel bir Mercedes 13 bin euro'ya satılıyor, Türkiye şartlarında canavar kabul edilebilecek jiplerin fiyatı 17 bin eurodan başlıyor. Söküp parça parça Türkiye'ye kaçırmak lazım belki, bilmiyorum. Uyuşturucu kaçakçısı tanıdığı olan varsa yazsın, onlar bilir bu işleri!

 

Akşam bir dershanede kaldık, Nurcu dershanesi. İç içe geniş odalardan müteşekkil bir ev. Ev bu gibi işlerde kullanılmak için yapılmış olmalı, çünkü iki adet WC'si ve yan yana üç lavabosu var. Türkiye'dekilerden bahsedeceğim farkı dışında pek bir farkı yok bu yerin. Evet, taharet musluğunun olmaması. Bu memlekette Türkler şu ihtiyaçlarını bir türlü kabul ettirememiş, yazık. Bu yokluk ortamında ne yapacağımı bilemiyorum. Korkuyorum, çünkü belimdeki çuvalın artık dolduğunu hissediyorum. Endişeliyim. Sanırım ev sahipleri kullanıcıların ev üzerinde değişiklik yapmasına izin vermiyor. Sen İslami faaliyet yapmak üzere kiraladığın bir alanda bile bu modifikasyonu yapma hakkına sahip değilsin. Tecrübelilerden bu hususu nasıl çözdükleri hakkında malumat devşirmem gerekiyor. Sefil olacağım bu gurbet ellerde, Piedra ırmağının kenarında oturup ağlasam derdimi duyan olur mu? Tuvalet kültürünün bu ülkelere 150 yıl önce girdiği düşünülüyor, mesela bir zamanlar bu çevrelerde tek tuvaletli evin Goethe'nin evi olduğu söylenir ki doğrudur. sokağın ortasına mı ihracat yapıyordu bu hayvanlar, bilmiyorum. (Sonra öğrendim ne yaptıklarını, yazıyorum ileride) Her neyse.

 

Yürüyen merdiven sistemlerinin bizden daha iyi olduğunu söyleyebilirim. yürüyen merdiven, İstanbul'umda zaman kaybetme amacıyla kullanılan bir aksesuardan ibaretken burada gayet hızlı gidecek şekilde ayarlanmış, bir anda hop diye aşağıya iniyorsun. Bazı merdivenler tek kişilik olduğu için sol taraftan çıkmak gibi bir faaliyet mümkün olmuyor, trafik tıkanıyor. Ayrıca yürüyen merdivenleri baya kısa.

 

Frankfurt metroları kah yer altına saklanarak, kah gün yüzüne çıkarak şehrin her noktasına ulaşıyor. Delik deşik bir şehrin, İstanbul metrosuna göre külüstür kaçan metro trenlerinde vakit geçiriyoruz.

 

1300 euroluk işsizlik maaşı olayının yalan olduğunu öğrenmek beni sevindirdi. Teknik konularda çalışan, programcılık eğitimi almış Halim adlı, Trabzon kökenli, Almanya doğumlu adamdan öğrendiğime göre 1300 euro'yu çalışmadan alan adam hayatta çalışmazmış. Bu paranın içinde bir de kira yardımı varmış. Eğer kira vermiyorsan, senden evini satmanı beklerlermiş.

 

Ben hayatımda bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. Üzerimde 3 kat giysi olduğu halde yattım. Sabah kalktığımda her tarafım buz kesmişti. Hiçbir gece bu kadar soğuk bir uyku çekmedim. Ulan 'Yorgan altında donarak öldü' diye haberimiz çıksa öldüğümüz yetmez gibi elaleme rezil kepaze oluruz. Bir de sabahleyin, evde daimi kalanlardan birinin "dershanede kalmak bir ayrıcalıktır" mealli lafını duyunca şartellerim attı. Mazoşizm ayrıcalık olabilir mi? Yaban ellerde derin dondurucu hissi yaşamak mı o ayrıcalık? Yorganın altında katılaşmak mı iftihar sebebi? Bunlar davalarına inanmış insanlar, ama dünyayı ve gerçeği kendi zanlarından ibaret sanıyorlar. herkes öyledir, fakat en azından çektiğim acıya saygı göster be adam! Deplasmanda olmasam ben ona gösterirdim gününü de otelde söğüşlenmemek için kapa çeneni trra, pragmatik ol, çaren yok. Balkondan bozma bir yerde kalıyoruz sanırım. Soğuk olduğu gibi içeriye doluyor. yüzümden ayaklarıma kadar bir katılaşma sezmiştim. İnşallah hasta olmam, ki bu duamdan çok da umutlu değilim. sanki boğazım yanıyor. Allah muhafaza buyursun. Ben bu ayrıcalıktan hoşnut değilim, günahtır be kardeşim. (Onca sızlanmaya rağmen sonraki gecelerde de kaloriferi yakmadılar, ben de kalan 2 gecede bildiğin yün kazakla löpbedek yattım aşağı, ne yapayım). Neyse, Allah razı olsun yine de. Bunun dışında gayet iyilerdi, Müslüman adamın yanında olmak ayrıca güven veriyor.

 

Bu memlekette her taraf içki kokuyor. Artık üzerime mi sindi, yoksa beynime mi kazındı, tam bilemeyeceğim ama sanki sokaklarda, yatakta, asansörlerde bile o iğrenç kokuyu alıyorum. Andreas diye doktoralı bir adamla görüştük, adamın ağzı tekel fabrikası gibiydi. Nasıl içmiş, nasıl çekmişse burnuma burnuma konuştukça ben sarhoş oldum. İlk defa bu kadar iğrenç bir halle yüzyüzeyim. Burnumun direği çürüdü. Zaten gavur diye etraflıca sövüp kendimi tatmin edemiyorum da. Hafif kendinden geçkin bir tonla, ihtiyar ve çatallı bir halde konuşuyordu. Has ayyaşa benziyor.

 

İnsanlar buralarda köpeklerle geziyor. İnsanın arkadaş olarak bir köpeği seçmesi nasıl bir rezalettir anlamak güç. Kılavuzu köpek olanın burnu rahat nefes alamaz diye tevekkeli söylememiş Atatürk. Sheriton otelindeki fuar alanının kaymak gibi koridorlarına pervasızca pisleyen bu utanmaz, arlanmaz, aile terbiyesi almamış hayvanları değil, onları yanlarında taşıyan elemanları yok etmek daha doğru olacak herhalde. Asansöre bile köpeklerle giriyorlar, insan korkuyor yahu.

 

Nimeti değil de yapılışını kastederek, buranın yemeklerinin de pek iğrenç olduğunu söylemek zorundayım. Distribitörlüğünü yaptığımız bir firmanın 20. yılı münasebetiyle bir açık büfe yemeğe çağrıldık. Pirinç pilavı dedikleri tatsız tussuz, içinde arpa gibi farklı maddeler bulunan yemeğe uyuz oldum, Allah affetsin. Hatır hutur ses çıkarıyor yerken. Çiğ gibi, taş gibi, ot gibi. Bu memleketlerde domuz eti probleminin yanında, hayvanların kesimi problemi de var elbette. Buraya gelmeden önce, 'domuz değilse yuvarla gitsin, yarasın tosunuma' fikrinin beni kurtaracağını düşünüyordum, fakat besmelesiz kesilen hayvanın helal olmadığı da atlanmaması gereken bir hakikatti ve jeton yemek esnasında düştü. Çareyi balık yemekte buldum. Bazı çiğ balıklar vardı, pişmişinden yedik. Gerçi kılçığı yoktu ama o da çiğ gibi tatsız, lezzetsiz bir balıktı. İçinin, bizim balıklar gibi iyi pişmiş olmadığı hemen dikkat çekiyordu. İstanbul'u özledim. Gurbette olduğumu bir ezan sesinin yokluğunda, bir de duvarları mızrak ve asırlık tüfenklerle süslü, mahzen gibi mutfağından yemek alınan bu açık büfe restoranda hissettim. Tuvaletlerinde sensörlü musluklar var ama bir tane taharet musluğu yok. O kadar para verip bi işe yaramayan sensörlü musluklardan yaptıracaklarına, muslukları normal yaptırıp bi tane de tuvaletlere taktırsalardı ölürlerdi sanki. Necaset herifler. Bu restoranın tuvaleti de, Sheriton'ınki gibi enteresan bi şekilde buram buram şeftali kokuyor. Manava mı geldik birader? Böyle bir esans kullanıyorlar demek ki. Komik ama biraz düşününce mide bulandırıyor. Şeftali yerken eminim tereddütte kalacağım.

 

Mercimeği zeytinyağlı yapmışlar. bildiğin kuru mercimeği yağlamışlar. ama tadı fena değildi. zeytinyağlılarının tadı hep aynı, sadece zeytinyağı tadı geliyor. top şeklinde yumuşak mantarlar, kuru fasülye tanecikleri, mercimek gibi zeytinyağlıların lezzeti aynı.

 

Bu açık büfeli uluslararası dealer toplantısına biz 3 kişi katıldık. Yaklaşık 40 kişi kadar vardı. Hemen hepsi kafayı çekiyordu. Bizim ne işimiz vardı burada? Off of.

Bu toplantıda Çek Cumhuriyeti insanını gözümden düşüren bir hadise gelişti. Yemek sırasında bir Çek'li ayağa kalktı, "Efendim biz şu anda mühim bir toplantıdayız, sattığımız ürün bizim canımız ciğerimiz, fakat Çek Cumhuriyeti'nde malesef çok popüler değil, elimizden geleni yapacağız, ah, ne mutlu bir gün bu Allah'ım ya rabbim, her neyse, bugün çok anlamlı bir gün ve yıldönümlerinde hep hediyeler verilir, biz de sevgili tedarikçimize bir hediye getirdik (sonradan bu hediyenin bir şişe şarap olduğunu öğreniyorum), aferin bize" manasına gelen bir nutuk patlattı. Üstüne tedarikçi şirketin eşbaşkanı söz alıp, 'benim için asıl hediye, Türkiye'li arkadaşlarımızın PC World dergisinin CD'sine programımızın demosunu koymasıdır, olay budur kardeşler' demesi oldu. O dealer toplantısında ayağa kalkıp gelin beni rezil edin davetinde bulunan, sonra da ancak bizim muvaffakiyetimizle neticelenen bir işe vesile olmaktan başka bir muvaffakiyet devşiremeyen fırlama Çeklinin kafasında o şarap şişesi manen parçalanmışdı. Aferin lan bize, terbiyeli durarak 0tl harcadığımız bir iş sayesinde müthiş bir sükse yaptık.

 

Bu seferki elma suyunun tadı iğrençti, ot gibiydi. Viyana'dakiler tıpkı Türkiye'dekiler gibi lezzetli. Yine kalorisi yüksek de olsa kolayı seçtim. Patates kızartmasını iyi yapıyorlar, yemeğin tek güzel parçasıydı. Yolu düşen olursa tavsiye ederim. Sularının tadı bile acı. Bizim terkos kadar bile güzel değil.

 

İlk defa bu kadar yakından bir mızrak müşahede ettim. Ucu kalın baya, onun insana girmesi zor gibi duruyor ama bir girdi mi de paramparça etmeden çıkacak gibi değil. Dümdüz bir sopadan ziyade, kavisli bir sopa şeklinde. Hızlı hareket edebilmesi için o kavisi vermişler. Boyu ise yaklaşık olarak 2 metre kadar. Kullanmak maharet ister, belli.

 

Lions yemek yediğimiz restorana bir laptop hediye etmiş galiba. Onların adı görünüyordu. bu herifler belli ki dünyanın her yerinde reklamdan ibaret. Bir de iş yapsalar.. her yerde aynılar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mangonun tadına da dershanede baktık nitekim. Ağızda bıraktığı kayganlık hissi açısından mantarı hatırlatan, şeklen kavunu andıran ve tad itibarıyla şeftaliye benzeyen, bizim meyvelere nazaran kuru bir meyve. Genel manada pek beğenmediğimi söyleyebilirim. Arabistan'da bunun suyunu yapıyorlarmış. Bir de onu denemek lazım. (Fransa'da da gördüm bundan, Türkiye'ye bir tane getirecektim ama kendi kendime 'görgüsüzlükte de bi sınır tanı' dedim ve bıraktım.)

 

Şu anda bir tren istasyonundayım. Galluswarte'de yer alan, ünlü ve herkes tarafından temizliğiyle tavsiye edilen Okyay adlı Türk lokantasında İskender yedik. İskender'in yanında ilk defa pilav gördüm ama adamlar gerçekten güzel yapmış, hele bir gün önce yediğim Alman pilavıyla karşılaştırıp hayran oldum. WCleri tek kabinliydi, genel manada temizdi ama nitekim hakiki WC gibi kokuyordu. Orada şeftaliyle barış imzalamaya karar verdim. Muslukları da vardı. Adamlar restorana balkon gibi bir yer yapmış, isteyen içeride, isteyen de dışarıda yemeğini yiyor. Balkon gibi olan yer, restoranın alanına dahil. Bizde olsaydı adamlar balkonu binaya dahil eder, masaları da kaldırıma fırlatırdı. Burada bir dene bakayım, adamı ne yapıyorlar. Oradan çıktıktan sonra, bizim bimin muadili olan Lidl marketinden Dersaadetteki yaren için 5 kutu çikolata almak için biraz gittik ama baktık ki saat 9'da kapatmışlar. Sonradan öğrendik ki bu gibi yerler genellikle 8'de kapanırmış, bazıları 9'a kadar açık tutarmış. Türkiye'de bazı yerlerin 9:59'da kapandığını görsek etmedik laf, demedik söz komayız. Burada hayat baya erken bitiyor, İstanbul'un akşam yoğunluğundan burada iz bile yok. 6'dan sonra dışarıda kimseyi bulamıyorsun neredeyse. Neyse, Lidl kapısından geri döndük, bir yerde namaz kıldık. Bir S.H.Tunahan'cı yurdu. Üst katlarda kalınıyor, alt katta namaz kılınıyor. Abdestleri, çoraplar çıkarılarak girilen ve delikli, plastik halıların bulunduğu bodrum katında alıp, yukarıdaki geniş odalardan birinde namazını kılıyorsun. Enteresan bir hadise de dikkatimizi çekti, müesseseye ödemelerini yapan ve yapmayanları bir kağıda yazıp izhar etmişler. Pek de hoş bir durum değil. Ahmet Ünlüer denen adam parasını vermemiş mesela, bunu öğreniyorsun. İnsanın aklından illa 'vay terbiyesiz, vay utanmaz, vay soyguncu Ahmet' diye geçiyor ister istemez. Geçirttiriyorlar. Ne ayıp şey. Bizimkiler kolay kolay adam olamayacak galiba. Neyse. Daha sonra Okyay'a dönüp bir bardak çay içtik. Koşa koşa metro (S-Bahn) istasyonuna gittik ama yanlış tarafa bindik. Şu anda bir istasyondayız, burası öyle bir durak ki bizden başka hiç kimse 30 dakikadır uğramadı. Sanırım burası ıssız ada! Bir Cumalim bile yok, anlıyor musun? Hadi gel de gülümse becerebilirsen. Saat Almanya saatiyle 23:20. Hayatın erken durduğunu düşünürsek halimiz harap aslında. Hava Allah'tan çok fazla serin değil, yaz akşamlarının en serini İstanbul'da nasılsa şehrin dışındaki bu Frankfurt köyünde de hava öyle. Bir sonraki araç 23:39'da geçecekmiş. Ahmet abi açmış bilgisayarı, Şafak Sezer tarzı kıroca bi film var, onu izliyor. Hiç de sevmem. Buradan uçan trenler geçiyor! Demin bir tane geçti. Şimendiferin sesi gelmeye başlayanda 'Geride kaldık, binemeyeceğiz' diye duraktan ileriye doğru çıktık fakat daha sonra uçarak geçen bu yük treninin rüzgarında yere kapanmamak için arkadaşla koşa koşa kendimizi durağa zor attık, trenin 30 kadar vagonunun geçmesini endişeyle bekledik ve sonra kısa bir kahkaha koyverdik. Aynı şekilde başka bir tren de gürüldüyerek geçti önümüzden. Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan diye bağırıp anavatanın kurucu çanakçılarıyla dalga geçiyorum. Kimsenin görünmediği bu Frankfurt köyünde bile tren var, iyi bi şey mi? İyi bi şey değil ki biz gecenin bir saatinde bu yerde sürünüyoruz. Halbuki tren buraya gelmese biz hiç böyle sefalet çeker miydik? Teknoloji süründürüyor insanı yahu! Acele ettiğimiz için başımıza geldi bunlar hep. Yarın sabah erken kalkıp bir sürü işi fuarın son gününde bitirmemiz gerekiyor aslında. Ama bizim halimize bak. Durakta vakit geçsin diye açtım bilgisayarı, bunları yazıyorum. resmen bizim memleketin "bi lira versene uabiii" diye yapışan tinercileri gibiyiz. Durup durup hıçkırıyormuş gibi yapıyor, 'Uaabi yol parafı verfene' diye psikopat psikopat konuşuyorum. Hep beraber gülüyoruz. Delirdim mi ne?

 

Bekle Allah bekkle, bugünü anlatayım bari. Bugün saatlerce iş görüşmesi yürüttüm. Koreli bir firma ile de konuştuk. Bakalım muvaffak olabilecek miyiz. Hediye olarak tutup da 6 tane bardak altlığı barındıran bir kutu verdiler. Bir de pakete sarmışlar, insan çikolata gibi gayet mühim bir şey zannediyor. halbuki ben bu hediyenin çikolata olmasını ister, satın almayı düşündüğüm çikolata kutusu sayısını 4'e indirmeyi kurardım. Kore resimleriyle donanmış bardak altlığı, ne işe yarar? Yesen yenmez, içsen içilmez. Bilgisayara taksan dinleyemezsin bile, öyle salakça. Neyse, hatıra diyelim. Çeyiz düzüyoruz resmen ya, du bakalım hayırlısı.

 

Yarın Paris'e yolculuk var. Uçan trenlerden biri için bir bilet sorduk, bu trenler 250 km hıza kadar çıkıyormuş. Kişi başı 109 euro dediler. Uçak belki daha ucuzdur.

Aziz Pedere ve Valide Sultana bu duraktaki maceramı anlatmayacağım, sefaletimi bilmesinler. Telefon faturam çok yüksek gelecek gibi duruyor. Şuradan dönüşte cebimde birazcık para kalırsa ne bahtiyar olurum. Ama çikolatayı almak zorundayım, olmadı İstanbul'dan Tobleron alıp milleti kekleyeceğiz. Hehehehe

 

Fuar genel manada güzel geçiyor. ... Aha bir tren daha geçti, kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım. Rüzgarı insanı üşütüyor. Neyse, bizimkiler hala film izliyor. Kıro esprilerine gülüp duruyorlar. Onlar güldükçe ben sinirleniyorum. Sağlı sollu tren yağmuru arasındayız ama bir tane insan yok.

Hay sizin treninize,... yine geçti. İsrafil A.S'ın emmioğlu mudur nedir? Yol kenarlarında özenle serpiştirildiği apaçık belli olan tek tük evler var. Sistem var burada, her şey bir plan doğrultusunda, iyice hesaplanarak yapılmış. Şehircilik ve belediyecilik hususunda bu adamlardan öğreneceğimiz çok şey var. Türkiye'de Büyük şehir belediye başkanı olabilmek için, en az 1 ay boyunca dışarıda kalıp en az 2 büyük şehri inceleme mecburiyetini koyardım. Ufuk açıyor.

 

Burada su çok pahalı. Fuar kafeteryasından alışveriş yapabilmek için verdikleri beleş ürün fişlerimizin kapasitesi bir kolayı veya bir bardak suyu ancak karşılıyor ve işin komiği, su ve kolanın aynı miktarı aynı fiyattan veriliyor. Bir de yarım sandviç veriyorlar aynı fiyata ki hakaret gibi bi şey. Su da, kola da 3.4 euro. Kafeteryadaki ablaya 'Sen bu fişi al, karşılığında bana 3.4 euro ver' demeyi aklımdan geçirmedim değil ama malesef cesur olamadım. 3.4 demişken, bir metro biletinin 3.4 euro olması ne demek? İstanbul'da metrobüs biletleri 1 euro yapıldı diye isyan çıkıyordu resmen. Gerçi alım gücü faktörü var ama, mesafeyi ve sağlanan hizmetin karşılığını da dikkate almak lazım. İşte yavaş yavaş toparlanma zamanı, çünkü saat geliyor. 4 dakika var trenin gelmesine. Hadi bakalım toparlıyoruz.

30 nisan 2010 00:35 TSİ, ıpıssız bir Frankfurt köyü durağı

 

 

Şu anda Fransa hızlı trenindeyim. Son anda yakaladık. 106 euroya hava alanındaki bir türkün de yardımıyla bilet bulduk. Erdoğan hoş bir adam, hem müslüman, hem ağzı dili doğru çalışıyor, aksanı sağlam, hem de sürekli ilgilendi bizimle. Aksanı sağlam evet, burada böyle adam bulmak çok zor. İstanbul ağzıyla konuşan yok. Doğunun köylerinden inmişler Almanya'nın şehrine. Yalnız bileti bize veren Alman kadını biraz aptal idi, bir yumruk ebadındaki kafasının içine donanımlı bir beyin sığmazdı tabi. Maymun diyeceğim, dilim varmıyor. Töbe estağfurullah... İki kişi için alacağımız biletlerin bir kişisini para ile, bir kişisini ise kredi kartıyla ödemek istediğimizi söyledik, hayır dedi robot ablamız. "Mümkün değil, ben tek bir bilet kesiyorum ve bu iki kişilik tek biletin yarısını nakit, yarısını kredi kartıyla ödeyemezsiniz." Kadına iki kişi için iki bilet kesmesi gerektiğini ve bunlardan birinin kredi kartıyla, birinin nakit olarak ödeneceğini anlatana kadar akla karayı seçtim. Bir de Alman milletinin IQ'sunun yüksek olduğunu söylerler, bizim kasiyerlere can kurban. Adamlar leb demeden leblebiyi anlıyor. Buradaki hilkat garibesi, şu pek karmaşık formülü benden duyduktan sonra aartistlenmeye başladı tabi, kendisine kurulu bir robot olduğu imasında bulunduğumuzu anlayınca içindeki intikam hissiyle kendince çirkefleşti. İki kişinin yan yana oturmasının mümkün olup olmayacağını sorduğumuzda "bilmiyorum, bakalım, göreceğiz" dedi. Fiyatların yine aynı olup olmayacağını sorduğumuzda da, kendi itikadınca inşallah, göreceğiz dedi, I hope so, let's see dedi. Neyse, bir sıkıntı olmadı, duyduğumuz en ucuz hızlı tren fiyatıyla yollardayız. Uçak fiyatlarının 288 euroyu bulduğunu öğrendiğimizden treni tercih ettik. Gece yolculukları daha pahalıymış, daha geç gitsek daha fazla ödeyecekmişiz. Bu hızlı trenler gerçekten hızlı, dün de yazdığım gibi 250 km'ye kadar çıkıyor. Herhangi bir durağın önünden geçtiğinde çıkardığı ses pihuuu'dan ibaretmiş, bir anda gelip geçiyormuş. Böyle şehir efsaneleri var. Trenlerin kapasitesi yaklaşık 1000 kişi. Gerçekten ülke için ekonomik bir fikir bu. Arabayla 7 saat tutan Paris'e, Allah izin verirse tamı tamına, duraklamalar dahil, 3 saat 49 dakikada varacağız. Daha doğrusu varacaktık, fakat bizim Türkiye'de olmayan bir farklılık daha dikkatimi çekti. Tren saatleri müthiş dakik ayarlanan bu memlekette, trenin 5 dakika gecikme yapacağını belirten bir anons duyduk ve bekleme tam 5 dakika sürdü. Türkiye'de olsa kimse açıklama gereği duymaz, 19:01 gibi bir saat verilmez ve bu trenin bu saatte kalkacağına başta o saati ayarlayan kişi inanmaz. Bir pazarlık payı mutlaka kalır. Alman disiplini dedikleri bu galiba, 150 yıldır adamların validesini disiplinle ağlata ağlata bu noktaya getirmişler. 26. vagonda bana 33, arkadaşa ise 41. koltuk verildi. Gerçi biz farklı koltuklara oturduk ve disiplinli dediğim alman görevlileri bize bir kıyak geçip bilet kontrolü sırasında arıza çıkarmadılar. Hele bir bakalım, inşallah kimse rahatsız etmez. Şu ana kadar hızlı trenin hızını görmüş değilim, gayet bizim düldül gibi emekleye emekleye gidiyor ama anlayacağız inşallah. Türkiye'deki otobüslerin 4'lü koltukları gibi bir yerde oturuyorum, önümde bir masa var, karşımda arkadaş oturuyor, yanımızdaki koltuklar ise boş. Cam kenarında gidiyoruz.

 

Burada suya içecek muamelesi yapılıyor. Bizim Türkiye'de o bir ihtiyaçtır ve her yerde düşük fiyattan temin edilebilir, buna bağlı olarak sudan ucuz gibi tabirler de kullanılır. Fakat burada kola ile su aynı fiyatta. 220CC kola ve suyun fiyatı aynı. Burada kaldığım süre boyunca bize baya yardımcı olan bi abi vardı. Son gün de bir ekmek arası döner getirdi bize ki o döneri türkiye'de bile yiyemeyiz. Normal pideleri düşünün, onun biraz daha büyüğü ve kalını. İçine de bol miktarda et döneri doldurmuşlar, kullandıkları malzeme de küçük ve ağız dolduran, kolay yenen cinsten. Fakat ekmeğin içi tepeleme dolu, yani bir döner adamı sabahtan akşama kadar tutar. Her neyse, mihmandarlığa varana kadar desteğini esirgemeyen o abi bile içecek olarak suyu tavsiye etti ya, yeterince açıklayıcı olmuştur sanırım. Yani İstanbul'da resmen gukgulu gukgulu tepemize diktiğimiz suyu burada içecek diye önümüze veriyorlar. Bir de buradaki ekmekler gerçekten çok güzel. Gavur yapıyor arkadaş, di mi? Ramazan pidesi yedik bu mevsimde, hakikaten hoş bir his. Ayçiçekli ekmeklerden burada çok gidiyor, bizim trabzon ekmeğini çok daha ince halde dilimleyip içine çitlenmiş çekirdek koymuşlar, leziz olmuş. Evet kesin birisi çitlemiştir, makine işi olsa bu kadar lezzetli olur muydu nitekim? Ayrıca bimde de satılan o fırancala ekmekleri baya güzel ve bazen de aynı ekmeği geniş ebatlarda yapıyorlar. Baget diyorlar ona. Buradaki insanların ekmek tüketimindeki nisbî seyrekliği de lezzetle beraber göz önünde bulundurursak, biraz da abartıyla diyebiliriz ki İstanbul'un poaçası, buranın ekmeği.

 

Duş sistemlerini de hiç beğenmedim, o da benden haz etmemiş olacak ki emdiğim sütü burnumdan getirdi. Duşun üstünde yuvarlak bir düğme var. O düğmeyi yukarıya doğru çekiyorsun, su o zaman musluk noktasından duşa geçiyor. Bizdeki gibi kafasına pıt diye vurup indirip kaldıramıyorsun, asılıyorsun, onun asılı kalması için baya bir çekmek gerekiyor, falan filan. Zor ve yorucu bir iş, 'yahu bu nasıl çalışır' diye çözene kadar canım çıktı. (Paris'te de aynı sistemle başım dertteydi, anlatacağım)

 

Şimdi tren bir istasyonda durdu ve içeriye birileri geliyor. PC çantasını koltuğun altından çıkarıp yandaki koltuğun üzerine bıraktım, zekaya bak ya rabbim. Nihaha. Şimdi yanımızda kendi aralarında bir iki mızıldayan tip oldu, fakat o problem kendi kendine halloldu. Veee, tehlike geçti, millet de gidip başkalarının yerine çöreklendi. Canım çantacığım benim, seni omuzlarımda gezdirişlerime karşın yaptığın bu hizmeti unutmayacağım. Yayıl lan trra, hahahahaha! Şimdi de kapılar kapanıyor, eyvallah Frankfuurt:D

 

Frankfurt'ta bilgisayarla uğraşacak vakit bulamadım. Gerçekten çok yoğunduk. (... buraları çıkarıyorum) Sabahtan akşama kadar İngilizce muhabbet etmekten yorgun düştüm. Bol bol çikolata yedik, ağıtıcısı olduğumuz bir Hollanda şirketinin Almanya şubesinin standından kiloyla hediye kupa (kulplu pardak) kaldırdık ama bir türlü flash disk alamadık. Adamların yetkili dağıtıcısı olduğum halde sürekli çarklarının başına gidip hediye çıkması için çarkı çevirmek zorunda kaldım, utanç verici bir tabloydu ama kadın bana artistlik yapınca iş inada bindi. .... Aha, bu arada ikinci bir bilet kontrolü geldi. Az önce bir bayan geldi, bir bana, bir boş koltuğa, bir çantaya, üstüne bir de biletinin numarasına baktı, sonra pıtı pıtı yürüdü gitti. Kadının yanında oturmak iyi bir his olmazdı, gitsin kendine yer bulsun manyak mıdır nedir. Bi taraftan da kendimden tiksindim şimdi, resmen gasp ettik, hepsi senin yüzünden Said:D

 

Buradan sonrasını Fransa için yazacağım inşallah, umarım fırsat bulurum.

30 nisan 2010 cuma, 21:16 TSİ, Demir Ağlı Fransa Yolları

 

Ek: Resmen ve fiilen trendeki iki koltuğun arasında priz var ve ben şu anda bilgisayarı şarj ediyorum. Vay be kardeşim, adamlar yapmış yahu. Wahooww!

 

--- Paris notlarını da birkaç gün içinde farklı bir başlıkta paylaşacağım inşallah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar...

Kardeşimiz nerelerde uzun zamandır foruma teşrif etimiyor diye hayıflanır dururduk meğerse gurbette imiş.Hoş geldiniz ama boş gelmediniz güzel anılarla geldiniz.Anılar vede hakkınızda kısaca hüsn-ü zanlarımızı ve nacizane mülahazalarımızı başlığı katletmişiniz şeklinde telakki etmezseniz aktaracağım inşallah.

Belagat ve fesahatıınıza vakıf olduğumuzdan merakımız kabardı binaenaleyh girizgahın da esareti altında kalarak aşk ve şevkle yazıyı kısım kısım okuyalım dedik.Amma velakin birde ne görelim;

Bölük pörçük, birbirinden alakasız, darmadağın, özensiz, biraz da uzunca olan notlarımın Frankfurt'la ilgili kısmını okumaya tahammül gösterecekseniz buyurun, yoksa da insaniyetle rica ediyorum sizlerden, derhal çıkın gidin. Zira başlıyorum.
İhtar ve ikazını, serzenişini bir nevi sillesini yedikten sonra sarsılarak töhmet altında kalmanın psikolojisi ile huzurdanda kovulmamak cehdi ile kısmen okuma hakkından da mahrum bırakılarak uykusuzluğu da göze almak suretiyle yazının tümünü okumak için kolları sıvazladık ki trradomir kardeşimiz kaytardığımızı anlarsa ihtardan öte hiddetlenir ve bizi sopayalabilir, o öyle bir sopadır kiii azizim ne siz sorun ne ben söyleyim ehlince malumdur o sopa dil sopasıdır bu sopayı yedikten sonra değil ismini zikretmek bulunduğu muhite ayak basmak bile kabil değildir zira bir takım çetin vede şedid polemiklerine vakıf olduğumuzdan kardeşimizin sopasını iyi biliriz dilini kâh kırbaç gibi kullanır hasmına öldürücü mahiyette kamçı darbeleri indirir, kah kılıç gibi keskin vede kavi, bir o kadar da kurnazca kullanır hamle hakkı vermeden ansızın kelle indirir, alaşağı eder yer yer yumuşak bir ipek gibi zarif vede naif kullanır yumuşak kullanınca yılanı deliğinden çıkarır aksi tasavvur dahi edilmez mazallah edilirse yılanın ruhuna el-fatiha. :D Bu bilgilendirme faslının ardından yazıyla alakalı malumata geçelim, akıcı olması münasebeti ile yazıyı nasıl bitirdiğimizin farkına varamadık. Uzunluğuna ve ikazına aldanıp neredeyse es geçecektim ki bir anda her şeyi ihata edip sürükleyen kuvvetli bir sel gibi üslup beni sürükleyi verdi kendimi alıkoyamadım.Okuyanlarla aynı kanıda olacağımıza şimdiden inanıyorum.Özet sadedin de ele alınr ve kabul görülürse, adab-ı muaşeret kurallarından tutunda bilet keserken paranın kıymetini idrâktan uzak, para fırlatan küstah cihaza kadar,seyahat halindeki insanların vakitlerini kitap okuyarak geçirdiklerine, malum mekanlardaki musluk sorununa, şeftali kokusundan, araba fiyatlarına beraberinde çikolata fiyatlarına, ayçiçekli nefis pidelere, bizimkilerin elektronik tartı aletlerinde adeta gramajına kadar ölçtüğü ama orada eti balık sırtı doldurmak suretiyle yostukları, et dönerlere kadar, iktsadi, içtimai, kültürel bilcümle bütün hususları ele alıp mukayese etmiş hassasiyetle bizlere sunmuş. Buhranlı seyahatini, sefalet içerisinde ki gurbet anılarını mizahla yoğurmuş damaklarda hoş lezzetler bırakmış zihinlerde de fevkalede intibalar uyandırmıştır.An oldu hissi inkisara uğradık, an oldu huzura garkolduk, ekseriyette mütebessim bir çehre ile okuduk.Okuduk da okuduk hasılı okumaya doyamadık.Bu vesileyle Frankurt' u, ahalisini ve eşrafını aynel yakin mertebesinde görmüş olduk, darısı Parise inşallah.Allahualem gidemedik amma görmüş kadar da olduk.(Güya okuduğumuzu ispatlamış mı olduk.!)

Allah trradomir kardeşimizi forumumuzdan eksik etmesin yazının devamını, Paris notlarını hasret ve heyacanla bekliyoruz.Elinize, emeğinize, gözleminize, kaleminize/klavyenize sağlık, affınıza sığınarak. Muhabbetle?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Adam kendini aşıyor her seferinde. 0'dan 100'e kaç saniyede çıkıyorsun mübarek? Bir ayağı Avrupa'da bir ayağı Anadolu'da... Heyytt be!

 

*Notları tam okuyamadım ama müsait bir vakitte kıraat eyleyeceğim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Maşallah, yazı baya uzun olmuş ki bir solukta okudum desem yalan söylemiş olurum. Vaktimin kısıtlılığı sebebiyle bir kaç seansta ancak bitirebildim. Bitirir bitirmez de klavyeye sarıldım :D

 

Onların tuvalet kültürü farklılığı dedikleri ancak özünde bir necaset rezilliği olan kısım ve şu her köşenin içki kokması mevzularında yüzümün biraz buruştuğunu hissettim. Ama bunların dışında yazıyı okurken genel itibariyle yüzümde bana göre tebessüm, yanımdakilere göre sebebini anlayamadıkları bir sırıtma peyda oldu... :D

 

Yazıda çok ilginç anektodlar var...Mesela şu bilet alırken el temasının olmaması olayını çok beğendiğimi söylemeliyim. Biz, bilet alırken adamların eline değmeyelim diye kırk takla atıyoz. Sonra para yere düşüyor, Adam ters ters bakıyor filan falan işte.. Güzel bir uygulama velhasıl..Ama sonunda parayı verirken bir paçavra gibi fırlatmasına çok bozuldum hani..Nimet o nimet, yere atılır mı hiç?? :D

 

Metroda kimsenin konuşmamasından kaynaklı gürütü olmaması, insanların bu yolculukta bile okuma faaliyetine girmesi; onların ileri gitmişliğinin bizim de geri kalmışlığımızın temelini oluşturan sebebin göstergesidir. Bizler için kendini ifade etmenin en iyi yolu konuşmaktır. İcraat çok daha arka sıralarda gelir bizim için...Hele bağırarak konuşuyosan çok daha fazla itibar görürsün diye düşünür bizim insanımız ve buna binaen de otobüslerde, dolmuşlarda, metrolarda liseli kızların( aslında bence erkeklerin sesi daha gür çıkıyo ama yazının aslına bağlı kalmak amacıyla :( ) cırcırlarından oluşan bir curcunaya maruz kalırız. İşte onlarla bizim aramızdaki fark!!..

 

Trende priz olması olayı da çok güzel ama bu Türkiye'de bu kadar masum sonuçlanır mıydı o tartışılır... :)

 

Son olarak, suyun, diğer içeceklerle aynı kefede tutulmasına şaşırdım...Ama, sizin de ifade ettiğiniz gibi onların hayatlarında su gibi tüketilen bizimkinden farklı bişey var ki o da içki...Bu durumda suyun, sadece bir alternatif olmasına şaşırmamak lazım...

 

Frankfurt notları güzeldi...Paris notlarını da sabırsızlıkla beliyoruz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kalemdâr, estağfurullah. Başlık katli değil, sıcak bir karşılama telakki ettik efendim, sağolasınız. Bunca boş gevezeliği okumuş, takdir etmişsiniz; Allah razı olsun. Forumu şöyle uzaklardan izlerken gördüğümüz samimiyetinizden burada şahsen müstefit olmak sevindirici. Bunca hikayenin işe yaradığını duymakla berhudar olduk, mesrur olduk. Allah sizleri ve cümle iyi niyetli, halis arkadaşları da forumdan eksik etmesin. Eşrafın göbekli abisi Yavuzlenk biraderimle beraber fırça attığımı düşünmüşsünüz, yahu hem millet bunca boş lafa katlanacak, hem de fırça yiyecek öyle mi? Onlar kat'iyen fırça değil efendim, nezaketten kırılan bir istirham, ne derler, rica, rica!..

 

Mitajanı, okumama hainliğini arada kaybetmek için yok kaç beygirlik adamsın, yok kaç saniyede 100'e çıkıyosun diye geyiğe sarılmışsın. Karakol karpuzu, karton silahşör, papatya komando seni. Neyse halini biliyorum, bir avuçluk dost kadromuzun zehir ajanı, çok özledik ve arıyoruz seni haberin olsun.

 

Nameless, evet erkeklerin sesi daha gür çıkıyor, beli. Ama 'Olum Selçuk Şahin 35 metreden nasıl döşedi lan vuaaaa' sözlerini gırtlağından kusan (halbuki edepli bir tonda söylese takdir edeceğim kendisini, hatta 'Santos da eksik kalmadı' diye ekleyeceğim) ayıcığın yanında, aracın dört bir yanından ortalama bir konuşma volümüyle yükselen ve her biri ayrı bir telden üstündeki kıyafetin hangi ünlü tarafından giyildiğini, erkek arkadaşının anne dırdırını, Kezziban'ın Hüsameddin'e sulandığını, Merve'nin kızının ayy çok şeker kıızlığını, alışveriş merkezinden ucuza çok güzel bi bulüz bulduğunu, ayakkabıların indirime girdiğini, çakma sarışınlığın kendine çok yakıştığını, kimyacının çapkınlıklarını, anladım sen beni artık sevmiyosun Cengiz triplerini, ay beni anlamıyolar serzenişlerini, yaa konserde çok eylendik bilemezsin muştularını, araklama senaryolu iğrenç dizide olanları olduğu gibi araç ahalisiyle paylaşan ve Allah rızası için hiçbiri bir saniye olsun susmaya muvaffak olamayan canlı varlıkları hoş göremiyorum. Milyonlarca lokasyondan kulağıma çarpan sesler beynimin algısını iptal ediyor. Durup 'Lan acaba şu insanlar ne diyor, hele bi dinleyeyim' dediğim zaman duyduğum şey yalnızca 'hebee bilibili haunmstlrkhaa' gibi çözülmesi imkansız ses yığınlarından ibaret kalıyor. Mübareklerin hepsinin sesi mi aynı tonda yahu, hiçbiri bir ötekini bastırıp net bir şekilde ulaşmıyor ki. Kendimi aynı anda bütün istasyonları algılamaya çalışan Sunny marka gariban bir cep radyosu gibi hissediyorum. Üzerine koca bir filo tarafından bomba yağdırılan, eli kolu elektrikli sandalyeye bağlanmış, felç geçirmiş, hiçbir duyu organı vazifesini yerine getiremeyen bir zavallı ölüm mahkumu gibi hissediyorum garip bedenimi. Bombalar yağıyor, yağıyor ve ben her an can çekişiyorum (Zırlak ve bayık solcu edebiyatı gibi oldu, unutun bu cümleyi). Bir tek yanımda oturan canlı varlık kulaklarına kulaklıkları takmış, ama onun da niye taktığını anlamıyorum. Ablanın ne dinlediğini anlayamasam da, asıl rahatsız eden dım-tıkı-dım-tıs, dım-tıkı-dım-tıs gümbürtüleri zaten olduğu gibi bana geliyor. Yağmura karşı ağzıma geleni söylerken, doluya ağzımı açmaya hakkım da kalmıyor. Gözlerim kısılıyor, boğazıma bir yumruk dayanıyor, başım göğsüme düşüyor ve, ve... Uzaklardan gelen bir ses kalabalığı bastırıyor: Ayh kardeşim herşeye ağlıyo, saçını başını yolucam pisliğin az kaldı!..

 

Birkaç güne Paris notlarımı da paylaşacağım inşallah. Onlar da bir bu kadar var, inşallah göz yormaktan gayri bir işe yararlar. Bilvesile kandiliniz mübarek olsun efendim.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Kalemdâr, estağfurullah. Başlık katli değil, sıcak bir karşılama telakki ettik efendim, sağolasınız. Bunca boş gevezeliği okumuş, takdir etmişsiniz; Allah razı olsun. Forumu şöyle uzaklardan izlerken gördüğümüz samimiyetinizden burada şahsen müstefit olmak sevindirici. Bunca hikayenin işe yaradığını duymakla berhudar olduk, mesrur olduk. Allah sizleri ve cümle iyi niyetli, halis arkadaşları da forumdan eksik etmesin.

Liyakatimiz olmadığı halde teveccüh buyurmuşsunuz.Allah razı olsun kardeşim.

Bilvesile kandiliniz mübarek olsun efendim.

Amin.Ecmain.Cümle islam aleminin kandili mübarek olsun.İnşaAllah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Erkekseniz ve hele de futbol muhebbetinden biraz olsun hoşlanıyosanız, bu kusmukların sadece volume değerinden rahatsız olunması gayet normaldir. Ama eğer futbol muhabbetinin -oğlum akşamki maçı kim aldı izleyemedim yahuu, -oğlum tabii ki Fener aldı, 2 tane attılar , ikisini de Alex attı abicim deli oynadılar ama… girizgahından sonra her pozisyonun analizinin ağır çekimde izletircesine bütün otobüse yapılmasını fazlasıyla fuzuli buluyorsanız bu kusmuklar da en az o dışı kalaylı içi vayvaylı kızların cırtlak muhabbetleri kadar tahammül edilemez olabiliyor… Değilmi ki o kızların muhabbetini de zaten en az sizin kadar iğreti ve çekilmez buluyorum… Ama her iki taraf için de bir kurtuluş var galiba. O yandaki kadın gibi kulaklığı takıp hem dım tıkı dım tıs lara başkalarını maruz bırakıp, hem de o tahammül edilemez muhabbetlerden muaf olunabilir. Yalnızca bir çözüm önerisi…

 

Ihmm ne diyoduk, Paris notları evet Paris notlarını da bekliyoruz efendim. Zira okumak gayet hoş oluyor…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...