Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
sark

Iskender Pala

Recommended Posts

Söylemeye gerek olduğunu sanmıyorum, çünkü bunu herkes bilir ki âşık ayrılığa düşünce inde yanan şeyin adı ateş olur. Aslında bu ateşin ilk kıvılcımı, sevgiliyi gördüğümüz ilk anda, onun ışığından sıçrayıp gözümüze, oradan da kalbimize girmiş, sonra da kalbimizi tutuşturmuştur. Sonraki zamanlarda duyulan özlem, sevgilinin adını her anış, onu her hatırlayış bu ateşi biraz daha alevlendirecek ve ah ettikçe dumanı aşığın ağzından dışarılara çıkacaktır. Gözde tutuşup, gönülde yanarak aşığı mütemadiyen yakan ve yaktıkça alevini arttıran bu ateş sönebilecek cinsten değildir. Âşık ona istediği kadar su serpsin (gözyaşlarını akıtsın), elinden geldiği kadar gözyaşlarını ırmaklara döndürsün nafile, ‘’Kim bu denlü tutuşan odlare kılmaz çare su!’’ Ateş manevi (ruhani), su da maddi (cismani) olunca elden ne gelir. Hani şair Karamanlı Nizami der ya:

 

Yandırıp yaşımı dökse ne aceb zülf ü ruhun

 

Ki biri ateşe benzer biri dütün gibidir

 

‘’Kara zülfün ile kırmızı yanağın beni yandırıp yaşımı dökse şaşılmaz. Çünkü zaten onlardan birincisi duman misali, ikincisi de ateş gibidir.’’

 

Suyla söndürülemeyen bu ateş, hava olup uzun ‘’aaaah!’’larla aheste aheste göklere çıkar. Ta ki âşık dört elementten süzülmüş, yani varlıktan geçmiş, yani kendinden vazgeçmiş ve sevgili için ad bulmuş, adı âşıklar defterine kaydolmuş olur. Yoksa Ferhad, Mecnun, Kerem, Romeo, Tristan, bülbül, pervane adlarını nereden bilecek, onları aşk ile anacaktık!?..

 

Âşığın içini kavuran ateşten başka onu çevreleyen bir ateş de vardır. Sözgelimi sevgilinin yanağı ve dudağı ateş rengindedir. Zaten aşkının yakıcılığı buradan gelir. Üstelik aşığını büyülerken bu ateşleri kullanır, onunla büyüler, sihir ve tılsımıyla kendinden geçirir. Her büyünün içinde elbette ateş yer alır. Dahası, âşık sarhoştur, mesttir, kendinden geçmiştir. Zaten şarap da ateş rengi dolayısıyla ‘‘ateş-i seyyale’’ (akıcı ateş) olup aşığın elinin altında bulunur. Onun bağrında yanan ateş lale misali sonunda varlığına bir dağ vurur. Hani gelinciğin bağrındaki çiğ tanesine düşen yıldırım gibi.

 

Divan şairine göre tasavvufi seyr ü sülûktaki ‘‘Hamdım, piştim, yandım!’’ teslisi gibi âşık da hamlığından ateşle kurtulur, pişer ve sonunda yanıp varlığını sevgili için feda eder. Burada da âşık severek büyük bir ışık kazanır ve o ışıkla parlar. Âşığın parlaması için evvela maşukun ateşini hissetmesi gerekir.

 

Pervâne şem’ini uyandıramaz

 

Başta sevda kalbde nâr olmayınca

 

Karacaoğlan

 

Bu, ‘‘Başta sevda, kalpte ateş olmayınca pervane mumunu yakamaz’’ demeye gelir. Biz onu tersinden ifade edelim: ‘‘Mumun başında ışık uyanabilmesi için onun uğrunda başını sevdaya, kalbini ateşe vermiş bir pervane gerektir.’’

 

 

 

 

Dört Güzeller/İskender Pala

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz en heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır.Sevgili’nin yüzümü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.

Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.

Göz… Savaşı başlatan haberci.

Bakış… Elde olmayan kader; ilahi kaza.

Ve aşk… Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.

 

Çok sonraları kalp göze diyecektir ki, “Ben bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlere itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir ben esir. Sonra devam eder:

 

- Ey göz! Sen ikisin ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?… Şimdi ağla o halde; etiğin zulmün cezasını çek bakalım.

 

Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir: “Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur” (Hacc 46)

 

Göz görünce bir kez geriye ne kalır?

 

 

 

İskender Pala

Share this post


Link to post
Share on other sites

Küllenmiş her düşüncenin, her duygunun içinde iyi yahut kötü, acı yahut tatlı, neşeli yahut hüzünlü elbette bir kor sıcaklığı vardır ki, eşelendikçe alevi ortaya çıkar.

 

Bazen ısıtır bu alev, bazen yakar. Olumlu ya da olumsuz bütün hayaller, bütün idealler ve bütün arzular sonuca ulaşmadıkça, hedefini bulmadıkça elbette kül içinde saklanan kor gibi sıcak bekler. Küçük bir esinti, azıcık bir savrulma... Bir hatırlama... Küçük bir dokunuş... Hele içinizi bir yoklayın...

 

Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir.

Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir.

Tesellisi hep ertelenen bir sınav...

 

Çoğu insan kendisinin, asıl bulunması gereken yerde olmadığını hisseder. Aslında belki tam da bulunması gereken yerde olduğu için kabullenmek istemez. Çünkü küllenen hayallerine alevlenmeyi bekleyen nice korlar gömmüştür. Bedel ödemeden, yüreğini tutuşturmadan, kendini yakmadan gelinebilecek mertebelerin elbette bir seviyesi vardır; ve bir de yolları çile ile yürünmüş ve kabullenilmiş makamları...

Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar...

Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı...

 

İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz:

 

Ele girmezse eğer sevdiğimiz

 

Ne çâre, eldekini sevmeliyiz

 

Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..

 

 

 

İskender Pala

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir hac kervanı Mecnun'un yurdu olan çöllerden geçiyordu. Mecnun'u görünce saygıyla durdular ve birisi sordu:

 

- A yok, yoksul âşık, a dillere destan deli, Leyla hakkında ne biliyorsun?

 

Adamın sorusu biter bitmez Mecnun yere yığılıp kaldı. Neden sonra onu gül sularıyla ayıltabildiler. Gözlerini açınca soru sorana dedi ki:

 

- Haydi, bir kere daha Leyla de!.. Leyla hem soru, hem cevaptır. Her soruya Leyla cevabı elvermez mi? Ne kadar mânâ incisi delinse yine de Leyla'nın adı kadar değerli değildir. Leyla'nın adını andın mı, cihan içinde cihanlarca sır söyledin demektir. Her an "Leyla" deme imkânım varken başka bir adı anmam küfürdür bana.

 

[bERCESTE]

 

Tecrübe ehli bunu böyle bilir

 

Kim ki çok söyleye ol çok yanılır

 

Atayî

Share this post


Link to post
Share on other sites

Dinle! Ayrılıklardan nasıl şikayet etmede şu ney, ve nasıl anlatmada ayrılıkları, dinle:

 

"Erkek ve kadın herkes ağlayıp inliyor feryadımdan; ağlayıp inliyor herkes beni kamışlıktan kestikleri gün başladığım feryadımdan...

 

Özlemimden açmaya bir kalp istemedeyim oysa ben, ayrılıktan parça parça olmuş, beni anlayacak bir kalp istemedeyim.

 

Hani vuslat zamanını arar ya aslından uzak düşen kişi, durmadan aslını arar ya hani!..

 

Her toplulukta ağladığım bu yüzden benim, her yerde inlediğim bu yüzden... İyilerle dost olmam da, kötülerle oturup kalkmam da bu yüzden...

 

Herkes dostum oluyordu kendi zannınca benim, kendine yakın buluyordu çokları... Ne çare araştırmadı kimsecikler içimdeki sırları, ve kimse anlamadı ayrılıktan şikayetimi... Oysa sırlarım çığlıklarımdan hiç de uzak değildir benim... Keskin bakan görür, ve dikkatle dinleyen duyar onları. Yazık, yazık ki her gözde yok o nur, her kulakta yok o dikkat!.. Gizli değildir elbette ten candan; ve can tenden gizli değildir. Lâkin canı görmek için izin çıkmadı kimseye..."

 

Hava değildir neyden çıkan bu ses, ateştir söyledikleri, nefes nefes ateştir. Ve yok olsun kimde yoksa bu ateş!..

 

Bir aşk ateşidir içini yakan neyin... Hani bir aşk coşkusu gibi içine düşen meyin?!..

 

Sevgiliden ayrı düşmüşü teselli eder bir ney, yoldaş lur ve musiki perdeleriyle yırtar âşığın sır perdelerini; sırdaş olur...

 

Kim gördü ney gibi hem zehir hem tiryak, hem dert hem dermanı başı!?.. Kim gördü ney gibi hem özlemde, hem sarmaş dolaşı...

 

Kanla dolu yoldan bahsetmede hep ney; aşk yolunun, Mecnun'un gittiği yolun öykülerini dillendirmede hep...

 

Hani akılsızdır ya sırdaş olan akla, hani zordur ya müşteri bulmak kulaktan gayrı dile...

 

İşte o haldeyiz ki zaman erimede üzüntümüzden bizim, anlar yolunu şaşırmada... Ve günler yanışlara yoldaş durmada...

 

Geçip gidiyorsa varsın geçsin gitsin günler; yok korkumuz ondan... Ey temiz yaratılışın biriciği, hemen sen yanımızda kal, yeter...

 

Günler uzadıkça uzadı nasibi olmayan için, ve suya kandı balık dışında her şey (bencileyin bir balık kaldı susuz)...

 

Pişkinin hâlinden ne anlasın ki ham... Öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselâm!...

 

Mesnevî 1, b. 1-18

 

 

İskender Pala

Mevlana, s. 21-22

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mecnun adını hepimiz biliriz. Türkçe’deki kelime anlamı “cin tutmuş, çıldırmış, divane” falan demek. Leyla’ya olan aşkıyla efsaneleşen delikanlı, hakikatte bir deli miydi? Eğer deli idiyse derdine kim derman olabilirdi?

 

Sözgelimi çağımızda yaşasaydı psikiyatristler onu tedavi edebilirler miydi?

 

 

Ayrık bir aşk hastalığına yakalandığı malumdu da, onu bu hastalıktan kim kurtarabilirdi? Hastalığı yüzünden şimdi onu ayıplamak mı gerekir, takdir etmek mi; acımalı mıyız, gıbta mı etmeliyiz? Ve daha çoğaltılabilecek sorular... Fuzulî, Leyla ile Mecnun hikayesinde ona;

 

“Fezâ-yı aşkı çün gördüm salâh-ı akldan dûrem

Beni rüsvâ görüp ayb etme ey nâsih ki ma’zûrem”

dedirtir. “Aşkın fezasını gördüğüm andan itibaren aklın rahatlığından uzak düştüm. Ey öğütler verip duran! Beni böylesine düşkün görüp ayıplama, çünkü özürlüyüm.”

 

Mecnun’un deli olup olmadığını kestirmek için bu beyitteki birkaç kelime üzerinde durmamız gerekiyor. Bilindiği gibi fezâ kelimesi, “ucu bucağı bulunmayan alan, göklerin sonsuzluğu” gibi anlamlar içeriyor. Demek ki aşk ülkesi böylesine mekan ötesi bir genişliğe sahiptir. Salâh kelimesi “düzelme, iyileşme, rahatlık, barış içinde olma” gibi anlamlar ifade eder. Demek ki aklı ön plana alanlar belli bir huzur içindedirler de aklını yitirenlerin rahatı kaçmış, durumu kötüleşmiş olur.

 

Rüsvâ kelimesi “itibarsız, saygınlığını kaybetmiş, rezil” anlamlarını taşır. Belli ki aşk, sevilene itibar kazandırırken, seveni itibardan düşürmektedir. Nâsih, “nasihat eden, öğüt ve akıl veren” demek olduğuna göre galiba aşk, aklın ölçütlerini hiçe saydırmakta, değerlendirmeyi gönül mecrasına çekmektedir. “Özürlü, mazeret sahibi” için ma’zûr deriz. Mazereti olanların sorumlulukları olmadığına, deliye de sorgu sual bulunmadığına göre, demek ki aşk çılgınlığından dolayı kişi sorumlu tutulamaz. O halde aşkın, kişiyi itibardan düşürmesi ne gam!..

 

Şimdi kelimelerin aynı sırasına göre soralım:

 

Aşka dair bütün mesafeleri içinde ölçen ve yolculuklarını içine doğru yapan bir mecnun için yeryüzünün her ciheti bir feza sayılmaz mı? Aşkı akla tercih eden bir tutkun için, asıl huzur ve salah, aşk fezasında tadılan azapta (=lezzet) değil midir? İtibar veya itibarsızlık akla göre yapılan bir değerlendirme olduğuna ve âşık da akıl(lılık)dan uzak durduğuna göre aşk yüzünden rüsvâ oluş hakikatte ona bir itibar kazandırmaz mı? Aklı tasnif dışı bırakan bir âşık için her yerde bir nâsih, bir akıl veren bulunması ve onun da bu öğüdü kabul etmemesi garip sayılabilir mi?!..

 

Bırakın deliyi, akıllılardan da olsa hangi öğüdü kim dinlemiştir ki?!.. Akıldan yoksun olanların dünya ve ahiret sorumlulukları bulunmazken, yani onlar mazur görülürken, aşk ile aklını yitirenin itibar kaygısına düşeceğini kim söyleyebilir?!..

 

Bütün bunlardan sonra, acaba beyitteki akıl, deliliğin zıddı olan akıl olabilir mi? Fuzulî, aklın karşısına deliliği değil de neden aşkı koymaktadır? Aşk, her ne kadar akıl kavramının tersi gibi görünse ve âşıklığın ilk adımında aklı terk etmek şartı aransa da, böyle bir macerada akıl terk edilince insan deli mi olmaktadır? Eğer öyle değilse, akıl kavramıyla çelişen şey aşk değil, bizzat deliliktir. Âşık olmak akıllılık olarak değerlendirilemez, tamam ama, bu, deli olmak demek de değildir ki!..

 

Evet, âşık akıldan uzaklaşır ve aklın güdümünde hareket edemez, ama bunun için de kimse ona deli diyemez. Denilse denilse, âşıkın kendisi için özge bir yol seçtiği söylenebilir. O yol ki akıldan uzak bir fezadır, ama sonu nurdan bir ülkeye çıkar. Âşık bu ışıklı ülkeye ulaştığında akıl(lılık)dan çok öte bir itibara kavuşur. Bu da onun sorumsuzluğu, itibarsızlığı vs. için yeterli mazerettir zaten.

 

İmdi!.. Olgunluk kazanmak için aşk yolculuğuna başvurdu ve dolayısıyla akıl kurallarına uygun hareket etmedi diye hangi deli, Mecnun’u delilikle itham edip tedaviye kalkışabilir?.. Onun çılgınlığı (deliliği değil) binlerce akla bedel iken, kim ona imrenmez de akıl vermeye yeltenir?!.. Büyük veliler çilehanelerin ıssızlığını, nebiler de mağaraların yalnızlığını sünnet etmişlerken Mecnun aşk hastası olup sahralarda tek başına bir hayatı seçti diye kim onu ayıplayabilir?!.. Eğer ayıplanırsa, aşk sayesinde nasıl insan-ı kâmil (mükemmel insan, yetkin birey) olunabilsin ki?!..

 

Mecnun ki, evet, “deli” demektir; ama ondan evvel “tutkun, çılgın, çıldırasıya seven” de demektir. Arapça’da bu kelime “gizlenen, örtünen, kapanan” anlamı taşır. Akıllanması için babası onu Kâbe’ye dua etmeye götürdüğünde, iltizama başını koyup aşağıdaki dizelerle yalvaran birisi, sizce deli midir, yoksa akıllı mı; aşka sığınmakla başkasına açılmakta mıdır, yoksa içine kapanmakta mı; onun aklı başından gitmiş midir, yoksa aşk ile örtülmüş mü:

 

“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni.”

 

 

 

İSKENDER PALA

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sevda-yı dildârdan gönül usandı / Güzelim cefadan niçin usanmaz / Demek ki üftadem odlara yandı / Hak'tan haya kılmaz kuldan utanmaz / (Dertli)

 

Yalnızca iyilik getirendir o; yalnızca sevgi biriktirendir... Kat kat şimdilik; dosya dosya güzelliktir hem... Elimizden tuttu mu bir kez yükseltir yükselttikçe kişiliğimizi de yüceltir yüceltilecek kadar... Haya, hayatın güzelliği...

 

''El-haya ve'l-edeb!'' der eskiler; hayasızca bir tavır gördüklerinde, edep dışı bir söz işittiklerinde. Haya ki bir utanma duygusudur; ar ve namus perdesinden bestelenir zaman notalarında. Perde açıldı mı da bir kez; küser sahibine ve kaçar gider coğrafyamızdan bütün güzel nağmelerini toplayarak. Kişi ancak haya sermayesi kadar edîb olur çünki; ancak hayası ölçüsünde müeddeb sayılır. Yakışıksız işlerden alıkoyan da, kötüleri iyi kılan da odur hep.

 

Hayamızı yitirdik ve silinmiş boş kağıtlara döndü şimdi hayat. Lalezarlarımızda ayrıklar bitti hayasızlıktan; medeniyet birikimlerimiz ağıt sütunlarında kırıldı, yontulmuş mermerlerimiz damar damar çatladı. Zümrüdü ankanın kanatlarından kavruk baharlara döküldü safirler. İmkanın en dar kapısında oturup ruhumuzu şer ile şerh ettik; ve hayayı unuttuk. Esir kentlerin mahpusları gibi puslu sokaklara serpildi fırtınalı akşamlarda hayasızlık; ve göz kapaklarımıza kan damladı süveydalarımızdan. Her karanlıkta yağmurlar büyüttü acılarımızı ve her solukta biraz daha savaş, biraz daha şiddet, biraz daha kin, biraz daha vahşet, biraz daha.. biraz daha...

 

Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de, kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.

 

Hayamızı yitirdik; ve tımarsız, kaşağısız, pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız, kargısız, cevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi, yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi, kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de, kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz, geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk, avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.

 

Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine, düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyu, ağlayacağız aylar ve yıllar yılı...

 

Haya... Aaah, en eski yitiğimiz...

 

Hayadan ötesi hayal, aslı yok bir düşünce...

 

Hayadan öte hayat, esası bozuk günce...

 

 

 

İskender PALA

Share this post


Link to post
Share on other sites

Aşk!..

Tıpkı nefes gibi, zaman gibi, güzellik gibi...

Hep var ve ebedi var olacak.

 

Çünki kaynağı ezelidir onun. "Canlar canını bulan"dır elbette "Bu canıma yağma olsun" diyebilen. Bestami Hazretlerinin diliyle: "O, aramakla bulunmaz; ancak bulanlar, yine de arayanlar"dır elbet.

 

Yunus Emre bir aşk adamı, bütün çağların en muhteşem aşıklarının ser-halkası. Allah aşkına tutulmuş, sonra da o ummanlara sığmayan aşkını insanlar için coşturup taşırmış, bütün mutasavvıf şairler gibi baştan sona aşkı tekellüm etmiştir onu. "Aşk gelicek cümle eksikler biter" demesi bu yüzdendir. O, iç dinamizmini bu aşk ile diri tutup halk arasında kendine bir aşk mabedi inşa eden adamdır. Bu mabedde cümle yollar hakikate çıkar ve bütün aşklar Mutlak varlığa ulaşır. Kendi basit hayatı içinde yalın bir anlatım ve ritmik bir eda ile devamlı aşkı tekrarlar ve "aşksız olımazın" dediği gibi kimseciklerin de aşksız olmasına gönlü razı gelmez. "Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu" diye dalıp içinde kaybolduğu o yüce sevgide Vahdet-i vücud'u yaşayıp bütün ikilikleri inkar ile bir Tek olana vuslatı arayan Yunus, insanlığın manasını aşkta bulur. Dünya aşk üzerine kurulmuştur ve aşk olmadan durması mümkün değildir. Yaratılanın Yaratıcı'yla tamamlanması, varlığın sırrı, kainatın idraki ve kemal, ancak aşk ile mümkündür. Aşk ki hakikattir, ölüm ona ilişemez.

 

Yunus'a göre aşk, İlahi'dir ve yaratılışın sırrını taşır. Bu bakımdan bütün cihanı kuşatmıştır. Sarhoşluğu ve coşkunluğu ile insan olmanın tecellisi aşkta görülür. Aşık bir harabeye dönmedikçe aşkı hissetmiş sayılmaz. Aşkı hissettikten sonra da bütün kınanmışlıklar, bütün ayıplamalar onun için boştur. Aşk çıplak hakikattir ve ne dünyayı, ne de maddeyi ayakta bırakır. Aşktan şikayet edilemediği gibi aşka yine ancak kendisinden derman erişebilir. Aşk, sahili olmayan bir deniz misali benliği yutar, kendinde eritir ve sırrını asla ham gönüllere açmaz. Aşkın olduğu yerde ilim bir hiçtir ve aşksız iman taş misali kurudur, katıdır. Bilineni unutturan da, boşaltıp yeniden dolduran da aşktır. Aşkta menfaatten söz edilemez; ancak uğruna feda olunabilinir. Böylece bütün menfiler müspete dönüşür, kuruları yeşertir, durgunu coşturur.

Aşk bir güzel ahlaktır. Aşık ki idrak eder, o asla yok olası değildir. Aşk, bir hakikattir ki bütün hakikatleri ortaya çıkarır.

 

Kısacası aşk varlığı eriten varlıktır ve

 

"Aşk oldur ki Hakk'ı seve."

 

 

 

İskender PALA

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İstanbul ve Aşk deyince belki insanın aklına ilk gelmesi gereken hususlardan bir tanesi mekanların insanlara olan hizmeti ve onlara sindirdiği güzellik duygusudur. Eğer bu mekanlar yaşadığınız yerler sizin içinize bir güzellik katıyorsa bu aşkın orada bir görüntüsüdür.

 

Fatih’in İstanbul’u alırken aşk ile hareket etmiş olmasının getirdiği bir yaptırım vardır ki , II. Bayezid şehri imar ederken şehrin estetik boyutunu, yani insan ruhuna nasıl olumlu yansır sorusunu daima gündemde tutmuş ve şehri ona göre imar etmiştir. Biliyorsunuz İstanbul’u İstanbul yapan II.Bayezid’tır. Fatih'ten sonraki dönemde her tarafı o imar etmiştir. Yollar yapılmıştır, Bizans’a ait köhnelikler ortalıktan kaldırılmıştır, şehrin bütün güzellikleri ortaya çıkartılmıştır. Bizans’ın eserleri bile ortaya çıkartılmıştır. Hepsi korunmuştur ayrıca. Bütün bunlar içerisinde aslında II.Bayezid’in yapmak istediği şuydu:

 

Bu şehir, şâirin ifadesiyle bilgelik madeni, irfan ocağı, sokaklarında mârifet satılan bir şehir. Mârifet kumaşlarının ölçüldüğü, kesildiği ve biçildiği, insan elbiselerinin mârifet kumaşıyla dikildiği, şehrin duvarlarının kültürle örüldüğü, kültüre yansımayan hiçbir tuğlanın hiçbir evin duvarına konulmadığı bir şehirden bahsediyoruz. Yani bu şehirde aşk illaki iki insanın birbirini sevmesi manasına gelmez. Belki Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yokuşundan yukarı doğru tırmanırken insanın terlemesi manasına gelir, belki Yahya Efendi’nin orada bir akşam serinliğinde bir boğaz manzarasıdır aşk, öbür taraftan baktığınızda belki Ebû Eyyub-el Ensâri (r.a)’de iç dünyasına dalıp gitmenin adıdır. Yahut ta o derin serviliklerin altında mezarların içerisinde biraz kendisine dünya ve zaman kayıtlarından sıyrılmış bir ânın hikayesidir.

 

Pierre Loti, Hatice hanım’a orada aşık olduysa Hatice hanımın çok güzelliğinden değildir. İstanbul'un güzelliğindendir. İstanbul’da böyle bir hayatı yaşamak istemesindendir birazda. Eyüp Sultan gibi Pierre Loti sırtı gibi bir yerden şehre baktığınız zaman yanınızda olan insanı güzel görmemeniz mümkün değildir!..

 

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır

Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır

 

Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında

Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır

 

Nedim

İskender Pala

Share this post


Link to post
Share on other sites

Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?

Ya onların aşk uğr...una yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini…

Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir… ‘Aşk odu önce ma’şuka, andan âşıka düşer.’ derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın… Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet… Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün… İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.

Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap… Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.

Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane ‘hakkal yakin’ biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum… Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek…

 

 

Iskender Pala

__________________

Share this post


Link to post
Share on other sites

Eskiler sözü güzelleştirerek söylemeye çaba sarf ederler; bunu, yazacakları sözleri kalıcı kılmanın şartlarından biri sayarlardı.

Bu yüzden nesri de şiirsel söylemek, ona ahenk katmak ve anlatımı kuvvetlendirmek önemliydi. Cinas denilen sanat böyle doğmuş ve nesir ustaları cümlelerinin arasında ritm ve kafiye bulundurmayı önemsemişlerdi. Eskilerin cinaslı bir üslupla ortaya koydukları bu tür yazılara biz sonradan süslü nesir demişiz. Türkçe'de bu üslubun ilk temsilcisi Fatih çağının ünlü bilgini Sinan Paşa olup aşağıdaki metin onun Tazarruname (İÜ. Ktp. TY.1818, v. 92a.) adlı eserinden alınmış ve bir çevirinin(/yalınlaştırmanın) asıl metin karşısında ne kadar cılız durduğunu göstermek için karşılıklı verilmiştir:

İşarat-ı Evsaf-ı Aşk

Aşk âsâyiş-i cândur; aşk ârâyiş-i cihândur. Aşk nemek-i diyk-i vefadur; aşk hadîka-i ehl-i safâdur. Aşk hakîkat çerhınun ahteridür; aşk cân leşkerinün mihteridür. Aşk bir sultân-ı kâhir ü tîzdür ki alem çekicek birbirine urur vücûd ile ademi; aşk bir bî-karâr u şûr-engîzdür ki kadem basıcak şûr u gavgâya bırağur âlemi. Aşk bir cevher-i pâkdür araz sanman; aşk râhat-ı cândur maraz sanman.

Aşk bir mürgdur ki melâmet-i halk ona bâl olur; aşk bir devletdür ki idbâr-ı dünyâ ona ikbâl olur. Aşk bazarında câme-i dîbâyı bir habbeye almazlar; uşşâk mahallesinde nâmûs ile nâmı bir çöpe saymazlar. Âşık olanlar gayret ü ârı bırağurlar; dost isteyenler ol vakârı bırağurlar. Âkıl eydür: "Cübbe vü destâr hani?"; âşık eydür: "Hâne-i hammâr hani?" Âşık düğünden bîniyâz olur; âşık cihân içinde serfirâz olur. Aşk bir külüng-i pulâddur ki her vakit varlık binasın yıkar; aşk bir bennâ-yı üstâddur ki dâim yokluk sarayın yapar. Aşk bir derd-i mâderzâd olur; âşık iki cihândan âzâd olur. Ne vuslatda şâd u ne gamdan firârı olur; ne destinde sabr u ne pâyında karârı olur.

Âşık hemîşe belâkeş olur; dâim belâ içinde hoş olur. Âşık her dem sûz u şevkda olur; derd-i aşk içinde zevkde olur. Âşıka gıdâ belâ olur; âşıka safâ cefâ olur. Âşık ki yolunda merd olur; renci dârû vü râhatı derd olur. Beyt: "Dil ki bûy-ı aşkdan bîreng olur / Ehl-i dil katında ol dil seng olur". Dil bağında ki aşk gülü olmaz; bir bezme benzer ki onun mülü olmaz.

Aşk kıssa vü hikâyet olmaz; aşk-bâzî hadîs ü rivâyet olmaz. Âlem-i aşk âlem-i diğerdür, pâye-i aşk ondan bülend-terdür, ki her mesken ona menzil ola; veya onun mekanı bir avuç kül ola. Aşk bir makâm-ı vicdanîdür; cezbesi cezbe-i nûrânîdür. Aşk halk gözünde dîvânelikdür; aşk kendi vücûduna bîgânelikdür. Aşk ezel kadehinden bîhûşlukdur; aşk iki âlemi ferâmûşlukdur.

Aşk Üzerine Tanımlar

Aşk canın huzur, cihanın ziynet bulmasıdır. Aşk vefa azığının tuzu; gönülden anlayanlar için hazırlanmış bir bahçedir. Aşk hakikat göğüne yıldız; can ordusuna mehterdir. Aşk, öylesine kudretli ve hızlı savaşan bir sultandır ki sancağını çekip de yürüdüğünde varlık ile yokluğu birbiriyle çarpıştırır; aşk öylesine delifişek bir kargaşa adamıdır ki ayak bastığı yeri çoraklaştırıp kavgaya salar. Aşk pak bir cevherdir; onu araz sanmayın; aşk bir can rahatlığıdır, hastalık anlamayın.

Aşk bir kuştur ki halkın ayıplaması onun kanadı; aşk bir talihtir ki dünya zilleti onun açık bahtı sayılır. Aşk pazarında ipek kumaşlar bir arpa tanesi etmez; aşıklar mahallesinde itibar kaygısı veya şöhretin çöp kadar değeri olmaz. Aşık olanlar gayret ile namusu bırakırlar; sevgili peşindekiler elbette ağırbaşlılığı terk ederler. Akıllının sorusu "Hani rütbe ve makam?"; aşıkın sorusu "Nerde aşk meyhanesi?"dir. Aşık dünya eğlencesine dönüp bakmaz; bu yüzden başı dik dolaşır. Aşk tunçtan bir külünktür ki durmadan varlık binasını yıkmakta; aşk öyle usta bir mimardır ki (yıktığı varlık binasının yerine) daima yokluk sarayını yapmakta. Aşk, aşıkta anadan doğma bir derttir ki onunla kendini iki cihan kaygısından kurtarır; bu uğurda ne vuslat ile şad olup ayrılık derdinden kaçınır; ne sabır elde edebilir, ne ayağına dur durak bulunur.

Aşık bela çekmede devamlılık gösterir; çünkü bela ile hoş geçimdedir. Aşık her an yanış ve özlem içindedir; aşk derdiyle daima zevk içindedir. Aşık için (sevgilisiz) işret bir bela; eğlence de bir cefa olur. Aşık ki gidişatında mertlik üzeredir; sıkıntıları zehir, rahatı ise dert sayılır. Beyit: "Gönül ki aşk kokusuyla kendinden geçip sarhoş olmuyorsa; ehl-i diller katında o gönlün taştan farkı yoktur". Aşk gülü açmamış bir gönül bahçesi; şarabı olmayan bir işret meclisi kadar beyhude ve yavandır.

Aşk masal veya hikaye değildir; aşk oyunu anlatıl(a)maz, rivayete gelmez. Aşk alemi başka bir alemdir; aşk payesi ise ondan da yüksektedir; öyle ki sıradan bir mekana gelip konabilir; hatta bir avuç külde bile vatan tutabilir. Aşk vicdana ait bir makamdır ve cezbesi de nurani bir cezbedir. Aşk avamın gözünde bir delilik ve kendi kendisine (kendi varlığına ve varlık alemine) yabancılıktır. Aşk, ta ezeldeki kadehin sarhoşluğudur ki aşık, bu dünyayı da, öte dünyayı da unutmuştur (vesselam)!..

 

İskender Pala...

 

 

 

 

Aşk kim ruha gıdadır ne yenir ne yutulur

Bir demir leblebidir çiğneyene aşk olsun

Şinasi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Fakirliğin İhtişamı

 

Vaktiyle Fuzuli üstad, bütün beşeri hayatını imbikten geçirip yüreğinin olanca duyarlılığıyla bir şiir ipine bir dize inci dizmiş.

 

Kimden incinerek söylediği, hangi tavra başkaldırı için terennüm ettiği, nasıl bir halet-i ruhiye içinde bu dizeyi diline doladığını bilmiyoruz; ama bütün zamanlarda onun bu söylediklerini tekrarlayacak nice nice kaderdaşları olduğunu, söylediği dizenin bütün zamanlar içinde yeniden anlam kazanarak birileriyle kendisini dert akrabalığına sevk ettiğini kestirebiliyoruz. Dize hem çok veciz, hem de bir belagat numunesi:

 

Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem

Demek olur ki, "Fakirim ben, ama padişah gibi bir fakir; bir dilenciyim; ama muhteşem bir dilenci..."

 

Üstad bu dizeyi nasıl bir ortamda ve hangi şartlarda söyledi bilemiyoruz; ama ihtimaldir ki birileri kendisini hor ve hakir görmüştür de onlara isyan babında söylemiştir. Bu durumda dizenin yorumunda bir başkaldırı havası sezilir. Hani birileri tarafından hakir görülen veya dayatmalara uğratılan kişinin, özgürlük ruhunu ortaya çıkarıp isyanını bir tokat gibi muhatabının yüzüne çarpması gibi... Kim bilir, zalimin yüzüne bu dizeyi haykırmak ne derece büyük bir ferahlık verir insana!.. Şöyle dese mesela; "Ey beni hor gören, ey beni kendinden aşağılara atıp kişiliğimi çiğneyen; ben her ne kadar bir dilenci gibi yaşıyorsam, dilenci misali güçsüz ve korumasız durumdaysam, kaderin beni dilenci konumuna düşürmesinden dolayı acınası haldeysem de, sakın aldanma ki bu benim dış görüntüm, suretim, madde olan yanımdır; oysa içim, ruhum ve mana olan yanım senden daha zengin, daha ihtişamlı!.. Evet ben bir gedayım, ama mazlum bir geda!.."

 

Üstat, ihtimaldir ki bu dizeyi içindeki hüzünlere bir sitem için dillendirip felekten şikâyet eylemiştir. Bu durumda dizenin yorumunda (bir önceki isyanın aksine) bir merhamet hissi öne çıkacaktır. Hani insan fakir olabilir, mümkündür; ama padişahçasına bir fakir olmak, çok daha kahredici olmalıdır. Çünkü padişahın fakirliği para pul hesabıyla değil, sevgi ve ilgi azlığıyla ölçülür. Kişinin hem padişah, hem fakir olması elbette tenakuzdur. O halde şair fakrın yönünü değiştirmiş olmalı ki onu somuttan soyuta yükseltebilsin. Böyle bir fakirliği de Allah kimseye vermesin!..

 

Belki de üstat bu dizede, insanlara şairaneliğinin gücünü hatırlatmakta ve şiir vadisindeki müstesna duruşuyla kendini bir sultan hissettiğini, böylece maddi fakirliğinin verdiği burukluğu kapatacak bir teselli yolu bulduğunu söylemektedir. Belki de "Ey bana tepeden bakan nadan! Ben gerçi maldan mülkten zengin değilim; ama sözden ve manadan yana öyle bir sultanım ki ihtişamıma değme padişah erişemez!" demeye çalışmaktadır.

 

Bütün bunlar bir yana, ben zannediyorum ki üstadın "Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem" demekten asıl maksadı, padişahlığa tercih edilebilecek bir fakirlik övgüsünü bize tanıtma gayretidir. Çünkü "fakir" kelimesini Efendimiz'in "el-Fakru fahrî! (Fakirliğim övüncümdür / Fakirliğimle övünürüm)" hadisinden ödünç aldığını (iktibas ettiğini) düşünüyorum. Bu durumda dizenin anlamı aşağı yukarı "Ben fakirlikte padişahlık bulmuşum, maddeye karşı fakirleştikçe manada sultanlık yaşarım; dünyayı tıpkı dilenciler gibi bir lokma kabul ettiğim içindir ki manevi hayatım muhteşem bir zenginliğe sahip!.." mealine bürünecektir. Böyle bir fakir için malın mülkün, dünya nimeti ve imkânlarının ne önemi olabilir ki!?.. Sayısız hanları olsa sevinmez, sayısız hamamları elden çıksa üzülmez... Ruhunda sultan gibi yaşayanın elinde dilenci kâsesi olmuş, ne gam!.. Gönlünde sultan olanın hanesi tamtakır olsa ne keder!.. Sultan ki gönül evindeyse başka zenginlik ne hacet!..

 

Gönül sultanı dilencisine (Gani olan, fakir olana) dese ki, "Ben olmasam ve her şey senin olsa, sen hiçbir şeye sahip değilsin!.. Ben olsam ve hiçbir şeyin olmasa, sen her şeye sahip değil misin?" Dilenci gönül sultanına (fakir olan, Gani olana) dese ki: "Sen olsan da isterse hiçbir şeyim olmasa!.. Her şeyim olmasa da, yeter ki sen olsan!.." Rabiatü'l-Adeviye ne diyordu: "İlahî!.. Sen dost ol da isterse bütün âlem düşman olsun bana!.."

 

Fakirliğe tahammül, zenginliğin nimetine şükürden daha kolaydır. En azından fakirlik insanı yoldan çıkarmaz, ama zengin olup da nefsinin azgınlıklarına hâkim olabilen babayiğit az görülür. Atalar, "Allah az verip bezdirmesin; çok verip azdırmasın!" sözünü boşa dememişlerdir. Cennetin yolları hep bedavadır da, cehennemi nedense parayla satın alırız. Önemli olan zengin olup fakir gibi yaşayabilmektir.

 

Allah size saraylar, kaşaneler versin de o saraylarda bir fakir kul gibi yaşayın! Çünkü insanoğlu dünyada fakirden de fakirdir ve fakirlik idrakiyle kulluğunu devam ettirdikçe eşref-i mahlukattır. Oysa fakirliğini terk edip zenginliği elde ettiği ve içselleştirdiği zaman Karun veya Nemrut olma tehlikesi vardır. Canına rahmet Fuzulî, ne güzel söylemişsin: Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Aşk pazarında gamlar satılır

 

Tarihimizde Rami Mehmet Paşa isminde bir devlet adamı vardır. Valiliklerde bulunmuş, üç kez reisülküttaplık, bir defa da sadrazamlık yapmıştır.

 

Yaklaşık on beş yıl süren Osmanlı-Avusturya savaşını sona erdirmek için Avusturya, Lehistan ve Venediklilerle yaptığımız Karlofça barışının (1699) baş delegesi olarak tarihe geçmiştir. Görüşmeleri iki buçuk ay süren bu anlaşma, malum olduğu gibi Osmanlı coğrafyasının yırtılması demek olup duraklama devrinden gerileme devrine geçişimizi de başlatmıştır. Rami Mehmet Paşa bu yırtılmanın en az hasarla gerçekleşmesine çaba sarf eden vicdan sahibi bir devlet adamı idi. Mısır valisi iken halkın şikâyeti ile Rodos'a sürülmüş ve burada vefat etmiştir. Halen Rodos Adası'nın Kumburnu'ndaki Türk şehitliğinde ebedi istirahatı sürmektedir.

 

Paşanın adını tarih kitaplarından başka şuara tezkireleri de sıkı sıkıya kaydederler. Çünkü devrinin ünlü şairlerinden biridir. Osmanlı devletinin en karışık ve entrikalı bir döneminde, İstanbul'da şair Urfalı Nabi tarafından yetiştirilmiş, onun himayesinde şiiri hazmetmiş ve yine onun açtığı hikmet yolunda güzel şiirler söylemiştir. İşte buyurun:

 

Bâzâr-ı beladır bu, gamdır satılan her gün

 

Alır anı bî-haddir, ammâ ki satar yoktur

 

Hemen hemen şöyle demek: "Bu (dünya) bir bela pazarıdır. Bu pazarda her gün satılıp duran ise yalnızca gamdır. Ne var ki bunun alıcısı sayısızdır ama bir satanı (onu başından atabilen) yoktur."

 

Bu beyti üç katmanda yorumlamak mümkündür.

 

Öncelikle pazarda alıcı çok olduğu halde satıcının görünmeyişi, evliyanın bela dolayısıyla Rabb'i tanıma silkine bir işarettir. Allah her zaman ve mekânda, her şey ve eşyada hazır ve nazırdır, varlığını bize kudretiyle ve madde aleminin suretleriyle gösterir, illa ki kulundan kendini (vuslat zamanına kadar) gizler. O halde, pazar kurulup işlemeye başladıktan sonra pazarcının kendini gizlemesinden müşteriye ne ziyan!?..

 

Beytin şöyle bir yorumu da akıllara gelmektedir: "Kalu: Bela" mükalemesinden (Soru: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Cevap: Elbette Rabbimizsin!) sonra insanoğlunun kaderi bela üzerine kurulmuş, belayı kendi istemiştir. Dolayısıyla herkes bu belanın alıcısı, yani Allah'ın takdiri dahilinde ve O'nun Rab oluşunu tasdik ile mükellefidir. Dünyada her belanın insana bir yaptırımı ve yansıması vardır. İş ki beladan rahmet devşirilebilsin, bela sayesinde yanlıştan dönülüp doğru yol bulunsun. Çünkü öyle belalar vardır ki bizim için sonunda nimete dönüşür, şerden hayır neş'et eder. Bu pazarda her gün gam satılsa ne gam!..

 

Beyit hakkında şöyle bir yorum da mümkündür: Yalnızca gamın satıldığı aşk pazarında müşteriler (âşıklar) daima gam satın alırlar da içlerinden hiç kimse sahip olduğu o gamı satmak istemez. Çünkü aşk, bir âşıkın en kadim ve vefalı dostudur. Kim sadık bir dosttan vazgeçmek ister ki?!.. Yüreğinde bir gam taşıyan âşık (ister sufiyane, ister beşeri aşkın gamı olsun), o gamdan güç alır, bir gün bitivermesinden korkar. Çünkü kalpteki gam devamlı sevgiliyi düşünmek demektir. Oysa bir âşık, sevgiliyi düşünmediği vakit nefessiz kalacaktır. Üstelik bu gamın sonunda mükafat da vardır: Vuslat!..

 

Sonunda vuslat olan bir gam ile içli dışlı yaşamak zevkten gayrı nedir ki?!..Üstelik gam, yabancı birinden değil, sevgilidendir. Sevgiliye ait olan her şey gibi değerlidir. Sevgiliden geldikten sonra gam üstüne gam, ancak nimet üstüne nimet, ihsan üstüne ihsan sayılır. Öyleyse aşk gamına çare bulmaya kalkışmak abestir. Böyle bir gamın çaresi, belki yine gam çekmek olabilir. Bu derde ilaç aranmaz, aransa bulunmaz, bulunursa âşık sevgiliden ayrı ölür, sevgiliden ayrı ölene ise âşık denilmez. Âşık, gönlü bir harabeye dönesiye kadar bu gama aşinalık gösterir. Çünkü aşk ile viran olmayınca abat olmak mümkün değildir. İşte buyurun, yine Rami Mehmet Paşa söylemiş:

 

Dil harâb-âbâd-ı âlemde aceb virânedir

 

Eksik olmaz derd ü gam gûyâ ki mihman-hânedir

 

Bu dahi neredeyse şöyle demeye gelir: "Gönlüm, dünya denen şu köhne şehirde bir viraneye döndü. Sanki bir misafirhanedir de, içinden hiç dert ve gam eksik olmuyor." Gönlünü dert ile gam arasında her an nöbetleşe kiraya veren bir âşıkın gönül evi nasıl imar edilsin ki?!... İçinden hiç kiracısı çıkmayan evin tamiri elbette mümkün değildir. Üstelik bu dert ve gam, sanki birer külhanbeyidir de misafir oldukları eve avanelerini (keder, gözyaşı, bela, sıkıntı, hüzün, acı vb.) de toplayıp getirirler. Hane sahibinin gelene git demeye mecali de, niyeti de yoktur nasıl olsa!.. Dert ve gam katmerlenince âşık bundan şikâyet edecek değildir. Çünkü o, bir mümindir, "Belanın en şiddetlisi peygamberlere, sonra velilere isabet eder" hadis-i şerifini iyi bilir, geceleri uykusuz geçirerek kendi aşk belasının şiddetini arttırmaya çalışır. Yoksa neden "Elhamdülillah alâ külli hâl (Her hal için Allah'a şükürler olsun)!" denilmiş olsun ki!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tatlı dil, acı dil

 

 

Araplarda "selâmetü'l-insan fi'l-hıfzı'l-lisân (insanın selameti dilini tutmakladır)" şeklinde bir mesel vardır. Türkçe'de "Dilini tutan, başını tutar" derler. Kanuni'nin (Muhibbi) "İster isen kim perîşân olmayasın âkıbet / Dil uzatma kimsenin hakkında sen sûsen gibi" buyurarak sümbül gibi çevresine dil uzatanların sonunda perişan olacağını söylemesi bu ecildendir.

 

Bir de tersinden düşünelim: Sözlüklerimiz "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır!" diye bir atalar sözü kaydeder. O halde dilimiz hem tatlılık, hem de zehirle doludur. Eski kalemlerin (divit) ucu ikiye yarıldığı için "çift dilli" tabir olunması bu yüzdendir. Çünkü aynı kalem ile hem iyiyi, hem de kötüyü, hem yararlıyı, hem de zararlıyı yazabilmek mümkündür.

 

Dil (lisan), dostlukların da, düşmanlıkların da başlangıcıdır. İyi de, kötü de olabilir yani. Çocukluğumda babam (Allah rahmetinden uzak düşürmesin) anlatmıştı:

 

Varlıklı, bilgili ve zarif efendilerden biri birkaç günlüğüne dostlarını konağına çağırır. Zengin sofralar kurup engin sohbetler etmektir niyeti. Kahyasına tembih eder:

 

- Haydi göreyim seni, koştur pazara, dünyanın en tatlı şeylerinden misafirlerime şöyle mükellef bir sofra kurdurt.

 

Kahya gider. Ama pazara uğramak yerine kasaba uğrar. Bütün misafirlere yetecek miktarda dil alıp aşçılara emirler yağdırır. Akşam misafirler iştahla otururlar sofranın başına. Evvela bir dil çorbası gelir. Nefis!.. Ardından bir dil haşlaması. Âlâ!.. Bir dil söğüş. Eh!.. Ara sıcak niyetine dil ızgara... Derken misafirlerde homurdanmalar başlar. Beklerler ki şöyle yağlılardan, pilavlardan, baklava ve revanilerden tepsiler gelsin. Ne mümkün!... Ardından bir dil kızartma konulur önlerine. Konak sahibi artık tahammül edemez ve kahyasını çağırtıp öfkesini tokat edip yüzüne vurur:

 

- Bre ben sana pazardan en tatlı şeyleri al demedim mi?

 

- Evet efendimiz ben de aynen sizin emrinizi yerine getirdim. Dünyada dilden daha âlâ ve tatlı ne tasavvur olunabilir? Marifet ve ilmin anahtarı, mutluluğun ve saadetin başlangıcı o değil midir? Gönüller onunla şen, bilgiler onunla ruşen olmazlar mı? Anlaşmazlıkları çözen de o, adaleti bildiren de!.. O kadar kutsal ki, ibadetler onunla yapılıyor...

 

Ağa, duyduklarına cevap veremez ama yine de konuklarına mahcup olmamak için haykırır:

 

- Pekala madem dediğin gibidir, o halde yarın pazara gidip bu sefer en fena yiyeceklerden bir sofra hazırlat bize. Bakalım görelim.

 

Kahya ertesi gün yine kasaba uğrar, yine aynı yemekleri hazırlatır. Sofraya oturanlar aynı sıra ile başlarlar: Dil çorbası, dil haşlama, dil söğüş... Ve elbette yine aynı sorgu sual. Kahyanın cevabı ibretliktir:

 

- Efendimiz, emin olunuz emrinizi ayniyle yerine getirmek için bu yemekleri hazırlattım. En fena yiyeceklerden istemiştiniz; Allah aşkına dünyada dilden daha fenasını kim tasavvur edebilir?!.. Bütün kötülüklerin, bütün belaların, bütün kavgaların sebebi bu değil mi? Kim yalanın ve iftiranın güzel olduğunu söyleyebilir; kim, riya ve dalkavukluğun yararından bahsedebilir?!.. Bütün bu fenalıkları dil yaptıktan sonra hangi azık dilden daha kötü olabilir ki?!..

 

Misafirlerin hepsi o gün sofradan bir dimağ lezzetiyle kalkmışlar ve kahyayı sohbet halkasına dahil etmişler.

 

Bu hikayeyi üniversite yıllarımda Ahmet Mithat Efendi'nin Kıssadan Hisse adlı kitabında okudum. Kıssadan Hisse, Ezop (Aisopos) masallarının tercümesi idi ve hikaye Ezop ile efendisi Xanthos arasında geçiyordu. Milattan 500 sene evvel Kütahya civarında yaşayan Ezop aslında bir köle imiş. Işıklı bir zeka ve zarif bir fikir güzelliğine sahip olan kafası maalesef iri ve çirkin, dili de kekeme imiş. Xanthos onu zekası için almış ama yüzüne bakan herkes ürktüğü -en başta da karısı o çehreden korktuğu- için çiftliğinde toprak işlerinde çalıştırır, arada sırada konukları gelince onun zeka ve fikirlerinden istifade etmek üzere konağına çağırtırmış. Rahmetli babam, fabller üreterek Anadolu'daki medeniyet davranışlarının devamlılığını sağlayan Ezop'un adını bilmezdi. Ancak bu topraklarda dile ve söze verilen değerdir ki yüzyıllarca harmanlanıp kültürden kültüre aktarılmış, insanlar, nesiller, dinler ve diller değişmiş ama anlam hiç değişmemiş, Ezop'un hikayesini babalar dinî hikaye niyetine çocuklarına anlatabilmişlerdir. Hatta tatlı dil ile olduktan sonra övünmeler, övmeler ve sövmeler bile insana masum görünmeye başlamıştır. Ünlü heccavımız Şair Eşref'in vakitsiz gelen bir misafirine söylediği şu kıt'a gibi:

 

Nâbehengâm ey bana mihman olan

 

Tablakârımla döğüş ister misin

 

Matbah-ı tab'ımda yoktur başka şey

 

Tatlı dilden bir söğüş ister misin "Ey vakitsiz gelen (aç) misafir, (sana yemek hazırlamak konusunda) aşçımla beni kavga mı ettireceksin? Yaratılışımın mutfağında sana ikram etmek üzere dilden başka bir yiyecek kalmamış, tatlı dilden bir söğüş ister misin?!.."

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÖLÜR MÜSÜN ÖLDÜRÜR MÜSÜN

 

Vaktiyle köylünün biri hacca gitmiş.Tabi dönüşte eşe dosta,hısm akrabaya hediye getirmek adetten..Herkese miktarınca hediyeler aldıktan sorna köyün ağasını da hatırlamış.Hediye konusunda uzun müddet karar verememişsede "Ağamız,başımızın tacıdır,efendimizdir;ona götüreceğim hediye kendime alacağımdan aşağı olmamalıdır." diye düşünerek hacılar adetince bir şişe Zemzem doldurup bir faniye yetecek kefenlik bez kestirmiş.Dönüşte yol yordamınca hediyelerini sunmak için ağanın eşiğine yüz sürmüş.Gelin görün ki ağanın kahyası,bu durumdan hoşlanmayarak hediyeleri suratına fırlatmış:

-Be adam!Hiç böyle hediye olur mu? Ben böyle bir hediyeyi şimdi ağaya nasıl takdim ederim?

Köylü ısrar etmiş:

-Canım kahya,elçiye zeval olmaz;sen hemen bunları odasına götür.Ben bunları bin bir emekle ta Hicaz'dan getirdim.

Biraz tartışmadan sonra kahya razı olmuş ve elinde hediye bohçası ile ağanın huzuruna girip meramını şöylece arz etmiş:

-Ağam! Sersemin biri Hicaz'dan size kefenlik bez ile gasil suyunuza katılmak üzere Zemzem getirmiş.Şimdi söyleyin ölür müsünüz;öldürür müsünüz?!..."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sevgili ile âşık arasında

 

-Mevlânâ'dan ilham ile...-İstanbul'da bir âşık yaşardı. Günlerden birinde bir töhmete uğradı, kasdî olmayan bir davranışı suç sayıldı, başına kastedildi ve kaçmağa mecbur oldu. On yıl boyunca yedi iklim dört bucağı dolaştı. Kah çöllere düştü, kah sahralar gezdi.

 

 

Zaman akarken ayrılık takatini kesmiş, özlemi arttıkça artmıştı. Kendi kendisine dedi ki, "Sevgilinin hasretine artık tahammülüm kalmadı! Varayım İstanbul'a döneyim, kafir bile olmuşsam yine imana geleyim de sevgilinin ayaklarına kapanayım şöyle yalvarayım: "A gönüller sultanı! İşte canımı senin önüne attım; ister beni bağışlayarak dirilt, isten boynumu vurdur, işte koyun misali boynum. Ey ay yüzlü! Senin önünde kesilip ölmek, başka yerde dirilip sultan olmaktan yeğdir. Ey gönlümün istediği! Sur'a üfürür gibi seslen bana ki yeniden hayat bulayım."

 

Biçare âşık hazırlandı, İstanbul yollarını tutmak istedi. "Kalbim," diyordu, "kalbim ona aktı, onun kalbi bana mermer olsa da." "İstanbul," diyordu, "benim vatanım orasıdır, çünkü sevgili oradadır." "Sakın gitme! Başından kork!" diyenlere, "Hubbü'l-vatan, mine'l-iman (Vatan sevgisi imandandır)" hadisini okuyordu. "Zincire vurulmaya, zindana atılmaya mı heveslisin?" diyenlere aldırış etmedi. Kendi ayağıyla zindana gider gibi yollara düştü. Önden bir çeken, arkadan bir iten vardı sanki.

 

Yol... Yol... Çöllerin kumları ipek halılar gibi, çimenlerin yeşilleri kadife döşenmiş yollar gibi geliyor, âşık ilerliyordu. Üsküdar sırtlarına gelip de İstanbul'u görünce heyecanından düşüp bayıldı. Aklı, aşkın sır bahçelerine doğru aşıp gitmişti. Bir kayık tedarik edip İstanbul'a ayak bastığında herkes ona hayret etti. Kimisi "Durma kaç!" diyordu, kimisi "Allah rızası için kendi kanına girme!" diye yalvarıyordu. "Sevgilinin öfkesi dinmedi!" diyenler, "Akıl edip kaçmıştın, ahmak mı oldun?" diyenler... Âşık cevap veriyordu: "Ben susuzluk hastalığına tutulmuş bir hastayım; su beni çekti getirdi, suyun beni öldüreceğini bilsem de şimdi sudan kaçamam. Su içmekten başım ve bedenim şişse de susuzluğum azalmıyor. Geceleri tencere gibi kaynasam, gündüzleri çağlayanlar gibi aksam yine su isterim. Şimdi suya kavuşmaya gelmişim. Su benim sevgilim. Üstelik bir zamanlar onun öfkesinden kaçtığım için de çok pişmanım. Şimdi varın, deyin ona; "Ne kadar öfkeliyse benden çıkarsın öfkesini, benim aşk sarhoşu olan canıma ne istiyorsa yapsın! Şimdi kurban bayramıdır, ben de onun kurbanlığı. Bir kurban ancak bayramda kesilmek için beslenir. Ben bu canımı öyle besledim. Ruhumun haşrı, canımın dirilmesi için nefsimin kurban olması gerek. Hallac, "Öldürün beni, benim ölümümde hayat vardır!" demedi mi? Allah'tan gayrı hey şey ölüp yok olacaktır madem, öleyim ben de, kurban olayım. Kurban olayım ki ölüm, karanlıkta gizli bir bengisudur. Şimdi nilüfer gibi ölümümü suda arayayım ki sevgiliye doğru yürümüş olayım. Susuzluk hastasının ölümü sudan olacak madem, bir can korkusu ile sevgiliden kaçar mıyım artık? Suyun nehirden kaçtığı nerede duyulmuş. Ben o nehirde kendimi yok etmeye gelmişim. Kâsedeki su nehre akınca sıfattan ve addan kurtulup zatı baki kalır. İşte bu yüzden bir zamanlar Sevgili'den kaçtığım için pişmanım. Şimdi kendimi onun güzellik fidanına asmak için gelmişim.

 

Âşıkın sevgilisine haber verdiler. Herkes merakla bekliyordu; acaba asacak mı, kesecek mi, parçalatacak mı?!.. Sevgilinin kalbine bir merhamet gelmişti oysa. Seher vaktinde şöyle yakardı: "Ey yüce Allah! Ey tek olan, ehad olan Allah!.. O bir suç işlemişti, biz de onu gördük. O merhametimizi bilmeden korkarak kaçtı. Bir korkunun içinde binlerce umut gizlidir. Ben korkmayan bir edepsizi korkuturum ama korkan birini ne diye korkutayım. Soğuk tencere için ateş lazımdır, ama ateşten, kaynayan coşan bir tencereye ne?!.. Korkusuz olanları kabahatleri ile korkutmak nasıl evla ise, korkanları da o korkudan halas etmek öyle evladır. Ben yamacıyım, yamanması gereken yeri yamarım."

 

Sonunda o âşıkı sevgilinin huzuruna getirdiler. Getirdiler getirmesine de bedeni öyle mecalsiz düşüp bayıldı ki can kuşu kafesinde yoktu sanki. Nedimler nedimeler koştular, yüzüne gül suyu serptiler, buhurlarla tütsülediler. Sevgilisi başucuna vardı, dedi ki: "Ne garip!.. Âşık gönül ateşi ile sevgiliyi arar, fakat sevgiliyi görünce kendini kaybeder!" Sonra o âşıkın kulağına fısıldadı: "Ey âşık! Bak ben geldim. Aç eteğini, doldurmaya altın getirdim. Nefesin kesildiyse ben sana nefes vereyim, gönlün öldüyse ben onu dirilteyim. Ey can, vuslat kapısını açtık, dön geriye, gel bize!.. Bak dilsiz, dudaksız sana o eski sırları söylemekteyim, aç gözünü. Ey Zümrüdüanka Kaf dağından dön aramıza!..

 

O zavallı âşık sevgilinin elini alnında hissedince yavaş yavaş kendine geldi. Gözlerini açtı, yerinden fırlayıp birkaç kez secdeye kapandı. Sevgili kendisini kabul etti diye şükürler eyledi. Sonra ona yalvarır gibi şöyle dedi: "Ey aşk kıyametinin İsrafil'i!.. Bana ilk şeref armağanı olarak kulağını dudağıma yaklaştır; ta ki sırları başkaları duymasın. Nice zamandır yakarışlarımı duymanı istedim. Her gece senin özleminle uykuya vardım, her sabah seni özleyerek uyandım. Bazı geceler gözüme hiç uyku girmedi. Senden ayrıldığım andan itibaren benim için ne evvel kaldı, ne âhir. Ön de gözümden düştü, son da. Çok aradımsa da sana benzer bir sevgili bulamadım. Varlık sermayem ayrılık ateşiyle yandıktan sonra varlıktan sıyrıldım, senden gayrı bir nesne bilmez oldum. Şimdi hangi diyarda, ne toprakta bir kan lekesi görürsen bil ki o bizim gözümüzden akmıştır. Şimdi söylemekle ağlamak arasında şaşırıp kaldım. Ağlasam söyleyemiyorum, söylesem ağlayamıyorum. Şimdi sen dile ne dilersen, söyleyip şükür mü edeyim, ağlayıp eşiğine inci ve mercanları şükrane mi sunayım?

 

Âşık bunları söyleyip ağlamaya başlayınca, aşağıdakilerden ve yukarıdakilerden kim varsa bütün İstanbul ağladı, kadın erkek, çocuk ihtiyar birbirine karıştı. O sırada âşık, yeryüzünün gökyüzüne şöyle dediğini duydu: "Eğer kıyameti görmedinse işte gör!."

 

***

 

Ey Yüce Sevgili!.. Âşıkını Sen'in ayrılığından yine Sen kurtar! Amin!..

 

İskender Pala

 

15 Mart 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Edep bir tac imiş

 

Edep kelimesi "zarafet, usluluk, söz ve hareketlerde güzel hal üzere bulunma" gibi anlamlar taşıyor.

 

 

Bir tür kişilik ve karakter özelliğini anlatan bu kelimenin muhtevası insanı ar ve utanç verici hallerden muhafaza eden hasletleri içerir. Tabiri caizse o bir gen dizilimidir ki var olduğu bünyeyi maddî ve manevî huzura erdirir. İnsan bu gene sahip ise bütün hareket ve söz türevleri içinde kaçınılması gereken şeyi derhal bilir ve hatta refleks olarak ondan kaçınır. Böylece kişi maddi ve manevi (iş hayatında, sosyal hayatta veya iç dünyasında) her türlü yanlışlığa düşmekten kurtulur, utanacağı şeylerden uzak kalır. Sonuçta edepli insan güzel huy, zarif muamele ve hassas bir kişilik sahibi olur.

 

İslamiyet'in gelişinden sonra bilim, gramer ve şiir gibi konular -sırf insanı edebe yönelttiği, ona zarafet kattığı için- ilm-i edep, bununla ilgilenen kişiler de edîp olarak anılmaya başlanmıştır. Bu isimlendirme bize, doğu toplumlarındaki edep anlayışının din kaynaklı olduğunu gösterir ki zaten Cahiliye devrine ait bir edepten bahsedilemez. Hz. Mevlânâ "Kur'an'ın manası ayet ayet edepten ibarettir" mısraını bu bağlamda söylemiştir.

 

Edebin iki kısmı mevcuttur: Nefsî ve dersî... Nefsî olan edep, yukarıda söz ettiğimiz kişilik özelliğini teşkil eden gen yapısıdır ki bunun görünür biçimine ahlak ve terbiye diyebiliriz (Edeptir tâc-ı Rabbanî / Komazlar her başa anı - Sunullah Gaybî). Dersî olan edep ise insanın amellerini düzenler ki eskiler bunu âdâb-ı muaşeret olarak bilirler ve gerek davranışların gerekse konuşmanın hatasız ve güzel olmasını sağladığını düşünürler (Edep hoştur, edep hoştur İlahî / Edepsizlik hor eder pâdişahi - Laedrî). İnsanın tavırlarındaki nezaket, zarafet ve zevk-i selim nasıl görünür bir şey ise, sözlerindeki güzellik ve incelik de aynı şekilde edep sayesinde bilinebilen, hissedilebilen hale gelir. Nazik davranışlar nasıl hareketlerimizde bizi ayıplanmaktan, küçük düşmekten, hata yapmaktan koruyorsa (Örtermiş ayıbını insanın hep / Ne güzel elbise esvâb-ı edeb - Laedrî); binaenaleyh söz söyleyeni de küçük düşmekten ve yanlışlıktan koruyacak edep konuları mevcuttur. Gramer, etimoloji, sözlük, imla, kafiye, şiir, retorik, söz ve manaya ilişkin sanatlar olarak sayabileceğimiz bu fenlerin "edebiyat" genel başlığı altında anılmasının sebebi, söz edebini sağladıkları, ifadeyi mübtezel ve bayağı olmaktan korudukları, nezih bir üsluba büründürdükleri içindir.

 

Eski toplumları derinden etkileyen tasavvuf, baştan sona edep üzerine bina olunmuş gibidir. Âdâb (edepler), âdâb u erkân, âdâb u usûl... Hep güzel şeylerle birlikte olma ve kendini tanımanın her tarikata göre çeşit çeşit yolları... Edebe dair pek çok batınî ve zahirî tasnif, kural, risale ve tanım... Sufilerin her birine göre önem sırası kazanan edep yolları... Semboller ve ritüeller... Eline, Diline, Beline (EDeB) sahip olma şuuru... Ve herkesin ortak söylediği bir söz: "Edeb yahû!.." Sonra da bir beyit:

 

Edep bir tâc imiş nûr-ı Hudâ'dan

 

Giy ol tacı emîn ol her belâdan

 

Günümüzde edep içen "karakter disiplini" diyebiliriz. Bu disiplin, toplum içinde kişilerin birbirlerine karşı takınmaları gereken takdir edilesi tavırları düzenler. Şimdiki edebiyat her ne kadar dilin edeplendirilmesine yarıyorsa da nefsin edepli olması (güzel ahlak) dilin edebinden önemlidir. Yani dili şiirle, sanatla mecazla güzelleştirmeden evvel ahlakı güzelleştirmek gerekir. Bunun yolu iffet, vakar, sabır, merhamet gibi şahsî meziyetlere sahip olmak yanında gerçeğe saygı, adalet ve özgürlük gibi evrensel değerleri de benimsemekten geçer. Bu açıdan bakıldığında çağımız, edebini kaybetmiş bir çağdır. Herkes nefsinin hevasına uymuş; para, mal, mülk, makam sarhoşluğundan başı dönmüş gibidir. Haddini bilmek, zarafet, nezaket, terbiye, hicap, utanma... Hepsi kaybolup gitmiş edep bahisleri. "İnsanın edebi altınından hayırlıdır" veya "Edep insanın ziynetidir" sözleri unutulalı çok oldu. Belki de artık eskilerin tekke ve mektep duvarlarına astıkları şu beyti yeniden yazdırtıp sosyal mekânlara ve resmî kurumlara dağıtmanın zamanı geldi:

 

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep

 

Her hüner makbul imiş, illa edep, illa edep

 

Unutmayalım; edebini yitirmiş bir insan, toplum bünyesinde tehlikeli bir virüstür.

 

22 Mart 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...