Kalemdar 293 Report post Posted August 14, 2010 Meyveye Durmanın ya da Kaybolan Yılların Adı: Gençlik Evet, tıpkı bir ağacın meyvelerinin toplanmasından önceki filizlenme, çiçek açma, tomurcuklanma ve meyveye durma süreci gibidir gençlik yılları… Bazen de hayatta bir daha ele geçmeyecek değerde, “kaybolan yıllar”dır gençlik… Genç ve gençlik çağı pek çok farklı tanımla tanımlanabilir. Sözgelimi, Birleşmiş Milletler Örgütü’ne göre genç, “15-25 yılları arasında olan, okuyan, çalışmayan ve kendisine ait bir evi olmayan kişi”dir. Yüzeysel ve eleştirilebilecek ifadelerle örülü bir tanım olsa da genel kanaat böyledir. İslam bilginlerine göre ise gençlik çağı, büluğ dönemi ile başlayıp kırk yaşına kadar süren dönemin adıdır. Görüldüğü üzere, İslam bilginleri gençlik çağını daha uzun bir dönem olarak kabul etmektedirler Gençlik çağı, birtakım psikolojik ve fizyolojik, bir başka ifadeyle ruhsal ve bedende gözlenebilen değişikliklere sahne olur. Ruhsal değişiklikler, gençlerin zaman zaman iniş çıkışlar yaşamalarında rol oynar. Biraz önce ağlayan genç, bir süre sonra gülmeye başlayabilir. Hormonal değişiklikler onun böylesi farklı ve birbirine zıt duyguları birlikte yaşamasına zemin hazırlar. Bu özellikleri yanında gençler, iyilikseverdirler ve başkalarına yardımcı olmaktan mutlu olurlar. Haksızlıklara ve düzensizliklere karşıdırlar. Adaletsizliğe tahammülleri yoktur. Arzu ettikleri şeyin gerçekleşmesinde sabırsızdırlar ve biraz da acelecidirler. Kendi kişiliklerini kanıtlama ve bağımsızlıklarını kazanma çabası içindedirler. Bir amaca yönelmek, yeni değerlere bağlanmak isterler. İnançları uğruna mücadele eder ve her türlü fedakârlığa katlanırlar. Eğitimciler, gençlik çağını hayatın şekil almaya en müsait dönemi olarak görürler. Özellikle merhum Ali Fuat Başgil, bu konuya geniş yer verdiği “Gençlerle Başbaşa” adlı eserinde gençlik çağı için “hayatın en plastik dönemi” benzetmesini yapar. Gerçekten hayatımızın şekil almaya en müsait dönemidir diyebiliriz gençlik çağı için… Her ne kadar, insanın kişilik ve karakterin 2/3 oranındaki önemli kısmı çocukluk çağında şekillenirken, geriye kalan 1/3 oranındaki küçük parça, gençlik çağında kişinin bilerek ve isteyerek bu değişim süreciİnsanoğlunu yaratan ve onun ruh ve beden yapısını en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ, gönderdiği kutsal kitaplarda gerek peygamberlerin ve gerekse kendisine iman eden kişilerin gençlik dönemlerinde başlarından geçen ibretli hadiseleri anlatarak sonraki müminlere çarpıcı örnekler vermiştir. Kıymetli okuyucum. İnsanoğlunu yaratan ve onun ruh ve beden yapısını en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ, gönderdiği kutsal kitaplarda gerek peygamberlerin ve gerekse kendisine iman eden kişilerin gençlik dönemlerinde başlarından geçen ibretli hadiseleri anlatarak sonraki müminlere çarpıcı örnekler vermiştir. Gerçekten de ayetlere bu açıdan bakıldığında, Hz.Adem’in oğullarından başlayarak aktarılan genç şahsiyetlerin ibretli hikayelerinde, Habil ve Kabil adlı iki kardeşin trajik öyküsünü, Hz.İbrahim’in sarsılmaz imanıyla bütünleşmiş tevhid mücadelesini, Hz.Yusuf’un iffetini ve sabrını, Hz.Musa’nın delikanlı tavırlarını, Ashab-ı Kehf’in inançlarındaki samimiyetlerini ve nihayet Hz.Meryem’in, ibadet aşkıyla örülü teslimiyetini son derece net bir şekilde görmek mümkündür. Detayları bizzat ilgili ayetlere bırakarak, gençlik döneminde daha bir belirgin halde ortaya çıkan ve ayetlerde dikkat çekilen bazı hususları ve bunların yer aldığı kıssaları makalemizin sınırlarının elverdiği ölçüde ele alalım. HASED (ÇEKEMEMEZLİK) Hz. Adem’in iki oğlu arasında geçen hadiseye Kur’an-ı Kerim’de genişçe yer verilmektedir. (Bkz.Maide 27- 30) Ayetlerden çıkarılabilecek bir takım sonuçlar vardır. Buna göre, Habil, kendisinden istenen kurbanı, kulluk bilinciyle yerine getirmiş, Kabil ise bu emri önemsemeyerek üstün körü bir anlayışla yapmaya kalkmıştır. Neticede Habil’in kurbanı kabul görmüş ve bu sebeple ağabey Kabil, çekememezlik duyguları ve kıskançlıkla kardeşini öldürmeye karar vermiş, şeytan ve içindeki gizli düşman (nefs) ona bu kötü fiili “güzel” ve bu zor işi “kolay” bir şey gibi göstermiş ve sonuçta Kabil, kardeşi Habil’i öldürerek, yeryüzünde ilk kan döken kişi olmuştur. Burada, sebebi ne olursa olsun, hased (kıskançlık) duygusunun insan davranışları üzerinde ne denli belirleyici bir rol oynadığı ve bu duygu sâikiyle insanın cinayet bile işleyebileceği ortaya çıkmaktadır. Bu cinayetin iki kardeş arasında yaşanmış olması ise, hased duygusunun sınır tanımaz bir tahribata sebebiyet vereceğini de anlamamıza imkân tanımaktadır. Hz. Peygamber’in “Hasedden sakının!. Çünkü o, ateşin odunu harcayıp tükettiği gibi, güzel davranışları yer bitirir.” şeklindeki uyarısı, hased duygusunun ne denli yıkıcı bir kişilik problemi oluşuna dikkat çekmektedir. İnsan benliğinde gizlenmiş bir halde duran ve zaman zaman gün yüzüne çıkan bu duygu, kimliğin kazanılmaya başlandığı gençlik çağında karşılaşılması kuvvetle muhtemel bir kişilik problemidir. İşte Kur’an, bu duygunun yol açtığı trajedinin iki kardeş arasında cereyan ettiğine vurgu yaparak meselenin ehemmiyetini ortaya koymuş olmaktadır Bu kıssa, gençlik yıllarının Allah’a karşı kulluk bilinci (takva) ve teslimiyetle güzelleştiğini, kıskançlık ve çekememezlik duygularıyla kirlendiğini ve bu kirliliğe eşlik eden nefis aldatmalarıyla insan hayatının baharı sayılan bu en güzel çağın, mahvolup gittiğini ortaya koymaktadır. Özellikle gençlik yıllarında, duyguları sâikiyle sonu nereye varacağı belli olmayan birtakım davranışlarda bulunan insanlar, bunun cezasını ya hayatıyla ya da hayatı boyunca çekeceği ceza ve vicdan azabıyla ödemektedirler. Tarihin sayfaları, mazlum olarak katledilen nice Habil’ler ve Kabil misali nice zalimlerle doludur. SÖYLENEN SÖZLERE HEMEN KANMAK Kendisine söylenen sözlere hemen inanmak, daha ziyade hayat tecrübesi az olan kişilerde görülür. Gençler de bu tecrübeye yeterince sahip olamadıkları için, çoğu zaman çocuksu bir saflıkla kendilerine söylenen sözlere hemen kanıverirler. Bu ise neticeleri itibariyle çoğu kez olumsuz sonuçlar doğurur. Hz. Musa’nın başından geçen olay bu konuda ibretli bir hadisedir. Delikanlılık psikolojisinin tipik bir örneği olduğuna inandığımız Hz. Musa (as) çocukluk yıllarını Firavun’un sarayında geçirmişti. Ergenlik çağına erip olgunlaşınca Allah Teâlâ ona ilim ve hikmet verdi. Ayetlerde, henüz genç bir delikanlı iken, Mısır’da, kendi kabilesinden birinin onu aldatarak yönlendirmesiyle bir başkasını öldürdüğünden, ancak hemen sonrasında, kazâen gerçekleşen bu öldürme olayından dolayı pişman olarak Allah’tan af dilediğinden ve hatasını anlayarak O’na tevbe ettiğinden bahsedilir. Onun bu pişmanlığı ve tevbesi, Allah’ın onu affetmesiyle karşılık bulmuştur (Bkz. Kasas,14-19). Bu ayetlerde, gençlerin hayat tecrübelerinin az olması sebebiyle kendilerine söylenen her söze, hemen kanıvereceklerine bir işaret söz konusudur. Yine bu ayetlerden, insanın gençlik çağında, tecrübesizliği ve bilgisizliği sebebiyle işlediği hatalar sonucunda, yine Allah’a yönelerek O’ndan af ve bağışlanma dilemesi gerektiğini, böyle yapması durumunda Allah’ın onu affedeceğini anlayabiliriz. ACELECİLİK Gençlik döneminin özelliklerinden birinin de acelecilik olduğundan söz etmiştik. Hz. Musa’nın, Hızır (as) ile aralarında geçen hadiseden çıkarılabilecek sonuçlardan biri de insanın sabretme hususunda başarısızlığı ve aceleciliği sebebiyle elde edeceği kazançtan mahrumiyettir. Hz. Musa (as) yaşadıkları maceranın her safhasında sabretme başarısını gösterememiş ve bu sebeple yaşayabileceği birçok ibretli hadiseden mahrum kalmıştı. Detaylarını Kehf suresinden ve tefsirlerden okumamızın mümkün olacağını ifade ederek, yaşadıkları üç hadisenin bile ne denli farklı arka planının bulunduğunu ancak Hızır (as) açıkladığı zaman öğrenebilen Hz. Musa, acele ettiği için diğer hadiseleri ve hikmetlerini öğrenmeye muvaffak olamamıştı. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Allah, kardeşim Musa’nın iyiliğini versin. Şayet acele etmeyip de sabretseydi, daha nice ibretli hadislere şahid olacaklar biz de bu vesileyle onları öğrenecektik.” Sevgili Peygamberimizin (sav) “Acelecilik şeytandan gelen, şeytanın özelliklerinden bir şeydir.” uyarısı, kanaatimizce en çok gençlik çağında bizleri ilgilendiren bir husustur. Ve gerek sabır eğitimi gerekse iradeye hükmetme konusunda oruç çok değerli bir ibadet ve terbiye aracıdır. Sözlerimizi, en güzel terbiye ile eğitilen ve en önemli vasfı el-Muallim (öğretmen) olan Sevgili Peygamberimizin gençlere yönelik şu tavsiyesiyle bitirelim: “Gençler! İçinizde evlenme imkanına sahip olanlar evlensinler. Buna imkanı olmayanlar ise oruç tutmaya özen göstersinler. Çünkü oruç, insanı koruyan bir kalkandır, duygularını dizginleyen bir özelliğe sahiptir.” Sağlıcakla kalınız efendim. Prof.Dr.Mehmet Emin Ay Quote Share this post Link to post Share on other sites
Kalemdar 293 Report post Posted August 21, 2010 NE MUTLU ONLARA Kİ Hayat yolculuğunda nice tatlı,nice acı hatıralar yaşar insanoğlu.Bazen yokuş, bazen inişlerle doludur bu yolculuk... Bazen zorlanır, ümitsizliğe düşer, bazen de her şey kolaylaşır sanki. Bazen bir mabette huzura kavuşur ruhu, bazen de her şey sıkar, bunaltır sanki onu... İnsan... Nisyan ile ma'lûl varlık. Yani çabuk unutan. Acılarını, sıkıntılarını ve daha da önemlisi onu yaratan ve yaşatan Rabbini... Aslında her şey bize O'nu hatırlatırken, içinde yaşadığımız dünya ve dünyalıklar aynı zamanda bizim O'nu hatırlamamıza bir engel de olabiliyor. Neticede insan, Rabbini unutan hem de varlıklar âlemi içinde bu manada en çok gaflete düşen biri haline gelebiliyor. Sevgili Peygamberimiz (sav) "Bazen kalbimin perdelendiği olur. Fakat ben Rabbime her gün yüz defa istiğfar ederim." buyurmakla, insanoğlunun kalbindeki bu değişim ve dönüşüme dikkat çekiyor. ASIL SIKINTI RABBİMİZDEN UZAKLAŞMAMIZ Vahyin kontrolünde olan Peygamberimiz bile kalbinin zaman zaman perdelendiğinden söz ediyorsa, nefs ve şeytan gibi iki düşmanın ilgi alanında olan bizler, kim bilir ne çok perdelerle muhatabız... Bize kendimizi ve Rabbimizi unutturan dünya ve dünyalıklar karşısında ne derece bağımsız ve özgürüz?... Bu sorulara vereceğimiz cevaplar maalesef çoğu kez olumsuz. Bunun sebeplerine geçmeden önce etrafımıza şöyle bir bakalım. Gördüğümüz manzara, genellikle günümüz insanının mutsuz ve huzursuz olduğu yönündedir. Evet, belki insanların çoğunluğu geçim sıkıntısı içinde. Ekonomideki daralmayı her kesim belli ölçüde yaşıyor, ancak kanaatimizce bizim asıl sıkıntı kaynağımız Rabbimizden uzaklaşmamız!... Yüzümüzü O'na dönemeyişimiz, Rahmet kapısında durup: "Tevbe Yâ Rabbi! Hata râhına gittiklerime Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime..." diyemeyişimiz... Bir diğer ifadeyle istiğfarı hayatımıza dahil edemeyişimiz... Allah'tan af dilemeyi yeterince yerine getiremediğimiz için, bugün zengin olsun fakir olsun, nerdeyse bütün hanelerde, aile reisi de ev hanımı da, genç de çocuk da maalesef huzursuz ve maalesef mutsuz... Değerli okuyucum, Âlemlere Rahmet Sevgili Peygamberimiz (sav) "Son Peygamber" olduğu için onun sözleri, tavsiyeleri ve davranışlarından oluşan Sünnet-i Seniyyesi de kıyamete kadar tazeliğini ve güncelliğini muhafaza edecektir. Şimdi gelin, asırlar öncesinden günümüze ulaşan ve her dem tazeliğini muhafaza ederek bugün yaşadığımız sıkıntılara çare olabilecek bir Peygamber tavsiyesine kulak verelim. Abdullah b. Abbas (ra) aktarıyor: "Kim istiğfar okumaya devam eder, Allah'tan af dilemeyi dilinden düşürmezse, Allah Teala ona her türlü darlıktan bir çıkış kapısı açar. Bütün üzüntülerinden bir kurtuluş imkânı verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır." Sevgili Peygamberimizin bu tavsiyesi bizlere bir Hak âşığının sözlerini hatırlatıyor: "Sen rıza kapısında'Aman Allah'ım'dersen O Alemler Sultanı dermanını vermez mi?" Kul, Allah Teala'nın kapısında durup da af dilediği sürece ayette de bildirildiği üzere, daima "Rabbini çok affedici olarak bulacaktır." (Nisa 110) Söz konusu hadis-i şerifle alakalı olarak anlatılan bir anekdot gerçekten manidardır. Tasavvuf Tarihinin önemli simalarından Hasan el-Basrî (k.s) Hazretlerine adamın biri gelerek kuraklıktan şikayet etti ve kendisine bir tavsiyede bulunmasını istedi. Ardından bir başkası evlat sahibi olamamaktan, bir diğeri tarlasının ürün vermeyişinden bir diğeri ise içinde bulunduğu fakirlikten şikayet ederek ondan tavsiye istediler. Hasan el-Basrî, her birine aynı tavsiyede bulundu: "Çok çok istiğfar edin, Rabbinizden af dileyin." Yanındakiler dayanamayıp sordular: "Efendim!. Her birinin sıkıntısı farklı iken siz hepsine aynı tavsiyede bulundunuz!" Hasan el-Basrî Hazretleri onlara şu ayetle cevap verdi: "Rabbinizden atfınızı dileyin, çünkü O çok affeden ve bağışlayandır. Af dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmurları indirsin. Size çokça mal ve evlatlar versin. Size bahçeler ihsan etsin ve sizin için ırmaklar akıtsın." (Nuh 10-12) Demek ki, Allah'tan af dilemeye devam etmek, kul için böylesine nimetlere ve imkanlara kavuşacağı anlamına gelmektedir. ALLAH'TAN AF DİLEMENİN ÖNEMİ İnsanoğlunun, hata ve kusurlarına karşılık Rabbin-den af dileyişinin ona sağlayacağı en önemli kazanç, kişinin Allah Teala'nın azabından emin olmasıdır. En-fal suresinin 33. ayeti buna işaret etmektedir: "Sen onların içinde oldukça Allah onlara azab etmez. Ve onlar tevbe ve istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab etmez." Sevgili Peygamberimizin rahmet-i Rahman'a kavuştuğunu düşünecek olursak, hata ve kusurlarımıza karşılık azab-ı ilahiden bizi koruyacak olan tek hususun Rabbimize çokça istiğfar etmek olduğu ortaya çıkacaktır. Değerli okuyucum, Gündelik yaşantımızda bazen karşılaştığımız olaylar, kişiler ve davranışlardan yana olumsuz etkileşmeler bizi sinirli ve öfkeli yapabilmektedir. Zaman zaman bu durumlar bizi özellikle ailemize karşı kaba söz ve davranışlara itebilmektedir. Tıpkı bu durum içinde olup ta halinden şikayette bulunan sahabi Hz. Hu-zeyfe (ra) Peygamberimize gelerek halini arzetmiş ve bir çıkış yolu sormuştu. Efendimiz (sav) ona verdiği cevapla adeta bizlere de bu işin çözüm yolunu gösteriyordu. Hz. Huzeyfe'ye şöyle sordu: "İstiğfar ile aran nasıl?... Bu durumdan kurtulmak istiyorsan eğer her gün Allah'tan yetmiş kez af dilemelisin!" Müminler için en güzel örnek olan Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, Mekke'nin fethinden önce nazil olan Nasr Suresinde kendisine emredildiği üzere, Rabbini hamd ve şükürlerle sena etmeye başladı; ve yine aynı emir doğrultusunda, çokça istiğfar etmeye... Onun, rüku ve secdelerle çokça "Sübhanalla-hi ve bihamdih estağfirullah ve etûbu ileyh"deyişine şahit olan Hz. Aişe (r.a) validemiz bunun sebebini sorunca Efendimiz, Rabbinden aldığı bir işaret gereğince böyle yaptığını ifade etti. Fazla uzun sayılmayacak bir süre sonra vefat eden Efendimizin bu davranışıyla Rabbine kavuşma arefesinde olan kişinin yapacağı en güzel teşbihin bu olduğu da bizlere yadigar kaldı, Âlemlerin Sultanı Efendimizin bu uygulamasından... Değerli okuyucum, Son sözlerimiz yazımızın başlığını teşkil eden bir Peygamber müjdesi olacak. Abdullah b. Busr aktarıyor: Resulullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: "Amel defterinde çokça istiğfar bulunan kimseye ne mutlu!..." Hz. Aişe (ra) validemiz ise peygamberimizin şöyle dua ettiğini bildiriyor: "Allah'ım! Beni, salih bir amel işlediğinde müjdeler alan, bir kötülük işlediğinde ise hemen istiğfar eden kullarından eyle." Sağlıcakla kalınız efendim. Quote Share this post Link to post Share on other sites
Kalemdar 293 Report post Posted August 30, 2010 BABALARIN EN GÜZELİ (S.A.V) Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleriyle, kızları arasında özel bir konuma sahip olan Hz. Fatıma (r.a.) annemiz arasında geçen hatıralar, baba-evlat ilişkileri konusunda ümmetine son derece açık ve anlamlı mesajlar vermektedir Denebilir ki, En Sevgili’nin en sevdiği evladıyla birlikte yaşadığı sevinçler, hüzünler ve acılar, hâlâ her biri birer değerli örnek olarak duruyor karşımızda… İlk örneğimiz, Hz.Fâtıma’nın nikâhının kıyıldığı günle ilgili… Gözyaşları Yanaklarından Süzülüyordu Nikâh merasimi tamamlanmıştı. Bir tabak taze hurma ve Bilâl’in dağıttığı şerbet ikramından sonra davetli ashabın şahitlik ederek dualarda bulunduğu cemiyet sona erdiğinde, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali ile nikâhlarının kıyıldığını, ciğerpâresi Hz.Fâtıma’ya haber verdi. Bu esnada gözyaşları yanaklarından süzülerek sakalını ıslatıyordu. Hz. Fatıma dayanamadı, sordu: -Babacığım! Niçin ağlıyorsun, neden böyle hüzünlüsün? Şefkat dolu yüreğiyle ve ipekten yumuşak sesiyle, hüznün eşlik ettiği sözlerle şöyle cevap verdi Nebiyy-i Ekrem: -Kızım! Doğrusu ağlayışım senin için… Çünkü sen de benim gibi annenden mahrum kaldın. Keşke Hatice de sağ olsaydı. Sevincimizi paylaşsa, çeyizlerini kendi elleriyle yapsaydı… İşte bunun için ağlıyorum. Bu tablo sıradan bir düğün tablosu değildi... Bu tablo, bir babanın yetiştirdiği evladını gelin ederken ağlamasının da “erkekliğe yakışacağını” ortaya koyan bir tabloydu. Yine bu tablo şefkatin, vefânın ve hüznün kendisine en çok yakıştığı Kâinatın Efendisi’nin, kız evladına sahip tüm babalara sunduğu en güzel örnek tabloydu… Altına Hırkasını Sererdi Sevgili Peygamberimizin, kızı Hz. Fâtıma ile olan beraberliklerinde ona karşı derin bir şefkat, sevgi ve onun kişiliğine duyulan yüce bir saygı vardı. Kâinatın Efendisi (s.a.v.) sahibi olduğu maddî ve manevî makamları bir kenara bırakarak, biricik kızını görmekten yana son derece sevinç duyan biricik baba olarak karşılardı Hz.Fâtıma’yı… Zaman zaman evinde misafir eder, zaman zaman da onun evine giderdi. Kendisini ziyarete gelen kızını görünce hemen ayağa kalkar, onu alnından öper ve sırtındaki hırkasını, çok değer verdiği kızının altına fona bir saygı ifadesi olarak sererdi. Bu uygulama her defasında böyle cereyan eder, Hz. Fâtıma da biricik babasını, evinde benzeri şartlarla misafir eder, ellerinden öperek, sahip olduğu tek minderine oturturdu… Belki o zamana kadar hiçbir babanın kızına sergilemediği bu davranış biçimini insanlar göre göre etkilenmeye başladılar. Mekke döneminde, o günün cahiliye toplumu olarak adlandırılan insanları, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) davranışlarını benimseyerek artık kız çocuklarını hor gören kimseler değil, onları “Allah’ın bir armağanı” olarak kabul eden kişiler haline geldiyse eğer, bunda Efendimizin kızlarına olan şefkati ve sevgisinin önemli rolü vardı. İbadetlere Teşvik Ederdi Peygamberimizin tüm aile fertleri gibi Hz. Fâtıma da O’nun manevî terbiyesine muhatap olmaktaydı. Yüce Resûl (s.a.v.) ciğerparesi kızını ve damadını, Allah’ın rızasını kazanan kimseler olarak görmek istiyor, bu hususta çaba gösteriyordu. “Ey Habibim! Ailene namaz kılmalarını söyle. Ve Sen de bunda sebatkâr ol!” (Tâhâ, 132) âyeti nazil olduktan sonra sabah namazına giderken mutlaka Hz.Fâtıma’nın evinin penceresinde durur, -Kızım namaza kalkın, diyerek bu vazifesini yerine getirirdi. Yine bir Kurban Bayramı gününde bu kez sevgili kızını, kesilecek kurbanının başında bulunmak üzere çağırmış ve şöyle buyurmuştu: -Fâtıma! Kalk gel, kurbanının başında bulun. Çünkü kurban kesildiği vakit akan ilk kan damlasıyla, işlediğin her günahın affolunur. Kurbanın kesilirken de şu âyeti oku: “Şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de, kurbanım da, hayatım da, ölümüm de, hiçbir ortağı bulunmayan Âlemlerin Rabbi Allah içindir. Ben böylece emrolundum. Ve ben Müslüman olanların ilkiyim.” (En’âm, 162-163) Görüldüğü üzere, Sevgili Peygamberimiz, ibadetlerini yerine getirmesi hususunda biricik kızına teşviklerde bulunmakta, onun ahiret hayatına önem vermekte ve ona yol göstermektedir. Bir başka ifadeyle, ibadetleri önce o çok sevdiği kızına teklif ve emretmektedir. Kızının Aile Saadetini de Önemserdi Her ailede zaman zaman yaşanması muhtemel birtakım anlaşmazlıklar konusunda, kızına da damadına da aynı anlayışı ve nezaketi gösteren yönüyle de günümüz babalarına örnekler sunmuştur Efendimiz… Sözgelimi, bir ziyaretinde evde Hz. Ali’yi bulamayınca kızından nerede olduğunu sormuş Hz. Fatıma da bir konuda tartıştıklarını ve Hz. Ali’nin küserek evi terk ettiğini ifade etmişti. Hemen konuyla ilgilenen Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ali’yi, mescidin bir köşesinde toza toprağa bulanmış bir şekilde uyuyor vaziyette bulmuş ve ona şefkat dolu sesiyle seslenmiş: -Kalk ey Ebû Türâb, kalk bakalım!... diye kaldırmış bir taraftan da elleriyle üstündeki tozu silkelemeye çalışmıştı. Peygamberimizin kendisiyle böylesine içten bir davranışla ilgilendiğini gören Hz. Ali’nin gönlündeki buzlar erimiş ve Hz. Fâtıma’yı bir daha hiçbir şekilde üzmemek üzere kendisine söz vermişti… Hatta Efendimizin, toza toprağa bulanmış halini bile severek ona “Ey Toprak Babası!” diye hitap etmesinden çok hoşlandığını da söyler dururmuş Hz. Ali… Kızını ve damadını barıştırıp dönerken öylesine mutluymuş ki Sevgili Peygamberimiz, etrafındakilerin dikkatlerinden kaçmayan bu sevincini şu sözlerle tamamlamış Efendimiz: -Allah beni çok sevdiğim iki insanın barışmasına vesile kıldı çünkü… Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimiz’de bir babanın sahip olması gereken sevgi, şefkat, merhamet ve kişiliğe saygı, gönül almak, gönlünü hoş etmek, ibadetlere teşvik etmek ve aile saadetinin devamını sağlamak maksadıyla desteklemek gibi en güzel özellikler, en güzel örnek kıvamında tecellî etmiştir. Diyebiliriz ki, bu özellikleriyle O, geçmiş ve gelecek tüm insanlar içinde “en mükemmel baba” sıfatına sahiptir. Son anlarında, Yine Kızıyla Geçmiş ve gelecek tüm insanlığa en güzel örnekler bırakan Sevgili Peygamberimizin vefatı öncesinde yaşananlar da son derece anlamlıdır. Kâinatın benzerini bir daha göremeyeceği bu eşsiz sevgi ve saygı nümunesi baba evlat arasında yaşananlar, doğrusu nice edebî metinlere ilham verecek etkiye sahiptir. Ölüm gerçeği, ayrılık acısı, hüzün, sevinç, teslimiyet, rıza ve yaklaşık altı aylık hasretin sonunda yeniden kavuşma… İşte bunlar, Kâinatın Efendisi’yle ciğerparesi arasında yaşananların sanki şifreleriydi… Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimiz, tutulduğu ateşli hastalığın artması üzerine, son günlerini Hz. Aişe’nin yanında geçirmektedir. Bir an olsun biricik babasının yanından ayrılmak istemeyen ciğerparesi, o gün Efendimizin çektiği acının daha da fazlalaştığını hissederek, -Vâh babacığım! Ne kadar çok acı çekiyorsun! demiş ve gözyaşlarını tutamamıştı. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, -Üzülme kızım. Baban artık sıkıntı çekmeyecek, diyerek teselli etmişti biricik evladını… Sonra kendisine yaklaşmasını istemiş ve kulağına bir şeyler söylemiş bu kez Hz. Fâtıma’nın ağlaması daha da artmıştı. Tekrar yaklaşmasını isteyerek yine kulağına bir şeyler fısıldamış, bu defa yüzünde tebessüm çiçekleri açmıştı ciğerparesinin… Meğer, ilkin artık Mevlâ’ya kavuşma anının yaklaştığını haber vermiş, ikincisinde ise O’na en önce kavuşacak kişinin Hz. Fâtıma olacağını müjdelemişti kendisine… Sonraki saatlerde ise, şehadet parmağını semaya kaldırarak “Allah’ım! Beni Refîk-i A’lâ’ya ulaştır.” diyerek Mevlâ-yı Zü’l-Cemâl’e ruhunu teslim etmişti… O’nun vefatıyla, artık “bütün gündüzlerinin üzerine gecenin karanlıklarının çöktüğüne” dair şiirler inşâd eden bu biricik ciğerparesi, beş buçuk aylık bir hasretten sonra günden güne eriyen bir mum misali tükenip-bitmiş ve yeniden ebedî bir hayata doğmak, Sevgililer Sevgilisi’ne kavuşmak üzere, hayata gözlerini yummuştu. Beş buçuk ay süresince hasret acısıyla yaşlar döktüğü gözlerini… Quote Share this post Link to post Share on other sites
Kalemdar 293 Report post Posted February 1, 2011 Manevi Eğitimde Hadis-i Şerifler İnsan! Yaratılmış varlıkların en değerlisi, ilâhî tecellilere mazhar olanların en şereflisi ve yeryüzünün en özellikli ve en güzide olanı... Buna rağmen en hırslı, en acımasız ve bazen de en vahşi tabiatlısı... Ruh ve beden gibi iki zıtlığı bir arada tutarak, insana bu dünyada hayat hakkı tanıyan Yüce Yaratan, eşsiz kudretiyle bu iki unsur gibi daha nice zıtlığı bir arada muhafaza etmektedir. Nitekim, Esmaül-Hüsna'sından biri olan el-Câmî adıyla tecelli ederek, bu zıt taraflarıyla kâinatı ve insanı en mükemmel bir nizam ve intizam içinde yaşatmaktadır. Aynı zamanda ilâhî hitaba mazhariyet ayrıcalığına da sahip olan insan, vahiy meleği ve seçilen peygamberler aracılığıyla Rabbinden mesajlar almış ve zıt unsurların mevcut olduğu kişiliğini nasıl olgunlaştıracağı hususunda bilgilendirilmiştir. Bu bakımdan her bir peygamber "tebliğ etme" vasfına sahip birer öğretmendir. Peygamberlerin sonuncusu ve aynı zamanda bütün güzellikleri zirveye taşıyan, ortak özellikleri pekiştirerek, en mükemmel hâlde insanlığın nazarına sunan Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) de, fıtratı yani yaratılışı en yalın şekliyle kabul eden, insandaki zıt unsurları en net şekliyle tanımlayan ve insan için uygulanması en kolay olan hususları tavsiye eden bir peygamber olmakla temayüz etmiştir. Kendi ifadesiyle O, "Kolaylaştırılmış tevhid inancıyla, ahlâkî güzellikleri tamamlamak üzere gönderilmiştir." Değerli okuyucum. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) sözlerindeki edebî güzellikler, bir bakıma onun mürebbisinin Allah Teâlâ olmasıyla alâkalıdır. Nitekim mübarek dudaklarından dökülen her bir söz taneciği bize bir inci güzelliğinde yansır. O Yüce Resul (s.a.v) için "cevâmiul-kelim" yani bütün kelimeleri, sözleri, anlamları en veciz bir şekilde, en kısa yoldan anlatabilme özelliğinden söz eder, bu konuda uzman kişiler. Gerçekten hadis-i şeriflere kelime yapısı ve anlamı yönünden baktığınızda ortaya şaheser denilen güzellikte ifade bütünlüğü çıkar. Takdir edersiniz ki, eskiden olduğu gibi, günümüzde de insanlar kısa ama vurucu ifadelerden, sloganlardan etkilenirler. İşte bu gözle bakıldığında Resûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v) hadisleri böylesine etkileyici özelliklere sahip olmakla kelimenin tam anlamıyla "inci" misalidir ve insanı etkileyerek harekete geçiren müstesna vasıfları haiz sözlerdir. HER İŞE ALLAH'IN ADINI ANARAK BAŞLAMALI Burada, yukarıda zikrettiğimiz hususları, sadece bir hadis-i şerif örneğiyle açıklamak istiyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın adıyla başlanmayan bir işin sonu ebter olur." Burada geçen "ebter" kelimesinin, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) tarafından özellikle kullanılmış olduğunu, Onun "cevamiul-kelim" özelliğine dayanarak düşünebiliriz. Zira "ebter" ifadesi çok anlamlıdır. Çünkü bu ifade, "nesli kesik" anlamına geldiği gibi, 'o işten bir hayır çıkmayacağı, bereketinin olmayacağı anlamlarına' da gelmektedir. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v) sadece bir önemli kavrama dikkat çekerek, bu sözün insanların aklında daha rahat kalmasına yardımcı olduğu gibi, bu yönlendirmesiyle günlük hayatında insana önemli bir motivasyon sağlamaktadır. Şimdi gelin bu çerçevede ilgili hadis-i şerifin bir insanın mânevî eğitiminde nasıl bir rol oynayabileceği üzerinde duralım. Kıymetli okuyucum. Yaşadığı nezih hayata baktığımızda şahit olacağımız, açık ve net bir şekilde karşımızda duran gerçek, Peygamber Efendimizin (s.a.v) hangi işe el atsa mutlaka Rabbimizin adını bir şekilde andığıdır. Bu anış, bazen teşbih ifadesiyle "Subhanellezi.." şeklinde olmakta, bazen hamd olup "el-hamdü lillahillezi..." ifadesiyle tecelli etmekte; bazen duâ olup "Allahümme..." diye başlamakta; bazen de bizzat "Bismillahi" ifadesiyle başlayarak devam etmektedir. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, her işine Rabbimizin adını yâd ederek başlamaktadır. Aslında mümini uyaran, onu bu konuda uyanık bulunmaya davet eden bu hadis-i şerif, aynı zamanda müminin hayatına farklı güzellikler de katmaktadır. Şimdi gelin, bunların neler olabileceği üzerinde durmaya çalışalım. Yaptığı işe besmele çekerek başlayan bir mümin, sanki, şu kâinat sarayında bütün varlığıyla Rabbinin emrinde ve vereceği hizmetleri yerine getirmede görevli bir şahıs gibidir. Yine sanki o, çektiği besmele ile şunları söylemektedir: "Rabbim! Bütün mülkün yegâne sahibi ve maliki Sensin... Ben de Sana aidim ve ne tarafa gidersem gideyim, dönüşüm ancak yine Senin yanındadır. Rabbim! Senin iznin ve bilgin dahilinde girişeceğim şu işimde bana yardım et ve beni yalnız bırakma. Şüphesiz ki ben âcizim, ancak Sen her şeye kadirsin." Değerli okuyucum. Aslında her bir besmele, belki yukarıda zikrettiğimizden daha da muhtevalı manâlar taşımaktadır. Ancak bu kadarı bile mümin için kâfidir diyebiliriz. Yeter ki besmele çekerken bir "güzel kulluk" şuuruyla söylenmiş olsun. O "güzel kulluk" şuurunun nasıl gerçekleşeceğini ortaya koyabilmek için de, gelin günlük hayatımıza şöyle bir göz atalım. Bir arkadaşımızın evinde misafir olduğumuzu düşünelim. Misafir ne kadar güzel şartlarda ağırlansa da, ve kendisine "burası senin evin, böyle bil" dense de, evin gerçek sahibi de misafir de bilir ki, bu söz sadece gönül hoşnutluğu için söylenmektedir. Böylesi bir ortamda zarif ve nezaketli bir misafire yakışan, kendine ait olmayan bu evde yapacağı işlerde, bulunacağı tasarruflarda ev sahibinin iznini ve onayını almış olmasıdır. Sözgelimi, hizmetine sunulan bir imkânı, izinle ve ölçüyle kullandığı takdirde ev sahibinden devamlı surette ilgi görecek, aksi durumlarda ise geçen zaman misafirin aleyhine işleyecektir. İnsanoğlunun yeryüzündeki hayat yolculuğu da böyledir. Aslında bizim sandığımız şeyler, gerçekte bizim değil, emaneten hizmetimize sunulan imkânlardır. Gerçek sahibi, aynı zamanda bütün bu kâinatın Rabbi olan Allah Teâlâ'dır. Nasıl ki, zarif ve nâzik misafire yakışan, ev sahibinden izin almaksa, mümine yakışan da, her şeyin gerçek sahibi olan Allah Teâlâ'dan izin almak mânâsına gelen besmele ile işe başlamaktır. Yaptığı işleri bu "güzel kulluk" şuuruyla gerçekleştiren her mümin, her geçen gün manen olgunlaşma ve tekamül süreci yaşar. Sonuçta mümin, her işinde besmele çekmekle huzur bulan ve bu iç ferahlığını çektiği besmele ile yaşayan biri hâline gelir. Tıpkı, her işine besmele ile başlamayı âdet ve alışkanlık hâline getiren babalarımız, annelerimiz, dedelerimiz ve ninelerimiz, kısacası şerefli ecdadımız gibi... Sağlıcakla kalınız efendim Quote Share this post Link to post Share on other sites